Dünyaca Ünlü Yönetmenler Yetiştiren Sundance Enstitüsü Türkiye’den Dört Yönetmen Seçti

Bu sene 10. yılını kutlayan Türkiye’nin ilk ve tek bağımsız filmler festivali If İstanbul dünyanın önde gelen film festivali ve sinema geliştirme kurumu Sundance ile geliştirdiği işbirliği kapsamında dört genç Türk yönetmene çok büyük bir fırsat yaratıyor. 1981 yılında Utah’da Robert Redford tarafından kurulan Sundance Lab ekibi ilk defa bu yıl İstanbul’a geliyor. Enstitüsü yetkilileri, Sundance Lab danışmanları ve ünlü Hollywood senaristleri Etgar Keret, Bill Wheeler ve Wesley Strick, Sundance Lab’in bir benzerini İstanbul’da gerçekleştirecek. Bu özel çalışma için seçilen isimler ise Aslı Özge, Nesimi Yetik, Melisa Önel ve Orhan Eskiköy oldu.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Dünyaca Ünlü Yönetmenler Yetiştiren Sundance Enstitüsü Türkiye’den Dört Yönetmen Seçti yazısına devam et
  • Acıların Kadını Ayşe Şasa

    Ayşe Şasa, Türk sinemasının gelmiş geçmiş en iyi senaryo yazarlarından biri… 13 yıl çok yakınında olduğu Kemal Tahir yanı sıra, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz, Yaşar Kemal, Bülent Oran, Giovanni Scognamillo, Halit Refiğ, Metin Erksan, Atilla Dorsay gibi Türk kültür hayatının pek çok değeri uzun yıllar Ayşe Şasa’nın, yanı başındaydı, hayatından gelip geçti. Ayşe Şasa, sağlık durumundaki ciddi bozulmalara rağmen, senaryoları, yazıları ve kitaplarıyla, daima Türk sinemasının ve kültür hayatının merkezinde oldu.

    Birkaç hafta önce “Bir Ruh Macerası” adlı kitabından yola çıkarak Ayşe Şasa’nın kültür ve sinema hayatımıza katkılarına yakından bakmaya çalışmıştık. 04 Ocak 2010’da yayınlanan bu yazımızın başlığı “Ayşe Şasa’nın ‘Ruh Macerası’na kayıtsız kalmayın”dı. Ayşe Şasa’nın bir diğer kitabı “Yeşilçam Günlüğü”nden yararlanarak yazdığımız, “Ayşe Şasa’nın ‘Yeşilçam Günlüğü ve ‘Yorulmayan Savaşçı’ Kemal Tahir” adlı yazımız Türk sinemasının gizli ve gerçek tarihini öğrenmek isteyenlere çok yararlı ipuçları ve takip edilmesi, izlenmesi gereken ekmek kırıntıları sunuyor.

    “Yeşilçam Günlüğü” ve “Bir Ruh Macerası” adlı kitaplar aracılığıyla hayatının ikinci yarısında Türkiye’nin deruni varlığındaki mevcut yoğun iman potansiyelini – Öteki Türkiye’yi- tanıma fırsatına ermiş bir insanın (Ayşe Şasa’nın) yüreğine yolculuk yapıyorsunuz.

    “Gerçeğin Değişkenliği Kemal Tahir” adlı kitabında Halit Refiğ, Ayşe Şasa ve Kemal Tahir için şunları söylemiştir: “1958’den 1965 yılına kadar Kemal Tahir ile aramızda hiçbir ciddi ideolojik tartışma olmadı. Ben O’na olağanüstü bir bilge saygısıyla bakıyordum. O büyük ölçüde Selanik kökenli olmamdan ötürü benim solculuğumu pek ciddiye almıyordu.Metin Erksan, Atıf Yılmaz ve Ayşe Şasa gibi öbür meslekdaşlarımın da sık sık katıldığı toplantılarda konular ideolojik meselelerden çok sanat ve toplum ilişkileri üzerinde yoğunlaşıyordu. Kemal Tahir filmcilerin kendisine gösterdiği ilgiden memnundu. Ama Yeşilçamlılarla fazla yüz göz olup Marksizmi sulandırma ithamı ile karşılaşmaktan da bir ölçüde çekindiğini hissediyordum. (…) Kemal Tahir, filmciler arasında en çok Metin Erksan’a değer verirdi. En sevdiği Türk filmi de Metin Erksan’ın yarattığı “Sevmek Zamanı”ydı. Benim yaptığım filmlerin hiçbirinden çok fazla hoşlanmadığını hissettim.”

    Ayşe Şasa Hatırlıyor:

    “İçine doğduğum zümre ticaret burjuvazisiydi, elit bir zümreydi. (…) Yönetici zümrelerden gelen, çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca bu zümrenin öldürücü zehrinden -yabancılaşmadan- fazlasıyla pay almış biriyim. Çok istediğim halde içinden çıktığım zümreyi sinemada, beyazperdede tasvir etmek, bu zümreyle olan gerilimli akrabalık bağımı derinlikli bir şekilde ele almak ne yazık ki bana nasip olmadı. Oysa sanatçılar için bu tür hesaplaşmalar çok verimli arınma vesileleridir. Dahası, Türk sinema tarihi boyunca yönetici zümreler beyazperdede daima dıştan, uzaktan, yüzeysel olarak anlatılmışlardır. Reha Erdem’in ‘A Ay’ıyla, Kutluğ Ataman’ın ‘Karanlık Sular’ adlı filmleri bu açığı ilk kez gözle görülebilir şekilde kapatmıştı.

    (…) Benim yetişme çağımda Burjuva ailelerde hala Tanzimat’tan gelen yabancı dadı çalıştırma geleneği sürüyordu. Ailem de bu kötü ve korkunç geleneğin etkisi altındaydı. Ailem, bana çok büyük bir iyilik yapmış olduğunu düşünerek, beni hepsi de İkinci Dünya Savaşı cehenneminden kaçmış ve ruhen sakat olan kimi Yahudi, kimi Katolik, kimi Protestan birtakım dadılara teslim etti. Ailem, bu insanları kafasında idealize ettiğinden dadılarımdan fiziksel ve ruhi çok şiddet gördüm. (…) Çok yalnız ve bedbaht bir çocukluk yaşadım. Aşırı iletişimsiz bir dünyada büyüdüm. İleride şizofreniye kadar yol açacak düzeyde bir iletişimsizlik yaşadığım için beyazperdeyi milyonlarca insanla iletişim kurma aracı olarak seçtim. Bir de, fantezilerimi canlanmış, filme çekilmiş olarak görmenin sevinci bana çocuk heyecanı verirdi. (…) Çocukluğumda ve ilk gençliğimde, ’iyi bir Batılı’ olmamı arzulayan ebeveynlerim tarafından ellerine teslim edildiğim yabancı uyruklu dadılarımdan dolayı yoğun Yahudi-Hıristiyan etkilerine tabi oldum. (…) Bir zamanlar hem Ateisttim, hem de Marksisttim. (…) Bugün geriye döndüğüm zaman, hayat hikâyemi bir film sinopsisi (konu özeti) gibi özetleyebiliyorum.1960 yılında 18 yaşımda sinemaya adım attığımda, Marksist dünya görüşünü beyazperde aracılığıyla yaymayı kendime görev tayin etmiştim. Türk sinema seyircisi, Türk filminin varlığında beni kendimle yüzleştirdi… Bana tutulan bu aynada kendimi, gerçek kimliğimi kavrayışımı, Müslümanlığımı idrak edişimi, beni kendimle yüzleştiren sinema seyircisine borçluyum.

    (…) 30 yaşımda başlayıp 48 yaşıma kadar süren ağır bir ruhsal çöküş yaşadım.

    (…) Bugün kendimi Müslüman olarak tarif ediyorum. (…) Yahudi ya da Hıristiyan değil, Müslüman olduğuma açıklıkla karar verdikten sonradır ki, zenaatımda, sinemada da yürünmesi gereken yolun apayrı bir estetik anlayışın sınavından geçmesi icap ettiğini kavradım. Trajik dünya görüşünü reddedip, trajik-olmayanın peşine düşmem bu dönemece rastlar.”

    Ayşe Şasa’nın Hayatının Dönüm Noktası: 1981

    Ayşe Şasa’nın hayatında dönüm noktası 1981 yılıdır. O yıl İbnü’l Arabi’nin “Fusüsu’l-Hikem” adlı kitabını (Kabalcı Yayınevi tarafından Ekrem Demirli’nin çevirisi ve şerhiyle yayımlanmıştır) okumaya başladı. Klasik anlamıyla bir tasavvuf kitabı olmayan “Fusüsu’l-Hikem”, Avrupalı ve Amerikalıların teozofi, İslam filozoflarının ise ilm-i ilahi ya da marifetullah olarak tanımladıkları bir disiplini temellendirmeyi hedefleyen özgün bir kitaptır. “Fusüsu’l-Hikem” İbnü’l Arabi’nin öğrencisi Sadreddin Konevi’ye göre bir metafizik kitabıdır ve Allah’ın varlığını, O’nun alemle ilişkisini konu edinmektedir.

    Ayşe Şasa’yı Tedavi Eden Kitap “Fusüsu’l-Hikem”

    Ayşe Şasa, “Fusüsu’l-Hikem” için şunları söylüyor:

    “İslam’a ve İslam tasavvufuna yönelmemi, bütünüyle bir tek kaynağa, Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabi’ye borçluyum. Onun 1981’de okumaya başladığım, “Fusüsu’l-Hikem”i geleneğin sırlı kapısından girip şiir dolu bir aleme adım atmama vesile olmuştu. Yine, Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin himmetiyle, derece derece ilerleyen “Fusüsu’l-Hikem” okumaları sayesinde, tam 18 yıl boyunca pençesinde kıvrandığım ağır sinir hastalığından bütünüyle kurtuldum. (…) Hayatımda karşılaştığım en olağanüstü metin “Fusüsu’l-Hikem”dir. (…) Kozmik bir şiir, kozmik bir müzik ve göksel bir mimari yapıtı olan o eşsiz metafiziği okudukça; ‘Ben bunca yıl bu kadar muhteşem bir söylemden nasıl da habersiz kalmışım,’ diye hayıflanıyordum. (…) 1981 yılından itibaren, tasavvuf düşüncesi, bilhassa Hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin görüşleri bana çok büyük ışık olmaya, kaynak olmaya başladı ve o güne kadar hiç bilmediğim bir enerji verdi, bir neşe verdi. Doğrusu şimdi biraz da bu enerjiyi sinema alanına yansıtmaya çalışıyorum. Allah izin verirse… (…) “Fusüsu’l-Hikem”i okumaya başladığımda o güne kadar okuduğum, bildiğim her şeyden farklı, adeta kainatta bir üst alemden, bana doğru böyle bir ruh, bir rahmet akmaya başladı. (…) Müthiş bir büyülenme olayı oldu. Ve insiyaki olarak, yani çok ıstırap çekmiş bir hasta olduğum ve “Fusüsu’l-Hikem” bana ilk andan itibaren şifa vermeye başladığı için, kitabı bırakamadım. Devamlı olarak okudum. Okumaya devam ettim.”

    Ayşe Şasa ve Hazreti Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi

    Ayşe Şasa’nın hayatına yön veren sözlerden biri de Hazreti Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi’ye ait… Bu söz şöyle: “Alemde her ne ise aradığın, bil ki onun cevabı, karşılığı kendi kalbindedir.”
    Bizde bu vesileyle, Hazreti Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi’nin yedi çok yararlı öğüdünü hatırlatalım:

    -Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
    -Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
    -Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol.
    -Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
    -Mütevazilikte toprak gibi ol.
    -Hoşgörülülükte deniz gibi ol.
    -Olduğun gibi ol, göründüğün gibi ol!…

    Ayşe Şasa’nın Mahmud Esat Hocaefendi’yle Tanışması

    Ayşe Şasa, Nakşibendi tarikatının kollarından biri olan İskender Paşa cemaatinin Şeyhi Prof. Dr. Mahmud Esat Coşan Hocaefendi’yle (1938-2001) tanışacağı gün, ilk defa, başını örtmüştü. Bilindiği gibi, Esat Coşan Hocaefendi’nin Şeyhi’yse, aynı zamanda kendisinin kayınpederi olan, Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi’ydi (1897-1980). Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi, dönem dönem, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Turgut Özal gibi siyasetçilerden desteğini esirgememişti… Vatan Gazetesi yazarı Süleyman Ateş’in 4 Ocak 2010’da yazdığı gibi, “Hazreti Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi de, Yunus Emre de, Ahmet Yesevi de, Hacı Bektaş-ı Veli’de birer tarikata bağlıydı.”

    20. Yüzyıl Yıkım Çağı

    Ayşe Şasa, “Temerküz (toplama ve yok etme) kampları, atomik infilâkları, Çernobil’leriyle, azgın bir bencilliği kışkırtan tüketim toplumunun hasta zihniyetiyle uzay çağı dediğimiz 20. Yüzyıl insanoğlu için zahirde şanlı, batında çirkin bir yıkım çağı oldu,” diyor.

