Korsan Cephesinde Yeni Dönem

Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde – Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides
Yön: Rob Marshall
Oyn: Johnny Depp, Penelope Cruz, Geoffrey Rush

4 yıllık bekleyiş sona erdi. Korsanlar geri döndü. Peki yeni filmde bizi neler bekliyor? Hâlâ izlememiş olanlar için birkaç bilgi vermekte fayda var. Filmin yapımcılığını serinin diğer üç filminde olduğu gibi yine Jerry Bruckheimer üstleniyor. Yakışıklı, komik ve zeki korsan tabi ki Johnny Depp… Filmin sürprizi ise Penelope Cruz… İlk filmden bu yana severek izlediğimiz Kaptan Hector Barbossa rolünde ise yine Geoffrey Rush var. Buraya kadar her şey güzel. Fakat kişisel fikrim, yönetmenlik koltuğunu Gore Verbinski’den alıp Rob Marshall’a vermenin büyük bir hata olduğu yönünde… Chicago ve Nine gibi müzikallerinden hatırlayacağınız Rob Marshall, filmografisinden de anlaşılacağı gibi görselliği ön plânda tutan bir yönetmen. Hal böyle olunca da zaten ilk filmden sonra yavaş yavaş kaybolmaya başlayan o nefis karanlık ve heyecan dolu atmosfer iyiden iyi yok olmuş. Evet, yine çok güzel görüntüler, müthiş açılar, muazzam bir dekor ve kostüm yaratıcılığı var. Özellikle de denizkızı saldırısının gerçekleştiği sahne gerçekten küçük dilimizi yutturacak ustalıkla çekilmiş. 3D ve IMAX teknolojisi de filmi oldukça cazip kılıyor. Ama bu kez filmin ruhu yok. Sanki diğer üç filmden bağımsız, bambaşka bir filmle karşı karşıyayız. Bir de dördüncü filmin Johnny Depp’den sonraki yıldızı Penelope Cruz da role pek uymamış bence. Kendisini çok sevmeme ve performanslarını hayranlıkla izlemem rağmen bu filmde bana hayal kırıklığı yaşattı. Dördüncü filmdeki Johnny Depp – Penelope Cruz ikilisindense ilk filmdeki Johnny Depp, Orlando Bloom ve Keira Knightley üçlüsünü hâlâ tercih ederim. Bir de keşke süre bu kadar uzun olmasaymış da tadı yine damağımızda kalsaymış. Bitsin artık diye bizi kıvrandırmasaymış. Nihayetinde Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde’yi izlememek olmaz. 4. değil 14. filmi çekilse yine koşa koşa gidip izlerim. Ama böyle dev prodüksiyonlu bir işte hayal kırıklığı yaşamanın dozu da yüksek oluyor.

(23 Mayıs 2011)

Gizem Ertürk

Bursa Uludağ Üniversitesi’nde Gran Torino

Bursa Uludağ Üniversitesi Sinema Topluluğu, 17 Mayıs 2011 Salı günü saat 16:00’da İİBF B Blok Bordo Salon’da gerçekleştireceği film gösteriminde Clint Eastwood’un yönettiği ve başrolünü oynadığı ırkçılık, önyargılar, ayrımcılık ve farklılıklara hoşgörünün oluşmasına yönelik, son derece önemli bir film olan 13 ödüllü Gran Torino yer alıyor.
Günlerini evde yaptığı tamirat ve bira içmekle geçiren, amaçsız kalmış emekli otomobil işçisi Walt, gördüğü hemen her şeye kızmakta, vadesinin dolmasını beklemektedir. Ta ki biri onun ’72 model Gran Torino’sunu çalmaya çalışana kadar.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Hazım Körmükçü, Dizi ve Film Müzikleri Yapmaya Başladı

    Seslendirme sanatçısı, tiyatro ve sinema oyuncusu Hazım Körmükçü, Kadıköy’de film ve dizi müziği ile seslendirme yapacağı bir stüdyo açtı. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü mezunu olan Hazım Körmükçü tiyatrocu bir aileden geliyor. Şu sıralar film ve dizi müziklerine yoğunlaşan Hazım Körmükçü, “Kadıköy’de kurduğum stüdyoda yapımcı ve yönetmen Abdullah Oğuz, yönetmen Cem Akyoldaş’ın filmlerinin müziklerini yaptım.” dedi. Hazım Körmükçü’nün seslendirdiği önemli isimler arasında David Hasselhoff, Michael Douglas, Robert Redford, Tom Cruise, Robert Wagner ve Mickey Rourke gibi sinemanın ünlü isimleri bulunuyor.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Hazım Körmükçü, Dizi ve Film Müzikleri Yapmaya Başladı yazısına devam et
  • Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması: Sinemamızın 80 Sonrası Serüvenine Dair …

