Şiddetin Ozanından Şiddetin Derinlerinde: Sam Peckinpah

Sinemanın önemli yönetmenlerinden Sam Peckinpah, filmleriyle şiddetin bireysel ve toplumsal derinliklerine indi. Onun filmlerinde şiddetin ruhunu çırılçıplak görürsünüz. Ustanın, farklı türdeki “Vahşi Belde”, “Köpekler” ve “Şeref Madalyası” filmlerini paylaşmak istedik.

Sam Peckinpah… Sinemada şiddetin ozanı olarak anılıyor. Ağır çekimleri de kendi üslûbuna çevirmiş büyük yönetmen. Günümüz sinemasında saniyede binlerce kare çekip Peckinpah ruhuna ulaşamıyorlar. Asıl adı David Samuel “Sam” Peckinpah. 21 Şubat 1925’te Orta Kaliforniya’nın Fresno şehrinde doğdu, 28 Aralık 1984’te Kalforniya’nın Inglewood şehrinde vefat etti. Televizyondan sinemaya geçen Peckinpah, 1961’de renkli ve sinemaskop “The Deadly Companions-Ölümcül Sahabeler” western filmini çekti. Peckinpah, 1965 yapımı renkli ve sinemaskop western-savaş filmi “Major Dundee-Kahraman Binbaşı” filmiyle kendini ülkemize tanıttı. 1970’te “technicolor” komedi westerni “The Ballad of Cable Hogue-Çöl Şeytanı”, 1972’de sinemaskop “Junior Bonner-Vahşi Sürücü” ve sinemaskop “The Getaway-Sonsuz Kaçış”, 1974’te “Bring Me the Head of Alfredo Garcia-Bana Onun Kellesini Getirin” filmleri de sinemada unutulmaz yerdeler.

“Vahşi Belde…”

Sam Peckinpah ustanın 1969 yapımı “The Wiild Bunch-Vahşi Belde”, perdeyi kırmızıya boyayan bir western. Warner Bros’un sunduğu bu film, vahşi batının son kovboylarının trajedisini anlatıyor. Amerika’nın doğusundan gelen insanlar batıya sadece kültürlerini değil, kanunlarını, trenlerini, bankalarını da getiriyorlar. Bellerinde tabancaları olan sığır çobanları, yani kovboylar, bir yılda kazanamayacakları paraları banka ve trenleri soyarak kazanmaya başlayınca, kanun ve suç çarpışmaya başlıyor batıda. Şerifler öne çıkıyor. Hapishaneler kuruluyor. “Vahşi Belde”, işte bu kovboyların son devirlerini anlatıyor. Bunu sadece trenin gelmesiyle değil, otomobillerin de ortaya çıkmasıyla anlıyorsunuz. Fotoğraf kamerası da her şeyi belgelemeye de başlıyor, gazeteler fotoğraflı çıkıyor. Trenler ve arabalar mesafeleri kısaltınca göçler de çoğalmaya başlıyor. Sanayi de geliyor. Hayat değişiyor. “Vahşi Belde” filminde bunları derinlerden çıkartabiliyorsunuz. Filmin geçtiği dönem 20. yüzyılın başları. 1913 yılı. Amerika’nın iç savaşı bitmiş, şimdiyse Meksika kargaşanın içinde.

