It Happened In Saint Tropez

Danielle Thompson’un yönettiği ve Kad Merad, Monica Belluci, Eric Elmosnino ile Valerie Bonneton’un oynadığı Des Gens Qui S’embrassent (It Happened In Saint Tropez), önümüzdeki aylarda Chantier Films dağıtımıyla Chantier Films tarafından vizyona çıkarılıyor.
Roni’nin kızının düğün vakti kardeşinin eşi vefat eder. Bu beklenmedik olay zaten anlaşamayan iki kardeşin arasını iyice açar. Bir yanda mazbut ve dini bir hayat öteki tarafta eğlenceli ve çılgın. Londra’dan Paris’e, New York’tan Saint Tropez’e yanlış anlaşılmalar, ihanetler sonucu aile dağılırken yeni aşk hikayeleri başlar.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Riddick

    David Twohy’nin yönettiği ve Vin Diesel, Karl Urban, Katee Sackhoff, Nolan Gerard Funk, Dave Bautista, Noah Danby, Jordi Molla, Bokeem Woodbine ile Antoinette Kalaj’ın oynadığı Riddick, 04 Ekim 2013’de Chantier Films dağıtımıyla Chantier Films tarafından vizyona çıkarıldı.
    Güneşin kavurduğu bir gezegende ölüme terk edilen Riddick, kendini yırtıcı bir uzaylı türüyle karşı karşıya bulur.
    Hayatı için savaşırken aktive ettiği yardım alarmı iki gemiyi harekete geçirir. Birinde paralı askerler taşınmaktadır, ötekine ise Riddick’in geçmişinden biri kaptanlık yapmaktadır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman: Türkçe Altyazılı / Orijinal
  • IMDb
  • Riddick yazısına devam et

    Filmlerinin Dehlizlerinde Yitip Gitmek: Martin Scorsese

    Büyük yönetmen Martin Scorsese, ilk bakışta hemen kendini ele vermeyen katmanlı filmleriyle Antonioni ruhuna ulaşıyor. Scorsese’nin nevrotik sınırlarda dolaşan filmleri derinlikli. “Taksi Şoförü”yle beraber tüm filmlerinin ruhuna giden dehliz olan “Saatler Sonra”yla “Göklerin Hâkimi”ni paylaşmak istedik.

    Martin Scorsese, sinemanın büyük ustalarından. Ustanın birçok filmini ilk görüşte anlamlandırabilmeniz çok güç. İkinci defa görmeye ihtiyaç duyuyorsunuz. Hatta beş defa bile. Michelangelo Antonioni ruhunda da dolaşan Scorsese, ilk bakışta fark edilemeyecek küçük anlar, anlık görüntüleri kurgusunun içine yerleştiriyor. O filmleri ancak birkaç defa gördükten sonra sisler arasındaki o ayrıntıları seçebiliyorsunuz belki. “After Hours-Saatler Sonra” gibi Scorsese filmlerinin ruhunun en derinlerine inen 2004 yapımı “The Aviator-Göklerin Hâkimi” filmini de bir köşede tutmanız gerekiyor. Bir film daha var. O da, 2009 yapımı “Shutter Island-Zindan Adası” filmi. Ustanın “Saatler Sonra” filminin ruhuna girdikten sonra, bu filmlerinde anlamları içinde dolaşabiliyorsunuz. O zaman anlıyorsunuz, perdede gördüğünüzü sandığınız filmin o film olmadığını. Büyük yönetmenlerden Avusturyalı Michael Haneke’nin 2005 yapımı “Caché-Saklı” ve 2012 yapımı “Amour-Aşk” filmi hemen akla geliyor. Büyük Rus yönetmenlerinden Aleksandr Sokurov’un Goethe’den uyarladığı 2011 yapımı “Faust” da unutulmamalı. Bir başka Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in 2003 yapımı “Vozvrashchenie-Dönüş” filmini de hatırlamak gerekiyor. Alan Parker’ın 1987 yapımı “Angel Heart-Şeytan Çıkmazı” filmini de eklemeniz gerekecek arşivinize. Bu filmler, perdede gördüğünüzü sandığınız filmler değildi anlam bakımından. Elbette David Lynch’in ve Jean-Luc Godard’ın filmleri de öyle. Bu türden filmlerin dehlizlerinde yitip gidiyorsunuz. Çünkü bu filmler katmanlı ve küçücük bir ayrıntıyı gözünüzden kaçırmanız da muhtemel. O kaçırdığınız küçücük an, her şeyi yıkıyor ve her şeyi yeniden kurmanızı bekliyor.

