Altın Portakal: Sosyal Değişimin Büyük Tanığı

İlki 1964’de yapılan Altın Portakal Film Festivali, toplumsal tarihimizin ve sosyal değişimimizin en önemli tanıkları arasında yer alır. Festival filmleri, 60’lı yıllardan bu yana sosyal, siyasal ve ekonomik çalkantılarla yol olan ülkemizin tarihine, sinema aracılığıyla eşlik etmekle kalmaz, bu alt üst oluşların belirlediği hayatlarımızın da kalıcı belleğini oluşturur.

60’lar, ülkemizin sanayileşmeye ve kentleşmeye başladığı, kent yaşamının hızla öne çıktığı yıllardır. Bu dönemde “şehirli olmak”, İstanbul’la (ve bir kısım insan için de “Acı Vatan” Almanya ile) özdeşleşir; Anadolu’nun tozlu topraklı yollarını ardında bırakan binlerce insan, “taşı toprağı altın” bu kente akın eder. Önce kendini kabûllendirme şeklinde başlayan süreç, zaman içinde hayata ve sinemamıza “seni yeneceğim!” nidalarıyla yansıyacaktır.

Tam da bu dönemde, ilk Portakal’ın sahibi olan Halit Refiğ’in “Gurbet Kuşları”, Maraş’ın bir köyünden şehri fethetmek üzere İstanbul’a koşan bir aileyi merkezine oturtur. Sonu hüsranla bitecek serüven, sonradan Türk sinemasının temel konularından biri haline gelecektir.

2. Portakal, her ne kadar Turgut Demirağ’ın “Aşk ve Kin”ine Büyük Ödül kazandırsa da, bu tarih, “Karanlıkta Uyananlar” gibi bir işçi filminin gösterime girdiği yıl olarak anımsanır. Vedat Türkali’nin senaryosunu yazdığı Ertem Göreç imzalı bu film, sanayileşmenin doğal sonucu olarak birbiri ardına kurulan fabrikalarda çalışan emekçilerin “sınıf”, “grev”, “sendika” gibi kavramlarla tanışma sürecine tanıklık etmesi bakımından çok önemlidir.

Sonraki yıl; Haldun Dormen’e özgü teatral bir havanın egemen olduğu “Bozuk Düzen”, annelerinin ölümünün ardından hayata tutunmaya çalışan küçük insanların yaşamına yönelirken, Atıf Yılmaz’ın “Toprağın Kanı”, petrol sorununa çarpıcı bir bakış atar. “Karanlıkta Uyananlar”ın izinden giden film, Batman’da petrol arayan bir şirketin başındaki Amerikalıya rağmen petrol çıkarmaya çalışan bir grup mühendisi konu almakta ve dönemin politik olgularından birine naif de olsa yaklaşmaktadır.

Hızlı sanayileşmenin sonuçları bir yana, köyde “kalanlar” adına da sorunlar bitmemektedir. 1967 – 69 yılları arasında Altın Portakal’ın öne çıkan yapımları olan “Hudutların Kanunu”, “İnce Cumali”, “Bin Yıllık Yol” gibi filmler, özellikle Doğu’da, ağalık düzeninden kan davasına kadar pek çok önemli olguyu, destansı bir anlatım eşliğinde seyirciye ulaştırırlar. Bu örnekler, sinemamızın 60’lardaki görece özgürlük ortamının da etkisiyle sosyal gerçekçiliğe yöneldiği bir dönemin öne çıkan filmleri arasındadır. 60’ların ikinci yarısı, Yılmaz Güney gerçeğine giden yolu da hazırlar. Sanatçı, 1959’dan itibaren var olmaya çalıştığı sinemaya kesin damgasını “Hudutların Kanunu” ile vuracak; 1970’in En İyi Film ödülünü alan “Bir Çirkin Adam”ı yazıp yönetecek ve başrolünü üstelenecektir.