    “İyi Sarsan” Bir Çalışma

    Zahit Atam’ın, hazırlıkları uzunca bir süreye yayılan “Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması” (*) adlı kitabı, geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Sinemamızdaki insan kavrayışının ve ahlâki ideallerin tersyüz edilmesinin nedenlerini, anlatı yapılarının çözümlenmesini, yönetmenlerin sosyo-politik açıdan tarihle hesaplaşmasını ve kişisel biyografilerini içeren eser, ‘ülkemizde yeni sinema üzerine yazılmış en kapsamlı çalışma’ olma iddiasına sahip.

    Kitabın somut olarak yazılışının 16 ay sürdüğünü belirten Atam; kurucu yönetmenler Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim(ağaoğlu) ve Yeşim Ustaoğlu’nu kapsayan çalışmasının önsözünde, Yeni Sinema’nın dört yönetmeniyle olan kişisel ilişkilerine açıklık getiriyor: “Hepsiyle ya ilk filmlerini yaptıktan sonra, ya da daha öncesinden tanışmış birisiyim. Onlarla o zamandan bu yana belirli şeyleri konuştum ve paylaştım.” Böylelikle, 750 sayfayı aşan eser, kimi zaman bireysel yaşanmışlıklar sonucu ortaya çıkan gözlemlere, kimi zaman da Atam’a özgü -ve yazara, özellikle “Yeni İnsan Yeni Sinema Dergisi”ndeki yazılarından aşina olan sadık okuyucularına hiç de şaşırtıcı gelmeyecek- sarsıcı yorum ve değerlendirmelere kapı aralıyor. (Kitaba “Sinema Tarihçisi Olmak” başlıklı bir sunuşla katkı koyan Sırrı Süreyya Önder, bu durumu “Film analizlerini okurken Zahit’in düşünceleriyle hiç dar polemiğe düşmeyeceksiniz. Belki gerçekliğin farklı yorumları arasında kalabilirsiniz; ama siz farklı düşündüğünüzde, sizin öyle düşünmenizin nedenini de size anlatacaktır” şeklinde açıklıyor ve ekliyor: “Ana caddelerimizin dar, siyasetimizin boğucu, kültürümüzün kurumuş olduğu bir ortamda kitabı tek kelimeyle özetlemem istenirse, ‘iyi sarsıyor’ diyebilirim.”)

    Kitabın yayınlanmasının hemen ardından gerçekleştirdiğimiz söyleşide, çalışmasının bir anlamda Yeni Sinema’nın Türkiye’de kuramsal bir çerçevede ilk incelenme çabası olduğuna değinen Zahit Atam, eserin daha önce yazılan hiçbir çalışmanın tekrarı olmadığına ve daha da önemlisi çok geniş bir literatürden beslenerek yazıldığına vurgu yapıyor: “Amacım kuramsal çerçeveyi oturtmak, Türkiye’de bundan sonra Yeni Sinema hakkında yapılacak çalışmalara sağlam bir zemin inşa etmekti. Sosyolojik, estetik, siyasal ve psikanalitik açıdan 1980 darbesi ve sonrasını hem yaratıcı yönetmenlerin bünyesinde, hem de toplumun yaşadığı travmanın sosyo-kültürel boyutlarıyla incelemeyi amaçlıyordum. Bu anlamda kitabın bütününe diyalektik bir sorgulamanın damgasını vurduğunu söyleyebilirim.”

    İsmet Özel’e Gönderme

    Bütün bunların ışığında, Atam’ın farklı yaklaşımı “Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması”nın ilk satırlarından itibaren okuru kucaklıyor, en çok da 17 sayfaya yayılan otobiyografiyle doruğa çıkıyor. “Gerçekçi olmayan ozan ölür; ama yalnızca gerçekçi olan ozan da ölür. Yalnızca akla aykırı yazan, kendisince, bir de sevgilisince anlaşılır; ancak bu da oldukça umut kırıcıdır. Yalnızca akılcı olanı ise eşekler bile anlar; ama bu da epey hüzün vericidir!” şeklinde başlayan otobiyografiye dair sorularımızı, “Sıradan bir biyografi yerine nesir şiir formatında, bir yandan özgeçmişimi; ama öte yandan kitabın konusu olan darbe sonrası dönemin analizini yapmayı amaçladım.” diye yanıtlıyor Atam. “Nesir şiirin bir başka amacı daha vardı. Yıllar öncesinde İsmet Özel’in sola saldıran bir söylem kullanırken, ‘sol, aklıyla – fikriyle benim şiirime meydan okusaydı’, diye bir ifadesi vardı, ben onun asla yazamayacağı bir nesir şiir yazarak, onun aklına ve fikrine meydan okudum. Eminim ki eğer okursa, kendi meydan okuma tavrından ricat yollarına girecektir.”

