Olmak İstediğim Yer (This Must Be the Place)
Yönetmen: Paolo Sorrentino
Senaryo: Umberto Contarello-Paolo Sorrentino
Müzik: David Byrne-Will Oldham
Görüntü: Luca Bigazzi
Oyuncular: Sean Penn (Cheyenne), Frances McDormand (Jane), Eve Hewson (Mary), Judd Hirsch (Mordecai), Carry Condon (Rachel), Harry Dean Stanton (Plath), David Byrne (Kendisi), Heinz Lieven (Aloise Lange), Sam Keeley (Desmond), Joyce van Patten (Dorothy), Olwen Fouere (Mary’nin Annesi)
Yapım: Indigo Film-Medusa-Lucky Red (2011)
“Il Divo” filmiyle bilinen İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino, eski rock yıldızının peşine takılarak onun iç ve dış yolculuğunu görselleştiriyor. Sol ruhlu bu filmde Amerika güzelliğiyle büyülüyor.
Film, Dublin’de inzivaya çekilmiş bir zamanların ünlü rock şarkıcısının can sıkıcı günlerini anlatıyor gibi başlarda. Seyircinin zihni, öncelikle Dublin bölümlerinde bir hayli karışıyor. İtfaiyeci Jane’le evli Cheyenne, her gün tekerlekli market arabasıyla alışveriş yapıyor, Mary’yle arada bir Mary’nin annesini ziyaret ediyor. Mary’nin annesi bunamış gibi sanki. Pencerede Tony’nin yolunu gözlüyor. Mary, başlarda Cheyenne’in kızı gibi algılansa da Mary aslında onun hayranı. Kuşak farkı olsa da bu iki insan arkadaş olmuşlar. Cheyenne, 1980’li yılların ünlü rock yıldızı. Depresyon içindeki Cheyenne, 1970’lerde kurulmuş İngiliz The Cure grubunun solisti Robert Smith’ten ilhamla yaratılmış. Cheyenne de Smith gibi yüzüne kadın makyajı yapıyor, gözüne sürme çekiyor. The Cure, “post punk”, “gotik rock” ve “darkwawe” tarzı müzik yapan bir grup. Telefonda babasının ölüm döşeğinde olduğunu öğrenen Cheyenne, uçağa binmekten korktuğu için New York’a gemiyle gidiyor. Bu defa yanında tekerlekli valiziyle. New York’a gittiğinde Cheyenne’in Yahudi olduğu fark ediliyor. Babası ölen Cheyenne, babasının makyaj yaptığı için kendisini sevmediğini düşünmüş hep. Cenaze töreninde hayatına anlam katacak Nazi avcısı Mordecai Midler’ı görüyor. Mordacai, ona Nazilerin Holokost fotoğraflarını gösteriyor. Cheyenne, 1943 yılında babasının Auschwitz Toplama Kampı’ndayken bilmediği bir şeyi öğreniyor. Mordacai’den Nazi subayı Aloise Lange’ye ulaşmak için yardım istiyor. Mordacai, Lange’nin artık yaşlı bir adam olduğunu söylese de küçük bilgilerle Cheyenne, Michigan’a doğru yola çıkıyor zengin bir adamdan ödünç aldığı lüks pikap arabayla. Cheyenne, Lange’nin emekli öğretmen Dorothy’nin sakin evine uğruyor. Sohbetlerinde Lange’nin New Mexico’daki torunu Rachel’in adresini öğreniyor. Rachel, kafetaryada çalışan, tombul oğluyla yaşayan yalnız bir kadın. Rachel ve oğluyla sıcak bir iletişim kuran Cheyenne, Lange’nin nerede ikâmet ettiğini öğreniyor.