12 Mart 1971’in Türk siyasal yaşamına bir balyoz gibi indiği; demokrasi gömleğinin bol geldiği ülkeye “ince ayar” yapıldığı günlerin ertesinde gündeme gelen 8. Altın Portakal’ın bu gelişmelerden etkilenmemesi olanaksızdır. Esat Mahmut Karakurt’un eserinden uyarlanan “Ankara Ekspresi”, bu dönemin galibi olur. Film, hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde, 2. Dünya Savaşı sırasında, askerler arasında yaşanan bir kahramanlık öyküsünü konu almaktadır. Sinemanın muhtıraya ilk yanıtı geri çekilmek olmuştur başka bir deyişle… Benzer bir yaklaşım bir yıl sonra da devam edecek ve Yeşilçam klişeleriyle dolu “Zulüm”, ödüle değer bulunacaktır. Tıpkı 10. Portakal’ın galibi olan Orhan Aksoy’un “Hayat mı Bu?” adlı filmi gibi…

1974, Altın Portakal’ın özlenen niteliğine yeniden kavuştuğunu tescil etmesi bakımından önemli bir yıldır. Ünlü üçlemesinin ikinci ayağında Lütfi Akad, Urfa’dan İstanbul’a göç eden bir ailenin gelenekleriyle hesaplaşmasını konu alır. “Düğün”, tıpkı “Gelin” ve “Diyet” gibi sinemamızın yüz akı filmlerindendir. Süreyya Duru da “Bedrana”da bu olguyu masaya yatırır ve hayli sert bir yaklaşımla töre olgusunun üzerine gider.

Muhtıra’nın etkilerinin silinmesi ve toplumsal muhalefetin, sokağa eskisinden güçlü biçimde yansıması, 12. Altın Portakal’a da sirayet eder ve sömürülen ırgatların pamuk tarlalarında verdikleri mücadeleyi, arka plânında kan davasının da bulunduğu bir motifle birleştiren “Endişe”, Büyük Ödül’e uzanır. 1975 tam bir Yılmaz Güney yılıdır ayrıca. Sinema tarihimizin olasılıkla en politik filmlerinden olan “Arkadaş” ve yine Güney imzası taşıyan “Zavallılar” ödüle değer bulunan diğer yapımlardandır.

Ezen / ezilen temasının sürdüğü 76’nın Portakallarında öne çıkan “Deli Yusuf”, Köroğlu destanının çağdaş bir versiyonudur. Yine Atıf Yılmaz imzasını taşıyan “Mağlup Edilemeyenler” ise, idealist bir gazeteci ekseninde sistem sorununun üstüne -ümitsizce- gider.

Kaçakçılık üzerine etkileyici bir film olan “Kara Çarşaflı Gelin”in damgasını vurduğu 1977, sinema sektörümüzün en büyük bunalımlardan biriyle boğuştuğu günlerde izleyiciyle buluşur. Ailenin sinema salonlarından ağır ağır çekildiği ve seks filmleri furyasının Yeşilçam’ı sarmalamaya başladığı bu dönemde, Zeki Ökten’in “Kapıcılar Kralı” da dikkat çeken filmlerdendir.

80 karanlığına doğru hızla yuvarlanan; ekonomik, sosyal ve siyasal bakımdan büyük istikrarsızlıkların yaşandığı ülkenin son büyük festivali, 1 – 8 Temmuz arasında gerçekleşir. Maden işçilerinin dramına devrimci bir bakışla yaklaşan Yavuz Özkan’ın “Maden”i En İyi Film ödülü alırken, sinemamızın en güzel aşk filmlerinin başında yer alan “Selvi Boylum Al Yazmalım” ikincilik ile yetinir.

Bu yıldan sonra, 1981’e kadar verilen zorunlu molanın nedeni, 79’da yaşanan sansür ve bir yıl sonraysa darbedir. (Bilindiği gibi 48. Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nde “Sansüre ve Darbelere Karşı” adı altında bu dönem filmleri yeniden değerlendirilmiş ve 1979 yılı için “Demiryol” ile “Yusuf ile Kenan”, 1980 içinse “Sürü” filmleri Altın Portakal’la ödüllendirilmişti.)