Güney Teksas… Tren yolu boyunca, askeri kıyafetli atlılar kasabaya doğru yaklaşıyorlar. Demiryolu kenarında da çocuklar, çalılarla çemberin içine aldıkları canlı akrepleri karıncalara yem yaparak eğleniyorlar. Yabancı atlılar kasabaya girdiklerinde bir vaiz, kutsal metinden içkinin günahlarını anlatıyor yeşilaycı topluluğa. Askeri kıyafetli bu yabancıların kasabaya gelip demiryolunu soyacağını bilenler var ve kasaba silâhlı adamlar tarafından kuşatılmış. Demiryolu sahibi Harrigan (Albert Dekker), eski suçlu Deke Thornton’ı (Robert Ryan) kiralamış. Soyguncuların başındaki eski asker Pike (William Holden) var. Pike ve Thornton geçmişte iyi dostlarmış aynı çetenin içinde. Bir baskında Thorton yakalanıp Yuma Hapishanesi’ne atılıyor. Thornton, büyük acıların olduğu Yuma’yla yolunun br daha kesişmesinden korkuyor. Vahşi kapitalizmin elemanı Harrigan bunları biliyor. Demiryolu ustalıkla soyulurken, etraflarının sarıldığını da fark ediyorlar. Kaotik bir çatışma çıkıyor. Kanlar savruluyor. Masum insanlar da kanlar içinde ölüp gidiyorlar. Çete kargaşadan yararlanıp hayatta kalanlarıyla kasabadan çıkıyor. Çocuklar da ateşi yakıp karıncalarla akrepleri diri diri yakıyorlar. Bu an, final bölümüne metafor yapıyor. Çetede Pike, Dutch (Ernest Borgnine), Lyle (Warren Oates), Tector (Ben Johnson), genç yerli Meksikalı Angel (Jaime Sanchez) var geride kalanlardan. Çete kasabaya geldiğinde yaşlı Sykes (Edward O’Brien) bekliyor onları. İçinde altın olduğunu sandıkları torbaları açtıklarında ortası delik gümüşleri buluyorlar. Arkalarında genç CL’ı de unuttuklarını anlıyorlar. CL, yaşlı Sykes’ın yakını. Bu yenilginin ardından yeni plânlar, yeni soygunlar bekliyor çeteyi. Harrigan, Thornton liderliğinde insan avı başlatıyor. Yuma’ya geri dönme korkusu olan Thornton, eski arkadaşının peşine düşüyor yanındaki acemi kovboylarla. Pike ve çetesi, Angel’in köyünde dinlenip yola çıkıyorlar. Kasabada kendini general ilân etmiş Mapache (Emlio Fernandez) ve gayri resmi ordusuyla tanışıyorlar. Onlardan, ABD’nin Meksika ordusuna cephane sattığını öğreniyorlar. Sevkiyat trenle gerçekleşiyor elbette. Mapache için tren soygununu gerçekleştiriyor Pike ve çetesi. Bu soygundan sonra Angel üzerinden trajediler de yaşanıyor. Mapache, köy baskınlarının birinde, Angel’in kadınına el koymuş.

“Vahşi Belde” filmindeki şiddetin yoğunluğu gerçekten zorluyor. Adeta perde kırmızıya boyanıyor. Stilize yavaş çekimlerle şiddet anları ayrıntılarıyla yansıyor. Kanlar, sanki ketçap şişesinden fışkırıyormuş gibi. Filmin final bölümü de şiddetin en tepeye çıktığı anlar. Angel’i Mapache’den kurtarmak için Agua Verde’ye dönen çeteyi, filmin başındaki akreplerin trajedisi bekliyor. Kanlı çatışmaların ardından geriye kalanlarsa ölüler. Filmin giriş bölümüyle finali gerçekten sarsıcı. Peckinpah, özellikle bu anları, görsel anlamda çarpıcı yansıtmış. Bazı anlarda insanı koltuğunda rahat oturtmuyor. “Technicolor” ve sinemaskop çekilmiş “Vahşi Belde” filminde renkler de çarpıcı. Sarının ve kahverenginin tonları kuşatmış perdeyi, bir de kırmızı. Filmin görselliği ilham veriyor. Çatışma anlarında, “şok zoom”lar ve çarpıcı kurguyla kaotik atmosfer de yaratılıyor perdede. Kameraman Lucien Ballard, bu fotoğrafları sinema tarihine armağan etmiş sanki. Filmde zincirlemeli geçişler de estetik olarak filme zenginlik katmış. Günümüz Hollywood sineması, kendi geçmişinin muazzam filmlerinin tadına ulaşamıyor. Filmin girişi ve finali unutulmaz. Ama bazı sahneler de unutulmaz. Çöl sahnesi, Meksika halkının yoksulluğunu duyuran anlar, çocukların ve kadınların şiddetten acılar çekişi de filmde fark ediliyor. Peckinpah, hikâyesinin kurgusuyla geriye dönüşler de yapmış bazı anlarda. Pike bazen geçmişi hatırlıyor.