    Kemal Tahir, Halit Refiğ, Metin Erksan ve Ayşe Şasa

    Ayşe Şasa, 1960’lı yıllarda, Kemal Tahir, Halit Refiğ, Metin Erksan’la çok yakındı. Bu konuda şunları söylüyor:

    “Kemal Tahir’i 1960’ta tanıdım. İlk gördüğüm zaman beni çok etkiledi Kemal Tahir. Çünkü benim içinde yaşadığım dünyanın çok dışında bir dünyadan söz ediyordu; Anadolu insanından, Osmanlı’dan söz ediyordu. Burada insiyaki olarak, o andan itibaren geleneğimi aramaya başladım. Ve Kemal Tahir çevresinde bu nedenle yer aldım. Yani Batı’ya karşı gelirken, ona karşı köklü, yerli bir gelenek arıyordum.Ve bu ihtiyacımı, bu arayışımı çok iyi cevapladı Kemal Tahir.

    (…) Kemal Tahir’in ‘Devlet Ana’sı; konusu, özü, biçimi itibariyle, Türk sanatını, 150 yıldır, acıklı biçimde pençesinde debelendiği Batılı trajik hayat görüşünden bütünüyle arıtıp, trajik olmayan yerli hayat anlayışına, bu anlayışın beslediği zengin yerli estetiğe kavuşturmuştur. Bu, yalnız Türk filmcilerini değil, Türk sanatının bütününe sunulmuş, çok geniş spektrumlu ölümsüz bir hayat kaynağıdır.

    1968’de Halit Refiğ’in öncülüğünde billurlaşan ‘Ulusal Sinema’ görüşü, esinini şüphesiz Kemal Tahir’e borçluydu. O günden bu yana ve bugünden geleceğe, Türk sanatında, mahalli boyutun özgün derinliğini taşıyacak her kuramda, her üründe yine mutlaka Kemal Tahir’den bir iz olacaktır.

    (…) Kemal Tahir, “Türk filmlerine kendi bakışımızı ve yerli karakterlerimizi eklemeliyiz,” diyordu.

    (…) Kemal Tahir’in sohbetlerine yoğun olarak katıldım. O ve eşi beni bir çeşit manevi evlat gibi benimsemişti; asi olduğum, isyan ettiğim biyolojik aileme karşılık, manevi ailem olarak onları seçmiştim. Sonra, Kemal Tahir, klasik Marksizm’le iş yapan çevreler ile çok büyük bir çatışmaya girdi. Daha doğrusu çok büyük düşmanlıklara hedef oldu. Ve dışlandı. Bütün o olayların şiddetini, depremini Kemal Tahir’in yanında yer almış olduğum için ben de yaşadım ve derinden acı çektim.Kemal Tahir’in görüşü bence hala Marksistler için geçerlidir. Eğer böyle bir ideolojinin hala eleştirel gücü varsa, Kemal Tahir’in görüşünün bugün aşılamamasındandır. Çünkü Marks’ın son döneminde ele aldığı Osmanlı ve Türk toplumuna ilişkin çok çok özgün tezlerini klasik Marksizm’e karşı ortaya getirmişti.

    (…) 1960’lı yıllarda, Türk filmcileri arasında meslek üzerine konuşmalar, bildiğim kadarıyla, şimdikinden çok daha yoğundu. O dönemde, sinemayı bir sanat olarak ele alan yönetmenlerin sayısı bugünkünden çok azdı. Metin Erksan, Halit Refiğ, Lütfi Akad ve Atıf Yılmaz sık sık aynı çatı altında toplanıp, durum muhasebesi, durum değerlendirmesi yaparlardı. Günün sorunu, piyasanın aşırı ticari temayüllerine direnebilmek, haysiyetli ürünler verebilmekti. Haysiyetli ürünler vermenin ilk koşulu, yerli bir estetik kurmaktı. Yerlilik sorunsalının, hepsi de solcu olan o dönemin önde gelen yönetmenleri arasında çok önemli bir yeri vardı. Kemal Tahir, yazdıkları ve söyledikleriyle ortamı temelden etkileyen bir otoriteydi. Söz konusu yönetmenleri ve bir kısım senaryocuları derinden düşünmeye, araştırmaya sevk eden saygınlık odağıydı.

    (…) Sinemaya adım attığım 1960’lı yıllarda Türk düşüncesine yerli bir perspektif getirmek için büyük çabalar gösteren romancı Kemal Tahir ve sinema alanında onun fikirlerinden esinlenen Halit Refiğ, Metin Erksan gibi filmcilerle yaptığımız yoğun sohbetler, beni derinden etkilemişti. Anti-Batıcı Marksistler olarak o dönemde geliştirmeye çalıştığımız sistematik, 1970’li yılların ortalarına doğru beni tatmin etmekten artık uzaktı. 1980’li yıllardan başlayarak kimliğimi yeni bir boyut çevresinde derinleştirmeye çabalıyordum. Tevhid düşüncesi, İslam metafiziği, tasavvuf, bu yeni boyutun odağını teşkil etmekteydi.”

    Kemal Tahir’e Göre Türk İnsanı ‘Bitmez Ruh Gücü’ne Sahipti

    Ayşe Şasa, Kemal Tahir’i anlatmaya devam ediyor:

    “Kemal Tahir, ‘Mahpusluk da bir çeşit ölümdür,’ der, ‘Yol Ayrımı’ adlı romanında…

    (‘Yol Ayrımı’ Türkiye’de demokrasinin ilk doğum sancılarını konu alır. Romanda Serbest Fırka’nın kuruluşu, Darülfünun’da meydana gelen ayaklanmalar, İstanbul sokaklarında olup bitenler ve tarihin derinliğinde kalan ayrıntılar da vardır. ‘Yol Ayrımı’, savaştan zaferle çıkmış bir milletin demokrasi yolunda attığı bebek adımlarının izdüşümlerini aktarır.)

    (…) Kemal Tahir’le ilgili şunu da söylemeliyim: O’nunla 13 yıllık yoğun dostluğumuz boyunca, onun cezaevi deneyiminden bir kez bile yakınarak söz ettiğine tanık olmadım. Bunu en büyük ayıp sayardı. Kemal Tahir hapishaneyi büyük bir okul olarak nitelerdi. ‘Orada insanların konuşmalarını dinlerken, bazen okyanuslar çarpışıyor sanırdım,’ demişti bir keresinde… Anadolu Türk insanının ruh karmaşasına, sık sık sözünü ettiği ‘bitmez ruh gücüne’ olan o derin inancını hapishanede edinmişti. Bu ‘ruh gücü’ teması ne zaman gündeme gelse, neredeyse ‘mistik trans’ diyebileceğim bir havaya girerdi Kemal Tahir…

    ‘Ölü Evinden Anılar’, ‘Yeraltından Notlar’, ‘Suç ve Ceza’, ‘Kumarbaz’, ‘Budala’, ‘Ecinniler’, ‘Karamazov Kardeşler’ adlı romanların yazarı Dostoyevski’nin Rus insanında bulduğu baş döndürücü ruh girdapları ile, Kemal Tahir’in Türk insanında gördüğü tükenmez zenginlikler arasında hep bir benzerlik görmüşümdür. (…) Türk toplumunun benliğini paramparça eden sosyal maraz konusunda belki ilk köklü ve önemli teşhisler Kemal Tahir’e aittir.”

    Ayşe Şasa’nın Merhum Kocası Bülent Oran Halit Refiğ’in “Yorgun Savaşçı”sını Değerlendiriyor

    12 Eylül askeri yönetimi tarafından negatifleri imha edilen, Halit Refiğ’in Kemal Tahir’den uyarladığı “Yorgun Savaşçı”yı yakılmadan hemen önce stüdyoda izleyen, Ayşe Şasa’nın eşi Bülent Oran, “Gördüğüm kadarıyla ‘Yorgun Savaşçı’, Halit Refiğ’in ‘Aşk-ı Memnu’ sunu sinema yapıtı olarak, rahat dörde katlar,” demişti. (Vedat Türkali’nin Tüm Yazıları ve Konuşmaları; Sayfa: 148, Gendaş Yayınları)

    Bülent Oran Anlatıyor:

    “Türkiye’de entelektüel geçinmek istiyorsan iki özelliğin olmalı: Birincisi Allah’a inanmamak, ikincisi Türk filmlerine her fırsatta küfretmek.”

    Türk tarihinde üzerinde en çok uzlaşma sağlanan Aydın: Kemal Tahir

    Ayşe Şasa, Bülent Ecevit, İsmail Cem, Metin Erksan ve Halit Refiğ’in ortak bir tutkuları vardı: Kemal Tahir hayranlığı… Romancı Kemal Tahir’in kendisinin ve eserlerinin büyüsüne kapılmış filmciler arasında Ayşe Şasa, Halit Refiğ, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez ile “Kurt Kanunu”nu sinemaya uyarlayan ve “Yorgun Savaşçı”da set fotoğrafçısı olarak çalışan Ersin Pertan ilk akla gelenlerdir. Refiğ en başarılı filmlerinden “Haremde Dört Kadın”, “Yorgun Savaşçı” ve “Karılar Koğuşu”nu Kemal Tahir’in yazdıklarına dayandırmıştır. Refiğ, 1970 sonbaharında kanser ameliyatı, 1971’de kalp krizi geçiren, 1973’te bir başka kalp kriziyle ölen Kemal Tahir’le 1957’den itibaren 17 yıl boyunca yakın bir dostluk geliştirmişti. Kemal Tahir, Refiğ’in çok kadınlı, bol kadınlı hayatını –Gülper Refiğ’le evlenmeden önceki hayatını- sürekli ve kıyasıya olarak eleştirmiştir. Kemal Tahir, Halit Refiğ – Gülper Savaşçın Refiğ evliliğine ve aşkına şahit olabilseydi kuşkusuz çok mutlu olurdu. Ancak buna ömrü yetmedi.

    Kemal Tahir, Atatürk daha hayatta iken, Nazım Hikmet ile birlikte Yavuz (eski adı: Goeben) Zırhlısı’nda bir Komünist ayaklanması girişimi tezgahlamakla suçlanarak, yani bir iftira sonucunda, 1938’de 15 yıl hapis cezası almış, Demokrat Parti’nin af çıkardığı 1950’ye kadar da 12 yılını cezaevinde geçirmek zorunda kalmıştı. Suçlanan ve 29 Mart 1938’de Harp Okulu Askeri Mahkemesi tarafından mahkûm edilen kişilerin, Çarlık Rusya’sı donanmasının gözbebeği olan dretnot Potemkin’de Haziran 1905’te çıkarılan isyanın bir benzerini planladıkları iddia edilmiştir.

    Kemal Tahir’in cezaevi yılları beyazperdede: “Karılar Koğuşu”

    Hülya Koçyiğit: “Kadir İnanır’ın otuz – kırk yıllık sanat hayatı, yüz tane filmi vardır sanırım; bu filmlerin hepsi kendi başına önemli filmler elbet, ama bu filmdeki (“Karılar Koğuşu”) oyunculuğu bambaşkadır. Çok doğru bir yönetmenle, çok doğru bir senaryoyla olduğu için zannedersem. Halit Refiğ’in hayatında belki de en çok yapmak istediği filmlerden biriydi, “Karılar Koğuşu.”

    Halit Refiğ: “Kadir İnanır’ın hayatında gösterdiği en iyi oyunculuk performansı “Karılar Koğuşu”ndadır.”

    Halit Refiğ, açık yüreklilikle ifade etmiştir ki, Kemal Tahir’in en çok beğendiği Türk filmi, Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”ydı. Çağının çok ötesinde olan birçok film gibi (”Haremde Dört Kadın”, “Muhsin Bey” ve “Züğürt Ağa”) ”Sevmek Zamanı” da sinema salonlarında gösterildiğinde seyirci bulamayan Türk filmlerinden biridir.

    Kemal Tahir, Halit Refiğ’e “Bir Türke Gönül Verdim” adlı filmini hiç sevmediğini de söylemiştir.

    “Haremde Dört Kadın”

    Kadın eşcinselliği, çok erkekli kadınlar gibi temalara yer veren, 1899 yılını 1900 yılına bağlayan günlerde geçen ve senaryosunu Kemal Tahir ile Halit Refiğ’in birlikte yazdığı “Haremde Dört Kadın” hem seyirciden ilgi görmedi, hem de Antalya Film Festivali’ne gönderilen kopyası, “Türk ailesine hakaret ediliyor” gerekçesiyle sinemayı basan kişiler tarafından imha edilerek, Antalya Film Festivali jürisine gösterilemedi. Halit Refiğ’in bu filmi gerçekleştirmesinde, Atıf Yılmaz’ın yapımcı bulması yanı sıra, “Şafak Bekçileri” ve “Gurbet Kuşları”nın seyirciden büyük ilgi görmesi büyük rol oynadı. Bu zamanının çok ötesindeki film (“Haremde Dört Kadın”) daha sonra TRT tarafından bile gösterilecekti.