    Scorsese, 1942’de New York’un Queens bölgesinde doğdu. İtalyan kökenli. Çocukluğu, astım hastalığından dolayı sıkıntılı geçti. En yakınında tüm şefkatiyle annesi vardı. Pazar günleri ayinler için Katolik kilisesine gidiyordu annesiyle. Çoğunlukla yatakta olduğu için, çetecilik oynayan kendi yaşıtlarının seslerini de pencereden duyuyordu. New York Üniversitesi’nde sinema okudu. 1967 yılında siyah-beyaz “Who’s That Knocking at My Door?-Kapımı Kim Çalıyor?” filmiyle sinemaya giriş yaptı. 1972’de “Boxar Bertha-Soygun ve Aşk” suç filmini çekti. Kıbrıs Harekâtı’ndan dolayı NATO ve ABD ülkemize ambargo koymuştu. 1970’lerde karaborsa çoğaldı. Anarşi arttı. Eylül 1980’de darbe oldu. Ambargolar kalktı. Geç kalmış Hollywood filmleri ülkemize bombardıman gibi düşmeye başladı. “Soygun ve Aşk” ile “Taksi Şoförü” filmlerinin afişleri gözümüze çarpmıştı. Perdede göremedik. Kaçırdık. Tarantino, 2003’te ikiye böldüğü “Kill Bill” filmi için “Bill”in adını “Soygun ve Aşk” filminden ödünç aldı. Scorsese’nin filminde David Caradine’ın adı Bill’di. Sonra Scorsese’nin birçok filmi ülkemizde vizyona girdi.

    “Taksi Şoförü…”

    Bu, Travis’in Amerikan toplumuna ahlâki bakışının filmi. 1976 yapımı “Taxi Driver-Taksi Şoförü”, Vietnam gazisi Travis Bickle, geceleri uyuyamadığı için taksi şoförlüğüne başvuruyor. New York’un geceleri ve insanları onun gözünden yansıyor perdeye. Gördükleri pislik bir dünya ve bunun hemen temizlenmesi. Filmin ön jeneriği de muhteşem. Gecenin karanlığında buharlar yollara doğru savrulurken, fonda Bernard Herrmann’ın caz tınıları duyuluyor. Sarıyla turuncu karşımı yazılar bu atmosferle mükemmel buluşma yapıyor. Herrmann, Hitchcock ustanın filmlerine gerilimli besteler yazmıştı. Hitchcock’un istemesine rağmen bir defa bile caz bestelememişti. Ama o zamanki genç Martin Scorsese’yi kırmamıştı. Bu filmdeki tınılar, Herrmann’ın son bestesi oldu ve usta 1975’te öldü. Etkileyici ve kasvetli atmosfer kameraman Michael Chapman’ın fotoğraflarıyla yansıyor. “Taksi Şoförü”nün atmosferi, gecenin içindeki New York’a iç mekân ruhu katmış çoğu anda. Filmin senaryosunu da önemli yönetmenlerden Paul Schrader yazmış. Bu filme vakti zamanında, Hollywood’da “yeni sağ” akımın simge filmi demişlerdi. Ünlü yönetmenler Francis Ford Coppola, Martin Scorese ve Paul Schrader’in başını çektiği bu akım, Amerika’da 1960’lardan 1970’lerin ortalarına kadar süren “yeni sol” akıma tepkiydi. “Yeni sol” akımın estetiğine, Brian de Palma’nın 1970 yapımı siyah-beyaz ve renkli “Hi, Mom!” ve Gus van Sant’ın 2008 yapımı “Milk” filmlerinde dokunabiliyorsunuz. “Taksi Şoförü”, Cannes’da “Altın Palmiye” de kazanmıştı.

    Mayıs ayı. Travis’in (Robert de Niro) gözleri, sadece gözlemiyor, fotoğrafları zihninde biriktiriyor. Savaştan dönmüş Travis, nevrotik bir ruh halinde. Obsesyonları, takıntıları olan bir insan. Zaman zaman iç sesiyle konuşuyor. Porno filmler izliyor. Giderek her şey zihninde büyüyor, öfke çoğalıyor ve sonunda pislikleri temizlemeye başlıyor. Buraya gelene kadar Scorsese, kamerasıyla onun ruh hailinin içinde dolaşıyor sanki. Final bölümüne yaklaştıkça seyirci neyle karşı karşıya olduğunu anlıyor. Ama yine de zihni karışabiliyor. Bazı insanlar, yani bazı pislikler ölse de çocuk yaştaki bir kızın hayatı kurtuluyor. Medyanın ve halkın kahramanına dönüşen Travis’i adalet de bağışlıyor. Hiçbir şey olmamış gibi her şey kaldığı yerden devam ediyor sonda.

