Dünyadan varlığını çektiğini duyunca, her şey bir yana, bu kadar yaşama konusundaki azmine hayran kaldım. Genç yaşından beri türlü hastalık çekmiş, “National Velvet”ın çekimi sırasında attan düşüp sırtını incittiğinden beri sakatlıklardan kurtulamamıştı. Ama bugünün ölçüleriyle bile ‘ileri’ olan bir yaşa erişti. Hem de çok dolu, yoğun, olaylı bir hayat sürdüğü, türlü skandal yaşadığı halde. Annesiyle babasını dinleyip, sevdiği herkesle evlenmişti. Dostlarına hep sadık kalmıştı.
Elizabeth Taylor artık yok.
Arkasından yazılan yazılarda, “Hollywood stüdyo sisteminin son starı da gitti,” demişler. Eh, kalmıştır belki bir-iki kişi ama Liz Taylor kadar her anlamıyla ‘star’ olanları bulmak zaten zor. Emsâlsiz güzelliğinin yanına, zaman zaman inkâr edilse bile, iyi oyunculuğunu koymayı bilmişti. Özel hayatı çeşitli aşklarla, iniş çıkışlarla, yedi eşle olabildiğince hareketliydi. Şöyle bir bakıyorum da, hayattayken de, öldükten sonra da onu tanımlamaya çalışanlar hep “Menekşe gözlü”, sonra “siyah saçlı” ve “beyaz tenli” demişler.
Bu da genç yaştaki kızları çıldırtmaya yeter de artardı bile. Elizabeth Taylor, benden on yaş büyüktü. Ama bizim çocukluğumuz ve gençliğimizde filmler de neredeyse o kadar sene sonra burada gösterime giriyordu. Bu yüzden de ben ve yaşıtlarım (kızları kastediyorum) karşımızda hep menekşe gözlü, neredeyse bizim yaşımızda bir cimcime bulmak durumunda kaldık. Yani, tuhaf renkte gözleriyle şöyle bir bakar, kamera zum yapar, herkes erir. Köpeklerle, atlarla arkadaşlık eder. Yere-göğe koyamazlar, Liz aşağı, Liz yukarı. Ancak, çabuk büyümek zorunda kalan bir çocuk olduğu için (bunun sıkıntısını çektiğini hep söylemiştir), neredeyse aynı zamanda onun Hilton’un mahdumu ile evliliğine, boşanmasına, ‘büyük’ olarak çevirdiği filmlere ilişkin haberleri de dergilerle gazetelerden izliyorduk.
İyi tarafı ise Liz’in her türlü mukayeseyi kökünden kesecek kadar güzel olmasıydı. Yıllarca bu ‘menekşe göz’ hikâyesinin hurafe olduğu umuduyla dolaştım. Liz gibi gözleri olduğu söylenen insanlar da sonunda ya yeşil, ya mavi gözlü çıkardı. Ne yazık ki bir gün Kabataş’ta fiilen menekşe gözlü bir hanım gördüm. Umutlarım o zaman söndü. Ama zaten Liz de artık 40’ını aşmıştı.
Marilyn Monroe kadar meşhurdu, ama Marilyn dayanamadı, o dayandı. Belki de çocuktan başlamış olmanın faydasını görmüştür. Ancak genç yaşta çok meşhur olmak, Marlon Brando ve Michael Jackson gibi onun hayatında da etkilerini göstermişti. Bu yüzden ikisiyle de iyi arkadaş olmuştur. Hele Michael’ı sonuna kadar savunmuş, hep seveceğini söylemiştir. Brando ile de anlaşırlardı. Sadık kaldığı bir başka arkadaşı da, Rock Hudson’du. Onun AİDS’den ölümünün ardından kendini tamamiyle AİDS araştırmalarına vermiş, hatta bu sayede iki Oscar ödülüne bir de Jean Hersholt İnsancıl Çalışmalar Ödülü eklemişti. Artık oyunculuğu suni bulduğunu, çünkü gerçekten acı çeken insanlar gördüğünü söylerdi. Çok sevdiği Montgomery Clift’e de hep destek olmuş, daha ilk filminde beraber oynadığı, ona hayran olan Roddy McDowall’ı da yanından ayırmamıştır.
