Önceki haftanın ortalarında, ülkemizin kültür ve sanat arenasında uzun yıllardır eşi ve benzeri görülmemiş nitelikte, “şık” bir olay gerçekleşti.
Söz konusu gelişmeden haberdar olur olmaz, ayrıntılarını birazdan anlatacağım bu onurlu çıkışı gerçekleştiren her iki sinema sanatçımızı da -fazlasıyla hak ettikleri- bir sevgi yazısı üzerinden taçlandırma arzusuyla kıpır kıpır atmaya başladı yüreğim… Heyhat, aynı günlerde bünyemde baş gösteren yüksek tansiyon atağı ve hastanelik oluşum nedeniyle, geçen haftaki sinema sayfamı zorunlu olarak iptâl ettim. Dolayısıyla, Halil Ergün ve Ahmet Mümtaz Taylan’a -aslında bir hafta önce gerçekleştireceğim- “saygı duruşu”nun yayını da bu hafta sonuna kaldı.
Konu özetle şudur:
Çağdaş İtalyan sinemasının Türk ve İslâm karşıtlığı noktasında bilinci en kirli, en nefret dolu ve en utanmaz yönetmenlerinden biri olan Renzo Martinelli, geçtiğimiz aylarda “11 Eylül 1683” (September Eleven 1683) adını taşıyan bir film yapmaya karar vermiş. Özellikle Türk tarihi ve İslâm dinine ilişkin tarihsel konulara pek meraklı olan bu faşist sinemacı, henüz oyuncu seçimleri süren yeni projesinde 15’inci yüzyılda yaşamış ünlü bir İtalyan rahip, Venedikli Capuchin keşişi Marco d’Aviano’nun (1631 – 1699) hayatının çevresinde dönen bir hikâye anlatmaya soyunmuş. Hikâyenin içinde, Osmanlı Devleti’nin 1683′de gerçekleştirdiği İkinci Viyana Kuşatması da çok önemli bir yer tutacakmış.
Martinelli, bu amaçla, filmdeki Türk karakterler gerçekten Türk olsun ve fiziksel benzeşlikler / diyaloglar perdede sırıtmasın diye, kuşatma döneminin iki önemli simâsı, Osmanlı Sultanı 4’üncü Mehmet ile Kırım Hanı Murat Giray karakterleri için ülkemiz sinemasının iki değerli sanatçısına yazılı birer teklif göndermiş. Sultan 4’üncü Mehmet’i canlandırması isteğiyle sinemamızın usta oyuncusu Halil Ergün’e, Kırım Hanı için de özelikle son yıllarda rol aldığı sinema filmleri ve televizyon dizileriyle müthiş bir çıkış yakalayan Ahmet Mümtaz Taylan’a…
Kültürüne, dinine ve tarihine karşı akıl almaz bir yabancılaşma içindeki Türk sanatçılarının dış dünyadan gelen böylesi iş teklifleri karşısındaki tepkileri, genel olarak en başından itibaren bellidir. Çoğu aktör ve aktristimiz, kendisine uluslararası sanat piyasasında hafiften bir boy gösterme fırsatı sağlayacak olan bu tür projelere, önüne ardına alıcı gözüyle bakmaksızın balıklama atlar. Yeter ki adı jeneriklerde bir kaç yabancı sinemacıyla birlikte geçsin diye… Bu tür çok uluslu filmlerde de Türkiye, Türkler ve İslâm, batılı sanatçıların bilinçaltlarına kolay kolay silinmemecesine kazınmış olan yoğun önyargılar eşliğinde ele alındığından dolayı, batı sinemasının tarihi, Türk oyuncularının birbirinden rezil hikâyelere meze yapıldıkları bir sürü talihsiz örnekle doludur. Pek az istisnâ haricinde, içinde bizden unsurlara yer veren yabancı filmlere mutlaka kötü karakterli birer figür olarak dahil edilen Türkler, bu kategorideki düzinelerce yakın tarihli yapımda, yine bizzat bizim “Belki bir fırsat doğar da dış piyasaya açılırım” diye düşünen naif sanatçılarımız marifetiyle canlandırılmıştır.