Peckinpah, bu şiddetlerin ortasındaki çocukları da yansıtıyor aralarda. Şiddet içinde büyüyen çocuklar, içlerinde biriken şiddet duygusunu sadistçe akreplere işkence yaparak dışarı atıyorlar belki. Peckinpah, çocukların şiddeti mi, yoksa filmdeki diğer şiddet anları mı daha sarsıcı, diye soruyor sanki. Gerçekten sarsıcı. Müzikleri besteleyen Jerry Fielding, fonda duyulan ordu bandosu tadı veren müziği “country and western”e dönüştürmüş. Biliyorsunuz, ABD’de 51. Karayolu (US Route 51), adeta bir müzik yoludur. Güneyde Louisina-New Orleans’tan “blues”la başlar ve doğu taraflarındaki Michigan’da “country”yle biter yol. Doğudan batıya göç edenler “country”yi de getirdiler, batınının müziğiyle kaynaştırdılar ve “country and western” ortaya çıktı. “Vahşi Belde”nin senaryosunu Walon Green’le Pecknpah ortak yazmışlar. Ekim 1970’te ülkemizde vizyona çıktı bu film.

“Köpekler…”

1971 yapımı “Straw Dogs-Köpekler”, sıradan bir adamın şiddetle yüzleşmesinin filmi. Peckinpah, bu filmini Gordon M. Williams’ın “The Siege of Trencher’s Farm” romanından uyarlamış. Senaryoyu da David Zelay Goodman’la ortak yazmış Peckinpah. Nerdeyse gölgeleri silmiş mavi-grimsi fotoğraflarsa John Coquillon’a ait. Kış atmosferinde geçen filmde matematik profesörü Amerikalı David Sumner (Dustin Hoffman), Britanyalı karısı Amy’yle (Susan George) gelmiş Britanya’ya. Kazandığı bursla araştırma yapmak için buralarda. Trencher Çiftliği, Amy’nin ailesinin. Amy bu taştan çiftlik evinde büyümüş. Filmin ön jeneriği de etkileyici. Bulanık görüntüyle başlıyor “Köpekler” filmi.. David de gözlüklü. Kasabada önce çocuklar yansıyor. Sonra da tüm güzelliğini ortaya çıkaran elbiseler giymiş Amy. Gözler onun üzerinde toplanıyor. Geçmişte, okulda arkadaşı olan Charlie de hemen ilgi gösteriyor Amy’ye. Charlie (Del Henney) adeta Amy’yi kocası David’in yanında öpüp okşamak istiyor gibi. Kelimelerin savrulup gittiği bu anda Charlie, çiftliğin garajının çatı onarımını alıyor. İşte bu andan itibaren her şey değişmeye başlıyor. Üstü açılır kapanır küçük beyaz arabalarıyla çiftliğe dönerken, David’le Amy arasında belli belirsiz sorunlar da fark edilmeye başlanıyor. Amy, David’le arasına giren matematikten nefret ediyor. David’in gözlerinin güzelliğini her an görmesini istiyor Amy. Belki de evin her tarafında sürekli sevişmek istiyor. David’in matematik problemleriyle dolu karatahtaya değil, şiirsel vücuduna dokunmasını istiyor davranışlarıyla. Tahtadaki problemdeki “artı”yı silip “eksi” bile yazıyor Amy. Sürekli de gergin. Elbette bir dolu karakter ve mekân var filmde. Hepsi de filme derinlik ve anlam katıyor. Hatta gerilim.

Harry’ni (Robert Keegan) barı da, çiftlik evi kadar önemli. Barın müdavimi yaşlı Tom (Peter Vaughan) filmin trajedisinde önemli yerde. Tom’un oğulları, büyüme çağındaki kızı Janice de öyle, Bir de ayağı topal Henry var. Henry (David Warner), zihinsel engelli gibi davranıyor. Bu tutucu kasabada, gençler cinsel açlık çekiyor. Janice (Sallı Thomsett) bile. David’i görür görmez tutuluyor. Elbette David Janice’in farkında bile değil. Aslında David birçok şeyin farkında değil. David, matematikle, göktaşlarıyla uğraşırken, etrafı da gözlüksüz görüyor sanki. Her şey bulanık ve uzak sanki. Garaj çatısını onaran Charlie ve diğerlerinin gözleriyse Amy’de. Amy, rahat ve onları dişiliğiyle kışkırttığının farkında. Ama bir şey oluyor. Amy’nin “pisi pisi” dediği kara kedisi vahşice öldürülüyor ve Amy, onların hemen gitmesini istiyor buradan. David, uzlaşmacı, pasif ve işleri konuşarak aşmayı deneyen biri. David’in bu kara kediyi sevmediğini de belirtmeli. Hatta biraz seviniyor. Ama öte tarafta karısının kederi var. Fareler için dev kapanı şöminenin yanına koydurtan David, Charlie ve diğerlerine durumu uygun kelimelerle anlatmayı zihninden geçirirken, beklenmedik bir şey oluyor ve Amy adamlara bira ikram ediyor. Bunu kendince yorumlayan Charlie, David’i keklik avına davet ediyor. Amaçları, David’i avda bırakıp çiftlik evine gitmek. Öyle de yapıyorlar. Tek başına kalan ve bekleyen David, belki de hayatında ilk defa bir canlıyı öldürüyor. Kekliğe nişan alan David bir kekliği vuruyor ve el kanlanıyor. Eve Norman’la (Ken Hutchison) giden Charlie, Amy’yi taciz ediyor. Amy, karşı koymakla kendini Charlie’nin kollarına bırakmak arasında çelişkiler yaşarken her şey bitiyor. Norman da Amy’yi istiyor. Bu tecavüz Amy için daha da yıkıcı oluyor bu. En derin acı ve kederi yaşayan Amy, durumu kocasına açıklayamıyor.