    Travis’in taksisine başkan aday adayı Charles Palantine (Leonard Harris) biniyor ve onunla ahlâki bir konuşma yapıyor Travis. Sonra da Palantine’ın seçim bürosunun yakınlarına geliyor Travis. Orada Betsy’yi (Cybill Shepherd) görüyor. Belki de ilk defa bir kadına bu kadar ilgi gösteriyor. Cesaretini toplayıp Betsy’ye ulaşıyor ve onunla birkaç defa çıkıyor. Ama bir kadına nasıl davranacağını bilmeyen Travis, her zaman yaptığı gibi Betsy’yi de porno oynatan sinemaya götürüyor. Betsy ondan uzaklaşıyor. Travs, Betsy’yle telefonla konuşurken, kamera sağa doğru kayıyor ve sarı ışığın düştüğü boş koridoru gösteriyordu. Bu an çok önemli. Travis’in yalnızlığını ve boşluğunu gösteriyor. Bu andan itibaren dönüşmeye başlıyor Travis.

    Bunlar olurken, yolu 12 yaşındaki fahişe Iris’le (Jodie Foster) kesişmeye de başlıyor. Iris’in pezevengi de Matthew (Harvey Keitel) adında hippi saçlı biri. Haziran ayı. Satıcıdan tabancalar satın alan Travis, tam bir yürüyen cephaneliğe dönüşüyor. Sonra da Iris’i kurtarmaya gidiyor. Oteldeki kanlı çatışmanın ardından yaralanan ve tutuklanan Travis, komada kaldıktan sonra kahraman olarak taburcu oluyor. Filmin finali gerçekten özel ve zihinleri de karıştırıyor.

    Filmin katmanlarından çıkan bazı şeyler zihinleri de karıştırıyor. “Taksi Şoförü”ne kara film deyip hemen geçemiyorsunuz bu yüzden. Bazı anlarda yansıyan görüntüler filmi başka taraflara götürüyor. Gerçekten zihni bulanıklaştıran ve dehlizde insanı kaybeden anlar bunlar. Travis’in iç sesiyle Betsy’yi anlattığı sahnede, Betsy seçim bürosuna girerken sakallı bir dam (Martin Scorsese) bir an çerçeveye giriyor. Daha sonra bu sakallı adam gecenin içinde Travis’in taksisine biniyor ve bir caddeye gidiyorlar. Dairenin penceresinden bir kadının silueti yansıyor. Sakallı adam, karısının kendini aldattığını öfkeli kelimelerle anlatıyor Travis’e. Sakallı adam doğruyu mu söylüyordu? O da mı Betsy’ye tutkundu? Final bölümünde, Travis’in taksisine Betsy biniyor. Palantine, ABD Başkanı olmuş. Betsy, Travis’in taksisiyle evine gidiyor gece. Konuşmuyorlar. Travis, geçmişi unutmak istiyor sanki. Betsy, taksiden inerken mahcup ve utangaç. Travis ondan ücret almıyor. Travis, oradan uzaklaşırken gözü dikiz aynasına kayıyor ve New York’un tehlikeli yollarına dalıyor. Son jenerikte büyük Herrmann’ın caz tınıları duyulmaya başlıyor yine.

    Filmdeki şiddet, yoğun ve sarsıcıydı. Sadece kanlı sahnelerle değil. Gecenin içinden yansıyan görüntülerle de. Gece olduğunda, şehrin pislikleri dışarı çıkıyor ve şehri kuşatmış. Iris’in bulunduğu yerler de şiddetin içinde. Hayat, gerçekçi ve sert yansıyor filmde. Mitingde Palantine’ı vuramayan “Mohikan” Travis, sokakların içindeki Matthew’u vuruyor, sonra da Iris’in oteline gidiyor ve mekânı kana buluyor. Oteldeki kanlı çatışma sahneleri gerçekten sert. Her taraf kırmızı oluyor. Yaralanan Travis, polisler geldiğinde elini tabanca yapıp kafasına dayıyor. Kamera, stilize plonje açıyla manzarayı tepeden gösteriyor. Bu çekim için belki de çok şey söylenebilir. Bir ölü, yaralı Travis, bir köşede ağlayan Iris ve polisler. Komadan sonra yalnız da olmayacak Travis. Çünkü o bir kahraman. Toplumun, medyanın ve Iris’in yoksul ailesinin kahramanı o. Hayat devam ediyor. “Taksi Şoförü”, her seyredişte keşifler yaptıran, katmanlı ve derinlikli bir film. Scorsese sineması, tıpkı Antonioni sineması gibi ilk buluşmada kendini hemen ele vermiyor. Scorsese filmlerinin dehlizlerinde yitip gidebiliyor insan. Klâsik bir eleştiri yazısının ötesinde Scorsese sineması. Filmde bir de reklâm vardı. Filmin yapımcısı Columbia, 1970’lerden 1980’lerin ortalarına kadar Coca-Cola’nın malıydı. Bir sahnede Travis, porno film oynatan bir küçük sinemaya gidiyor. Satıcı kızdan Coca-Cola istiyor. Kız, “RC Cola satıyoruz” diyor. Coca-Cola, “Biz, temiz ve güvenli yerde içiliriz” diyor Scorsese reklâmıyla. Scorsese bu sahneyi çekmese, bu film de ortaya çıkamazdı. Bu film, Amerikan toplumunun sansansyonel olaylara yakınlığını da vurguluyor. Filmde Robert de Niro mükemmel ötesi. Bu büyük oyuncu her dönemde sinemaya damga vurdu. Bir de Jodie Foster var. “Taksi Şoförü” filminin çocuk yüzü, oyuncu olarak iki defa Oscar aldı Akademi’den. İlki, Jonathan Kaplan’ın 1988 yapımı “The Accused-Sanık” filmiydi. Sonraki de Jonathan Demme’nin yönettiği polisiye-gerilim olan 1991 yapımı “The Silence of the Lambs-Kuzuların Sessizliği” filmiydi. Foster filmler de yönetti.