İşte, 1948 – Cesano Maderno doğumlu Renzo Martinelli de Avrupalı ve Amerikalı sinemacıların büyük bir bölümünde çeşitli düzeylerde hissedilen bu Türkiye – Türklük alerjisine en fazla sahip yönetmenlerden biri; hattâ söz konusu alerjiyi bünyesinde düpedüz nefrete dönüştürmüş şaibeli bir isim… Âdetâ Mussolini dönemi İtalya’sından miras bir ideolojik kalıntıyı andıran bu Hıristiyan fanatiği herifi ve onun saldırgan sinemasını, bundan yaklaşık üç yıl önce, başka bir Kur’an-ı Kerim düşmanı çalışması nedeniyle konuk etmiştim sütunlarıma…
26 Ekim 2008 Pazar günü bu sayfada yayımlanan “Sinema tarihindeki en ‘İslâm düşmanı film’e destek olmuşuz!” başlıklı yazımda, mâlûm yönetmenin 2006 yılında, İtalyan ve Amerikalı oyuncularla ciddi bir bütçe eşliğinde gerçekleştirdiği “Mücevher Tüccarı” (The Stone Merchant / Il Mercante di Pietre) adlı yapımdan söz etmiş, bazı bölümleri Türkiye’de çekilen bu faşist filme Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın fütursuzca “çekim izni” vermesini eleştirmiştim. Adam, 2006 yılı ilkbaharında, aralarında Hollywood’un iki büyük yıldızı Harvey Keitel ve F. Murray Abraham gibi sanatçıların da bulunduğu iddialı bir kadroyla ülkemize gelmiş, Kapadokya bölgesinde Türkler’e ve daha da önemlisi İslâm dinine ağzına geleni söyleyen bir film çekmiş; üstüne üstlük de Türkiye’de kaldığı süre boyunca bölgenin mülkî âmirleri tarafından balla börekle beslenip, kendisine şatafatlı kutlamalarda Nevşehir – Uçhisar’ın “altın anahtar”ı sunularak yolcu edilmişti. Hiç kuşkusuz, bunu yapan idareciler özünde kötü niyetli falan değillerdi; onlara bölgede “Türkiye’yi tanıtan (!) bir filmin çekileceği” söylenmiş, onlar da kendilerince hayırlı bir şeyler yapmak için çırpınmışlardı. Üstelik, Keitel ve Abraham gibi iki saygın oyuncunun ekipte bulunuşu da çalışmaları dışarıdan izleyenlere belli bir güven vermekteydi. Ancak, Martinelli’nin çektiği senaryoyu bir bütün olarak, özellikle de ideolojik yapısı itibarıyla doğru düzgün değerlendirme kapasitesinden yoksun kimi bakanlık bürokratlarının olaya, “Aaa ne güzel, yabancı sinemacılar Türkiye’de tarihî ve turistik değerlerimizi sergileyen bir film çekecekler” mantığıyla yaklaşıp, bölgedeki yerel yetkilileri de temelsiz bir iyi niyet çerçevesinde seferber etmeleri yüzünden yaşanmıştı bu kepazelik…
Türkiye’de yapılan çekimlerden yaklaşık 7 – 8 ay sonra söz konusu film dünya çapında vizyona çıktı, biz de bu hasta ruhlu İtalyan sinemacının ülkemizde nasıl bir hikâye çektiğini hep birlikte izledik. Doğu uluslarına karşı baştan aşağı nefretle bezenmiş, Özellikle de ABD’de yaşanan 11 Eylül 2001 terör saldırılarının kökünü götürüp ta Osmanlı’nın Viyana Kuşatması’na bağlamak gibi akıllara zarar bir saçmalığa imza atan, bu sefil ideolojik önermesiyle de gösterime girdiği bütün ülkelerde -ne mutlu ki- eleştirmenlerin çok sert yorumlarıyla karşılanan bir yapımdı “Mücevher Tüccarı”… Öyle ki filmin yalnızca son 10 dakikasını izleyerek bile, adamın ne kadar azgın bir faşist olduğunu, Türkler’den ve Müslümanlar’dan ne denli nefret ettiğini kendi gözlerinizle görebilirsiniz. Ben de o günlerde -nefret dolu içeriği nedeniyle ülkemiz sinemalarında gösterime bile sokulamayan- bu ucube filmin korsan pazarından bulabildiğim bir DVD kopyasını, “Buyrun, çekimine izin verdiğiniz filmi izleyin” diyerek Bakanlık’taki bazı üst düzey yetkililere göndermiştim.