    Sinema Eleştirisi Tarihine Katkı

    Merkezinde Yeni Türkiye Sineması ve kurucu dört yönetmen olmakla birlikte, Zahit Atam’ın incelemesi “Türkiye Sinema Tarihi Nasıl Dönemlendirilebilir?” sorusuna yanıt arayarak yola çıkıyor. Nijat Özön’den Rekin Teksoy ve Giovanni Scognamillo’ya uzanan çizgide, sinema tarihçilerinin çalışmaları ekseninde yapılan değerlendirmeler, yeni bir dönemlendirme çabasını da beraberinde getiriyor. Atam’ın bu çabası, ilerleyen sayfalarda “Türkiye Sinemasının Devraldığı Miras”, “Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme” ve “Yeşilçam Döneminin Bitişi” süreçlerini de kapsayan analizlerle devam ediyor. Kitabın bir bütün olarak bakıldığında Yeni Sinema eleştirisinin yanı sıra, sosyal ve siyasal tarihimizin özellikle 80 sonrasına yönelik değerlendirmelerden oluştuğunu söylemek mümkün. Zahit Atam, çalışmasının oldukça geniş bir alana yayılan kapsamını, “Önsöz ve giriş bölümü tam olarak teorik çerçeveyi kurmak için yazıldı. Türkiye’nin içinde bulunduğu durum ile dünya tarihindeki değişimlerin nasıl paralellikler gösterdiğini açıklamak önemliydi. Daha en başında Türkiye’de yapılan askeri darbe, bir tür NATO bünyesinde planlanmış ve Türkiye dünyanın köklü olarak sağa evrildiği bir aşamada darbeyle yüz yüze gelmiştir. Öte yandan darbe, Türkiye’nin siyasal haritasını değiştirmiştir, çünkü 78 kuşağı iktidarı istiyordu, egemen ideolojinin bütün önermelerini ters yüz eden bir yaklaşımı toplum genelinde meşru hale getirmişti. Darbe, baskıyla ve inanılmaz bir ahlâksız söylemle Türkiye’nin rotasını değiştirirken, aslında ülkede egemen ideolojinin en belirgin karakteristik temasını oluşturdu. Toplum riya üzerinden bütün ilişkilerini yeni bir eksene kaydırdı. Bu sürecin hem birey-sanatçıların düzleminde, hem de çok değişik gibi görünen filmlerin içinde tematik bir süreklilik taşıdığını göstermek sosyolojik açıdan çok önemliydi. Psikanaliz ise özellikle her bir yaratıcı yönetmen nezdinde, topluma dayatılan çatışmanın nasıl yansıdığını anlamak için öne çıkıyordu. Nihayetinde, aslında toplumumuz ve bireylerimiz kendi gerçekliklerini yaşamadılar. Kendilerine sunulan bir düzlemde sınırlı-sorumlu bir hayat sürdüler. Bütün özgürlük ve bireysellik söylemlerine rağmen, hayat toplumsal olarak kurulur. İnsanlar toplumun bütünüyle yenilgiye uğradığı, bütün değerlerini sorguladığı ve inançsız bir ortamda, yeni sinemanın kötümser söylemi çok daha net anlayabilir.” şeklinde ifade ediyor.

    Minimalist Anlatı, Kitlesellik ve “Amerika’nın Çöplüğü”