Yılbaşı gecesinde her şey bambaşka yollara sapıyor. Janice, kendine ilgi göstermeyen David’e kızarak Henry’yi baştan çıkartıyor ve trajedisini yaşıyor. Yaşlı Tom, kızı Janice’in Henry’yle göründüğünü öğrenince telâşa kapılıyor. Çünkü Henry, zihinsel yönden de sorunlu ve kızı öldürebilir. Tom yanılmıyor. Tecavüzcülerini kilisedeki yılbaşı eğlencesinde görüp rahatsızlık duyan Amy, David’le eve dönerken, Henry sisler içinde birden arabanın önüne çıkınca David ona çarpıyor. Vicdanlı ve iyi insan David, Henry’yi eve götürüyor onu doktor çağırabilmek için. Tom ve oğulları, Henry’nin çiftlikte olduğunu öğrendiklerinde her şey bambaşka yerlere gidiyor. David onlara Henry’yi vermiyor ve çatışma başlıyor. David, hiçbir ateşli silah kullanmıyor. Soyut düşüncenin somutla buluşması onun denemeleri. Bununla klasik şiddet araçları, zekânın pratik buluşları karşısında mağlûbiyete uğratılıyor. Hayatında hiç şiddetle bulaşmamış David, karşı şiddetle eve gelen şiddeti dışarıda bırakıyor. David, bölük pörçük de olsa karısına tecavüz edildiğini anlıyor veya kendince yorumluyor. Bu durumu karısının kendisine söylememesinin kırgınlığını da yaşıyor. Yönetmen açıkça David’in duygularını yansıtmıyor. Çünkü bir taraftan şiddet sürüyor. Şafak vakti Henry’yle arabaya binen David, sisler içinde arabayı sürüyor. Henry, eve nasıl döneceğini bilmediğini söylüyor. Davd de, “Ben de bilmiyorum” diyor. Sisler içinde bilinmeze doğru yol alıyor ikisi de. Amy’yse evde tek başına. Belki de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Gerçek ve şiddet, hayat boyu daima peşlerinde olacak. Filmde İskoç tarzı müzikler duyuluyordu. Haziran 1973’te bu film ülkemizde vizyona girmiş.

“Şeref Madalyası…”

1977 yapımı ”Cross of Iron-Şeref Madalyası”, Peckinpah’ın çok güçlü ve unutulmaz savaş filmi. Peckinpah, bu filmini Wili Heinrich’in romanından uyarlamış. Senaryoyu da Julius Epstein, Walter Kelly ve James Hamilton ortak yazmış. Müzikleri Ernest Gold bestelemiş. Kameramansa John Coquillon. 1943 yılı. Alman ordusu, Rusya’daki doğu cephesi Taman yarımadasından çekiliyor. Film bunu anlatıyor. Bu çekilme II. Dünya Savaşı’nın kaderinde önemli bir yerde.