Ülke tarihinin en büyük yol ayrımlarından birinin “derin” bir müdahaleyle aşılmasının ardından, bir gecede “güllük gülistanlık” olan Türkiye’de bütün muhalif kurumlar susturulmuş, 24 Ocak kararlarının uygulanmasının önünde hiçbir engel kalmamıştır. Söze “Netekim”le giren kudretli ses, hem en büyük darbeci, hem de en hızlı demokrat olarak yurt gezilerinde “gerçekleri” vatandaşa anlatıp yeni Anayasa için düğmeye basarken, 25 Eylül’de gerçekleşen 18. Altın Portakal, En İyi Film ödülünü -muhtemelen sansürün hışmına uğrayan filmlerden dolayı- verecek yapım bulamaz!

1982 Portakallarının galibi ise, bir zamanlar Yılmaz Güney’in yanında çalışan Sinan Çetin’dir. Çetin, “Prenses”le girdiği “büyük” dönüşümden önce çektiği filminde, köyüne gelen film ekibinden bir kıza âşık olan ve onun ardından İstanbul’a gelen genç bir adamın serüvenlerini yalın bir dille anlatır.

Özal ekonomisinin hüküm sürdüğü yıllara geldiğimizde, bu dönemin temsil filmi, hiç kuşkusuz ki, 20. Portakal’ın ödüllü yapımı “Faize Hücum” olur. Takdir belgeleriyle dolu devlet memurluğunun ardından, üç kuruş ikramiyesini bankere kaptıran emeklinin öyküsü, o dönemin Türkiyesi’nde yüz binlerce insanın dramına ayna tutmaktadır.

Dünyada 60’larla birlikte dalga dalga yayılan kadın hareketleri; Türkiye’ye o günlere değin hemen hiç uğramamıştır. Muhalefetin belirleyici unsur olduğu sol dalganın 80’de kesintiye uğraması ve yönetmenlerin kimi “sakıncalı” konulara artık yönelememesi, ortaya iki ana eğilim çıkarır: İlki, cinselliği bastırılmış kadınların öyküleri; diğeri ise aydın bunalımının doruğa ulaştığı 12 Eylül sonrasında bireyin çelişkilerini ele alan filmler. Bu doğrultuda gerçekleşen ilk ödüllü filmde yine Atıf Yılmaz’ın imzası vardır. “Bir Yudum Sevgi”, işsiz eşinin desteğinden yoksun olarak hayata tutunmaya çalışan fabrika işçisi kadının serüvenlerini konu alır. 1985 yapımı “Dul Bir Kadın” ise eşinden boşanmış bir başka kadının mutluluğu (cinselliği) arayışını dönemin koşullarına göre radikal bir bakışla masaya yatırır. (Aynı yılın İkincilik ödülü alan Sinan Çetin filmi “14 Numara”, kameralarını genelevdeki bir kadının hayallerine çevirir. Muammer Özer imzalı “Bir Avuç Cennet”te ise ekonomik krizin emekçilerin aleyhine işlediği dönem fon olarak kullanılmış; var olmaya çalışan ailenin kadın karakteri, tipik Yeşilçam algısının dışına çıkarak kişilik kazanmıştır.)

Kadın odaklı ve çoğunlukla Atıf Yılmaz imzası taşıyan filmlerin öne çıkan oyuncusu, aynı zamanda sinemada yeni kadın temsiliyetinin mimarı hiç kuşkusuz Müjde Ar’dır. Sanatçı, 23. Altın Portakal’a iki filmle damgasını vururken; “Aaahh Belinda”da kendisini oynadığı karakterin içinde bulan bir oyuncuya, “Adı Vasfiye”de ise öyküsü dört farklı kişi tarafından anlatılan pavyon şarkıcısına hayat verir.