    Kemal Tahir’in Son Yemeği

    Halit Refiğ, Kemal Tahir’in 20 Nisan 1973 Cuma gecesi katıldığı yemeğe gitmesine neden olduğundan yaklaşık 36 yıldır acı çekiyordu. Olay şöyle gelişmişti. Mehmet Barlas’ın Şişli’deki evindeki yemeğe davet edilen ve bu yemeğe Mete Tunçay’da davetli olduğundan gitmek istemeyen Kemal Tahir’i bu geceye katılmaya ikna eden Halit Refiğ oldu. Yemekte Mete Tunçay’ın Kemal Tahir hakkındaki olumsuz ve kırıcı değerlendirmeleri romancının yeni bir kalp krizi geçirerek ölümüne neden olacaktı. O gece Mehmet Barlas’ın evindeki yemekte Ercan Arıklı’nın ağabeyi Tuncer Arıklı, İsmail Cem, Afşin Germen, Ali Sirmen ve eşleri de vardı. Mete Tunçay’ın Kemal Tahir’e söylediği “Siz tarihe sadakat göstermiyorsunuz, olayları, gerçekleri saptırıyorsunuz. Sizin eserlerinizi toplatmak lâzım. Kitaplarınızın toplatılmayı hak etmesinin nedeni, porno oluşları değil, tarihsel gerçeklerin iç yüzünü ancak birkaç yüz kişi ciddi tarih kaynaklarından araştırabilecekken, sizin büyük bir sorumsuzlukla, sahici (gerçekten yaşamış) kişilere asla kendilerinin olamayacak görüşler (sözler, ifşaatlar) yakıştırmanızdır, ” tarzındaki sözleri, 1971’de çok ağır bir kalp krizi geçiren, yüksek tansiyon sahibi, ağır bir kanser ameliyatı geçirmiş, sol akciğeri alınmış bulunan ve konuşmasında belli bir zorluk olan Kemal Tahir’in sonu olacaktı.

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kemal Tahir Değerlendirmesi

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 16 Ocak 2010’da yaptığı konuşmada, “Nasıl ki Fuzuli, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, bu ülkenin ortak değeri ise, Muhsin Ertuğrul da bu ülkenin değeridir. Nazım Hikmet de bu ülkenin bir değeridir. Kemal Tahir de bu ülkenin bir değeridir. Oğuz Atay da bu ülkenin değeridir,” demiştir. Bu konuşma aslında iki Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın da (Bülent Ecevit ve Recep Tayyip Erdoğan’ın) Kemal Tahir’in üstün değeri üzerinde uzlaştıklarının bir kanıtıdır.

    Akıllı ve Namuslu Olduğu İçin Çok Yalnız Bırakılan Aydın: Oğuz Atay

    Geçtiğimiz günlerde vefat eden Halit Refiğ’in, 43 yaşındayken, 1977’de beynindeki tümör nedeniyle vefat eden arkadaşı yazar Oğuz Atay için söyledikleri de çok çarpıcıdır: “Oğuz Atay her şeyden önce olağanüstü dürüst bir insandı. Çok dürüst bir insandı. O kadar dürüsttü ki, bu dürüstlük ona çocuksu bir safiyet vermekteydi. O kadar zeki, o kadar bilgili bir kimse olmasına rağmen insanlardaki kötülük temayülü, kötülüğe yatkınlık onu çok ama çok şaşırtmaktaydı. İnsanlardaki dürüstlükten uzak her türlü harekete şaşırırdı. Tanıdığı bazı insanların kötülüğe, alçaklığa eğilimleri ne kadar yatkın oldukları onu çok şaşırtıyordu.”

    Halit Refiğ, Oğuz Atay’ın “En değerli varlığımız beynimizdir,” sözünü hiç unutmadı. Oğuz Atay Halit Refiğ’in “Aşk-ı Memnu” adlı romanını uyarladığı Halid Ziya Uşaklıgil’in ailesi üzerine bir roman yazmaya da çalışmıştı.

    Oğuz Atay, Kemal Tahir için şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Kemal Tahir Türk tarihine eğilirken, zengin kültür geleneğimizden esaslı bir şekilde yararlanmanın gereğini duyan ilk romancımızdır.”

    Bülent Ecevit’in 1968’deki Kemal Tahir Değerlendirmesi:

    “Kemal Tahir, ‘Devlet Ana’ romanıyla güç bir işe girişmiştir: Yüzyıllarca dünya tarihinde ağırlığını duyurmuş olan, ona rağmen gerçek kimliği çok az tanınan bir büyük devletin, Osmanlı Devleti’nin, karakterini çözümlemeye çalışmıştır.

    Modern ruhbilimde, bir insanın karakterini çözümlemek için genellikle, onun çocukluğuna gidilir. Kemal Tahir’de, Osmanlı Devleti’nin karakterini çözümlemek için bu devletin çocukluk yıllarına, hatta doğuş öncesine gitmekte, onu doğuran koşulları incelemektedir.

    (…) ‘Devlet Ana’da Kemal Tahir; büyük yazarlık gücüne, geniş bir tarih bilgisini ve derin bir sanatçı sezgisini de katarak; bu oluşumu ve bu doğuşu dile getirmektedir.

    Heyecanlı bir serüven gibi sürükleyici, bir toplumsal psikanaliz gibi aydınlatıcı, bir tarih araştırması gibi öğretici bir yapıt, ’Devlet Ana.’

    (…) Kemal Tahir, ‘Devlet Ana’da, bu etkileri ve bu kimliği, Osmanlı Türk tarihinin derinliklerine inerek ve Anadolu halkının toplu bilinçaltını (collective unconsciousness) o derinliklerde deşerek, ortaya çıkarmaya çalışmıştır.

    Bu adeta, günümüzün Anadolu Türkünü anlamak için, onun bir ulus olarak doğuşuna ve doğuş öncesine kadar inen bir psikanaliz değerlendirmesidir.

    ‘Devlet Ana’, edebiyat tarihimizin de, tarih edebiyatımızın da en önemli olaylarından biridir.

    Fakat bu olay, bu çalışma, burada bitmemeli, Kemal Tahir’in araştırmacılığı, sezgi gücü ve sanatçılığı ile daha yakın çağlara doğru sürdürülmeli; en az, Osmanlı Devlet ve toplum düzeninin olgunluk çağına kadar (Kanuni Süleyman çağına kadar) getirilmelidir.

    Bu düzenin bozuluşu, Kanuni Süleyman’ın son döneminde başlar. O bozulma dönemine kadar kendimizi, kendi devlet ve toplum düzenimizi gereği gibi tanırsak, belki bir Anadolu Türk rönesansı için bir sıçrama tahtasına erişmiş oluruz.

    Kemal Tahir, ‘Devlet Ana’yla giriştiği çalışmayı, daha yakın çağlara doğru sürdürerek buna yardımcı olabilir.”

    İsmail Cem’in 1973’teki Kemal Tahir’i Değerlendirmesi:

    “Kemal Tahir, halkın yararına bir tarih ve kültür yorumunun ilk örneklerini, çoğunluğun bir büyük suskunluk içinde olduğu, anlayıp göremediği yıllarda, cesaretle söylemiştir.

    (…) Kemal Tahir, ‘Ben halkımın mutluluğunu sosyalizmde görüyorum’ demenin yıllar boyu insanı kahrettiği bir dönemin yürekli savaşçısıdır, herşeyden önce.

    (…) Kemal Tahir romanları, Türkiye’nin kendi kendisiyle hesaplaşmasıdır bir bakıma.Kemal Tahir, 1920-1950 döneminin yorumunu getirir romanlarında. Bu, O’nun ilk büyük katkısıdır ülkesinin halkına ve düşüncesine. Değişik, çarpıcı fakat genel çizgisiyle mutlaka doğru bir yorumdur Kemal Tahir’inki. Devrim nedir, ne değildir; ilerici kim, gerici kimdir; halk budala mıdır; yöneten ülkücü müdür; bir dönem, halkçı açıdan nasıl değerlendirilir; tarih nedir, dersleri nelerdir? Bunları araştırır Kemal Tahir. Bilim adamının sustuğu, ya da ‘bilmediği’ bir zaman kesitinde, halktan yana olduğunu sananların halka karşı çıktığı bir dönemde yazılmıştır bütün bunlar. Geçmişin bürokratik kalıplarında yoğrulmuş ‘idealist’ tavırlı aydınların düşünce tembelliğini sarsan, yıkan görüşlerdir. Ve ilk olarak, etkili biçimde Kemal Tahir tarafından ortaya konmuştur. Büyük bir yalnızlıkta, her taraftan gelen hücumlara göğüs gere gere, Kemal Tahir’in eserleri, yarattıkları büyük şüphe ile aydını yeniden düşünmeye ve düşünsel tabuları eleştirmeye, toplumcu hareketi doğru yorumlara yöneltmiştir.

    (…) Kemal Tahir’in ikinci büyük tutkusu Türkiye insanıdır, Osmanlılardan başlayıp günümüze süren Türkiye kültürüdür. Türkiye insanının bilgeliği, yüceliğidir. Bu tutkusunda da Kemal Tahir, ilkinde olduğu gibi anlayışsızlıkla, çıkarlarla ve yıkılmaz duvarlarla savaşmıştır.

    ‘Türkiye’nin kültürü nedir, Batı nedir, Batı kültürünün bize etkisi ne olmuştur?’ sorularına, Kemal Tahir ömrünü tüketmiştir. Yarattığı yeni soru işaretleriyle insanları düşünmeye, doğruyu aramaya, hatta bulmaya yöneltmiştir. O’nu yanlış olarak ‘şovenizmle’ suçlayanlara, o kendi sanatçı sezgileriyle emperyalizm ve kültür arasındaki ilişkileri; kültürün bu ilişkilerdeki işlevini (fonksiyonunu) göstermiştir. Bütün söyledikleri yüzde yüz doğrular olmamıştır kuşkusuz. Ama kendini ve geçmişini inkâr edenlerin, çok değişik çıkarlara hizmet de edebilecek tavırlara kayıtsız şartsız kapılanların ortamında, dikkatleri ana sorunlara çekmiştir.

    Başka bir deyişle, Kemal Tahir, halkın yararına bir tarih ve kültür yorumunun ilk örneklerini, çoğunluğun büyük bir suskunluk içinde olduğu, anlayıp göremediği yıllarda, cesaretle sergilemiştir.

    (…) Bir rastlantı, ölümünden dört beş saat önce Kemal Tahir’le bizi aynı dost meclisinde bir araya getirdi.

    Yorulmayan Savaşçı, görüşlerini savaşının son saatlerinde de aynı inançla savunuyordu. Fakat sesi biraz kısılmıştı; acılı yılların, bir büyük mücadelenin ve iki yıl önce inanılmaz şekilde üstesinden geldiği amansız hastalığın etkileri O’nu yavaş konuşmaya zorluyordu.

    Kemal Tahir’i son gecesinde dinlerken, sözlerinin bir çeşit vasiyet özelliği taşıyacağını nasıl bilebilirdik.

    ‘Sizler gençsiniz,’ demişti, ölümünden önce, ‘Size şunu belirtmek istiyorum. Hayatım boyunca bir sistem dahilinde düşünmeye çalıştım. Sistemden ayrılmadım. Yazdıklarım bir rastlantının sonucunda değil, sistemli bir düşüncenin sonucunda bulunmuştur. Bundan ötürü doğrultumda yanlışa düşmedim; olaylar söylediklerimi doğruladı. El yordamıyla değil bir sistem içinde düşünmelidir insan… (…) İnsanlar yanlış yapabilir. Ama çok çekmiş insanlar talihlidir bir bakıma. Yanlış yapmaları daha zordur. Benim geçtiğim yollarda kendini tüketen ve benim çektiğim acılardan geçen insanlar doğrulara daha kolay erişebilir. Yazdıklarımı bir gün tarih yargılarsa, bu ilişkiyi mutlaka görecektir. Romanlarımın doğruluğunu ortaya koyacaktır… (…) Ben romanlarımda dünü yazdım. Ama romancı dünü yazarken kendi gününü yansıtır bir bakıma. Hatta, gelecek için yazar…’

    Ve bu sözlerle noktalamıştı son gecesini Kemal Tahir.”

    Vedat Türkali Kemal Tahir’i ve Kemal Tahir’in Filmcilerle Olan İletişimini Değerlendiriyor:

    “Celal Bayar anılarını yazmıştı, o günlerde Kemal Tahir, Celal Bayar’ın ‘Ben de Yazdım’ adlı anı kitabına bir övgü – eleştiri yazmak zerafetini ihmâl etmedi. Ben hiçbir gün Celal Bayar’ın eserine övgü yazabilecek bir tutumun doğru bir tutum olabileceğine inanmam.