    “Saatler Sonra…”

    1985 yapımı “After Hours-Saatler Sonra”, Scorsese sinemasını anlamlandırmak için temel bir film. Sinema okulunda Scorsese sinemasına giden yola girmek için “Saatler Sonra” filmine psikanaliz yolculuk yapılmıştı. “Saatler Sonra”, Scorsese filmleri için kılavuz. Değerli hocalardan Ertan Yılmaz, Scorsese sinemasına tutulmamıza yardımcı olmuştu.

    “Saatler Sonra” ülkemizde vizyona çıkmadı maalesef. Bu film, 1990’ların başında TRT’de “Ölü Saatler” adıyla gösterilmişti. Ama daha çok “Geç Saatler” adıyla biliniyordu. Bu filmin DVD’si yıllar sonra yayımlandı. Filmin orijinal adını birebir çevirdiler. DVD’cilere ve televizyonculara her daim öfkeliyiz. Birçok değerli ve önemli filmi sinemada vizyona çıkmış adıyla değil de kafalarına göre uydurdukları adlarla yayımlıyorlar. Sinema kültürümüzü ve belleğimizi çöle döndürüp yok ediyorlar. Alain Delon’un o muhteşem filmlerini uyduruk adlarla DVD’den yayımlamışlardı. İnsan gerçekten kahroluyor. Nasıl yaptılar bunu, diye.

    Geffen’ın sunduğu “Saatler Sonra”, bilgisayar programcısı Paul Hackett’ın (Griffin Dunne) akşamdan sabaha süren macerası. Aslında film, “iş”te başlıyor, “iş”te bitiyor. Paul, akşam “iş”ten çıkıyor, sabah da kendini “iş”te buluyor. İşte bu film, aradakileri anlatıyor. Kâbus gibi. İşten eve, evden işe gidip gelen Paul, sığınağı olan evinden dışarı çıkıyor ve hayatı boyunca yaşayamayacağı maceraların hepsini yaşıyor. Filmin senaryosunu Joseph Minion yazmış. Müzikleri Howard Shore bestelemiş. Ama fonda geçmiş dönemlerin müzikleri ve şarkıları da duyuluyor. Hatta Mozart ve Bach müzikleri de var. Her an iç mekân tadı veren fotoğraflarsa, büyük kameramanlardan Alman Michael Balhaus tarafından armağan. Ballhaus, 1982’de 36 yaşındayken ölen önemli Alman yönetmenlerden Reiner Werner Fassbinder’in kameramanıydı. Ballhaus, iç mekân kameramanı olarak öne çıktı hep. Usta, dış mekânlarda bile iç mekân hissi yaratabiliyor. “Saatler Sonra” filmi, psikanaliz açıdan bir “interiorior”, iç mekân, iç dünya filmi. Filmin ruhunun nevrotik olduğunu belirtelim.