    Dört yönetmen ekseninde bir dönem panaroması çizen ve ele aldığı sanatçıları hemen hemen tüm filmlerini masaya yatırarak irdelemeye gayret gösteren Atam, çarpıcı başlıklar halinde, sözgelimi “Üç Maymun”u Yılmaz Güney ve devrimci sanat ile, Demirkubuz’u Nietzche paradoksuyla, “Tabutta Rövaşata”yı statükoyla çatışma noktasında ve Yeşim Ustaoğlu’nu 78 kuşağıyla ilişkilendirerek anlamlandırmaya çalışıyor. Bu noktada akla bir soru takılması da kaçınılmaz oluyor: Yeşilçam’ın çöküşü ve 12 Eylül neticesinde geniş kitlelerle bağlarını yitiren yedinci sanat, ulusal / uluslararası festivallerde övgüye boğulan Yeni Türkiye Sineması ile özlemi duyulan bir çizgiye ulaşabildi mi? Başka bir deyişle (çoğunlukla) politik yaklaşım sergilemekten uzakta duruyor gibi görünen ve “minimalist” bir anlatı modeline yaslanmaya çalışan yeni dönem sinemacıları adına kitlelerle bağ kurmak (şimdilik) olanak dışı mı? Atam, bu sorunun yanıtının Amerikan sinemasından bağımsız düşünülemeyeceğini savunuyor: “Türkiye’de sinemacılar, halkın beğenisinin, anlama düzeyinin, estetik tercihlerinin büyük oranda darbenin kanalize ettiği haliyle, Amerika’nın çöplüğünden beslendiğini biliyordu. Öyle ki bugün ülkemizde iki üç kuşak üst üste Amerikalıların imgeleriyle beslendi, onların dilini öğrendi, onların kavramlarıyla konuşuyor. Brezilyalı bir yönetmenin deyimiyle, ‘kendi ulusal sinemasını yapan yönetmen, Amerika’nın egemenliği nedeniyle, kendi ülkesinde bir yabancı olarak algılanıyor. Amerikanlaştırılmış film yapmadan bir üçüncü dünya ülkesi filmini halka benimsetmek giderek bir imkânsız çabaya dönüşüyor.’ Tam da bu nedenle İslami korku filmlerinden güncel siyasal değerlendirmelere, hatta siyasette propaganda araçlarına kadar, ülkemiz Amerika’nın çöplüğü haline gelmiştir. Yeni Sinema tam da bu veri tabanını reddederek işe başladığı için, bir anlamda “kendi yurdunda sürgün” olarak yaşamayı göze almıştır. Bu minimalist olduğu anlamına gelmez; hatta apolitik olduğu düşüncesi tamamen yanlıştır, kendi söylem dağarcığını bir başka alana taşımıştır, toplumun histerik çıkışlarına seslenmeyi ise birincil görevi olarak görmez.” Yazara göre yeni dönem sinemacıları Avatar’la heyecanlanmıyorlar, onun sosyalist propaganda olduğu ya da Matrix’te felsefe yapıldığı yalanlarına da karınları tok! “Kaldı ki Türkiye köklü bir apolitikleşme yaşadığı için, zaten politik filmler daha köklü olarak yalıtılmış durumdalar.”

    Kitaba Sığmayanlar

    Çalışmanın son dönemlere damgasını vuran iki yönetmene, Reha Erdem ve Semih Kaplanoğlu’na yer verilmemesinin nedenini soruyoruz Atam’a. Yazar, bunun nedenlerini bir kaç başlıkta ele alabileceğini belirtiyor: “Birincisi, ikisi de kuruluş sürecinde yer almadılar, daha sonra aktif üretime geçtiler, bu nedenle yeni bir kitapta ele alınacaklar. İkincisi, Reha Erdem aslında yeni sinemanın bir parçası değildir. Nuri Bilge Ceylan ilk söyleşilerinde, ‘sinemaya geçerken, reklâm estetiğinden büyük oranda kopmam gerektiğini biliyordum’ diyor, hakikaten de kopmuştur, üstelik reklâm için en yetenekli isim olmasına rağmen. Ama Erdem’in hikâyelerinin kuruluş sürecinden çekimlerine kadar “fake” bir imajinasyon vardır, reklâm kokar. Kaplanoğlu sineması da önemli farklılıklar içerir; örneğin ele aldığım yönetmenler metin üretir, Kaplanoğlu ise meta-metin üretir. Ama kitaba alınmamalarının nedeni ilk söylediğimdir, daha sonra ele alacağım. Ben bu iki isimden çok, kitaba Yeni Sinema Hareketi’ni sığdıramadığıma hayıflanıyorum, çünkü onları da çok önemli buluyorum. Üstelik bu hareket incelendiğinde çok önemli bir fark daha ortaya çıkıyor: Yeni Sinema’nın kurucu yönetmenlerinin filmleri reaksiyonerdir, Yeni Sinema Hareketi’nin yönetmenleri, yani ikinci kuşağın sineması ise aksiyonerdir, yeniden bir dirim enerjisini sinemamıza getirir.” Zahit Atam’a göre sinemamız giderek daha politik bir söylemi içten içe üretiyor, özellikle 1990 sonrasında ortaya çıkan yönetmenlerin sinemaları giderek ülkemizde yeni bir politik-duygusal zemini, yeniden angajmanı öngören ve iktidara karşı direnmenin güzelliğini anlatan bir söylemi inşa etme sürecinde. Atam: “Bütün bunlar, Erdem ve Kaplanoğlu sineması yanında önemsiz özellikler değildir.” diyor ve bu süreci kuramsallaştırmak ve analizini yapmak için, yeni yönetmenlerin bir kaç filmini daha beklememiz gerektiğine vurgu yapıyor.