    İşte Kemal Tahir bizim filmci arkadaşları yazık ki çok kötü etkiledi. Atıf Yılmaz’ın bir ‘Ah Güzel İstanbul’ filmi vardır. Bir kepazeliktir, ne dediğini kendisi de bilmez, ama bu filmin senaryosunu, diyaloglarını yazan Ayşe Şasa’ya iri iri lâflar ettirilmiştir. ‘Dolandırıcılar Şahı’, ‘Suçlu’, ‘Erkek Ali’ gibi filmler yapan Atıf Yılmaz, birden kalkar ve bu ne idüğü belirsiz çarpıklık örneğini verir. Ama Atıf Yılmaz yeni boyutlar getirdiği inancındadır, ‘ulusal sinema’ yapıyordur.”

    (Vedat Türkali: Tüm Yazıları Konuşmaları” adlı kitap; Gendaş Yayınları, Sayfa: 62)

    Ayşe Şasa “Ulusal Sinema” Kavgasını Anlatıyor:

    “Sinemaya ilk girdiğim yıllarda, en büyük tasam, Türk filmine cahili olduğu Batılı dramaturjiyi giydirmek; o günkü Batıcı zihniyetime uygun olarak, onu ‘adam etmek’ti (!) Batılı dramaturjiyi Türk filmine giydirince ortaya çıkan onulmaz sahteliği ve sakaleti ancak sonraları fark etmeye başladım. Yerli malzeme -Türk hayatı, Türk davranışı, Türk ahlâkı, Türk Jesti- Batılı sanatın biçim anlayışıyla bağdaşmıyor; ortaya, malzemenin sürekli kustuğu bir çirkinlik çıkıyordu.

    Türk sinemasını sahiciliğe ulaştırabilmek için, öncelikle Türk toplumunun özgün yapısından, Türk tarihinin özelliklerinden kaynaklanan yerli bir espiriyi, Türk nomosunu derinlemesine kavramak; onu bütün ayrıntılarıyla nitelemek, tarife sunmak gerektiğini o zaman fark ettim. Aynı kapsam, aynı çerçeve içinde Halit Refiğ, Kemal Tahir’le birlikte ‘Asya Tipi (Usulü) Üretim Tarzı’nı gündeme getirmişti. Halit Refiğ, Türk toplumunun Batı’dan farklı bir sosyal yapı ve ruh taşıdığını; Türk sinemasının Batılı değerler ışığında gerçekleşemeyeceğini savunuyor; Türk toplumunun farklı yapısını Marx’ın Asya Tipi Üretim Tarzı Modeli’yle açıklamaya çalışıyordu. Hiçbir soyutlamaya yatkın olmayan okur yazar kesim, Marx’ın bu egzotik üretim teorisiyle kötü Türk filmi arasında nasıl bir bağlantı kurulabildiğini asla fark etmiyor; Halit Refiğ demagoji yapmakla suçlanıyordu. Ne var ki Halit Refiğ’in her çeşit esneklikten, yumuşaklıktan yoksun savunma üslûbu, daha ilk adımda karşı tarafın kaba provokasyonlarına bütünüyle yenik düşerek, ‘Ulusal Sinema’ başlığı altında ortaya atılan o çok önemli sorunsal çekirdeği, daha ilk adımda su alıp, bilinçsizlik ve bilgisizlik okyanusunun derinlerine gömülüyordu.”

    Ayşe Şasa, Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” ve “Susuz Yaz” Adlı Filmlerini Değerlendiriyor:

    “Metin Erksan, “Sevmek Zamanı”yla Türk sinemasında, belki de Batı’nın etkisiyle egemen olmuş dramatik kalıpları yer yer büyük çapta kırarak, lirik denebilecek bir anlatımın ilk zeminini kuruyordu.

    (…) Bugün, Türk Sineması’nın 77. Yılı adlı televizyon programını izledim. Programda gösterilen sayısız film fragmanı arasında belki bir tek Metin Erksan’ın ‘Susuz Yaz’ına ait parçalar, ekrana yırtıcı bir kişilik potansiyelinin bastırılamaz işaretlerini taşıyor; görüntü coşuyor, belirsizliği bir anda yırtan bir kişilik, bir tat, süregelen karanlığa rağmen patlıyor, uç veriyor… Türk sinemasının o kurşun rengi benliksizliğinin içerdiği bir trajediyi bir kez daha fark ediyorum. Metin Erksan gibi büyük bir yeteneği bile sonunda boğdu bu ortam, bunu başardı diye düşünüyorum.”

    Ayşe Şasa, Reha Erdem’in “A Ay”ını Değerlendiriyor:

    “Genç ve yetenekli yönetmen Reha Erdem’in “A Ay”ı Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”yla başlattığı bu akımın bir devamı sayılabilir mi?

    Baştanbaşa bir rüya atmosferinin müphem sınırları içinde ve her türlü dramatik aksiyonun dışlanışıyla şekillenen “A Ay”, gizem ve humour içeren çok kişilikli bir üslupla, inanç temasını işliyor. Ustalık ve sadelikle yerleştirilmiş küçük, şiirsel motifler, allegorik yapıyı besliyor, sürekli bir akış kazandırıyor. “A Ay”, ışık, oyun, montaj ve diyalog anlayışıyla Türk sinemasının biçim dağarcığına taptaze nitelikler katıyor. Türk sinemasında bugüne dek rastlamadığım ölçülülükte bir zaman ve mekân duyarlılığı taşıyor.

    (…) Türk sinemasındaki 30 yıllık deneyimimde, bazı meslekdaşlarımın bana heyecan veren filmleri olmuştur. Metin Erksan’ın ‘Susuz Yaz’ını ve ‘Sevmek Zamanı’nı, Lütfi Akad’ın ‘Vesikalı Yarim’, ‘Hudutların Kanunu’ ve ‘Gökçe Çiçek’ini, Halit Refiğ’in ‘Bir Türke Gönül Verdim’ ve ‘Yasak Aşk’ını gördüğüm zaman ne kadar mutlu olduğumu anımsıyorum. Reha Erdem’in ‘A Ay’ını görünce havalara uçmaktan, Giovanni Scognamillo’ya telefon açıp, ‘Büyük bir filmci geliyor,’ demekten kendimi alamadım.

    (…) Türk sinemasında hayalin zincirlerini kıran ve rüyanın kapısını aralayan yapıtlar az olmakla birlikte, bu yolda bazı örnekler mevcuttur. Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’ gerçek ötesine doğru zorlanmış bir araştırmadır. Lütfi Akad’ın ‘Gökçe Çiçek’i bir göçebe kızın manevi dünyasını, hayatın bir aşamasında ulaştığı vecd halini, bilicilik gücünü kurcaladığı oranda doğaüstüne ve rüyaya yaklaşır. Halit Refiğ’in ‘Hanım’ı, ölüm-ötesine göndermeler yaparken, yer yer manevi boyutun uyarıcı çekimini duyurur. Yine Halit Refiğ’in ‘İki Yabancı’sı, yer yer tahayyüli hayatın mecazlarından yararlanır. Reha Erdem’in ‘A Ay’ı küçük ve yalnız bir kız çocuğunun psişik yaşantısını, onun zengin iç görüler yoluyla ulaşmaya çalıştığı zaman aşkın bir hakikati anlatır; bütünüyle açık gözle görülen bir rüya gibidir.

    (…) Benim için, Reha Erdem’i tanımak, onun ilk filmi ‘A Ay’ı görmek ve aynı zaman dilimi içinde Halit Refiğ’in ‘İki Yabancı’sını izlemek bir dönüm noktasıydı. (…) Bunlar Türk sinemasında açık seçik ‘metafizik’ nitelikler taşıyan yapıtlardır.”

    Ayşe Şasa, Halit Refiğ’in “Karılar Koğuşu”nu Değerlendiriyor:

    “Halit Refiğ’in Kemal Tahir’den uyarladığı ‘Karılar Koğuşu’ soylu bir çalışmadır.

    TRT için yönettiği “Aşk-ı Memnu”da biçimsel inceliklerine hayran kaldığım Halit Refiğ sinemasına, ‘Karılar Koğuşu’nda yönetmenin olgunluk döneminin büyük yalınlığı yansıyor.Tıpkı olgun dönemindeki Lütfi Akad gibi, Halit Refiğ’de ustalığını kesin, tok, yalın bir anlatımla derinleştirmek konusunda kararlı görünüyor.

    ‘Karılar Koğuşu’ ile hapishane gerçeğine alabildiğine soylu bir stille yaklaşan Halit Refiğ, gündelik modalara sırt çevirmek, zoru, en zoru seçmek konusundaki sebatını ortaya koyuyor. Bugünkü Türk sineması içinde oldukça tekil bir konum bu. Pek çok filmcinin Türk toplumunun gerçek malzemesine ve dertlerine sırt çevirip, Batılı sinemanın penceresinden çiğ fanteziler türettikleri, pek çoğunun yalancı bir sorunsala tutunmaya çalıştıkları bir dönemde Halit Refiğ hiçbir kaçışa izin vermeyen, her çeşit gözde ‘numara’yı elinin tersiyle itiveren bir tutum benimsemiş.

    1990 yılında Atilla Dorsay dışında, Halit Refiğ’in soylu filmi ‘Karılar Koğuşu’nun önemini kavrayan eleştirmen pek çıkmadı. (…) Her türlü değerin ters yüz olduğu bir sistemde buna bir anlamda belki de sevinmek, Halit Refiğ ve Kemal Tahir adına gurur duymak gerekir. Bir Dostoyevski’nin Rus sineması için taşıdığı potansiyel ne ise, bir Kemal Tahir’in Türk sineması için sağladığı birikim o denli büyük. Halit Refiğ’in rejisini izlerken bunu bir kez daha iliklerime kadar duyumsamak, meslekten bir filmci olarak bana büyük bir coşku verdi.”

    Ayşe Şasa’nın 1992 Yılında Yaptığı Bir Ertem Eğilmez Değerlendirmesi:

    “Sanatsal değerler taşıyan bir popüler sinema araştırmasını, Ertem Eğilmez’in ölümünden (1989’dan) bu yana kimse üstlenmedi.”

    İki Dost: Ayşe Şasa ile Giovanni Scognamillo

    Ayşe Şasa evine ziyaretine gittikten sonra 1990’da dostu, eleştirmen, sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo için şunları yazmıştır: “Giovanni’nin evinde O’nun kişiliğinden ortalığa bir dinginlik, bir huzur yayılır… Giovanni, Türk sinemasının sorunlarına, daima sahici bir konumdan, samimi bir açıdan, bilgili, eleştirel, dikkat ve sevgi dolu bakmaya çalışmıştır.

    Giovanni Scognamillo’yla konuşuyoruz. Konumuz yine Türk sineması… “Bir meselede gerçekçi olalım. Türk sinemasının henüz doğru dürüst bir grameri, bir sentaksı bile olduğu söylenemez,” diyor Giovanni. “Birçok insan, falan kamera açısını neden seçtiğini, filân yerde neden yakın ya da uzak plân kullandığını hâlâ bilmiyor,” diyor. Sesinde keder var.

    “Aynı kanıdayım,” diyorum. “Bazı arkadaşlar film kamerasını, altlarına yeni Mercedes çekmiş hacıağalar gibi kullanıyorlar. Bir afra, bir tafra, bir hareket, bir gösteriş… Anlatılan konuyla, malzemeyle hiç ilgisi olmayan mekanik, yapay bir anlatım çıkıyor ortaya. Fırfır dönmeler, büyük hareketler. Ortada fol yok, yumurta yok. Sonuçta sinema olmuyor yapılan. Birtakım frapan, geveze, hareketli fotoromanlar ortaya çıkıyor.”

    Ayşe Şasa ile Atıf Yılmaz Türk sinemasının Türk kültüründen Yararlanması Gerektiği Düşüncesindeydi

    Ayşe Şasa ile Atıf Yılmaz Türk sinemasını geliştirmek ve ileriye götürmek için büyük çaba harcadı. Bu konuda Ayşe Şasa şunları söylüyor: “Türkiye’de seyirlik sanatları, Orta Oyunu ve Karagöz’ü belki ilk defa şuurlu, iddialı şekilde kullananlardan biri, yönetmen Atıf Yılmaz olmuştur. Onun 1960’lı ve 1970’li yıllarda yaptığı 3 film; ‘Aah Güzel İstanbul’, ‘Yedi Kocalı Hürmüz’, ‘Köroğlu’ bu tutuma örnektir. Son dönemde Yavuz Turgul, -özellikle ‘Gölge Oyunu’nda- orta oyunundan bolca yararlanmıştır.

    (…) 1968’de Atıf Yılmaz ve ben Türk sinemasında, Türk filmlerinde orta oyunundan, minyatürden yararlanmaktan söz edince, en saygın eleştirmenler tarafından alaya alınmıştık. Bir Batılı (Avrupalı ya da Amerikalı) filmcinin filan empresyonistten etkilenmesi, falan Batılı filminde, örneğin gotik esin kaynaklarından söz etmesi bir erdemdir de, bizim kendi malzeme ve dünyamıza yönelmemiz nedense hep şüpheyle, alayla karşılanır. Şovenlik karalaması hazırda bekliyordur.