    Akşam işten çıkıp eve gelen orta sınıftan Paul, bekâr evinde yalnızlıktan sıkılıyor ve arada bir gittiği kafede Marcy (Rosanna Arquette) kendisiyle iletişim kuruyor. Beyaz elbise giyinmiş Paul, Henry Milller’ın kitabını okuyor ve bu Marcy’nin ilgisini çekiyor. Miller, cinselliği öne çıkaran romanlar yazan bir yazar. Paul, kadınlarla kolay iletişim kuramıyor. Kadın korkusu yaşıyor sanki. Psikanalizde beyaz renk cinsel sorunu çağrıştırıyor, Çalıştığı yerde de baskı altında Paul. Çünkü işyerinde patron var. Paul, her şeyi bastırmış ve çoğu şeyi zihninde yaşayan biri. Gece boyunca yaşadıkları “gerçek + düş + gerçek” eğrisi gibi. “İş”le “iş” arasındakiler düşteki kâbus gibi. Marcy, aynı evde yaşadığı heykeltraş Kiki’den (Linda Fiorentino) söz ediyor. Kiki’nin heykel denemeleri Paul’ün ilgisini çekiyor. Marcy’den, New York’un So-Ho mahallesindeki adresi öğrenen Paul’ün evde canı sıkılıyor ve Marcy’den aldığı telefon numarasını arıyor, gecenin içinde yola çıkıyor. Kâbusun başlangıcı bu muydu, yoksa Marcy’yle karşılaşması mıydı Paul’ün? Taksiye bindiğinde cebinde sadece yirmi doları var Paul’ün. Parasını cebinden çıkardıktan sonra para rüzgârla uçup gidiyor. Marcy’nin dairesine gittikten sonra da her şey yavaş yavaş savrulmaya başlıyor ve Paul, altından nasıl kalkacağını bilmediği dehlize düşüyor. “Punk”çı Kiki’nin gazete kâğıtlarını alçıya batırıp yaptığı yapıştırma postmodern heykelini, Edvard Munch’un dışavurumcu tablosu “Çığlık”a benzetiyor Paul. “Çığlık” tablosu, yabancılaşma üzerine en önemli resimlerinden.”Çığlık”ta kitle toplumuna eleştiri var. Tek başına başarıya yönlendiriyor, insanı yalnızlaştırıyor ve yabancılaştırıyor. Anlık ilişkileri teşvik ediyor. Paul de benzerini yaşıyor. Kiki’ye masaj yapan Paul, belki de hayatında bir kadına bu kadar yakınlaşıyor. Kiki’nin dişi teni ve kıvrımları, zihninde yarattığı kadınlara benziyor muydu? Paul’ün, sere serpe uykuya dalan Kiki’nin güzel vücudunu özlemle seyredişi, insanın ruhuna acı veriyor. Cinselliğini yaşayamamak en büyük keder olmalı. Kiki de, aslında Paul’e sığınak duygusu vermiyor. Sadece özlem duyulan cinsellikle buluşuyor. Ya Marcy? Yumuşak dişi sesi bir an Paul’e sıcaklık verse de Marcy de uzak. Başa belâ getiren kadınlardan biri o. Bu kadar yumuşak ve ilk anda sıcaklık veren Marcy, çelişkileri ve karışık durumlarıyla Paul’ü kaosun, kâbusun içine düşürüyor. Marcy, evliymiş. Bu daire de eski kocasınınmış. Kocası ona tecavüz bile etmiş. Bir an ortadan kaybolan Marcy, daireye geliyor ve intihar ediyor. Metrodaki geceyarısı zammını bilmeyen Paul, cebinde sadece 97 sent bozukluğuyla gecenin içinde So-Ho’da aylak aylak dolaşırken, birden bir minibüs görüyor ve hırsızların “Çığlık” heykelini çaldıklarını sanıyor. Hırsızlar, ondan korkup heykeli bırakıp kaçıyorlar. Hırsız Pepe (Tommy Chong), hayatında ilk defa bir şeye para verip satın almış. Heykeli daireye götüren Paul, Marcy’nin intihar ettiğini anlıyor. Marcy, aşk acısı dayanamayıp intihar etmiş. Yağmur yağınca bara sığınan Paul’e, oradaki Julie (Teri Garr) adındaki garson kız yakınlık gösteriyor. Julie, güvenli ve sığınılacak yer mi? Paul bunu Julie’nin evinde yaşayarak öğreniyor. Julie’nin dairesinde çok önemli bir an var. Yatağın altına fare kapanları koymuş Julie. Psikanalizde bu “hadım etme” anlamına geliyor.

    Paul, kastrasyon yaşıyor. Psikanalizde nevrotiklere özgü bir obsesyon bu. Takıntı veya saplantı anlamında. Paul, yalnız bir insan. Anne sıcaklığı, şefkati, güveni veren kadını bulamıyor hayatında. Bu yüzden kadın korkusu var onda. Gecenin içinde, biri dışında tüm kadınlar felâket getiriyor Paul’e. Julie’nin polise telefon ettiğinde polisler ortada görünseydi film, “gerçek + gerçek + gerçek” olacaktı. Bu anda New York’un şiddeti ve kuşkuculuğu dışarıya vuruluyor sadece. Bardaki barmen Tom’la (John Heard) yaşadığı anlar da önemli Paul’ün. Tom, Marcy’nin sevgilisiymiş ve tartışıp ayrılmışlar. Bunalıma giren Marcy de intihar ediyor. Marcy’nin dairesine geç giden Paul, Marcy’yi kurtaramıyor ve telefonla polise haber veriyor bu ölümü. Filmde, sistemin temsilcisi polisle cankurtaranların sirenleri gecenin derinlerinde duyuluyor. Paul, Tom’dan metro bileti parası isteme cesaret buluyor. Ama Tom, kasanın anahtarını evde unutunca Paul için bir felâket daha başlıyor. Paul, Tom’un dairesinin anahtarına karşı kendi dairesinin anahtarını veriyor. Mutlak güven için. Buradaki anahtar, “regresyon”u, yani geriye gidişi simgeliyor. Nevrotikler, her zaman “nostalji”yi arıyorlar. En çok da çocukluklarını diyebiliriz. Anne şefkatinin ve sıcaklığının yanında güven duygusu da var elbette.