80’lerin son çeyreğine doğru yol alınırken, büyük değişimler hız kesmeden sürmekte; düşünmenin ve sorgulamanın “faydasız”, kısa yoldan ve gerekirse en yakınlarının sırtına basarak köşe dönmeye çalışmanın ise “erdem” olduğu yeni bir düzen kurulmaktadır. Cinselliğin sömürülmesine dayalı dergi-gazete sayfaları ve dönemin resmî ideolojisi Türk-İslam sentezi kol kola ilginç maceralar yaşarken, kentleri dönüştürmeye başlayan pop / arabesk kültür, yeni mecralara dalmaktadır. (Dönemin başbakanı Özal’ın uzun reklâm filmi “İcraatın İçinden”, Tonton’un “Hanım, koy bakalım teybe İbrahim Tatlıses’in kasetini” cümlesiyle başlar.) Böylesi bir sürecin doğal yansıması olarak, hızlı kentleşmenin ortaya çıkardığı trajikomik insan manzaraları, sinema tarihimizin en başarılı filmlerinden birinin yaratılmasını sağlayacaktır: “Muhsin Bey.”

Ömer Kavur’un “Gece Yolculuğu”, Portakal’da aydın bunalımını ve yaratma sıkıntısını konu alan filmler kontenjanıyla kendisine yer bulduktan sonra, 12 Eylül merkezli iki film, 26. Portakal’a iz düşürür. Yaratılan kamuoyu için artık çok uzaklarda kalan bir masal olsa da, binlerce kişinin tutuklandığı, işkenceden geçirildiği ve sürgüne gönderildiği bir dönemin tarihle hesaplaşması henüz gerçekleşmemiştir. “Uçurtmayı Vurmasınlar”, taşıdığı melodramatik özellikler bir yana, zincire vurulan özgürlüğü beş yaşındaki bir çocuğun gözleriyle topluma aktarmıştır. Livaneli imzalı “Sis” ise, yaşanan büyük değişimi, devlet otoritesini simgeleyen bir baba ve devrimci oğlu ekseninde beyazperdeye taşır. Benzer bir eğilim, Yusuf Kurçenli’nin Rıfat Ilgaz’ın eserinden uyarlayarak gerçekleştirdiği “Karartma Geceleri” ve Memduh Ün’ün “Bütün Kapılar Kapalıydı” filmleriyle devam etse de, Portakal’ın galibi, 27. Portakal’ın kazananı “Karılar Koğuşu” olur. “Ulusal Sinema Kavgası”nın ana figürlerinden Halit Refiğ, ustası Kemal Tahir’in izini sürmeye devam etmektedir.

Ömer Kavur’un, bir kadının sürrealist serüvenlerini anlattığı “Gizli Yüz”ünün ödüle uzandığı 27. Portakal’da adından söz ettiren “Ateş Üstünde Yürümek”, Cumhuriyet’in başlangıcından günümüze yöneten / halk ilişkilerini bale yoluyla ele alan özgün (ve şu ana dek tek) deneme olarak tarihe geçer. Bu yıl, Abdi İpekçi suikastını irdelemeye çalışan siyasal film denemesi “Uzlaşma”nın da gösterime girmesiyle akılda kalmıştır.

1991 yılı, dünya tarihine Sovyetler Birliği’nin resmen dağılması ile geçmiştir. Liberalizmin aslî ekonomik model, ABD’nin ise tek süper güç olduğunu tescilleyen dönemde sinemamız, baskı altındaki cinselliği “Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri”yle, lezbiyen ilişkileri ise “Düş Gezginleri”yle anlatmaya çalışır.

Erden Kıral’ın Halikarnas Balıkçısı’nın yaşamına eğildiği “Mavi Sürgün”ün yanı sıra, Yavuz Turgul’un “Gölge Oyunu”nun da dikkat çektiği 30. Altın Portakal’ı, Yavuz Özkan’ın aile dramı “Yengeç Sepeti” takip eder. Bu film, Sadri Alışık’ın rol aldığı son film olması nedeniyle de önemlidir.