Çok acı çekti. On iki yaşındayken attan düşüp sırtını incitmesinin etkileri yıllarca sürdü. Genç yaşından beri türlü hastalık çekmiş, sakatlığa uğramış, pek çok ameliyat olmuştur. Sonunda ölümünde neden olan kalbi onu hep rahatsız etti. BUtterfield 8’i (1960) çekerken de öyle ağır bir zatürree olmuştu ki, öldüğü ilân edilmişti. Nefes borusuna müdahale edildi, Oscar töreninde elmaslara alışkın boynundaki yara izi çok belli Liz bu filmle Oscar alınca, kendi de “The Apartment”la aday olan ve sonradan çok yakın dost oldukları Shirley MacLaine, “Ödülü bir trakeotomiye kaptırdım,” diyecekti. Olsun, Liz de daha önce “Raintree County” ile iki Tennessee Williams uyarlaması: “Cat on a Hot Tin Roof / Kızgın Damdaki Kedi” ve “Suddenly, Last Summer” ile aday olmuş, ancak beğenilmeyen “BUtterfield 8” ile heykelciği elde etmişti.
Elizabeth Taylor her şeye rağmen ‘yaşlı’ denebilecek bir yaşa erişti. Çok dolu, yoğun, olaylı bir hayat sürdü. Dostlarına hep sadık kaldı. Neşeli, sözünü esirgemeyen, sevilen bir insan olduğunu söylerler. Eşlerinin içinde en meşhuru, “Cleopatra”yı çevirirken tanıştıkları, iki kez evlenip boşandığı Richard Burton, onun sorunlarını, erken yaşta gelen büyük şöhrete bağlardı. Fazla güzellik de hazımsızlık yapmıştır belki. Ama gerçekten çok güzeldi, Alain Delon’un ilk gençliğinde olduğu kadar güzel. Açıkçası bize de, “Son nefesimde bile diyorum ki meheldi / Molière dahi ise Christian güzeldi,” diyen Cyrano de Bergerac gibi kadere boyun eğmek düşmüştü.
Burton ile kavgalı-dövüşlü (sadece başkalarının yanında kavga ettiklerini söylerlerdi) ve fırtınalı evlilikleri, sonradan “Burton-Taylor Elması” adı verilen 1 küsur milyon dolarlık hediye elmasın da desteğiyle, en çok akılda kalan evliliği olmuştur. Oysa yaşı tutanlar onun asıl, kızı Liza’nın babası prodüktör Michael Todd’a âşık olduğunu bilir. Bir önceki kocası İngiliz aktör Michael Wilding gibi, Todd da Liz’den çok büyüktü (ilki 20, ikincisi 23 yaş). Ama Wilding’e hayatı zehir eden Taylor, üçüncü kocasına çok âşık olmuş onun uçak kazasındaki ölümünden sonra ne yapacağını şaşırmıştı. Ben, aile dostu Debbie Reynolds-Eddie Fisher çiftine önce sığınmasını, sonra Eddie’yi ayartmasını da bu üzüntü ve şaşkınlığa bağlıyorum. İlk kocası, şimdi pek asil şekilde Conrad Hilton Jr. diye anılan Nicky ile olan kısacık evlilik de bir gençlik hatasıydı herhalde. Sekiz evliliğinden ikisini yaptığı Burton’dan sonra da iki kez evlendi, bir senatörle, bir inşaat işçisiyle. Dedim ya, annesiyle babası birini severse onunla evlenmesini nasihat etmiş.
Ne yazık ki, güzelliği ve özel hayatı, hep oyunculuğunun önüne geçme eğilimi göstermiştir. Oysa ilk kez üç yaşında balerin olarak seyirci karşısına çıkan ve o sıralar prenses olan şimdiki İngiltere Kraliçesi Elizabeth karşısında dans eden bu İngiliz ana-babalı, ama İngiltere doğumlu kız, çocuk oyunculuktan büyük oyunculuğa başarıyla geçiş yapan az sayıda kişiden biri olacaktır. Taylor, özellikle ona ikinci Oscar’ını getiren “Whose Afraid of Virginia Woolf / Kim Korkar Hain Kurttan”daki yaşlı, şirret kadın karakteriyle güzelliğe ihtiyacı olmadığını göstermişti.
Ne diyelim? Bu dünyada varlığını hissetmemek bizde bir eksiklik duygusu yaratıyor. Gençliğimizi paylaştığımız kişiler böyle olur işte. Onu sevgiyle yolcu ediyoruz. Neyse ki sureti halen bizimle, hep de bizimle olacak.
(24 Mart 2011)
Sevin Okyay