Ama filmin ön jeneriği gerçekten unutulmaz. Siyah-beyaz belgesel savaş görüntüleri, ölüler, yıkıntılarla beraber Hitler’in çocuklara şefkatli görüntüleri de yansıyor. Diktatörler ve “kibir sendromu” yaşayanlar, dışarıya karşı müşfikmiş gibi görünüyorlar. Hitler de böyleydi. Evet, bu görüntüler yansırken, çocuklar korosunun söylediği şu şarkı duyuluyor fonda: “Küçük Hans tek başına dünyayı gezmeye gitti, / Değneği ve sopasıyla. / Bakın ne kadar mutlu. / Ama annesi çok ağladı, / Küçük Hans artık yoktu. / Yolun açık olsun küçüğüm lütfen çabuk dön, dedi. / Neşe ve kederle yedi yıl geçti. / Küçük Hans birçok ülkeler gezdi. / Sonra artık eve dönmenin zamanı geldi, diye düşündü. / Ama artık küçük Hans değildi, / O artık koca adam oldu, / Uzun boylu, kararmış eli yüzü. / Nasıl tanıyacaklar onu? / Bir iki üç gel de gör / Kim bu adam? / Kız kardeşi bile tanıyamadı, / Kim bu adam, diye sordu…” Ön jenerik yazılarının karakteri de Almanların yoğunlukla kullandığı karakter. Bu filmi sinema perdesinde görmüştük vakti zamanında. Sinema dublajı iyiydi sanki. Kasım 1977’de ülkemizde vizyona çıkmıştı ve perdede muhteşemdi.

Hitler’in görüntüleri renkleniyor. “Demir Haç” madalyalı Onbaşı Rolf Steiner’in (James Coburn) üçüncü takımının, Ruslarla çarpışması yansıyor perdeye. Peckinpah, genelde Steiner’in bakışıyla yansıtıyor savaşı. Ağır çekimlerle o anın içinde kayboluyorsunuz. Rusların cephesinde çocuk askerler de var. Takım, hayatta kalan bir çocuk Rus askeri teslim alıp karargaha dönüyorlar. Fransa cephesinden Rusya’ya kahraman olmak gelmiş aristokrat Yüzbaşı Stansky (Maximilian Schell), alay karargâhında Albay Brandt’la (James Mason) tanışmış ve “Demir Haç” hayalleri kurmaya başlamış. Biriyle, Onbaşı Steiner’le de tanışması gerekiyor. Peckinpah’ın savaşın ve Nazi ruhunun ne olduğunu içeriden, Alman askerlerinin içinden gösterdiği bu savaş karşıtı filmi sinemanın önemli filmlerinden. Brandt ve Steiner, Nazilerin ve savaşın ne demek olduğunu biliyorlar cephede. Stansky, sadece sıradan bir Nazi değil. Onun sunduğunu sandığı değerlere sıkı sıkıya bağlı. Kendi sınıfını, “üstün ırk”ın da üstünde görüyor ve sınıf farklılıklarını savunuyor Steiner hastaneden döndükten sonra. Stransky, Teğmen Triebig (Roger Fritz) ve onun emir eri Keppler’le kadınları aşağılayan konuşmasını yaparken, onların eşcinsel ilişkide olduğunu da anlıyor.

Bu savaş filminde unutulmaz anlar gerçekten çok. Tüm çarpışma sahnelerinin yanında bazı anlar da var. Steiner’in yaralanıp hastanede olduğu anlar var özel. Steiner’in hemşire-rahibe Eva’yla (Senta Berger) yakınlaşması. Steiner, kaç zaman sonra temiz yatak, iyi yemek yanında dişi sesi, kokusu ve yumuşaklığını da hissediyor. Onunla sevişme fırsatını da yaratıyor. Çocuk Rus askeri, Starnky’nin öldürme emrine rağmen serbest bırakan Steiner, Rusların yanlışlıkla çocuğu vurmasından dolayı suçluluk duygusu ve vicdan azabı yaşadığı o anlar bellekten çıkmıyor. Çocuğun ölmeden önce Steiner’e verdği ağız mızıkası, uzun final bölümüne girerken hüznü çoğaltıyor. Rus kadın askerlerin olduğu bölüm de akılda kalıyor. Askerde ve de savaşta en büyük yalnızlık kadınların ulaşılamaz yerde olması herhalde. Rus kadın askerleri görünce, Alman askerlerin bazıları dişi sese yeniliyorlar. Kadınlar, erkeklerin zayıf yerlerini her zaman biliyorlar.

Evet, Taman yarımadasından Alman askerleri çekilirken, savaşın bitmesine de iki yıl kalıyor. Almanlar bu cepheden başlayan yenilgileri Avrupa’da hızlanıyor. Filmde karakterler de çarpıcı yansıyor filmde. Tüm oyuncular mükemmel.

“Şeref Madalyası”, Bertolt Brecht’in şu şiiriyle bitiyor: “Yenildi diye sevinmeyin ey insanlar. / Çünkü dünya karşısına dikilip bu piçi durdurmuş olsa da, / Onu doğuran fahişe yine kızıştı…” Son jenerik, siyah-beyaz fotoğraflarla yansıyor. Savaşın acılarını yaşayan kadınların ve çocukların fotoğraflarına bakmak keder veriyor insana.