İnsanları asla aşağılama…
Kış turizmi olan kasabada, tekerlekli valizi bulmuş Robert Plath’dan Lange’nin evini öğrenen tanacalı Cheyenne, yaşlı Lange’nin gittiğini görüyor, ama Mordacai bir daha karşısına çıkıyor Cheyenne’in. Karların üzerinde ahşap evde saklanmış Lange’yle yüzleşiyor Cheyenne. Nazi subayı Lange, babasını aşağılamış. Cheyenne, onu öldürmek yerine aynı duyguları yaşatıyor Lange’ye. Mordacai’den babasının kendisini hep sevdiğini öğrenen Cheyenne, uçak korkusunu yeniyor ve makyajını siliyor. Bu filmde, bu hikâyenin içinde küçük ayrıntıları keşfedip bir insanın iç ve dış yolculuğuna dahil oluyorsunuz. Filmde, hikâyenin anlattığından daha fazlası var. Filmde insanın yansıyışı ve dönüşümleri yaratıcı bir anlatımla yansıyor sinemaskop perdeye. Cheyenne’in Lange’yle görüştüğü an sinemanın özel anlarından. Rachel’in evinde geçen zamanlar, Dorothy’yle konuşmalar, Plath’la görüşme ve birçok an sinemasal bellekte kalıyor. Ama, en sarsıcı olansa Auschwitz’teki soykırım fotoğrafları. İnsan utanıyor bu vahşeti gördükçe. Görselliğinin de çarpıcı olduğunu belirtmeliyiz bu sol ruhlu yol filminin. Yönetmen, Dublin anlarında, Cheyenne’in yaşadığı kısır döngüyü seyirciye hissettirebilmek için neredeyse yarım saat boyunca benzer anları yansıtıyor. Amerika anlarındaysa kasvet yavaş yavaş dağılıyor ve insana iç huzur veren fotoğraflar kuşatıyor perdeyi. Öncelikle Michigan anlarında. Yeşilin ve gri bulutların buluştuğu fotoğraflar büyüleyici. Amerika’nın ortabatısında, büyük gölleriyle meşhur bu yeşillikler içindeki eyalet, ölmeden önce görülmesi gereken yerlerden. Kanada sınırındaki bu eyaletin vahşi doğası da dünyaya armağan. Detroit’te dünyanın en büyük gettolarından biri var ama. Highland Park denilen banliyöde tarihi binalar ve lojmanlar kaderine terk edilmiş.
1970 Napoli doğumlu yönetmen ve senaryo yazarı Paolo Sorrentino, 1970’lerden itibaren 1990’lara kadar çeşitli dönemlerde beş defa başbakanlık koltuğuna oturmuş, mafyayla ve masonlarla yakın temas içinde olmuş Giulio Andreotti üzerine 2008 yapımı filmi politik sinemada önemli yerde. Yönetmenin, 2004 yapımı “Le Conseguenze dell’Amore-Aşkın Bedeli”.filmi de hatırlanıyor. 2012’de David Donatello Ödülleri’nde altı ödül kazanan 2011 yapımı “This Must Be the Place-Olmak İstediğim Yer”, 2011 yılında Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarıştı ama, aynı festivalde “Ekümenik Jüri Ödülü”nü aldı. Elbette Sean Penn. Muhalif ve aktivist oyuncu ve yönetmen Penn, ABD’nin saldırgan dış politikaların karşı hep muhalif oldu. Bir de Harry Dean Stanton var. Bu Amerikalı büyük oyuncu, Hitchcock’un 1956 yapımı kara film tarzındaki siyah-beyaz “The Wrong Man-Lekeli Adam” filmiyle sinemaya giriş yaptı. Wim Wenders’in 1984 yapımı “Paris, Texas” filmindeki Travis hep akıllarda kaldı. Robert Altman’ın 1985 yapımı “Fool for Love-Aşk Delisi” de unutulmamalı. “Olmak İstediğim Yer” filminde U2 grubunun beyni Bono’nun kızı Eve Hewson da Mary’yi oynuyor.
(18 Temmuz 2012)
Ali Erden
ailerden@hotmail.com