    Yeni Eleştiriyi Kurmak

    Son olarak, kitabın teşekkür bölümünde vurgu yapılan bir dizi ifade dikkatimizden kaçmıyor. Bu kısımda Atam, bundan sonraki süreçte kendisine düşen görevin “yeni eleştiriyi kurmak” olduğunun altını çiziyor. Bu iddialı vurguyu açmasını istiyoruz. Öncelikle varolan eleştiri ortamını özetliyor yazar: “Türkiye’de eleştiri tarihsel süreç içinde çok ciddi bir evrim geçirmiştir. 1960-80 arasında eleştiri aksiyonerdir, yani kendi istediklerini sunmuş, üretilen filmleri bunlardan yola çıkarak eleştirmiş, kendi geleneğini yaratmıştır. Bir perspektife sahiptir. Oysa darbeden sonra eleştiri bir fikir eseri olmaktan çıkmış, büyük oranda malûmat bildiren bir yapıya bürünmüş, tanıtımın bir parçasına indirgenmiş, hatta anonimleşmiştir. Türkiye’de eleştiride iki köklü eksiklik vardır. Birincisi, fikir değeri taşıyan gövdesi aşınmıştır, ikincisi ise eleştirinin kuramsal ya da felsefik dayanakları zayıfladığı için -tam da bu anlamda anonimleşmiştir-, perspektifsiz kalmıştır.” Atam, çıkış yolunu ise şöyle özetliyor: “Eleştiri tarihsel bir felsefi disipline dayanmalı, kendisi felsefik bir çatıya sahip olmalı, yazarın imzası belirli bir dünya görüşüne ve estetik varoluşa karşılık gelmelidir. Bu anlamda telif eseri olmalı ve kişilik kazanmalıdır. Eleştiriyi yeni bir yörüngeye oturtmak, kimlik kazandırmak ve yeniden saygınlığını elde etmek önemli görevlerimizden birisidir. Ki eleştirinin zayıflamasının en acı sonuçlarından birisi, seyirci ve sanatçılar nezdinde inandırıcılık taşımamasıdır. Bir tür yazdıkları önemsenmeyen birisini dönüşmüştür eleştirmen, önemli yönetmenlerin değil, ticari isimlerin karşı çıkışları karşısında bile eleştiri kendini güçsüz hissetmektedir. Eleştiri bir tür toplumsal fikir hayatımız içindeki rehberimiz olarak yeniden tanımlanmalı ve bizzat ürünleriyle bu fonksiyonu üstlenmelidir.”

    Yılmaz Güney’e Doğru

    Bu kapsamda, önümüzdeki döneme ilişkin projelerine açıklık getiren yazar, kitapta belirlediği genel çerçevenin dışında kalan yönetmenleri başka ciltlere taşımaya karar verdiğini; ama öncelikle Yılmaz Güney üzerine bütün literatürü inceleyen ancak hiç kimseyi tekrar etmeyen bir eser yazma konusunda sabırsızlandığını ifade ediyor.

    “Yakın Plan Türkiye Sineması”nın, içeriği ve sarsıcı / düşündüren anlatımı ile son dönemde sinemamız üzerine yapılan en kapsamlı incelemelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

    (*) “Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması”, Cadde Yayınları, 2011, 770 Sayfa

    (Bu yazı, ilk olarak Birgün Gazetesi Kitap Eki’nde 21 Mayıs 2011 tarihinde yayımlanmıştır.)

    (22 Mayıs 2011)

    Tuncer Çetinkaya
    ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

    Alanya 10. Uluslararası Belgesel Film Festivali Sona Erdi

    Alanya Sinema Kültür ve Tanıtım Derneği’nin düzenlediği Alanya 10. Uluslararası Belgesel Film Festivali, dün akşam yapılan gösterimler, panel ve kokteyl ile sona erdi. Alanya Kültür Merkezi’nde dün sabah saat 11:00’de Berrin Avcı Çölgeçen’in yönettiği Nağıl Neneleri’nin gösteriminden sonra filmin yönetmeni Berrin Avcı Çölgeçen izleyicilerin sorularını yanıtladı. Festivalin son etkinliği olarak belgesel film yönetmenleri Tülin Eraslan, Erdem Murat Çelikler, Nesli Çölgeçen, Sezgin Türk, Murat Erün, Berrin Avcı Çölgeçen, Cahit Çeçen ile yapımcı Reha Arın’ın katıldığı panele Alanyalılar yoğun ilgi gösterdi.