    Bütün bunlara rağmen, 1950’den bu yana yapılagelen Türk filmlerinde, çoğunlukla sanatsız ve bilinçsiz bir biçimde de olsa, mahalli bir sinematografinin, hiç değilse bazı müphem ipuçları vardır. Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz gibi yönetmenler, bu eğilimleri yüzeye çıkarmak konusunda bazı spontane buluşlar yapmışlardır.”

    Akira Kurosawa Osmanlı Üzerine Bir Film Yapsaydı

    Ayşe Şasa Japon yönetmen Akira Kurosawa’yla ilgili bir varsayımını şu sözlerle ifade ediyor: “Akira Kurosawa, Osmanlı tarihinden yola çıkarak, Osmanlı’yla ilgili bir film yapabilseydi, ortaya belki de bizden, bizim kendi yaptıklarımızdan çok daha biz olan bir film çıkardı diye düşünüyorum.”

    Ayşe Şasa ve Lütfi Akad

    Ayşe Şasa, Lütfi Akad’la ilgili şunları söylüyor: “Lütfi Akad usta 1968’de ‘Bugüne dek yaptıklarımız, ne yapılmaması gerektiğinin göstergesidir,’ demişti. Umarım bundan böyle, yapılması gerekene geçeriz. Lütfi Akad’ın sözü bence bütün güncelliğini koruyor.”

    Türk filmlerinin seyircileri

    Ayşe Şasa’nın Türk sinemasını ayakta tutan Türk halkı hakkındaki değerlendirmesi de şöyle: “Cemal Kutay’la bir söyleşimizde bu konuyu gündeme getirdim. Kutay, Avusturyalı Türkolog Engelhardt’ın ‘Türkiye ve Tanzimat’ adlı yapıtındaki düşüncelerini hatırlattı: ‘Batılılar Tanzimat ile Türk Devleti’ni tamamen teslim aldı. Teslim alamadıkları Türk halkıydı.’”

    Türk Filmleri Avrupa’da ve Amerika’da Seyirci Bulabilir mi?

    Ayşe Şasa, Türk filmlerini Avrupa ve Amerika’da sadece bu ülkelerde yaşayan Türklerin ve Kürtlerin ya da onlarla evli yabancı ülke vatandaşları haricinde kimsenin seyretmeyeceğini daha 1990’da yazmıştı. Bu konuda şunları söylüyor: “Türk sinemasının ürünlerinin herhangi bir zamanda Batı için, şu ya da bu biçimde ilginç olabileceğine inanmıyorum.

    Türk filmi ne Batı’nın onda kendini bulabileceği kadar Batılı olabilir, ne de Batı’ya özel bir cazibe oluşturacak oranda egzotik bir görünüm kazanabilir. Batı pazarlarının talepleri açısından bizler ne ‘gereğince Batılı’ ne de ‘yeterince Doğulu’ bir ülkeyiz.

    Türk kültürünün Batı kültürü karşısındaki bu konumu, Batı’nın etnosantrik durumu, Türk filminin Batı’da ilgi uyandırmasına her zaman engel.

    (…) Bir zamanlar Yılmaz Güney sinemasının Batı’da uyandırdığı ilgi de ayrıcalıklı bir durumdur. Yılmaz Güney’in Batı sistemine politik açıdan denk düşen bölgeci eğilimleri ve starlıktan gelen karizmatik kişiliği, onun çevresinde özel bir efsane ve çekim alanı yaratmıştı. Bu marjinal örnek genele maledilemez. Ne kadar gelişirse gelişsin, Türk sinemasının Batı’da Pazar bulması hayaldir ve istisnalar kaideyi bozmaz. Batı pazarı Türk sinemasının sorunu olmaktan çıkmalı. Gündemdeki mesele bu sinemanın kendi kültürel çevresi ile olan bağlantısını derinleştirmesidir. Kaldı ki, Türkiye’yle tarihsel ve kültürel planda bağı olan Batı dışında pek çok ülkenin, uzun vadede bir potansiyel Pazar olduğu bilinen gerçektir.”

    Ayşe Şasa’ya Göre Değerli Filmlerin Bazıları:

    * Küçük Dünya / Osman Sınav
    * Hünkar’ın Bir Günü / Osman Sınav
    * Hasret / Metin Çamurcu
    * Bize Nasıl Kıydınız? / Metin Çamurcu
    * Bosna, Mavi Karanlık / Yücel Çakmaklı
    * Sahibini Arayan Madalya / Yücel Çakmaklı
    * Sevmek Zamanı / Metin Erksan
    * Susuz Yaz / Metin Erksan
    * Gölge Oyunu / Yavuz Turgul
    * Ahmet Uluçay Filmleri
    * Akira Kurosawa Filmleri
    * Yalnızlar / Tuncer Baytok
    * A Ay / Reha Erdem
    * Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu / Engin Ayça
    * Danimarkalı Gelin / Salih Diriklik
    * Kelebekler Sonsuza Uçar / Mesut Uçakan
    * Veysel Karani / İsmail Güneş
    * Mavi Sürgün / Erden Kıral
    * Karanlık Sular / Kutluğ Ataman
    * İki Yabancı / Halit Refiğ
    * Hanım / Halit Refiğ
    * Karılar Koğuşu / Halit Refiğ
    * Bir Türke Gönül Verdim / Halit Refiğ
    * Aşk-ı Memnu / Halit Refiğ
    * Yasak Aşk / Halit Refiğ
    * Vesikalı Yarim / Lütfi Akad
    * Hudutların Kanunu / Lütfi Akad
    * Gökçe Çiçek / Lütfi Akad
    * Solaris / Andrey Tarkovski
    * Andrey Rublev / Andrey Tarkovski
    * 2001 / Stanley Kubrick
    * Pather Pachali / Satyajit Ray

    (20 Şubat 2011)

    Hakan Sonok

    hakan.sonok@tr.net

    Ayşe Şasa, Zoraki Kral Filmindeki Kral 6. George Gibi Dadılarının Kurbanı Olmuştu

    Senaryo yazarı Ayşe Şasa’nın gizli dünyasına ve sırlarına “Bir Ruh Macerası” adlı kitabı okuyarak ortak olabilirsiniz.

    Türk sinemasına seçkin senaryolar kazandıran Ayşe Şasa, Timaş Yayınları tarafından basılan “Bir Ruh Macerası” adlı anı – söyleşi kitabıyla hem hayatında iz bırakan kişileri ve olayları hatırlıyor, hem de dramını bizimle paylaşıyor. Kitap için Ayşe Şasa’yla söyleşileri gerçekleştirenlerse Leyla İpekçi, Meryem Atlas ve Berat Demirci.

    Ayşe Şasa, kereste ticaretiyle zengin olan bir ailenin şefkat ve ilgi fakiri kızıydı. Ayşe Şasa, doğduğunda annesi bebeğin kız olmasından hoşnut olmadığından ona hiç anne sütü vermemiş.

    Ayşe Şasa, “Bir Ruh Macerası” adlı anılarında, tüm çocukluğu ve genç kızlığı boyunca, anne – babası tarafından, ihmâl edildiğini, onlar tarafından itilip kakıldığını, ezildiğini ve kendisiyle kardeşlerinin yabancı uyruklu dadıların insafına ve otoritesine terk edildiğini açıklıyor. Üç çocuklarını yabancı ellere teslim ve emanet eden Melike ve Avni Şasa kelimenin tam anlamıyla lüküs hayat içine dalmış, hatta yuvarlanmış vaziyetteymiş. Ayşe Şasa ve kardeşlerinin en değerli yılları büyük bir sevgisizlik ve mutsuzluk sarmalı içinde kaybolmuş. Ailesinde iletişimsizlik son sınırdaymış.

    Çocukluğuna dair hiçbir olumlu hatırası olmadığını söyleyen Ayşe Şasa’nın akıl sağlığındaki bozulmaya, ilk evliliğindeki derin yoksulluk günleriyle, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi’nin baskıcı karakteri de katkıda bulunmuş, tuz biber ekmiş. Ayşe Şasa, iki kez intihar girişiminde bulunmuş, bir ara uyku haplarına bağımlı olmuş. Vücut ağırlığı 40 kiloya kadar düşmüş.

    Ayşe Şasa, Hazreti Muhiddin İbni Arabi’nin “Füsusu’l Hikem” adlı kitabını 1981 ve 1982’de okuduktan sonra İslâm’a ve Allah’a sığınarak içsel huzur bulmayı başarmış.

    1941 doğumlu Ayşe Şasa’nın soyadı Kafkasya’da ok – yay anlamına geliyor. “Yeşilçam Günlüğü”, ”Delilik Ülkesinden Notlar”, “Şebek Romanı” adlı kitapları da var. Ayşe Şasa, 1960’da Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nden mezun oldu. Bir dönem Robert Kolej İdari Bilimler Bölümü’ne devam etti.

    Ayşe Şasa sırasıyla, Atilla Tokatlı (1932 – 1988), Atıf Yılmaz (1926 – 2006) ve Bülent Oran’la (1924 – 2004) evlendi.

    Ayşe Şasa Anlatıyor:

    * “Annem başkalarına peri kızı; bana ejderhaydı.”

    * “Anneannem babama bir keresinde isyan etmiş ve ‘Avni Bey sizi mahkemeye vereceğim bu çocuğu tamamen dadıların eline bırakarak ona zulmediyorsunuz’ demişti.”

    * “Bugün geriye döndüğüm zaman, hayat hikâyemi bir film sinopsisi gibi özetleyebiliyorum. 18 yaşımda sinemaya adım attığımda Marksist dünya görüşünü sinema aracılığıyla yaymayı kendime görev tayin etmiştim. Sinemaya girdiğimde Yunan trajedilerini yerli filmlere uygulamaya çalışmıştım. Türk sinema seyircisi, Türk filminin varlığında beni kendimle yüzleştirdi. Bana tutulan bu aynada kendimi, gerçek kimliğimi kavrayışımı, Müslümanlığımı idrak edişimi, beni kendimle yüzleştiren Türk sinema seyircisine borçluyum… Hayat hikâyemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam: Hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim.”

    * “Ecnebi dadıların hegemonyası altındaydım, beş yaşıma kadar bana bakan Macar Yahudisi Frau Katie, diplomalı ve iddialı bir bakıcı. Aşırı bir disiplin merakı var, benimle yalnızca Almanca konuşuyor. Katie’den ana olunca, anadilim de neredeyse Almanca oluyor. Sonraları, bir hayli zaman Türkçe konuşurken zorlandım; anadilimi öğrenmek epey zamanımı aldı, çok çaba sarf ettim.”

    * “O zamanlar biz, Gümüşssuyu’nda, Ayaspaşa’da Alman Konsoloshanesi’nin karşısında Saadet Apartmanı’nda oturuyoruz. Schwester Katie bizi çocuk arabasıyla Taksim Parkı’na geziye götürüyor ve orada diğer mürebbiyelerle buluşuyorlar. Tahmin ediyorum üzerime çullanan korkuların asıl sebebi bu mürebbiyelerdi. Savaş yıllarındayız, bu insanlar savaştan kaçmışlar, İkinci Dünya Savaşı’nın acılarını taşıyorlar, geceleri evdeki hizmetkârlarla beraber radyo dinliyorlar ve sürekli savaşın felâketlerini konuşuyorlar. Ölümden bahsediyorlar, bombalardan, yangınlardan söz ediyorlar, korku verici olaylar anlatılıyor ve bunlar küçücük yaşımda, benim şuur altımda, uzun süre hayatımı çok kötü etkileyecek çok derin bir tesir bırakıyor. Alman diktatör Adolf Hitler’in adı geçiyor, Nazilerin adı geçiyor, Gestapo’nun adı geçiyor.”

    * “Zannederim dört yaşımdaydım, bir araya gelen çocuk bakıcıları, bir sürü insanın diri diri gömülüşüne dair bir hatıra anlatmışlardı. Çok küçüğüm, gömülmek ne, ölmek ne bilmiyorum. Bunlar o kadar dehşet verici bir şekilde anlatılıyor ki bende müthiş bir ölüm korkusu başlıyor.”

    * “Annem babam yurt içinde ve dışında hep gezmedeydiler, gezme halindeydiler, gece gündüz geziyorlardı, başka bir muhitte, başka şeylerle meşgûl kişilerdi.” (…) ”Ben zavallı bir zengin kızıydım.”

    * “Dadı Barbara, Allah’a küfretti. Ağza alınacak bir şey değil. (…) Bir gece beni aldı ve İnönü gezisine götürdü. Parkın ortasında bir çukur vardı. Beni gece orada bıraktı ve kaçtı. Bu daha sonra çok büyük bir korku, bir travma yaratacak bir olaydı. İlk defa gece sokakta yalnız kalıyorum, sebebini anlayamıyorum. Yaptığı şeye bir mânâ veremiyorum. Ağlaya titreye evin yolunu bulup eve geri dönüyorum, eve geldiğim zaman annemin babamın önünde kapıda beni karşılıyor ve bağıra bağıra ‘Elini tuyordum, benden kaçtı,’ diyerek beni pataklamaya başlıyor.”

