Çeşitli yazılarımızda 80 sonrası neoliberal politikaların sinemamıza bulaşma serüveninin arka plânına kısa bir bakış atmış ve son dönemin kalburüstü yapımlarının seyirciyle buluşma noktasında yaşadığı sıkıntıya vurgu yapmıştık. Son olarak “Sen Aydınlatırsın Geceyi” adlı filmiyle İFF’e damgasını vuran Onur Ünlü’nün sinema salonlarındaki tekelleşmeyi protesto ederek ticari gösterimin dışında kalacağını açıklaması, konunun giderek derinleştiğini ortaya koyuyor. Ünlü, Altın Portakal sırasında yaptığımız söyleşide, tavrını, “birkaç (tekelleşen) işletmecinin filmini izleyip, kaç salonda gösterime gireceği konusunda inisiyatif sahibi olmalarına karşı koyuş” şeklinde nitelendiriyordu.
Can çekişen bir sinemayı elinden tutarak doruklara taşıyacağı iddiasıyla ülkeye buyur edilen yabancı sermayenin neyi, nereye, nasıl taşıdığı soruları ortada dururken kapıda beliren yeni sorun, sinyallerini bir süre önce vermeye başlamıştı. Hatırlanacağı gibi sinemamız 1960’lar boyunca ve 1970’lerin ilk yarısında altın dönemini yaşamıştı. Belli formüllere ve kalıplara dayanan bir sinema anlayışının egemen olduğu Yeşilçam Dönemi, Anadolu’nun işletme bölgelerine ve alt bölgelere ayrıldığı yıllar boyunca, rekor sayıda filme ev sahipliği yapmıştı. 80’lerin sonundaki büyük kırılmadan önce film yapımcılığının işleyişine baktığımızda, ortaya şöyle bir tablo çıkıyordu: Bölge işletmecilerinden aldıkları paralarla film çeken yapımcılar, bu filmlerin dağıtımını kendi bölgelerinde yaparak para kazanmaktaydılar. Bölge işletmecisi, aynı zamanda sermaye sahibi olmasının da etkisiyle, filmlere her türlü müdahaleyi meşru görmekteydi. Büyük kentler başta olmak üzere pek çok bölgede hüküm süren bu işletmeciler, proje konusunda mutabakata vardıkları yapımcılara ön ödeme yapmaktaydılar. Filmin zarar etmesi durumunda sonraki yapımlar için avansta kesintiye gidilmekteydi.
Sağlam temellere dayanmayan sinemamız, bu anlayışın etkisiyle uzun vadeli politikalardan uzak kalmıştı. Temel amacın kısa sürede kâr etmek olduğu bir ortamda filmlerin ucuza mal edilmesi eğilimi güçlenmiş, “en iyi film, en az maliyetle en çok iş yapan filmdir” anlayışı egemen kılınmıştı.
Liberal politikaların doruğa çıktığı 80’lerde, ambargonun bütünüyle ortadan kalkması sinemamızı hayati olarak etkileyen kararların alınmasına yol açtı ve Hollywood’un Türkiye pazarındaki yükselişi başladı. Yasal düzenlemelerin ardından ülkede şubeler açan ABD majörleri, kısa sürede sinema salonları sahiplerine çok sayıda izleyicinin geri döneceğine dair güvence vererek pazarı ele geçireceklerdi; ancak gelişmeler bunu doğrulamadı! Yabancı sermayenin film dağıtım sektöründe yarattığı değişim, sinema salonlarının yabancı şirketlerle bağımlı ilişkiler kurması sonucunu doğurduğu gibi, Bölge İşletmecileri’nin filmcilikten sağladıkları kârı yerli yapımlara aktarma dönemini de sonlandırmıştı.
