Daha Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde oynadığında, “Made in Dagenham”ın “Kadının Fendi” adını haketmediğini düşünmüştüm. Malûm, Miranda Richardson da İstanbul’daydı. Nigel Cole’un Türkçe adını bilmediği filminin “Büyük bir film olmasa da iyi bir film” olduğunu düşünüyordu. Richardson “Made in Dagenham”da, Birleşik Krallık’ta başbakan yardımcılığına yükselmiş ilk kadın olan Barbara Castle’ı oynuyor. Pek sevdiğim çevirisiyle “asabi kızıl”ı… Kızıl saçları ve burnunda olan öfkesiyle karakterin hakettiği bir tanım.
Made in Dagenham, bir şeyler yapmaya kalkışan ve etkili olan kadınları anlatan bir film. Yönetmeni Nigel Cole’un daha önce izlediğimiz filmi “Calendar Girls / Takvim Kızları”da öyleydi. Oradaki orta yaşlı (diyelim hadi) hanımlar, hedeflerine erişmek için soyunmayı bile göze alıyorlardı. Helen Mirren’in oynadığı karakter Chris Harper öncülüğünde, başarıya da ulaşıyorlardı.
Bu seferki kahramanlarımız, aslında gerçek bir olayın kahramanları. 1968’da Dagenham’deki Ford otomobil fabrikasında kötü şartlar altında araba koltuk döşemelerini diken 187 kadın işçi, ücret zammı isteyerek bir eylem yapmıştı. Sonra bu taleplerini, eşit işe eşit ücrete çevirdiler. Harold Wilson’un İşçi Partisi hükümeti aldırmıyor, Ford bastırıyordu ama, Bakan Barbara Castle onlara destek oldu. Eşit İşe Eşit Ücret Yasası’nın mimarı olarak da tarihe geçti.
Cole’un özelliği, siyasi ya da toplumsal sorunları ciddi ciddi anlatabileceği filmler tasarlayıp bunların kıyısından dönmesi ve seyircilerin kendilerini iyi hissetmesini sağlayan filmler yapması. Aslında buna hata demek haddimize düşmemiş, çünkü bir tercih olduğu ortada. Zaten izleyenlerin her iki filmi sevmesi de, yönetmenin hiç değilse ticari açıdan doğru bir tercih yaptığını gösteriyor.
Ayrıca, Mike Leigh’in “Happy-Go-Lucky”sinde izleyip hayran kaldığımız Sally Hawkins’in oynadığı eylem öncüsü Rita O’Grady’nin de herhangi bir siyasi geçmişi yok. Cole bu karakteri, eylem içindeki birkaç kadının özelliklerini bir araya getirerek yaratmış. Doğrusu, çok sempatik bir karakter; kocası da Ford’da çalışan, iki çocuk annesi sıradan bir erkek işçi. Ama Rita hem kendi hakkını, hem de arkadaşları ile meslektaşlarının haklarını korumasını çok iyi biliyor, ağzı da lâf yapıyor. Hiçbir itirazım yok. Onun ve sol eğilimli işçi temsilcisi Albert’i oynayan (pek beğendiğimiz) Bob Hoskins’in karakterleri, çok olumlu karakterler.
Ama mesele onların sevimli olup olmamasından ziyade, bu çok önemli kazanımın vurgulanmasındaki yetersizlikten kaynaklanıyor. Sonuçta, Dagenham’daki kızların başarısı (ki, arşiv görüntüleriyle gerçek kahramanları da izliyoruz), “Afferin sana!” diye tebrik edilip bir de yanağından makas almakla açıklanacak bir başarı değil. Richardson’ın da hikâye anlatımına ilişkin küçük itirazları vardı. “Dagenham,” demişti yaptığımız söyleşide, “Gerçekten anlatılması gereken bir hikâye, keşke gençler izlese. Kendini iyi hissetmeni sağlayan bir film olarak pazarlandı, oysa siyasi bir film aslında. Gerçi, moral yükselten bir film, ucuz da değil.” Evet, “Made in Dagenham” kalkıp bir şeyler yapmayı, birey olabilmeyi, hakkını aramayı anlatıyor. “Calendar Girls”ün karakterleri de esas olarak böyle kadınlardı.
Richardson, belli ki pek takdir etmediği Harold Wilson’ın yükünü üstlenen Barbara Castle’ın, ülkesi için en iyi olduğunu düşündüğü şeyi yaptığını söylüyordu. “Kadınlara patronluk taslamamaya çalışıyor. Gerçi bir bakan, iyi eğitim görmüş ama, sınıf açısından o kadınlardan pek farklı değil, şivesinden anlıyoruz bunu.” O da bir şive hocasıyla çalışmış, Castle’ın konuşmasını, nutuklarını incelemiş. Richardson’ın Barbara Castle hakkında araştırma yapmak için üç haftası varmış. Kitaplar okumuş, filmleri izlemiş. “Dünyayı değiştirmek istiyorlardı, böyle diyorlardı. O da dünyayı değiştirdi.”
Bu arada, hayli komik sahneler de var. Örneğin “Cinsel Eşitlik İstiyoruz” pankartının bükülüp “Cinsellik İstiyoruz” şeklinde okunması gibi. Ama hem bu espri, hem de filmin başında Dagenham’in kadın işçilerinin sıcak nedeniyle iç çamaşırlarına kadar soyunmaları ve Hoskins’in Albert’inin içeri “Örtünün, hanımlar, örtünün,” diye girmesi, bir yandan seyirciyi neşelendirirken, bir yandan da “Kadın işte!” şeklinde bir yoruma yolaçma tehlikesi taşıyor. Ne var ki, yapımcılar ile yönetmen de zaten böyle neşeli bir popülist tavır içinde. Öte yandan, haklarını da verelim: Hikâyenin omurgası olduğu gibi duruyor. Bir de, sendikacıların hepsinin toplanıp kızları korkutmak ister gibi baktıkları sahnelerde, özellikle sonlara doğru bir sahnede, bana “Hayvanlar Çiftliği”nin insanlaşan domuzlarını hatırlattılar.
(23 Haziran 2011)
Sevin Okyay