    * “Çocuklarına bale dersi, piyano dersi aldırıyorlar, yabancı dil öğretiyorlar. Ama hiçbir manevi, hiçbir dini telkin yok. Ben buna görgü, bu insanlara da görgülü demekte zorlanıyorum. İşte bütün bu Batılılaşma modasının trajik bir maraz olarak ortalığı kemirdiği bir döneme denk düşüyor benim çocukluğum.”

    * “Dadım ciğerlerim açılsın, vücudum sağlıklı olsun diye kışın beni karda yatırıyordu.”

    * “İki yaşıma kadar sinir sistemim herhalde direnmiş, sağlıklı bir çocukmuşum çünkü. Annemin kardeşi Güzin Teyzem anlatırdı, iki yaşımdayken bir gün Schwester Katie: ‘Yaramazlık yaparsan giderim, bir daha da gelmem,’ diye beni tehdit etmiş. Ben Frau Katie’ye diyorum ki: ‘Güle güle Frau Katie, güle güle.’ Yani ‘Cehenneme git!’ der gibi, alay ediyormuşum ve muzip muzip gülüyormuşum.”

    * “Schwester Katie bana Almanca Tanrı kavramını (Lieber Gott) aşıladı ve bu kavram bende iyiden iyiye yer etmişti. Gece gündüz Tanrı’yı düşünüyordum, annemi babamı bana göstermesi için ona yalvarıyordum; beni görmeleri, bana yakınlık göstermeleri için çok dua ettiğimi hatırlıyorum.”

    * “Dadılarımla gittiğimiz Yıldız Parkı’nda çıkışı bulamadık. Bu parkta hayatımdaki ilk halüsinasyona tanık oluyorum. Parkta kaybolduğumuz korku dolu saatler esnasında karanlıkta yürürken, yolun kenarında ayakları ve elleri üzerinde sürünen bir adam görüyorum ve çok korkuyorum. Bu hatırlayabildiğim en erken halüsinasyon.”

    * “Sadist Dadı Barbara kardeşim Bekir’e ve bana şiddet uygulamayı seviyor. Dudaklarımıza tentürdiyot sürüyor. Durmadan bize vuruyor, odunla dövüyor ve üstelik de kulak zarının üstüne vuruyor.”

    * “Adeta Charles Dickens romanlarında yetimhanedeki çocuklara yapılan zulüm altındaydım, kendi evimde yetim gibiydim.”

    * “Yedi sekiz yaşlarındayım, bir kâğıda ‘Ben çok yalnız bir çocuğum, bu şişeyi bulan lütfen beni arasın!’ diye bir not yazıyorum…”

    * “İngiliz aileleri kendine örnek alan babamın tutkuları tenis, yelken, avcılık, kayak ve balık tutmaktı. Tam bir spor delisiydi.”

    * “Abdest almayı ve namaz kılmayı bana anneannem öğretti. Galiba yedi yaşındaydım. Büyük dayım Rauf Orbay da lise yıllarımın sonuna doğru bana bir Kur’an-ı Kerim hediye etmişti. Üstün İnanç’ın İslâm ile ilgili telkinleri üzerimde etkili oldu.”

    * “Rauf Orbay (1881 – 1964) Dayım son gördüğümde bana ‘Annemle babamı çok özledim’ demişti.”

    * “Bu iç yalnızlığımı 40 – 45 yaşıma kadar yaşıyorum.”

    * “Babam annemle övünürdü: ‘Biz modern insanlarız; ben annenizle yemek pişirsin, çocuk baksın diye değil, arkadaşlık etsin diye evlendim,’ derdi. Annem kendisini ressam olarak tanımlar; babam da daima ‘Annen sanatkârdır,’ derdi. Annem ressam da olamamıştı, anne de olamamıştı.”

    * “Bir ara annem bana şunları söyledi: ‘Baban çok yakışıklı, varlıklı, sosyal hayatında da pırıltılar saçan çok aktif bir adam… Onu takip etmeseydim adım adım, onu benim elimden alırlardı. Bu büyük korku yüzünden sizinle hiç ilgilenemedim.’”

    * “Ortaokul üçüncü sınıftaydım. Bir psikiyatra götürdüler. Psikiyatr beni sorguladıktan sonra, ‘Sen çocukluğunu atlamışsın, dikkat etmezsen gençliğini de yaşayamazsın. Zihni hayatın tehlikede,’ dedi. Ben kendisine sık sık intihar etmeyi düşündüğümü söyledim.”

    * “Ben Cevat Çapan’ın evinde Atilla Tokatlı, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ ve Oscar ödüllü görüntü yönetmeni Walter Lassally ile tanıştım. (…) Selahattin Hilav ile Atilla Tokatlı beni Kemal Tahir’in evine götürdü. Çok kısa sürede Kemal Tahir ile eşi Semiha Tahir bana yüreklerini açarak manevi anne baba oldular.”

    * “Hastalığıma sebep olan olaylardan bir tanesi de Kemal Tahir’in kansere yakalanmasıydı. Çünkü Kemal Tahir benim bir tür mürşidimdi. Kansere yakalanmasına çok ama çok üzüldüm.”

    * “Osmanlı Medeniyeti’nin Batı Medeniyeti’nden çok farklı bir yanı olduğunu fark ediyor Kemal Tahir, ama bu farklılıkta İslâm’ın rolünü yeterince vurgulamıyor.

    * “Atilla Tokatlı’yla evliliğimizi parasızlık gölgeledi. Açlığın ne demek olduğunu öğrendim. O yaşta bir enkaza döndüm. Dengesiz bir insan olan Atilla sebepli sebepsiz öfkeleniyor; öfkesini kimden çıkaracağını bilmediği için bana çullanıyordu. Evliliğimiz bir buçuk yıl sürdü.”

    * “Bizim burjuvazimiz Batılı burjuvazi gibi değil. Ne kültürden, ne fikirden nasibini almış bir garabet…”

    * ”Beşir Ayvazoğlu, Batıya karşı olup da Batılı fikirlerle kurtulmaya çalışmamı, Batılı dadılardan gördüğüm zulmü ve Batılı hayat tarzına karşı takındığım menfi tavrı, yine Batı’dan gelen Sosyalist fikirlerle bertaraf etmeye kalkışmamı bir trajedi olarak yorumladı.”

    * “Ailemin Tuzla’daki yazlığında, ‘Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar / Yeryüzünde sizin kadar yalnızım!’ şarkısı dilime pelesenk olmuştu.”

    * “Bir ahir zaman Osmanlı aristokratı olan Bülent Oran (1924 – 2004) beni dinledi dinledi: ‘Seni insanlar boyuna posuna bakarak kuvvetli bir şey zannediyorlar, oysa Andersen’in her zaman yağmur altında, yalınayak kibritlerini satmaya çalışan kibritçi kızına benziyorsun,’ dedi.

    * “1981 ya da 1982’de okuduğum Hazreti Muhiddin İbni Arabi’nin ‘Füsusu’l Hikem’ adlı kitap hayatımı değiştirdi. Tasavvuf düşüncesinin temel eserlerinden biri olan bu eserin tam adı ‘Fusûsu’l-Hikem ve Husûsu’l-Kilem’dir. İslâm literatüründe hakkında en fazla şerh yazılan eser olma özelliğine sahiptir… ‘Füsusu’l Hikem’i okudukça anladım ki, bize İslâm’ı çok kötü gösterdiler, Kur’an’dan kopardılar; oysa alemde aradığım ne varsa hepsi burada diye düşünmeye başladım… İslâm, gençliğimde bana seyrettirilen ‘Vurun Kahpeye’ filminden ibaret değilmiş; benim bütün bilgim, orada gördüğüm softalara ve yobazlara dayanıyor çünkü… İslâm’ın ne kadar muhteşem bir din olduğunu Hazreti Muhiddin İbni Arabi’nin ‘Füsusu’l Hikem’ adlı muhteşem eserinden öğrenirken, kendi kendime ‘İslâm müthiş bir şey ama Müslümanlar nasıl kimseler acaba?’ diye sormaya soruşturmaya başlıyorum. (…) Bir mevtaya dönüşen ben, Allah’ın inayetiyle, evvelâ ‘Füsusu’l Hikem’ ve sonra Bülent Oran ile Doktor Doğan Soyumer sayesinde yeniden diriliyorum, mezardan kalkmak gibi bir şey… Her şey Alllah’ın kudreti ile… Art arda dizilen sebep silsilesi…”

    * “Yıl: 1991. Bir gün aile dostumuz bir yaşlı hanımla telefonda konuşuyorum, o sırada Körfez Savaşı var. O hanım alafranga yetişmiş biri, bana telefonda körfez bombardımanını kastederek diyor ki: ‘Çok güzel pastalar yaptım, oturdum televizyonun başına, bombardıman çok başarılı oldu! Dehşete düşüyorum… Bu, benim içine doğduğum nasıl bir çevre? Orada insanlar ateş altındalar, bunlar pasta yiyerek bombardıman seyrediyorlar ve nezih oluşundan bahsediyorlar. Bunu düşüne düşüne, alt üst olmuş bir vaziyette, derhal bir örtü bulup başıma takıyorum ve aynada kendime bakmaya başlıyorum. ‘Ben…’ diyorum, ‘bu bombayı kafasına yiyenlerle aynı saftayım. Ben sizden değilim!’”

    * “Gençliğimde bir film çekimi esnasında bir yalıda çalışmıştık. Bir eski zaman hanımefendisi, bir Osmanlı hanımefendisi, o yalının sahibesi, ‘Kızım, gel bak bir otur yanıma, sana bir şey söyleyeceğim!’ demişti. Sanki ilham gelmiş gibi. ‘Biliyor musun, hayat senin için bitti zannedersin, yeniden başlar, bitti zannedersin yeniden başlar.’ Çok güzel değil mi? Benim hayatım defalarca bitti zannettim ve hep yeniden başladı. Bu böyle bir şey… Bitiş çizgisine geldim derken, yeni bir yol açılıyor, taze bir hayat… Herhalde gerçek sona vasıl olduğumuz zaman da, orada yeni bir hayata doğuyoruz.”

    * “‘İslâm bizi geri bıraktı, Batı karşısında yenilgilerimizin sebebi İslâm’dır!’ hükmü, giderek bir inanç, bir yaşama biçimi halini aldı. Bunu da modernlik kisvesi altında hınç ve taassupla dolu telkinler halinde yaydılar; bu tür ideolojilere ve akımlara neredeyse meşruiyet kazandırıldı… Bu yanılgıların ortasında doğdum ve yetiştim. Gerçeğin ise tam tersi olduğunu pek çok bedel ödeyerek idrak ettim.”

    * “Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti… Varoluşuna sahih bir neden bulamayan insan; bilsin yahut bilmesin korku, endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazi hali, bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecelerde yaşadım… Allah hepimizi ve özellikle yeni nesilleri böylesi azaplardan esirgesin.”

    * “Şimdi şu eski koltuklarda oturuyorum ve gücümün yettiğince tefekkür ediyorum… Herkes geleceğe doğru hayal kurar; bense geçmişe doğru… Bir bahçeye yolculuk yapıyorum… Manolyalar, frenk üzümleri, yıldız çiçekleri, çimenler; tam bir cennet bahçesi… Bir zamanlar, yani çocukluğumda öyle bir bahçenin ortasındaydım; ama o nimetin o günlerde şükrünü eda edebilme hassasiyetine sahip değildim. Şimdiki halimle: aklım ve gönlümle o güzel bahçeye dönüyorum… Çimenlerin üzerine seccademi serip şükür namazı kılıyorum. Bu benim geçmişe doğru yolculuğum, geçmişe dönük hayalim.”

    Memduh Ün, Ayşe Şasa’yı Anlatıyor:

    * “Ayşe Şasa önceleri Atilla Tokatlı’yla evliydi, sonra Atıf Yılmaz’la birleştirdi yaşamını. Atilla Tokatlı’da Atıf Yılmaz’ın yönetmen yardımcısıydı. Ayşe Şasa çok iyi kayak yapardı. Atıf Yılmaz’la Uludağ’a çalışmaya gittiğimizde anlatmıştı. Ayşe kolejde okurken erkek giysileri giyer, erkeklerle yarışır, birinci olurmuş hep. Ayşe o sırada Atıf’la evliydi. Hep beraber Uludağ’a gitmiştik. Atıf’la ben Ayşe’ye özenip kayak öğrenmeye heveslendik. Hoca tuttuk, ama adam bize çok bağırıyordu. Ben Atıf’a, sette biz herkese bağırıyoruz ya, bu adam da onların intikamını alıyor bizden demiştim. Ama bu öykünün sonu bayağı tatsız, çünkü tam öğrenip kaymaya başladık, Atıf düştü ayağını incitti. Bizim kayak eğitimi de böylece sona erdi.