1995 Portakalı, sinemasal krizin damgasını vurduğu, seyircinin ulusal filmlere neredeyse sırt çevirdiği bir dönemde gerçekleşir. Ümit Ünal’ın toplumsal baskıların ortaya çıkardığı sıra dışı insanlarla yüklü “Böcek”i Büyük Ödül’e değer görülmüştür. Bir yıl sonraki festivale ise Derviş Zaim’in çıkış filmi “Tabutta Rövaşata” damgasını vurur. Rumelihisarı’nı mesken tutan Mahsun’un serüvenleri, sinemada yeni bir başlangıca işaret etmesi bakımından önemlidir. 1996, Reis Çelik’in gösterime girdiğinde tartışmalar yaratan ve Kürt sorununa değinen ilk filmlerden olan “Işıklar Sönmesin”in de gündeme geldiği bir yıl olmuştur. Film, didaktik anlatımı ve teatral sunumu bir yana, bu temayı izleyen son film olmayacaktır.

Ferzan Özpetek’in oryantalist nüveler taşıyan “Hamam”ı tartışılan filmler kervanına katılırken, “Masumiyet”, Demirkubuz için parlak bir dönemin başladığına işaret eder. (Benzer bir yorum, “Kasaba” ile mansiyona değer görülen Nuri Bilge Ceylan için de söylenebilir.)

Türkiye’de doğan; ancak bir süre sonra gurbetçi ailesinin yanına Almanya’ya giden genç bir kızın çözülmesini anlatan “Yara”, Hülya Koçyiğit’in başkanlığını yaptığı 35. Portakal jürisini tatmin etse de, Yeni Sinemacılar’ın imzasını taşıyan “Gemide”, Altıoklar’ın “Ağır Roman”ıyla birlikte festivalin adından söz ettiren filmleri arasında yer alır. 1999’un galibi olan “Salkım Hanımın Taneleri” ise, resmi ideoloji anlatısının dışına çıkan yaklaşımı ile Varlık Vergisi’nin soldurduğu yaşamları, azınlıkları konu alır. Sinemamızın halkla yeniden buluşması yolunda önemli bir yıl olan 99, “Mayıs Sıkıntısı” ve “Üçüncü Sayfa” adlı filmlerin de gösterime girdiği bir yıldır. Sonraki yıl, Zeki-Metin’i yeniden bir araya getiren “Güle Güle”, heykelin sahibi olur. Derviş Zaim’in “Filler ve Çimen”i ise, Susurluk sürecini masaya yatırırken devlet ve çete işbirliğini özgün bir anlatımla beyazperdeye taşır.

Handan İpekçi’nin can yakan siyasal bir soruna insani bir yaklaşım denemesi olan ve ulusal/uluslararası sinema çevrelerince övgüyle karşılanan “Büyük Adam Küçük Aşk” adlı filmi 38. Portakal’ın kazananıdır. 2002’nin galibi “Uzak” ise sinemamız adına önemli bir milâdı oluşturur. Minimalist anlatı, sanat sineması vb. adlarla tanımlanan ve günümüzde örneğine bolca rastladığımız türdeki yapımlar adına önemli bir başlangıç oluşturan bu yapım, farklı yönlere gitmekte olan iki akrabanın İstanbul’da buluşmalarını konu alır. Film; değişen değerlere, taşra masumiyeti ve kent yozlaşması ekseninde bir bakış olarak da yorumlanabilir. Ömer Kavur’un vasiyet filmi “Karşılaşma”nın ödüllendirildiği 2003’ün ardından, Uğur Yücel imzalı “Yazı Tura”, 41. Portakal’ın kazananıdır. Savaş ve depremin arka planında yer aldığı film, cesur anlatımı ve son dönemin başat konularına dair bakış açısıyla övgü toplar.