  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Alanya 10. Uluslararası Belgesel Film Festivali Sona Erdi yazısına devam et
  • Herkesin Korsanı Kendine …

    Karayip Korsanları’nın dördüncüsü de nihayet gösterimde. Üç boyutlu izlemek de mümkün, babadan kalma iki boyutlu haliyle de… Doğrusu, bir-iki bölüm hariç, üç boyutluluk filme pek bir şey de katmamış, ya da gözlüğün verdiği rahatsızlığı dengelemiyor diyelim. Ancak, denizkızları bölümünün (sır vermemek için ayrıntıları makasladım) 3D’yle güçlenmiş olması mümkün. Gene de, bizim İstinye Park’ta izlediğimiz IMAX kopya tatmin ediciydi.

    Filmin kendisine gelince, ilk bölümden beri severim. Johnny Depp’in Kaptan Jack Sparrow’u, gördüğüm en komik ve sağlam tiplemelerden biri. Keith Richards çağrışımı da cabası. Kaldı ki, daha önce başka bir Korsan filminde de karşımıza çıkan emsalsiz Richards burada da Sparrow’un babası Kaptan Teague olmuş. Yaşam Pınarı peşindeki oğlu bilgi isteyince, kırış kırış yüzünü kastederek (çok fazla makyaj da gerekmemiş olabilir) kendisinde yaşam pınarından içmiş bir adam hali bulunup bulunmadığını soruyor. Eye-liner tanıtımı gibi dolaşan kaptanımız ise, terbiyeli bir çocuk olduğunu kanıtlayarak, “Işıklandırmaya bağlı,” cevabını veriyor. Öte yandan, Rolling Stones üyelerinin sağ-salim, dimdik ayakta olmaları bile yeterince hayret verici.

    “Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides / Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde,” ilk üç filmi yöneten Gore Verbinski’nin değil de, taze kan Rob Marshall’ın imzasını taşıyor. Yapımcıların, ikinci ve üçüncü taksitlerinde, özgün film kadar başarılı olamayan ‘ürün’lerine enerji katma isteklerini doğal karşılıyoruz. Ancak, gişeden yana bir sıkıntıları yoktu, hani. Ayrıca Marshall’ın da bu tür bir filme uygun olup olmadığı tartışılıyordu. Endişeye mahal yokmuş, “Gizemli Denizlerde”nin doğru düzgün aksiyon sahneleri, eskisiyle yenisiyle filme damgalarını vuran karakterleri var. Johnny Depp’in varlığı ise, başından beri serinin temeltaşı olmuştu.

    Eskilerden, Kaptan Sparrow’un dostu Joshamee Gibbs (Kevin R. McNally) ve can düşmanı Barbossa (Geoffrey Rush), ona eşlik ediyor. Keira Knightley ile Orlando Bloom artık yok, yaslarını tutmaya da vaktimiz olmuyor. Çünkü perdede iki yeni âşık izliyoruz: bir direğe bağlanmış halde tanıştığımız misyoner Philip (Sam Claflin) ile denizkızı Syrena (Astrid Bergès-Frisbey). Aşkları ikincil bir olay gibi görünse de, hem romantik kalpleri okşayacak, hem de ana hikâyenin gelişiminde önemli bir rol oynuyor.

    Kaptan ile Sevilla’daki bir manastırda, ‘romantik’ bir macera yaşadığı anlaşılan korsan Angelica (Penelope Cruz) ve kötülerin kötüsü Blackbeard / Karasakal (“Deadwood”un yıldızı, muhteşem Ian McShane) onları aratmıyor. Hedef ise, Yaşam Pınarı. Rakip gruplar: nedamet getirmiş görünen Barbossa rehberliğinde İngilizler (Kral George’da, bir ‘kameo’da, Richard Griffiths’i izliyoruz), Kral Ferdinand (Sebastian Armesto) liderliğinde İspanyollar, Karasakal ile Angelica, gönülsüz olarak onlara katılsa da Kaptan Sparrow, yelkenlerini püfürdeterek ölümsüzlüğün ardına düşüyor.

    Aslında bu pınar için bir kurban, bir muzaffer şahıs gerekli. Bir de gizli ayin. Ponce de Leon’un gemisinden iki kadeh, yaşam pınarı suyu ve bir denizkızından alınma gözyaşı, bu ayinin olmazsa olmazlarını meydana getiriyor. İki kadehe yaşam pınarından alınan su konacak, birine de denizkızının hayli zahmetle elde edilen gözyaşı. Bir kişi diğerinin ömrünü alıp kendininkini uzatırken, diğeri oracıkta can verecek. Herkesin buna ilişkin farklı plânları var.