    * Senarist ve oyun yazarı Sadık Şendil çok tatlı, esprili hikâyeler anlatırdı. Birisi şöyle: Sadık Bey bir gece evde senaryo çalışırken, cama vurulduğunu duyuyor. Tuhaf bu, çünkü apartmanın dördüncü katında oturuyor. Merak ediyor, kalkıp pencereye yaklaşıyor. Ayşe Şasa’yı görüyor. Ayşe Şasa çok uzun boylu bir kadındır.”

    Hakan Sonok’un Notu: Ayşe Şasa “Bir Ruh Macerası” adlı anılarında (Sayfa: 121) boyunu açıklıyor: 1.78… Görüldüğü gibi Ayşe Şasa’nın efsanelere, kitaplara, fıkralara konu olan uzun boyu abartıldığı kadar uzun değildir.

    Atıf Yılmaz, Ayşe Şasa’yı Anlatıyor:

    İkinci kocası Atıf Yılmaz da Ayşe Şasa’yla evlenmeden önce, kadının 15 yaş küçük olmasını ve kendinden uzun boylu olmasını dert, sorun etmişti. Atıf Yılmaz Ayşe Şasa’ya “Sen ev kadını olamazsın, yemek pişirmeyi bilmeyen bir kolejlisin,” demiştir.

    Atıf Yılmaz, “Hayallerim, Aşkım ve Ben” adlı anılarında Ayşe Şasa’yı şöyle anlatır: “Cizre beylerinden Bedirhan Paşanın torunudur… Yılmaz Güney’in Ayşe Şasa’ya karşı garip bir sevgisi ve saygısı vardı. Kimbilir belki de Ayşe Kürt Prensesi olduğu içindir. Yaşar Kemal’in yalancısıyım. Ayşe Şasa’yla evleneceğim zaman, İstanbul’da Kürt ileri gelenleri Ayşe Şasa bir Türk’le evleniyor diye epeyce bozulmuşlar. Onun üzerine Yaşar Kemal göğsünü gere gere ‘Yanılıyorsunuz arkadaşlar. Damadımız öz be öz Kürt’tür,’ demiş. Ayşe Şasa benimle kâh ‘Proleter Kürt’, kâh ‘Asimile Kürt’ diye dalga geçip dururdu.

    Bir gün, Yılmaz Güney ile Nebahat Çehre, Ayşe Şasa’yla oturduğumuz çatı katına geliyor. En büyük eğlencemiz salondan çıkılan terasın beton korkuluğuna kesme şekerleri dizip, Kilis’ten aldığım havalı tüfekle nişan almak. Salondan attığımız için karşı komşular bizi görmüyor. Kiremitlerin neden durmadan kırılıp çatladığını bir türlü anlayamıyorlar. Yarışı genellikle Ayşe’yle Nebahat kazanıyor. İkisi de bizden daha iyi atıcı. Yılmaz Güney bu işe ciddi ciddi bozuluyor.

    Yine bir gece de saat 24:00’ü çoktan geçmiş olmalı. Kapı çalınıyor. Açıyoruz. Gelen Yılmaz Güney. Yanında hiç beklemediğimiz bir hanım arkadaşı. ‘Hoşgeldiniz, buyrun,’ filân diyoruz. Geçip oturuyor, yarım saat sonra da kalkıp gidiyorlar. Yılmaz Güney, o gece Ajda Pekkan’la gelmişti. İlkleri bana gösterme alışkanlığı nedeniyle gelmiş olmalı.”

    Ayşe Şasa Ailesinin Kökenlerini Anlatıyor:

    Babam Avni Şasa; baba tarafından Çerkes, annesi Mihriban Hanım tarafından Güneydoğuda Bedirhan aşireti denilen önemli bir aşirete dahil. Bedirhan’ların bir rivayete göre büyük komutan Halid bin Velid’e kadar dayandığı iddia edilir. Çok geniş bir aşirettir.

    Giovanni Scognamillo, Ayşe Şasa’yı Anlatıyor:

    “Türkiye’deki film üretim ve yapım düzeni Ayşe Şasa’ya iyi gelmedi. Hastalanmasında belki, bir ihtimâl, bu çalışma düzeninin de bir payı, bir katkısı oldu. Ayşe Şasa çok dürüst, çok düzgün, çok ilkeli bir insandı. Yeşilçam hengamesinin içine düşünce sarsılmış olabilir.”

    Atilla Dorsay, Ayşe Şasa’yı Anlatıyor:

    “1970’lerin fırtınası içinde solculuğu ağır bastı ve evlendiği Atıf Yılmaz’ın tarihsel çerçeveli kimi filmleri içinde bile toplumcu mesajlar veren güzel senaryolar yazdı. Ama sonra Ayşe Şasa başkalaştı, farklılaştı. O adına akıl dediğimiz hazinenin başkalarınınkinden farklı olarak işlemesi gibi belalı bir serüveni yaşadı, toplumun ve tıbbın şizofreni dediği bir tür hastalığa yakalandı. İnanıyorum ki bu sadece kişisel bir serüven, bünyeye ve yapıya bağlı bir tezahür değildi. Yaşadığı çevreye ve ortama bir türlü uyum sağlayamayan ve kendine ait iklimi bulamayan hassas ve nadir bir bitkinin sararıp solmasına benzer bir öyküydü.

    Ama artık “A Beautiful Mind – Akıl Oyunları” (2001) adlı harikulâde filmi de görmüş olarak daha iyi biliyoruz ki, şizofreni türü hastalıklar sürekli değildir, dönem dönem iyileşebilir ve her koşulda, o kişinin sanatsal veya bilimsel üretimini, diğer insanlarla alışverişini, kültürel etkinliğini azaltmaz, hatta kimi zaman çoğaltırlar. Ayşe Şasa’da uzun ve ıstıraplı yıllardan sonra, bu kez senaryo yazarı değil, sadece sinema yazarı olarak aramıza katıldı. 1990’lardan itibaren Dergâh Dergisi’ne yazdığı kısa, ama özlü yazılar, ondaki yeni değişimin dışavurumuydu. Bu, Kemal Tahir’in öncülüğünde izlenen uzun yoldan kalma Doğu – Batı sorunlarına, bu uzun ve bitmez kavganın aşamalarına, bu kez yeni ulaşılmış bir durumun, bir merhalenin, bir ilâhi aydınlanmanın, kısaca tasavvufun ışığında bakmayı simgeliyordu.

    Ayşe Şasa adına tasavvuf denen çileli, ama mükâfatlandırıcı yolda adım adım ilerliyor, sanki ruhunu geniş bir umman gibi uzanan inananlar ordusunun içinde küçük ama anlamlı bir varlık olarak yeniden yaratıyordu. Ve tüm bunlar, onun ilk aşkına, yani sinemaya olan tutkusunu azaltmıyor, tersine yeni duraklara doğru sürüklüyordu. Ne özel, ne şahsi, ne farklı bir macera… Bizimkilerden ne farklı bir kader…”

    Halit Refiğ, Ayşe Şasa’yı Anlatıyor:

    “Benim duygu ve düşünce dünyamı en iyi yansıtan filmlerim olarak ‘Hanım’ı, ‘Köpekler Adası’nı, ‘İki Yabancı’yı da sayabilirim. ‘İki Yabancı’ya en sıcak yaklaşım Ayşe Şasa’dan geldi. Ayşe Hanım, ‘İki Yabancı’ya çok anlamlı bir değer vermiştir.”

    Hakan Sonok’un Notu: Ayşe Şasa, gözle görülenin ötesinde, rüyanın kendisine yer bulduğu filmlere ilgi duyuyor ve bu konuda şunları söylüyordu: “Türk sinemasında hayalin zincirlerini kıran ve rüyanın kapısını aralayan yapıtlar az olmakla birlikte bu yolda bazı örnekler mevcuttur. Bunlar hangileri midir? Metin Erksan’ın ‘Sevmek Zamanı’, Lütfi Akad’ın ‘Gökçe Çiçek’i, Halit Refiğ’in ‘Hanım’ı, yine Halit Refiğ’in ‘İki Yabancı’sı ve Reha Erdem’in ‘A…Ay’ı… Anlıyorum ki tasavvuf modern dünyaya yoğun bir ışık düşürmeye, taptaze, beklenmedik yorumlar getirmeye aday.”

    Ayşe Şasa’nın Senaryo Yazarlığını Üstlendiği Filmler:

    * Çapkın Kız
    1963 – Siyah Beyaz – Uğur – Melek Film Yapımı.
    Yönetmen: Memduh Ün. Senaryo: Ayşe Şasa Tokatlı, Bülent Oran.
    Görüntü Yönetmeni: Mustafa Yılmaz.
    Oyuncular: Türkan Şoray, Tamer Yiğit, Ahmet Tarık Tekçe, Semih Sezerli, Vahi Öz, Aziz Basmacı, Hulusi Kentmen.

    * Cemile
    1964 – Siyah Beyaz – Artist Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa.
    Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı. Oyuncular: Hülya Koçyiğit, Murat Soydan, Çolpan İlhan, Ferit Şevki, Reha Yurdakul.

    * Son Kuşlar
    1965 – Siyah Beyaz – Efes Film Yapımı.
    Yönetmen: Erdoğan Tokatlı. Senaryo: Ayşe Şasa.
    Görüntü Yönetmeni: Ali Uğur.
    Müzik: Mehmet Abut.
    Oyuncular: Ediz Hun, Tijen Par, Selma Güneri, Ayfer Feray, Aliye Rona, Kenan Pars, Senih Orkan, Talat Gözbak, Tuncel Kurtiz, Şükriye Atav.

    * Murad’ın Türküsü
    1965 – Siyah Beyaz – Güven Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Yaşar Kemal, Ayşe Şasa.
    Görüntü Yönetmeni: Manasi Filmeridis.
    Müzik: Ruhi Su.
    Oyuncular: Fikret Hakan, Pervin Par, Hayati Hamzaoğlu, Aliye Rona, Danyal Topatan, Ercan İnangirey, Emine Erhan, İlhan Hemşeri, Ali Şen.

    * Toprağın Kanı
    1966 – Siyah Beyaz – Güneş Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Recep Bilginer, Ayşe Şasa.
    Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı.
    Oyuncular: Fikret Hakan, Belgin Doruk, Erol Taş, Feyzi Tuna, Tuncer Necmioğlu, Nuran Aksoy, Hakkı Haktan, Ali Seyhan, Güngör Denizaşan.

    * Ah Güzel İstanbul
    1966 – Siyah Beyaz – Be Ya Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Safa Önal, Ayşe Şasa.
    Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı.
    Oyuncular: Sadri Alışık, Ayla Algan, Diclehan Baban, Feridun Çölgeçen, Güngör Denizaşan.

    * Kozanoğlu
    1967 – Siyah Beyaz – Dadaş Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz.
    Senaryo: Ayşe Şasa.
    Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı.
    Oyuncular: Yılmaz Güney, Suna Keskin, Tuncer Necmioğlu.

    * Balatlı Arif
    1967 – Siyah Beyaz – İrfan Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa.
    Görüntü Yönetmeni: Rafet Şiriner.
    Oyuncular: Yılmaz Güney, Nebehat Çehre, Sami Tunç, Candan Isen, Danyal Topatan, Tülin Oral.

    * Harun Reşid’in Gözdesi
    1967 – Siyah Beyaz – And Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa (Sevda Sezer’in romanından).
    Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı.
    Oyuncular: Ajda Pekkan, Erol Tezeren, Tuncer Necmioğlu, Devlet Devrim, Turgut Özatay, Lale Belkıs, Tülay Erdeniz, Danyal Topatan.

    * İlk ve Son
    1968 – Siyah Beyaz – Kadri Film Yapımı.
    Yönetmen: Memduh Ün. Senaryo: Ayşe Şasa, Memduh Ün, Bülent Oran (Esat Mahmut Karakurt’un romanından).
    Görüntü Yönetmeni: Cahit Engin.
    Oyuncular: Cüneyt Arkın, Selda Alkor, Funda Postacı, Eva Bender.

    * Köroğlu
    1968 – Siyah Beyaz – Uğur Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa.
    Görüntü Yönetmeni: Gani Turanlı.
    Müzik: Yücel Paşmaklı.
    Oyuncular: Cüneyt Arkın, Fatma Girik, Reha Yurdakul, Hayati Hamzaoğlu, Hüseyin Baradan, Mümtaz Ener, Aynur Akarsu, Omtar Durukan, Behçet Nacar.

    * Kızıl Vazo
    1969 – Renkli – Saner Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa (Peride Celal’in romanından).
    Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca.
    Oyuncular: Hülya Koçyiğit, Murat Soydan, Reha Yurdakul, Oktar Durukan, Orhon Arıburnu, Müge Serdar, Meltem Mete, Behçet Nacar.

    * Yedi Kocalı Hürmüz
    1971 – Renkli – Hisar Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa (Sadık Şendil’in oyunundan).
    Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca.
    Müzik: Nevzat Sümer.
    Oyuncular: Türkan Şoray, Tanju Gürsu, Salih Güney, Süleyman Turan, Münir Özkul, Suna Selen, Mualla Sürer, Rukiye Göreç, Ali Şen, Necdet Yakın, Güzin Özipek, Ahmet Turgutlu, Cevat Kurtuluş.