(25 Haziran 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

İnşallah

Anais Barbeau Lavalette’nin yönettiği ve Evelyne Brochu, Sabrina Ouazani, Sivan Levy ile Yousef Sweid’in oynadığı İnşallah (Inch’Allah), 21 Haziran 2013’de Tiglon Film dağıtımıyla Bir Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Doktor olan Chloe, yaşamını Ramallah’taki Türk doktorlara yardım etmekle ve Kudüs’te yaşayan İsrailli bir asker olan kapı komşusu Ava ile geçirmektedir.
Her gün uçurumun iki farklı yanını gören Chloe, birbirlerine düşman arkadaşları arasında köprü kurmaya çalışsa da her iki tarafa da aslında çok yabancı olduğunu fark edecektir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor
  • Diğer bağlantılara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    İnşallah yazısına devam et
  • 38 Şahit

    Lucas Belvaux’un yönettiği ve Yvan Attal, Sophie Quinton, Nicole Garcia ile Francois Feroleto’nun oynadığı 38 Şahit (38 Temoins – 38 Witnesses), 21 Haziran 2013’de M3 Film dağıtımıyla Codex Medya tarafından vizyona çıkarıldı.
    Louise, eve döndüğünde yaşadığı sokakta bir cinayet işlendiğini öğrenir. Suç mahallinde ne yazık ki hiçbir tanık yoktur. Louise, günler geçtikçe aslında bazı insanların, 38 kişinin olayı duyduğu ya da gördüğü gerçeği ile yüz yüze gelir. 38 kör ve sağır şahitten biri de o gece işte değil evde olan kocasıdır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Fragman
  • IMDb
  • Ferhan Baran Yazıyor
  • Zerre, Moskova Film Festivali’nde

    Türkiye’de 2012 yılının en çok konuşulan filmlerinden biri olmayı başaran ve birçok ödüle layık görülen, Emre Tepegöz’ün yönettiği Zerre, ilk kez 1935 yılında yapılan ve dünyanın önemli film festivallerinden biri olan Moskova Film Festivali’nde büyük ödül için yarışacak. Önceki yıllarda Sokurov, Tornatore, Kim Ki Duk gibi önemli yönetmenlerin filmlerini programına dahil eden Moskova Film Festivali, bu yıl 20 – 29 Haziran 2013 tarihleri arasında Moskova’da gerçekleştiriliyor.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’nin Başının Üzerindeki Bardağı Gerçek Mermiyle Vurmasından Bu Yana 47 Yıl Geçmiş

    Geçtiğimiz günlerde “Yeşilçam Sinemasına Saygı Günleri” düzenleyen İstanbul Klâsik Otomobilciler Derneği Başkanı Serkan Okay, Yılmaz Güney’in başrolünde olduğu “Eşrefpaşalı” ve “Bir Çirkin Adam” filmlerinde kullanılan otomobil Buick Riviera’yı buldu ve sergiledi.

    Yılmaz Güney bu otomobili sonradan Hasan Kazankaya’ya satmıştı. Otomobilin son otuz yıldaki sahibiyse Ali Altan Mıhçıoğlu’ydu.

    Yılmaz Güney’in 1963 Oldsmobile, 1962 Mercury ve 1965 Ford Mustang otomobilleri de vardı.

    Bu yazıda “Eşrefpaşalı” filminin dünya sinema tarihine geçen çekim serüvenini anlatacağız.

    Önce Özet:

    Yıl: 1966… Yer: Nazım Kalkavan’ın Beylerbeyi’ndeki Yalısıdır… Filmin harici bir gece sahnesi yalının bahçesinde çekilmektedir. İçkili Yılmaz Güney bu sahnede Nebahat Çehre’nin başı üzerine bir bardak koyup tüfeğini ateşleyecektir. Ancak bardağı hakiki bir mermiyle vurmak niyetindedir.

    Filmin yönetmeni Erdoğan Tokatlı, Yılmaz Güney’in bu çılgın tavrına karşı çıkar. Tokatlı, Güney’e “Hayır olmaz! Karını öldürmeye mi niyetlisin?” diyecektir.