Dileyenler, 26 Ekim 2008 tarihinde sayfamızda yayımlanan ayrıntılı değerlendirmeyi aşağıdaki linkten okuyabilirler:
http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=13493&y=AliMuratGuven
Velhasıl, özellikle Osmanlılar’dan ölesiye nefret eden, bu yöndeki görüşleri ve duygularını filmlerine yansıtmaktan da zerrece çekinmeyen Martinelli, beş yıl önce Türkiye topraklarında sinsice deneyip başarıya ulaştığı bir girişimi, o haddinden fazla gelişkin İtalyan zekâsıyla şimdi bir kez daha tekrarlamaya kalkışmış. O da nedir? Türkler’e ve İslâm’a karşı önyargılarla bezenmiş bir filmde Müslüman – Türk aktörlerini oynatarak filminin inanılırlığını artırmak; eleştirmeye kalkan olursa da “Kardeşim, ben Türk karakterleri yine Türk oyunculara verdim. Adamlar senaryomu okuyup incelediler, anlattıklarımın doğruluğunu onayladılar, sonrasında da gelip gönül rahatlığıyla filmimde rol aldılar. Türkler bile kendilerinin ne kadar vahşi ve barbar bir tarihleri olduğunu kabûlleniyorlarsa, size ne oluyor?” diyebilme fırsatını elinde tutmak…
Fakat, büyük bir keyifle öğrendim ki ne sinema, tiyatro ve televizyon dünyamızın “koca çınar”ı Halil Ergün, ne de ilk kez Ömer Vargı’nın “İnşaat” filminde yakından tanıyıp o tarihten bu yana beyazperdedeki performanslarını hayranlıkla izlediğim Ahmet Mümtaz Taylan bu zokayı yutmamışlar. Her ikisi de önce senaryonun birer örneğini istetmiş, gelen metinleri dikkatlice okumuş ve ardından “Biz, Türk sanatçısı olarak, tarihimize, kültürümüze ve inancımıza bu denli önyargıyla yaklaşan bir filmde rol almayız” diyerek kendilerine yapılan cazip teklifleri reddetmişler. Özellikle de Ahmet Mümtaz Taylan, kendi çapında bir çakal olan Martinelli’ye öylesine zehir zemberek bir cevap göndermiş ki ondan bir bölümü buraya aktarmamak büyük bir hata olur. Şöyle demiş sevgili Taylan cevabî mektubunda:
“İkinci Viyana Kuşatması’nın 11 Eylül 2001’de ABD’de olup bitenlerle hiç bir ilgisi ve ilişkisi yoktur. Trajik bir terör saldırısına işaret eden bu tarihi insanların kafalarına iki semavî dinin düşmanlığının tescil edildiği bir dönüm noktası gibi kazımak şeklindeki o çirkin niyetinizden dolayı kendinizden utanmalısınız.
Çok önem verdiğiniz o projenizi alıp, dilediğiniz bir yere sokabilirsiniz! Böylesine kötü niyetli bir hikâyeyi her şeye rağmen beyazperdeye aktarmayı başarırsanız da eminim ki yeryüzünün dört bir köşesinde yaşayan, her inançtan sorumluluk sahibi ve duyarlı insanlar, sizi yaptığınız bu film için lânetleyeceklerdir.”