    Bu fanteziden başından beri hazetmeyenler, gene beğenmemiş. İlk filmin dışında Karayip Korsanı tanımayanlar da öyle. Aslında farklı yönlerde gelişen hikâyeler elbette daha hoş olurdu, diyalogların bazen oyuncuları zorladığı da bir gerçek. Öte yandan, kimse de sanat filmi yaptığını iddia etmiyor. Gizemli Denizlerde, serinin diğer filmleri gibi tarihi bir komedi / aksiyon. Oyuncuların performansları da buna uygun. Ben şahsen, çocukluğundan beri sinema salonlarından çıkmamış has bir seyirci safiyetiyle izledim, çok da hoşuma gitti. Besbelli Rob Marshall’ın da iftihar ettiği “denizkızları bölümü”nün gayet etkileyici olduğunu düşünüyorum.

    Bu denizkızları, malûm, gemicilerin hem korkulu rüyasıdır, hem de onların çağrısına dayanamazlar. Gizemli Denizler’in, korkutucu bir körfezinde yaşayan denizkızları ise, Ulis’inkilerden de tehlikeli. Ne var ki filme zenginlik katıyorlar, iyi uygulanmış parlak bir buluş olarak varlıklarından hoşnuduz. Meslek hayatına müzikallerde koreograf olarak başlayan Marshall’ın Karasakal’ın asilere iplerle yakalayıp ayakların sallandırdığı sahne ile tekneyi çevreleyen denizkızları bölümünde bu tecrübeden yararlandığı da söylenebilir. Sonuçta yönetmenin, eleştirmenlerin yarıdan çoğunu memnun edemese de, Karayip Korsanları izleyicisine istediklerini sunduğu bir gerçek. İlk hafta açılışı da hiç fena değil. Zaten beşinci filmin senaryosu bitmiş bile. Johnny Depp de, seyirciler beğendiği sürece Kaptan Jack Sparrow’u oynayacağını söyledi.

    Dame Judi Dench, kısacık rolünde, Johnny Depp’in cazibesine kapılıp bir anda mücevherinden olan asil kadın sıfatıyla “Hepsi bu mu?” diyordu. Ne diyelim, hem bu, hem değil…

    (21 Mayıs 2011)

    Sevin Okyay

    http://sevinokyay.wordpress.com/

    Çiçekli Bahçe: Amador

    Amador’un yönetmen, senarist ve yapımcısı Fernando Leon De Aranoa. Olay örgüsünün merkezinde de Marcela karakteri var. Çağımıza ait evrenselleşmiş çelişkilerin ve yaşam koşullarının bize dayatmış olduğu davranış proptotipleri Marcela’yı filmin merkezine yerleştiriyor. Kadın gözüyle bakmanın önemini de belli açılardan vurgulamayı başarıyor. Ama kör gözüm parmağına olmaktan ziyade Marcela’yı kendi içimizde içselleştirebilmemize yönelerek. Kadın olarak hamilelik ve özgürlük kavramlarıyla bütünleşiyor anlatım örgüsü. Filmin başında Marcela her şeyi bırakıp gitmeye yeltenir ama hamile olduğunu öğrenmesi, alacağı tüm kararları engellemesine neden olur. Geçmişi ve geleceği arasına sıkışır ve zoraki bir karar verir. Maddiyata dönük yaşama biçiminin insanoğluna dayattığı davranış kalıplarını da irdeliyor film. Para kazanma tutkusundan öte parayı yaşamak için kazanma çabasına dönüşüyor. Fazlasına ihtiyacımız olmadığını ama ihtiyacımız olana bile ulaşmanın kolay olmadığını vurguluyor. Anne olmak ve özgürleşebilme sorunsalına tekrar dönecek olursak bunun da bireysel olarak atacağımız kararlarla paralel ilerlediğini görüyoruz. Sonuç olarak da hamilelikten ziyade en önemli noktanın kararlarımızın arkasından ne kadar cesur bir şekilde gidebildiğimiz şeklinde nihai bir sonuca ulaşıyoruz.