    Bu gece So-Ho’da üç hırsızlık vakası yaşanmış. Yanlış anlamalardan sonra, mahalleli linç için peşine düşüyor Paul’ün. Bu anlarda film, tam anlamıyla western ruhuna bürünüyor. Paul, Kiki’nin gittiği Berlin adındaki diskoda finalde, huzura ve sıcaklığa sığınıyor. Paul’ün Berlin’e ilk geldiğinde Martin Scorsese de bir an yansıyordu sakallı haliyle. Scorsese, piste spot ışık düşüren sakallı ışıkçı bu filmde. Diskonun bar tarafında June (Vera Bloom) adındaki kadına hemen sığınıyor, onu öpmüyor, sadece başını omzuna koyuyor Paul. O sırada pikapta dönen plaktan Peggy Lee’nin söylediği “Is That All There Is” şarkısı duyuluyor. Bu şarkı çalarken, June’la dans ediyor Paul. Anne sıcaklığı, şefkati ve koruması Paul’ün üzerine çöküyor. June anneyi simgeliyor çünkü. June, Paul’ü kötülerden kurtarmak için onu, Kiki’nin “Çığlık” heykeline dönüştürüyor, hırsız Pepe ve arkadaşı heykeli çalıyor, gün ağarırken virajı dönen minibüsün arka kapısı açılıyor ve işyerinin kapısında minibüsten düşüyor, başladığı yere dönüyor Paul. Bu filmin katasrofobi ruh taşımasının nedeniyse, iç mekân korkusu, yanıklar, fare kapanları, balığın cinsel organı yutması, toplumun adalete soyunması, uzaklardan duyulan siren sesleri. Yanıklar, Marcy’nin odasındaki yanıklar üzerine bir kitabın içindeki fotoğraflardan yansıyor. “Saatler Sonra”, bir katasrofobi filmi. Yani iç mekân korkusu, kaosu. Dış mekânlar da iç mekânlar gibi yansıyor filmde. Elbette New York bir “jungle” şehir. Binaları, ormandaki dev ağaçları gibi. Scorsese, filminde genel olarak karanlık kasvet dolu ışık düzenlemeleri yapsa da, bazı iç mekânlarda (barda ve Julie’nin dairesinde) parlak ışıklar kullanmış ve renkler de perdeyi kuşatmış. Munch’un “Çığlık” tablosundaki renk tonları gibi. “Saatler Sonra” filminin psikolojik anlamdaki karşıtı, Alan Parker’ın 1984 yapımı “Birdy” filmi. “Birdy”nin ruh hali şizofrendi.

    “Göklerin Hâkimi…”

    2004 yapımı “The Aviator-Göklerin Hâkimi”, Scorsese ustanın kendi “Yurttaş Kane” filmi bir anlamda. Scorsese, nevrotik Hughes’un ruhuna kamerasıyla etkileyici bir yolculuk yapıyor. Senaryoyu John Logan yazmış. Kamermansa büyüklerden Robert Richardson. Müzikleri de Howard Shore bestelemiş. Scorsese’nin “Göklerin Hâkimi”, Amerikan kapitalizminin yarattığı en hırslı ve en hayalci müteşebbisi Howard Hughes’un hayatına bakıyor. Bu bakış, Amerikan kültürü denen her şeye, sanata ve Amerika diye anılan ülkenin ne demek olduğuna da bir bakış. Filmi seyrederken, “Göklerin Hâkimi”nin Scorsese’nin “Yurttaş Kane”i diye düşünmeye başlıyorsunuz. “Göklerin Hâkimi” de büyük film. Scorsese, Orson Welles’in 1941’de 26 yaşında çektiği siyah-beyaz “Citizen Kane-Yurttaş Kane” filmindeki gibi, bir kişiliği tüm ayrıntılarıyla perdeye yansıtabilmiş. Scorsese de, sinema dili üzerine sanatsal araştırmalar, denemeler ve sekanslar oluşturmuş. Film bittiğinde, bir kişiliğin içinden dışarı çıkıyor gibi oluyorsunuz. Scorsese, Hughes’un ruhunda kamerasıyla dolaşarak tüm bir mahremiyeti hiç saklanamayacak bir görsellikle yansıtıyor.