    * Unutulan Kadın
    1971 – Renkli – Akün Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa, Bülent Oran.
    Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca.
    Oyuncular: Türkan Şoray, Kadir İnanır, Metin Serezli, Gülistan Güzey, Nubar Terziyan, Aynur Aydan, Birtane Güngör.

    * Battal Gazi Destanı
    1971 – Renkli – Uğur Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa.
    Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca.
    Oyuncular: Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Meral Zeren, Reha Yurdakul, Melek Görgün, Kerim Afşar.

    * Cemo
    1972 – Renkli – Akün Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa (Kemal Bilbaşar’ın romanından).
    Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca.
    Müzik: Yalçın Tura.
    Oyuncular: Türkan Şoray, Fikret Hakan, Melda Sözen, Bilal İnci, Aliye Rona, Danyal Topatan, Tuncer Necmioğlu.

    * Utanç
    1972 – Renkli – Akün Film Yapımı.
    Yönetmen: Atıf Yılmaz. Senaryo: Ayşe Şasa.
    Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca.
    Müzik: Yalçın Tura.
    Oyuncular: Filiz Akın, Kadir İnanır, Ülkü Ülker, Bülent Kayabaş, Mümtaz Ener, Ayşin Atav.

    * Hacı Arif Bey
    1982 – 5 Bölümlük TRT Dizisi.
    Yönetmen: Yücel Çakmaklı.
    Senaryo: Bülent Oran, Ayşe Şasa.
    Oyuncular: Ahmet Özhan, Neda Arneriç, Numan Pakner.

    * Ve Recep ve Zehra Ve Ayşe
    1983 – Renkli – Ekin Film Yapımı.
    Yönetmen: Yusuf Kurçenli. Senaryo: Ayşe Şasa.
    Görüntü Yönetmeni: Suat Kapkı.
    Oyuncular: Necla Nazır, Mahmut Cevher, Pembe Mutlu, Mesut Engin, Tuncer Necmioğlu, Ani İpekkaya, Nilüfer Aydan, Haşmet Zeybek, Meral Niron, Fatih Özses, Mehmet Esen.

    * Ölmez Ağacı
    1984 – Renkli – Meya Film Yapımı.
    Yönetmen: Yusuf Kurçenli. Senaryo: Ayşe Şasa.
    Görüntü Yönetmeni: Kenan Davutoğlu.
    Müzik: Cem İdiz.
    Oyuncular: Necla Nazır, Hakan Balamir, Çetin Öner, Gülsen Tuncer, Erich Romm, Sonja Good, Sema Çeyrekbaşı, Bülent Oran, Oya Sensev.

    * Kanayan Bosna
    1993 – TV Dizisi.
    Yönetmen: Yücel Çakmaklı.
    Senaryo: Üstün İnanç, Ayşe Şasa.

    * Dinle Neyden
    2008 – Renkli – PHS Film & ATM Film Yapımı.
    Yönetmen: Jacques Deschamps.
    Senaryo: Ayşe Şasa, İsmail Eren.
    Görüntü Yönetmeni: Octavio Espirito Santo.
    Müzik: Özhan Eren.
    Oyuncular: Ahu Türkpençe, Alican Yücesoy, Emin Olcay, Metin Hara, Lale Mansur.

    (19 Şubat 2011)

    Hakan Sonok

    hakan.sonok@tr.net

    Berlin Film Festivali’nde İstanbul Film Festivali’nin 30. Yılı Kutlandı

    İstanbul Film Festivali’nin 30. yılı, 61. Berlin Film Festivali kapsamında 11 Şubat 2011 Cuma akşamı düzenlenen bir kokteylle kutlandı. Akademie der Künste’de gerçekleştirilen kokteylde, İstanbul Film Festivali kapsamında bu yıldan itibaren verilmeye başlanacak Türkiye – Almanya Ortak Yapım Film Geliştirme Fonu’nun ilk duyurusu da yapıldı. İstanbul Film Festivali Direktörü Azize Tan’ın evsahipliğinde düzenlenen kokteyle, basın mensupları, yönetmenler, yapımcılar ve oyuncularla birlikte Berlin Film Festivali’nde bu yıl Türkiye adına yarışan Bizim Büyük Çaresizliğimiz filminin ekibi de katıldı.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Berlin Film Festivali’nde İstanbul Film Festivali’nin 30. Yılı Kutlandı yazısına devam et
  • Ahir

    Sarajevo Film Festivali, Sarajevo City Of Film Kısa Film Fonu, kısa film yönetmeni Cenk Ertürk’ün Ahir adlı projesini finansal olarak destekliyor. Festival, proje bütçesinin yaklaşık 12.500 Euro olacağını açıkladı. Sarajevo City Of Film, festival bünyesinde önceki yıllarda gerçekleştirilen Talent Kampüs katılımcılarının başvurabildiği bir kısa film fonu. Başvuran projelerin, parasal destekten yararlanabilmelerinin tek şartı, filmlerin başkent Saraybosna’da çekilmesi. Talent Kampüs 2009 katılımcısı Cenk Ertürk proje kapsamında film çekecek ilk Türk yönetmen.

  • Basın Bülteni
  • Fragman
  • Sarajevo Film Festivali hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Ahir yazısına devam et
  • Mehmet Günsür ve Belçim Bilgin Kanal D Cinemania’da

    Ömür Gedik’in hazırlayıp sunduğu sinema programı Kanal D Cinemania’da bu haftanın konukları Aşk Tesadüfleri Sever filminin başrol oyuncuları Mehmet Günsür ve Belçim Bilgin.
    Ünlü oyuncular filmin kadrosuna hangi tesadüflerle katıldılar? Onların hayatlarını değiştiren tesadüfler ne? Aşk onlar için ne ifade ediyor? Sevilen oyuncuların yeni projeleri neler?
    Editörlüğünü Fırat Sayıcı’nın yaptığı programda vizyona giren yeni filmler ve çarpıcı sinema haberleri, vs. yer alıyor. Ömür Gedik’le Cinemania her Cumartesi Kanal D’de.

  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Mehmet Günsür ve Belçim Bilgin Kanal D Cinemania’da yazısına devam et
  • Ve Sinema Programı’nda Christian Bale

    Birsen Hatipoğlu Yıldız’ın yapımcısı olduğu Ve Sinema, 12 Şubat Cumartesi günü 21:15’de ve 13 Şubat Pazar günü 02:15’de TRT Haber TV’de izleyici ile buluşmaya devam ediyor. Ve Sinema’da bu hafta, yedi dalda Oscar adayı Dövüşçü ve yönetmeni David O. Russell ile oyuncusu Christian Bale ile röportaj; 61. Berlin Film Festivali’nden Zeki Demirkubuz’un son filmine haber turu; Pelin Turgut ile If İstanbul üzerine kaçırılmayacak bir röportaj; 70 küsur yaşında bir usta Anthony Hopkins; Anjelika Akbar ile Sinemasever; DVD Rafı’nda 2010’un en iyilerinden Sosyal Ağ ve Centilmen gibi ilgi çekici bölümler var.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Ve Sinema Programı’nda Christian Bale yazısına devam et
  • Eyyvah Eyvah 2, Hız Kesmiyor: 3.500.000 Oldu

    07 Ocak’ta “Genel izleyici” ibaresiyle seyirciyle buluşan Eyyvah Eyvah 2, vizyondaki 5. haftasında da seyirciden yoğun ilgi görüyor. Yarıyıl tatilinin en çok tercih edilen filmlerinden de biri olan ve ailelerin çoluk çocuk, kahkahalar eşliğinde izlediği film, 3.500.000 seyirciyle yoluna devam ediyor. Filmin şarkıları da eğlence hayatına damgasını vurdu. Eyyvah Eyvah 2 şarkıları, gecelerin vazgeçilmezi oldu. Hakan Algül’ün yönettiği Eyyvah Eyvah 2′de, Ata Demirer, Demet Akbağ, Özge Borak, Salih Kalyon, Tanju Tuncel, Meray Ülgen, Bican Günalan, Tarık Ünlüoğlu ve Ayşenil Şamlıoğlu yer alıyor.

    BAFTA Adayı Ünlü İngiliz Yönetmen Chris Morris If İstanbul’a Geliyor

    Geçtiğimiz senenin en çok konuşulan filmlerden biri, bu Pazar açıklanacak olan BAFTA ödüllerinde aday olan Four Lions – Dört Aslan’ın yönetmeni, kült komedi yazarı ve DJ Chris Morris filmini sunmak üzere İstanbul’a özel bir ziyaret yapacak.
    Filmin galası, 10. If İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali kapsamında 24 Şubat Perşembe gecesi yapılacak. 26 Şubat’ta yapılacak olan ikinci gösterimi ise hem İstanbul, hem de dijital bağlantı sayesinde Türkiye ve komşu coğrafyalarda 25 şehirde izlenecek.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    BAFTA Adayı Ünlü İngiliz Yönetmen Chris Morris If İstanbul’a Geliyor yazısına devam et
  • 43. SİYAD – Sinema Yazarları Derneği, Türk Sineması Ödülleri Uzun, Kısa ve Belgesel Film Adayları Belirlendi

    24 Şubat Perşembe akşamı 20:30’da Maslak Tim Show Center’da gerçekleştirilecek olan 43. SİYAD – Sinema Yazarları Derneği Türk Sineması Ödülleri’nde uzun metraj dalında verilen ödüllerin yanı sıra, bu yıl üçüncü kez verilecek olan En İyi Belgesel ve En İyi Kısa Film ödüllerinin adayları da belirlendi. Sinema yazarları, belgesel dalında sekiz, kısa film dalında ise yedi filmi aday gösterdi. 43. SİYAD Türk Sineması Ödülleri Töreni, Digiturk’ün TürkMax adlı kanalı tarafından da canlı olarak izlenebilecek.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    43. SİYAD – Sinema Yazarları Derneği, Türk Sineması Ödülleri Uzun, Kısa ve Belgesel Film Adayları Belirlendi yazısına devam et
  • Paradoks Sine-Felsefe Atölyesi, 13. Haftasında Bandonun Ziyareti’ni İnceliyor

    SİYAD üyesi felsefeci – sinema yazarı Metin Gönen eğitmenliğindeki Paradoks Sine-Felsefe Atölyesi, 13. haftasında Eran Kolirin’in yönettiği 2007 yılı yapımı Bandonun Ziyareti (The Bands Visit) filmini politika, aşk ve barış açısından inceliyor. 12 Şubat Cumartesi günü saat 11:00 – 15:00 saatleri arasında “Validebağ Adile Sultan Kasrı, Kadıköy, İstanbul” adresinde yapılacak olan atölye, sinematografik operasyonları içinde filmlerin nasıl yapıldıklarını inceliyor. Film analizlerini ise “eserlerle birlikte düşünme” çalışması olarak felsefenin aydınlatıcı kavramsallığıyla yapıyor.

  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğrafa haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Paradoks Sine-Felsefe Atölyesi, 13. Haftasında Bandonun Ziyareti’ni İnceliyor yazısına devam et
  • Meş (Yürüyüş)

    Shiar Abdî’nin yönettiği ve Selamo, Abdullah Ado, Aydın Orak ile Brader Musiki’nin oynadığı Meş (Yürüyüş), 01 Nisan 2011’de Nar Film dağıtımıyla Sel Film – Si Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Hikâye, 12 Eylül 1980 darbesinin öncesi ve sonrasında Mardin’in Nusaybin ilçesinde geçmektedir. Darbe yörede zaman zaman hissedilmektedir. Cengo ile birlikte bir grup çocukla arkadaşlık kuran Xelilo, dışlandığı dünyadan gittikçe uzaklaşır. Xelilo’nun arkadaşlarının bazısının ailesi ilçeyi terk eder, bazılarının yakınları bilinmeyen yerlere götürülür. Xelilo ağzında sigarası ile yürüyüşler yaparak sessizce gerçekleştirdiği protestosunu sürdürmektedir.

    Meş (Yürüyüş) yazısına devam et

    Beyoğlu Semt Dernekleri Platformu, Beyoğlu Koruma Plânları’na İtiraz Ediyor

    Beyoğlu Semt Dernekleri Platformu, temsil ettikleri Cihangirli, Ayaspaşalı, Galatalı, Asmalımescitli, Galatasaraylı, Çukurcumalı, Tophaneli, Piyalepaşalı Beyoğlu sakinleri ile birlikte Beyoğlu Koruma Plânları’na itiraz dilekçelerini 11 Şubat 2011 Cuma günü teslim etmek üzere Tünel Meydanı’nda buluşuyorlar. Semt sakinlerine “Eşinle, dostunla, çocuğunla, torununla, sokağın, yeşilin için hazırladığın dilekçeni al gel, bize katıl!” şeklinde çağrıda bulunuyorlar.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Beyoğlu Semt Dernekleri Platformu, Beyoğlu Koruma Plânları’na İtiraz Ediyor yazısına devam et