    Filmin açılış sekansından kapanışına kadar oldukça dingin bir anlatımla karşı karşıyayız. Görüntü yönetmenliği, kurgu ve özellikle de oyunculuk su gibi akıyor. Ve çiçeklerden bahsetmeden olmaz. Filmin çoğu sahnesine çiçekler hakim. Ama doğal kokularından ziyade yapay olarak tatlandırılmaya çalışılmış çiçekler. Marcela ise çiçeklerin ortasında yapayalnız ve herkesin onu anlamasından çok uzak bir basitlikte yaşıyor. Doğmamış çocuğunun ultrasondaki halini görünce doktora kendisine benzeyip benzemediğini soruyor. Çiçekler nasıl narinse ve çok çabuk solup giderse Marcela da işte böyle. Onun kaderini çiçekler anlatıyor diyebiliriz. Amador aynı zamanda parçaları birleştirme ya da bütünü tamamen bozma üzerinden de okunabilecek bir film. Marcela’nın Amador’la konuşmaları esnasında Amador’a neden sürekli puzzle yaptığını sorar. Ona göre yapılmışı vardır ve onu yapmak için zaman harcamak boşunadır. Oysa Amador hayatın da bir puzzle dan ibaret olduğunu; doğumdan ölüme kadar geçen zamanda sürekli parçaları birleştirmekle uğraştığımızı söyler.

    Filmin başrolünde “Acı Süt” ve “Madeinusa” de de oynayan Perulu aktris Magaly Solier var. Amador biraz kıyıda kalmış bir film de diyebiliriz. 30. İstanbul Film Festivali’nin “Dünya Festivallerinden” kuşağında gösterildi. Gerçi ilgi tam yerindeydi. Bu yıl festivalin festivale en yakışan yerinde durmayı başardı.

    Yönetmen: Fernando Leon De Aranoa
    Senaryo: Fernando Leon De Aranoa
    Oyuncular: Magaly Solier, Celso Bugallo, Pietro Sibille
    Yapım: 2010, Renkli, İspanya

    (20 Mayıs 2011)

    Görkem Akgün

    http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

    Arka Pencere Dergisi’nden Bir Korku Filmleri Seçkisi

    Arka Pencere Dergisi, 81. sayısında, son 11 yılda Avrupa’da çekilmiş en iyi 11 korku filmini seçti. Klâsik bir başyapıtın incelendiği Aşktan da Üstün köşesinde, bu hafta Orson Welles’in sinema sanatının kaderini değiştiren şaheseri Yurttaş Kane var. Tunca Arslan, köşesinde, geçen hafta vizyona giren Devrimden Sonra’ya yakından bakıyor. Vizyon filmleri eleştirileri arasında Kutsal Savaşçı, Kar Beyaz, Hayali Aşklar, Küçük Beyaz Yalanlar, Hop ve Çok mu Komik? yer alıyor.
    Dergi bir Hitchcock alıntısıyla sona eriyor: “Charles Laughton gerçek anlamda profesyonel bir sinemacı değildi.”

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Arka Pencere Dergisi’nden Bir Korku Filmleri Seçkisi yazısına devam et
  • 19 Mayıs’ta TÜRVAK Sinema – Tiyatro Müzesi, Saat 24:00’e Kadar Açık

    Türkiye’ nin ilk ve tek TÜRVAK Sinema – Tiyatro Müzes, 19 Mayıs’ta Müzeler Haftası kutlamalarına özel olarak sabah 10:00’dan, gece 24:00’e kadar açık olacak ve ücretsiz gezilebilecek. Müzenin giriş katındaki sergi salonunda, Turhan KA’nın Sesleri alan Marko Buduris isimli resim sergisi ve Yeşilçam müzikleriyle ziyaretçiler nostaljik anlar yaşayacak. Aynı gün saat 21:00’de ise ziyaretçiler müzenin birinci katında bulunan Ali Efendi Sinema Salonu’nda da yönetmenliğini Orhan Aksoy’un yaptığı, başrollerini Gülşen Bubikoğlu, Erol Evgin ve İzzet Günay’ın paylaştığı Renkli Dünya adlı filmi ücretsiz olarak izleme fırsatı bulacaklar.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    19 Mayıs’ta TÜRVAK Sinema – Tiyatro Müzesi, Saat 24:00’e Kadar Açık yazısına devam et
  • 14. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Kapanış Töreniyle Sona Erdi

    14. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, 12 Mayıs 2011 Perşembe gecesi Kızılırmak Sineması’nda yapılan kapanış töreniyle sona erdi. “İktidar” temasıyla yola çıkan festivalin, bu yıl üçüncüsünü verdiği “Genç Cadı Ödülü”nü, Çoğunluk filminin oyuncusu Esme Madra kazandı. Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği (FIPRESCI) Ödülü ise Belma Baş’ın filmi Zefir’e gitti. Ece Temelkuran, Sırrı Süreyya Önder, Can Dündar, İlksen Başarır, Zeki Demirkubuz, Meral Okay ve Derya Alabora’nın da aralarında bulunduğu 60’dan fazla sinemacı, yazar, gazeteci, akademisyen ve aktivist, festival söyleşilerinde seyircilerle buluştu.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    14. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Kapanış Töreniyle Sona Erdi yazısına devam et