    Hughes (Leonardo DiCaprio), annesine ve uçaklara aşık biri. Nevrotik tüm obsesyonlarıyla, yani takıntıları ve saplantılarıyla beraber, sıcak bir şefkati arıyor Hughes. Kadınlarda bulamadığı anne sıcaklığını sığındığı uçaklarda buluyor bir anlamda. Görünüşte büyük aşk yaşadığı Hollywood’un önemli kadın oyuncularından Katherine Hepburn’le (Cate Blanchett) bile ilişkisi yürümüyor. Herkesin Kathy dediği Hepburn, tıpkı Hughes gibi takıntılı bir insan. Vücudu sürekli terlediği için banyo yapmak Hepburn’de takıntıya dönüşmüş. Hughes, filmin girişinde, titiz annesi kendisine banyo yaptırırken, harf oyunu oynuyorlar beraber. “Karantina” kelimesi oradan Hughes’un zihnine yerleşiyor ve tüm hayatını etkiliyor bu. Hastalanmaktan korkan Hughes, sigara ve içki içemiyor, et yiyemiyor. Çocukluğundan getirdiği, süt içme ve dondurma yeme alışkanlığı var sadece. Temizlik takıntısı da olan Hughes, ellerini lavaboda sürekli yıkıyor bir de. Belki de hastalık takıntısındandır bu. Ne tanımadığı insanlara ne de kapı tokmaklarına dokunabiliyor Hughes.

    İlk özel havaalanını 1920’lerin sonlarında kuran Hughes, Hollywood’da yapımcı olarak da adını duyurmaya başlıyor. Hughes, yönettiği 1930 yapımı “Hell’s Angels-Cehennem Melekleri” filmini üç yılda çekebiliyor. “Yurttaş Kane”in yapımcısı RKO film şirketini de satın alıyor Hughes. O, hayallerindeki mükemmeliyetin peşinde. Teksas-Houstonlu Hughes için sinema bir araç. Aslolansa uçaklar elbette. Sürekli uçak tasarımları ve uçuş denemeleriyle en mükemmel ve en hızlı uçağın peşine düşüyor hayalleriyle. Hughes, sivil havayolu şirketi TWA’yı satın alınca, büyük rakip PanAm’la kavgaya bile giriyor. Rakip öyle güçlü ki, Kongre’deki birçok senatörü satın alıyor. Kongre önünde hesap veren Hughes, PanAm’ın tuzaklarını aşıp, Amerikan kapitalizmi içinde hayalleriyle yaşıyor.

    Bu filmi, Scorsese dışında başka bir yönetmen çekebilir miydi? Çekebilirdi. Ama ona ruh ve içtenlik katamayabilirdi. Scorsese, Hughes’u anlıyor. O da anne takıntılı bir insan. Scorsese, uçakların havada akrobasi yaptığı anları bir baleye dönüştürmüş. Çarpıcı açılar ve kamera kullanımıyla, Hughes’un içindeki coşkuyu varoluşçu bir dışavurumculukla perdeye yansıtabilmiş. Görüntülerin üzerine bindirilen yazılara dikkat etmeli. Eski zamanlarda sinemalarda haber filmleri de gösteriliyormuş. Scorsese, bu duyguyu verebilmek için, tıpkı o haber filmlerindeki gibi altyazılar kullanmış. 1920’li yıllarla 1940’lı yılların estetik yansıyışları da çok farklı. Bu film, tıpkı “Saatler Sonra” gibi Scorsese sinemasında özel yerde. “Zindan Adası” filmi de öyle.

    (30 Haziran 2013)

    Ali Erden

    ailerden@hotmail.com

    Mesele Yalnızca Baldan İbaret Değil

    32. İstanbul Film Festivali’nin hoş sürprizlerinden biri olan, yazar yönetmen Marcus Imhoof imzalı ‘Baldan Acı / More Than Honey’nin tek kopyayla da olsa, tadilâttan yeni çıkan İstanbul Beyoğlu Sineması’nda gösterime girmesi sevindirici. İsviçreli sinemacı ile ilk karşılaşmamız değil bu. Yaşı tutanlar Imhoof’u 4. İstanbul Film Festivali’nde (ya da o zamanki adıyla Uluslararası İstanbul Sinema Günleri kapsamında) gösterilmiş ve o yıllarda Berlin Şenliği’nde ödüllendirilmiş, En İyi Yabancı Film dalında Oscar adayı olmuş, 1981 yapımı ilk dönem filmlerinden ‘Teknede Boş Yer Yok / Das Boot Ist Voll’dan hatırlayacaktır. Söz konusu film, kendilerini bir ailenin fertleri olarak gizleyen dördü Yahudi altı sığınmacının İkinci Dünya Savaşı yıllarında tarafsız İsviçre topraklarında verdikleri yaşam mücadelesi üzerinedir. Imhoof, İsviçrelilerin çevredeki insan dramına kayıtsız kalmasını ve mülteci aileyi kendi kaderleriyle baş başa bırakmasını şiddetle eleştirir filminde.