    Ancak Yılmaz Güney’i kararından vazgeçiremez, döndüremez. Ölümle yaşam arasında gidip gelen Nebahat Çehre bir kurbanlık koyun gibi başının üzerinde bardak kaderini bekler. Yılmaz Güney spot lambalarının aydınlığında yirmi metre öteden silâhını doğrultup tetiğe basar. Tek bir kurşunla bardak tuzla buz olmuştur. Kıl payı ölümden dönen Nebahat Çehre korkunç olaydan sonra sinirsel bir boşalmayla Yılmaz Güney’e sarılarak ağlamıştır.

    Nebahat Çehre’nin Ölümden Dönmesinin Ayrıntıları:

    Yazar William Burroughs Eylül 1951’de ikinci karısı Joan Volmer’ı Guillame Tell’cilik oynarken öldürmüştü; olay şöyle gelişti: William Burroughs karısının başının üzerine bir bardak cin yerleştirdi ve iki metreden tüfekle ateş etti… Kurşun kadının başına saplandı ve ne yazık ki kadın öldü…

    15 yıl sonra bu olayın bir benzeri Türkiye’de yaşandı ve şükürler olsun kurşun kadının vücuduna saplanmadı. O kadın Nebahat Çehre kendisine ateş edense kocası Yılmaz Güney’di…

    Yılmaz Güney, Nebahat Çehre’nin Başına Hedef Koyup Hedefe Ateş Etmişti!

    Yıl 1966. Yılmaz Güney’in, Türkiye eski güzellerinden olan ve her Türk erkeğinin en az bir kere aşık olduğu karısı, Nebahat Çehre’nin başına şişe ya da bardak (tanıkların farklı farklı ifadeleri var) koyup ateş ettiği film olan, “Eşrefpaşalı”daki korkunç olayı önce Giovanni Scognamillo’nun sonra da Erol Günaydın ve Agâh Özgüç’ün anlatımıyla gözünüzün önünde canlandırmaya çalışacağız.

    Giovanni Scognamillo, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Açılmasını Anlatıyor:

    Giovanni Scognamillo: “‘Çirkin Kral’la ikinci karşılaşmamız Erdoğan Tokatlı’nın yönettiği “Eşrefpaşalı”nın setinde oldu: O dönemde adeta “ulusal set” haline gelmiş olan Kalkavanlar’ın köşkünde ortada dolaşan şirin bir küçük kız vardı, adı Billur olan.

    Erdoğan Tokatlı beni sabah erkenden aramıştı; filmde küçük bir rol vardı, bir Amerikalı işadamı, oynar mıydım? Figüranlık yapmaya alışmıştım, setler hep ilginç oluyordu, üstelik güzel bir yaz günüydü. Neden olmasın?

    Vardığımda set kalabalıklaşmıştı. Yılmaz Güney, Nebahat Çehre, Feridun Çölgeçen, Renan Fosforoğlu, Sevinç Pekin ve değişik bir figürasyon olarak, bir dizi hippy, kimi Fransız, kimi İngiliz.

    Sabah ön bahçede çalışıldı, öğlen her zamanki gibi “hafif” bir şeyler yenildi, salatalık, domates, beyaz peynir, ekmek türünden. Öğleden sonra çekimler devam etti ama bizim sahne hep ertelendi, nasıl olsa bir dahili idi! Ve çene çaldık, hippy kızlarla sohbetlere daldık, hava kararınca da Yılmaz Güney’in canlandırdığı karakterin yabancı işadamlarıyla görüşme sahnesi çekildi.

    Çekimin asıl olayını daha önce gerek Agâh Özgüç, “Arkadaşım Yılmaz Güney” adlı kitabında, gerekse Ahmet Kahraman, “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabında uzun uzun anlattılar. Bense o gece yaşadıklarıma oldukça şaşkın ve bir hayli tedirgin tanık oldum. Gece idi, Yılmaz da oldukça içkili. Çekilecek son bir sahne vardı: Yılmaz Güney on metre ötede olan, Nebahat Çehre’nin başına dikilen bir şişeye ateş edip parçalayacaktı. Erdoğan Tokatlı sahneyi bölmek, kırılan şişe efektini yakından ve ayrıntı olarak çekmek istedi. Yılmaz direndi, tek plânda çekilsin diye. Direnmekle kalmadı elindeki tüfeğe kurşun sürdü. Set bir anda boşaldı, bir görüntü yönetmeni Mustafa Yılmaz, bir de Tokatlı ile iyi anımsıyorsam, yönetmen yardımcılığını yapan Yücel Uçanoğlu sette kaldı. Yılmaz lâf dinlemiyor, içkili ve saldırgandır, Tokatlı ikna edemiyor onu, Çehre ise ha bayıldı ha bayılacak. Yılmaz’ın ne denli iyi silâh kullandığını herkes iyi biliyor ama… Sonuçta her şey bir anda oldu: Yılmaz “motor” diye bağırdı, silâhını ateşledi, şişe parçalandı ve bir alkış koptu… Yılmaz Güney’di bu ve başka şekilde hareket edemezdi, içine işlemişti artık, bir melek-şeytan karışımı gibi. Bir gece, bir lokalde servis yapan garsonun boynuna sarılır, bin lira (ki bayağı büyük paraydı) bahşiş verir, biraz sonra ise haklı ya da haksız, çıngar kopartırdı.”