Ferzan Özpetek’in başkanlığını üstlendiği 42. Altın Portakal’ın kazananı, sınırlı bir gösterim şansı yakalayan Ulaş İnaç imzalı “Türev”dir. Bir yıl sonra, 16 – 23 Eylül 2006 tarihinde düzenlenen 43. Portakal’da ise Demirkubuz’un, “Masumiyet”in Uğur ve Bekir’inin geçmişlerine döndüğü “Kader” öne çıkar. Yarışan filmlerin nitelikleriyle zenginleşen festivalde “Takva”, yükselen İslâmcılık akımının arka plânına zekice yaklaşmakta, “Eve Dönüş” ise 12 Eylül’ün en sert teşhirlerinden birine soyunmaktadır; Nuri Bilge Ceylan ise Cannes’dan bir kez daha ödülle dönen “İklimler”de ilişkilere odaklanmayı sürdürür.

Semih Kaplanoğlu’nun sonradan üçlemeye dönüşecek filmlerine giriş anlamı taşıyan “Yumurta”sı, (Ceylan’ın izinde) kent / kasaba karşılaştırmalarıyla doludur. Bir yıl sonranın Büyük Ödül’ünün sahibi ise, biraz da şaşkınlık yaratarak Ben Hopkins’in “Pazar: Bir Ticaret Masalı” olur. Film, Özal’ın temellerini attığı ‘iş bitirici’ tiplemeleriyle akılda kalır. Derviş Zaim’in özgün denemelerine ve geleneksel sanatlardan hareketle çektiği filmlere “Nokta” ile bir yenisini eklediği 2008 Portakalı, Aydın Bulut’un Alevi / Sünni, Türk / Kürt çatışmalarına duyarlılıkla yaklaştığı “Başka Semtin Çocukları”na da ödül kazandırmıştır.

46. Altın Portakal’ın (Reha Erdem’in mistik tonlamalarla dolu “Kosmos”uyla birlikte) galibi olan “Bornova Bornova”, İnan Temelkuran’a haklı bir zafer kazandırırken, 12 Eylül’ün yeni baştan yarattığı karakterlerle yüklü zengin bir insan galerisini sorgulamamıza yol açar. Aynı yıl tartışma yaratan ilk Kürtçe film denemesi olan “Min Dît” de gösterime girer. Slogancı bir yaklaşıma sahip olduğunu söyleyebileceğimiz film, Jüri Özel Ödülü’ne değer bulunsa da, (bu satırların yazarının kişisel yorumuna göre) benzer bir temadan hareketle çekilen “İki Dil Bir Bavul”un epeyce gerisine düşmektedir.

Geçtiğimiz yılın Portakallarında ise, Seren Yüce’nin Venedik Film Festivali’nden de ödülle dönen “Çoğunluk” öne çıkar. Ayrımcılığı mahkûm eden film, her ne kadar çoğunluğu temsil ettiği iddiasında bulunduğu aile (baba figürü) konusunda konsensüs sağlayamasa da, ilk filmden kolaylıkla beklenmeyecek bir olgunluğa sahiptir.

Sonuçta, tam da “Sinema Hayattır” deyişine uygun olarak, yaşadığımız büyük değişimlere ve alt üst oluşlara (yedinci sanat üzerinden) tanıklık eden en önemli platformlarından olan Altın Portakal Film Festivali, kökleri yarım yüzyıla uzanan ulu bir çınar olarak yalnızca sanatsal bir etkinlik olmanın çok ötesinde bir işleve sahiptir. Çünkü Portakal’ın tarihi, Türkiye insanının yarım yüzyıl boyunca beslediği umutların, aşkların, hayal kırıklıklarının, yok oluşların; ama inadına inadına var olmaya çabalamanın en canlı örneklerinden oluşmaktadır.

(Bu yazı, ilk olarak “www.otekisinema.com” adresinde 06 Ekim 2011 tarihinde yayımlanmıştır.)

(06 Ekim 2011)

Tuncer Çetinkaya