    Kendisi bugün 72 yaşında. Ve yıllar sonra çektiği son filmiyle festivalin konuğu olarak ülkemizi de ziyaret etti. Emek Sineması’nın yıkılmasını protesto eden sanatçı ve halk topluluğunun tazyikli suyla püskürtüldüğü o meşum saatlerde Beyoğlu Sineması’nda seyircilerle birlikteydi. Kendisi film sonrası soru cevap söyleşisinden sonra, beklenmedik sert müdahaleden hayli ürkmüş olan genç yaştaki eşine oranla daha sakin bir üslûpla polis terörünü kınamış ve Emek Sineması’nın yerinde yaşatılma mücadelesine destek vermişti.

    Festivaldeki bu tatsız anının ardından filme dönersek, arıların dünyası üzerine bugüne dek yapılmış en müthiş belgesellerden biri olarak düşündüğüm ‘Baldan Acı’, dört kıtadan arı yetiştiricilerinin tanıklığıyla izleyicisinin balarılarının yaşam düzeni hakkında geniş bilgi sahibi olmasını sağlıyor. Tek başına yaşayamayan arıların parmak ısırtan örgütlenmelerini, koloni düzenlerini, kraliçe arının, onu dölleyen erkek arıların ve çalışkan işçi arıların faaliyetlerini detaylı bir şekilde gözlemliyoruz. Arı davranışları ve duyuları üzerinde yaptığı çalışmalarıyla tanınan Nobel ödüllü Avusturyalı bilim adamı Karl V. Frisch’in ünlü keşfi ‘arıların dansı’ yoluyla mucizevi yaratıkların nasıl tek bir akıl ve duygu yumağı içinde iletişim kurdukları konusunda bilgilendiriliyoruz. Yediklerimizin üçte birinin arılar olmadan var olamayacağını, tüm renkli ve iyi kokulu bitkilerin döllenmesinde arıların rolünü öğreniyoruz. Arıların çiçeklerden taşıdığı nektarlardan bal üretimine ve peteklere gizlenen gıdayla yavru arıların nasıl beslendiklerine şahit oluyoruz.

    Ancak Imhoof’un filminde mesele yalnızca balın üretilmesi ve insanoğlunun balı arılardan nasıl çaldığıyla sınırlı değil. Yönetmen giderek daha fazla artış gösteren arı ölümlerinden epeyce kaygılı. Sadece İsviçre’de değil, dünya çapında arı ölümlerinin izini takip ederek, dünyanın doğal dengesini sağlayan balarısının neslinin tükenmesine neden olabilecek gelişmelerin izini sürüyor. Ve kapitalist büyüme iştahının yol açtığı bir dizi olumsuz faktöre işaret ediyor. Öncelikle gündüz saatlerinde yapılan aşırı ilâçlama, arı neslinin hızlı bir şekilde tükenmesine neden oluyor. Tarım ilâçlarındaki zehir ve kimyasallar yeni doğan arıların hayatta kalmasını engelliyor. Buna ilâve olarak, dünyanın çeşitli bölgelerinde meyve ve sebzeciliğin hızlı gelişimi amacıyla tek tip kovanlarda uzun mesafeler boyu taşınan kraliçe arı ve işçi arılar yorgun düşmekte, koloniler dağılmaktadır. Arıcılığın şefkatle yapıldığı mütevazi aile kovanlarından, tek tip endüstriyel bal çiftliklerinin acımasız çarkına sürüklenen arıların tüm yaşam düzenleri zedelenmektedir. Üstüne üstlük, laboratuvarda üretilen Avrupa-Afrika melezi arı cinsleri neredeyse bir intikamcı ruhuyla katil arılara dönüşmekte ve insanlara saldırmaya başlamaktalar.

    Imhoof tüm bu süreç boyunca taşıdığı kaygıları filmi vasıtasıyla izleyiciyle paylaşmış. Albert Einstein’ın ‘Arılar yok olup giderse insanlık en fazla dört yıl ayakta kalır’ kehanetini hatırlatarak endişesini dile getirmiş. Yazımın ulaştığı her okura, Peter Scherer’in etkileyici müzik çalışmasıyla desteklenen bu müthiş belgeseli kaçırmamasını öğütlerim.

    (30 Haziran 2013)

    Ferhan Baran

    ferhan@ferhanbaran.com