    Erol Günaydın, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Edilmesini Anlatıyor:

    Emine Algan’ın “Erol Günaydın Kitabı: İki Kalas Bir Heves” adlı kitapta (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) Erol Günaydın “Eşrefpaşalı” setinde yaşanan olayı şöyle anlatır:

    “İlk kızım Ayşe 1966’da doğmuştu. İşte ben Ayşe doğduğu zaman İzmir’den ‘Eşrefpaşalı’nın çekimleri için geldim. Bir kısım sahneler İstanbul’da geçecek. Kalkavanların köşkünde çalışıyoruz. Yılmaz Güney’de içkili birazcık. Bir sahne var. Yılmaz birdenbire, ‘Şu şişeyi al da karşıma geç’ dedi. ‘Ne olacak?’ dedim. ‘Ateş edeceğim, vurur muyum ben seni’ dedi filân. Ben şişeyi tuttum, tak diye ateş etti. Ben şişeyi bırakıp kaçıyorum. ‘Aydemir’ diye çağırdı. Aydemir Akbaş’ta şişenin kalan yarısını aldı. Aydemir’in elinde de yarısını kırdı. Arkadan karısı Nebahat’a, ‘Başına bardağı koy’ dedi, ‘ateş edeceğim.’ Kadın ‘Olmaz, yapamam, edemem…’ dedi. Yılmaz Güney ‘Seni vururum’ dedi, ‘Yok bunun yolu!’ Kadın başına bardağı koydu Yılmaz dan diye ateş etti. Bardak kırıldı ama Nebahat Çehre korkudan yerlerde.”

    21 Ağustos 2009’da bir araya geldiğimiz ve söyleştiğimiz Erol Günaydın’a bu olayı bir kez daha anlattırdım. Günaydın, Güney’in keskin nişancılığından dolayı bu olayda kimsenin yara almadığını, Nebahat Çehre’nin ise korkudan bayıldığını söyledi.

    Agâh Özgüç, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Edilmesini Anlatıyor:

    Agâh Özgüç ise bu olayı bize anlatırken Erdoğan Tokatlı’nın 43 yıl önce “Eşrefpaşalı” setinde Yılmaz Güney’i durduramadığını söyledi. Özgüç sözlerini şöyle sürdürdü: “William Tell (Giyom Tell) nasıl usta, keskin nişancı okçusuysa Yılmaz Güney’de kendini onun yerine koyuyordu. Yılmaz Güney’in setlerinde ne yazık ki silâh atışları hakikidir, gerçek mermi kullanılmıştır.

    Agâh Özgüç, Cüneyt Arkın’ın içki içtikten sonra Giyom Tell olduğunu zannettiğini önüne gelene, kendisine ve Hamit Yıldırım’a kafasının üzerine gelecek şekilde ok attığını/yağdırdığını da yaptığımız söyleşide anlattı.

    (25 Haziran 2013)

    Hakan Sonok

    hakansonok.sonok1@gmail.com

    Korku Seansı

    James Wan’ın yönettiği ve Vera Farmiga, Patrick Wilson, Ron Livingston ile Lili Taylor’un oynadığı Korku Seansı (The Conjuring), 30 Ağustos 2013′de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
    Paranormal olayları araştıran Ed ve Lorraine Warren’ın nasıl meşhur olduklarının hikâyesi. Olaylar Ed ve Lorraine’in, karanlık bir varlık tarafından hayatları alt üst edilen bir ailenin çiflik evine çağırılmalarıyla başlıyor. Şeytani bir varlıkla yüzleşmeye zorlandıklarında, Warrenlar, kendilerini hayatlarının en korkunç vakasının içinde buluyorlar.