O kadar çok özlemişim ki bir Türk sinema sanatçısından böyle onurlu bir çıkışı duymayı, görmeyi… Muhtemelen, gerek Ergün, gerekse Taylan, faşist Martinelli’nin filminde canlandıracakları Müslüman – Türk karakterler için Türkiye’de çektikleri hiç bir dizi ya da filmde almadıkları ölçüde yüksek bir ücretle taltif edileceklerdi. Fakat, her iki sanatçı da işin bu cephesine prim vermeyerek, olayı bir “meslekî namus meselesi” olarak görmüş ve tereddütsüz reddetmiş.
Dikkatinizi çekiyorum; bu iki oyuncumuz da ulusal sinema – televizyon piyasasında görüşleri itibarıyla politik yelpazenin “sol” tarafında duran kişiler… Fakat, bizleri bugünlere taşıyan tarihsel mirasa ve “İslâm” gibi birleştirici değerlere sahip çıkmak söz konusu olduğunda, genel geçer politik yargılarını bir kenara bırakıp en azından “kültürel milliyetçi” olabilecek kadar da onurlu bir duruş sergilemeyi başarabiliyorlar.
İki sanatçının sergilediği bu ayrıcalıklı tavır, ülke olarak son yıllarda içinde umutsuzca yüzüp durduğumuz “karşılıklı politik nefret” konjonktüründe, benim gibi sanat dünyasında barış ve dostluğun peşinde bir yazar için çok değerli… O yüzden de yaşanan sürece ilişkin bu bilgilerin irili ufaklı bütün medya organlarına taşınıp kitlelerle paylaşılmasına hayatî bir önem atfetmekteyim. Çünkü, daha önce de vurguladığım gibi, “ideolojik kamplaşma”nın, günlük politikaya ilişkin sığ partizan yaklaşımların, sanat çevrelerinden Meclis’e, ordudan iş dünyasına kadar hayatlarımızı topyekün esir ettiği bir dönemde, “Biz kendi içimizde birbirimizi kıyasıya eleştirebiliriz, hattâ gerekli olursa birbirimizin ensesine uyarıcı şaplaklar da atarız. Fakat, son kertede hepimiz bu toprakların çocuklarıyız; ülkemize, tarihimize ve bizleri büyük bir ulus yapan kadim kültürümüze sahip çıkmalıyız” tarzı bütüncül bir yaklaşım, Türkiye’nin özellikle kültür – sanat câmiâsında hemen hemen unutulmaya yüz tutmuş durumdaydı. Ergün de Taylan da Mussolini artığı görüşlerini çağdaş İtalyan sinemasına aynen taşımaya çabalayan Martinelli’nin bu pis tezgâhına âlet olmayarak, içinde yaşadıkları toplumu ayrısız gayrısız kuşatıp kucaklayan demokratça bir yaklaşımı, ekmek yedikleri topraklara iyiden iyiye yabancılaşmış durumdaki bazı meslektaşlarına yeniden hatırlatmış oldular.
Sevgili Halil Ergün, sevgili Ahmet Mümtaz Taylan… Türk sinema, tiyatro ve televizyon dünyasının iki değerli sanatçısı, sanatçılarımız…
Müslüman bir yurttaş, yanı sıra da bir sinemasever ve sinema yazarı olarak her ikinize de gönülden teşekkür ediyorum. Hiç kuşkusuz ki kendinize yakışanı yaptınız. Ve bu olay da benim belleğimde, bundan sonraki meslek hayatımda sizlere yönelik yargılarımı belirleyen çok değerli bir anekdot olarak kalacaktır.
Yüce Allah’tan da her ikinizin o kötü niyetli projede rol almayı reddetmeniz nedeniyle -şeklen- yitirdiğiniz yüksek maddî geliri ve prestiji, meslek hayatlarınızda sizlere başka başka vesileler bahşederek, önünüze bundan çok daha bereketli ve görkemli kapılar açarak misliyle iade etmesini diliyorum.
(Bu yazı, Yeni Şafak Gazetesi’nin 22 Mayıs 2011 Pazar günkü sinema sayfasında aynen yayımlanmıştır.)
(27 Mayıs 2011)
Ali Murat Güven
Yenişafak Gazetesi Sinema Yazarı
alimuratg@yahoo.com