49. Altın Portakal günlerinde, festivalden En İyi Film ödülüyle dönen “Güzelliğin On Par’ Etmez”in genç yönetmeni Hüseyin Tabak, basın mensuplarının gözlerinin içine bakıyor ve sıklıkla “Bu filmin vizyona girmesi lâzım” diye iç geçiriyordu. Gerçekten de, “Güzel Günler Göreceğiz” ve “Geriye Kalan” gibi önceki yılların ödüllü filmlerinin çok uzun bekleme sürelerinin ardından, iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda salonda gösterim şansı yakalamaları inanılacak gibi değildi. Peki, film festivallerinin dar bir grubun beğenilerine hitap eden organizasyonlara dönüşmesi sonucunu doğuran, sinema çevrelerince başarılı bulunan yapımları “lânetli başyapıt” mertebesine ulaştırıp geniş kitlelerle bağlarını koparan bütün bu gelişmeler bize neyi fısıldamaktaydı?
Sinemanın, sermayenin ilgi alanına eklenmesine diyecek söz yok, hatta bu yaklaşımın sanatsal bir kaygı barındırmamasını da sineye çekiyoruz; ama gelinen noktanın seyir tercihlerimize müdahale etmesine itirazımız var.
Sermayenin film yapımı gibi meşakkatli bir yoldan çok daha büyük getirisi olan dağıtım sürecine yöneldiği bugünlerde, sinema salonlarının işletmeciliğinde tekelleşmeye gidilmesi, gelişmelerin seyircinin hayrına olmayacağına işaret ediyor.
Sinemadan kâr elde etme düşüncesi ile bunu sağlamak adına gidişata müdahalenin ortak paydada buluşmasının ne gibi sakıncaları olduğunu; “Yeraltı”, “Tepenin Ardı”, “Zerre” gibi son dönemin önemli yapımlarının kaç salonda gösterim şansı bulduklarını hatırlayarak görebiliriz. Taşrada seyirciyle buluşmaları olanaksız hale gelen bu filmlerin hemen hepsinin ödüle ve övgüye boğulmalarına karşın seyircisiz kalmaları, festivaller ve sinema yazarlarını da işlevsiz hale getirmektedir (Birilerinin, bir yerlerde “Eh, böylesi bir durumda yönetmenler ve eleştirmenler seyirci beğenisine uygun yapımlara yönelirler, fena mı?” dediğini duyar gibi-yim!)
Yakın geçmişte televizyon dizileri ekseninde yürütülen sansür tartışmalarının farklı bir boyutta da olsa yeniden gündeme gelmesi sonucunu doğuracak bu gelişmelerin, gişede tutunma şansı olmayan filmleri devre dışı bırakacağı, işletmecinin ticari kapsama alanına girmeyen yapımların üzerini çizeceği kesin bir gerçekliktir.
Bütün bu tartışmalarla kolkola ilerleyen “filmlere devlet desteği” ve “festivaller” olgusunu da yaşanan gelişmelerden soyutlama olanağı bulunmamaktadır. Varoluş nedenini festivallere katılma şeklinde açıklayan filmlerin son Altın Portakal’da ortaya koydukları performans bir yana, Şükrü Avşar ve Reis Çelik merkezinde yaşanan “destek” sorunu, konunun bu noktada kalmayacağını ve taşların (yedinci sanatın lehine olmayacak biçimde) yerinden oynayacağını fısıldamaktadır. (Hayır, “bağımsız” sinemanın bu “bağımlı” görüntüsünün daha ne kadar devam edeceği sorusu da yanıt bulmamıştır daha. Ve evet, yakın geleceğin en önemli gündem maddesi olmaya adaydır.)
Dijital çağın sinemada anlatım olanaklarını genişleteceği, farklı (ve bir ölçüde sanatsal) bir dil yaratabileceği öngörüsünü de yerle bir eden, reklâma ayıracak bütçesi olmayan bağımsız yapımları yok edecek bu “küçük” ayrıntılar, Onur Ünlü’nün tepkisinin ne kadar anlamlı olduğunu gözler önüne seriyor.
Bakalım “Başka Sinema” adı altında başlatılan girişim, karanlık görünen geceyi aydınlatmaya yetecek mi?
(29 Ekim 2013)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü