Çaykovski’den Aranofsky’ye Karanlık Dans

Darren Aranofsky’nin son filmi doludizgin sinemalara geliyor. Aranofsky filmlerinde insanın derinliklerindeki duyguları ve güdüleri dışa vurmasıyla tanınıyor. İlk filmi Pi (1998), etkileyici Requiem for a Dream (2000) ve özellikle seyreden herkesi yoğun duygular yaşatan Şampiyon (2008) Aranofsky’nin tarzını ortaya koyuyor ve her filmiyle Aranofsky dilini rafine ediyor ve geliştiriyor. Şampiyon’daki güreşçinin hikâyesi tüm izleyenleri derinden sarsmıştı, hatta bazı sahnelerde perdeye bakmak imkânsız hale gelmişti. Bedensel acı öyle gerçekçi ve sert ortaya konuyordu ki seyirci güreşçinin yaralarını kendi bedeninde hissedebiliyordu. Aranofsky ustalığını yine konuşturuyor ve Siyah Kuğu’da bizi bir seviye ileriye taşıyor. Siyah Kuğu çok şiddetli görüntülerle estetiği iç içe harmanlıyor. Bazı yerlerdeki çarpıcı anlatım acaba bale, şov için yapılan güreşten daha zor bir bedensel çalışma mı diye düşündürüyor ve gerçekten bizi şaşkına uğratıyor. Dahası kendine hayran bırakıyor…

Siyah Kuğu genç balerin Nina’nın (Natalie Portman) prima ballerina olmak için çabasını ve olgunlaşma sürecini anlatıyor. Çalıştığı bale grubu zor ekonomik dönemlerinden kurtulmak için Kuğu Balesi’nin yeni bir yorumunu sergilemeye karar veriyor: Saf ve zarif Beyaz Kuğu ile onun baştan çıkarıcı, karanlık kız kardeşi Siyah Kuğu’nun aynı bedende buluştuğu bir versiyon. Nina Beyaz Kuğu için biçilmiş kaftan ama Siyah Kuğu’yu da bedenine giyebilmesi ve içselleştirebilmesi için çok yol kat etmesi gerek.

Film psikanalizden ve mitolojiden bol bol yararlanıyor. Nina’nın yansımaları her yanımızı kaplıyor. Aynalar, Nina’nın Beyaz kuğu hali, Siyah Kuğu hali, rakibinde kendini bulması, annesinden kaçışları, rol modeli eski prima ballerina Nina’yı çok sesli bir bedene sokuyor. Nina’nın onları ayıklayıp, birleştirip, kendi sesini oluşturmasını izliyoruz ve Nina olabildiğince estetik hareketlerle oradan oraya salınırken, biz de onun iç dünyasında oradan oraya savruluyoruz.

Aranofsky görsel öğeleri de ses öğelerini de başarıyla kullanıyor. Efektler ve yeni denemeler göze batmıyor ama seyirciyi filmin içine alıyor. Oyunculuklar da çok başarılı. Anne Erica rolünde Barbara Hershey, Nina’yı baştan çıkaran yönetmen Thomas rolünde Vincent Cassel, eski baş balerin Beth rolünde Winona Ryder tam dozunda oyunculuklarıyla bizi etkiliyor. Lilly rolündeki Mila Kunis’in şimdiden birçok kişinin gönlüne taht kurduğu kesin. Merakla onu yeni filmlerde görmeyi bekliyoruz. Natalie Portman’ın oyunculuğuna gelince, gerçekten bu rol onun için yazılmış. Ondan başka biri ne Beyaz Kuğu’yu ne Siyah Kuğu’yu oynayabilirdi. Bu yıl Oscar’ı kapmasını umutla bekliyoruz.

Psikolojik gerilim türünü seviyorsanız, Darren Aranofsky’nin diğer filmlerini de hazla izlediyseniz, Siyah Kuğu sizi çok memnun edecek. Yine de uyaralım: Bu film güler yüzlü, şenlik ya da şirin bir film değil. Sert, yer yer acımasız, sancılı ama büyüleyici bir film. Filmin sonuna dair iki ayrı yorum var, ben bu filmin Nina’nın büyüme yolculuğu olduğunu savunanlardan olduğum için olumlu bir yorumum var. Bakalım siz ne düşüneceksiniz?

(13 Şubat 2011)

Nur Özgenalp

Sinemanın Zirvesindeki Sanatçı: Andrei Tarkovsky

“Gelecekten korkuyorum…

Çinlilerden, afetlerden, kehanette bulunulan felâketlerden. Çocuklar için, Larissa için korkuyorum.

Tanrım bana gelecek için güç ve inanç ver. Seni yüceltecek bir gelecek ver bana! Ben de içinde yer alayım.

Tanrım nasıl perişan bir haldeyim! İçim bulanıyor, kendimi asma noktasındayım. Çok yalnızım ve bu duygu yalnızlığın ölüm olduğunu anladığımda daha da kötüleşiyor. Herkes bana ya ihanet etti ya da edecek.

Ben yalnızım… Ruhumun her zerresi tek tek açılıyor. Ve ruhum korunmasız. Çünkü bu deliklerden içime ölüm yavaş yavaş işliyor. Yalnız olmak ne korkunç! Yaşamak istemiyorum, korkuyorum. Hayatım çekilmez oldu. Niye kendimi bu kadar kötü hissediyorum? Bu kadar bitkin… En azından rüya görür ve bazı rüyalarımda umutlanırdım. Fakat şimdi rüya bile görmüyorum. Korkunç!…” (1)

Dünya sinema tarihinde gelmiş geçmiş en yaratıcı yönetmenlerden biri, hayatı film karelerine şiir gibi sığdıran, gördüklerimizin gerçekliğinden şüpheye düşüren, metafizik boyutta gerçekçiliği mükemmel bir şekilde veren, düş ve gerçeği iç içe vererek kendi ruh dünyasının zenginliğini gösteren Rus yönetmen Andrei Tarkovsky…

4 Nisan 1932’de oyuncu anne ve ünlü Rus şairi Arseny Tarkovsky’nin oğlu olarak Moskova’da dünyaya geldi. 1960 yılında Moskova Devlet Sinema Enstitüsü’nü bitirdi. İlk uzun metrajlı filmi 1962 yapımı, öksüz bir çocuğun ikinci dünya savaşı sırasında başından geçenleri anlattığı “İvan’ın Çocukluğu” Venedik Film Festivali’nde Altın Arslan’ı paylaştı. 1966’da “Andrei Rublev” komünist rejimin tepkisiyle yasaklanırken 1967’de Cannes’te ödül alınca serbest bırakıldı. 1972’de Stanislav Lem’in eseri “Solaris”i, 1975’te “Ayna”yı , 1979’da “Stalker”i, 1982 “Nostalgia” ve son olarak 1986’da “Kurban”ı çeker.

Tarkovsky çocukluğunun ilk darbesini babasının savaş nedeniyle evden ayrılıp yıllar sonra sakatlanarak dönmesiyle yaşar. Annesiyle büyür fakat küçük yaşta annesini de kaybeder. Babası başka biriyle evlenince daha da kendine çekilir.

Öksüz bir çocuğun savaş sırasında başından geçen olayların konu edildiği “İvan’ın Çocukluğu”nun başlangıcındaki düşte de çocuğun anne özlemini görürüz. İvan kızılordunun istihbarat görevinde çalışmaktadır. Sınır karakolunda yüzbaşı Kholin, üsteğmen Galtsev, İvan’ı çok sevmekte ve geri dönüp okuluna devam etmesini istemektedirler. İvan bu kararı kabul etmiş gibi görünüp kaçar. Karargâhta Galtsev ve Kholin onun karşı kıyıya geçmesine yardım ederler. Nihayetinde karşı kıyıya gider İvan. Filmin sonunda savaş kızılordunun zaferiyle bitmiş, üsteğmen yıkılmış bir Alman istihbarat merkezinde idam edilenlerin dosyaları içinde İvan’ın resmini bulmuştur.

Film, bir orman görüntüsüyle başlar. Diğer filmlerinde olduğu gibi burada da ışık – gölge oyunlarıyla, müziğin ritmiyle bağlantılı olay örgüsüyle Tarkovsky, hayatın düşle iç içe olduğunu karakterlerinin düşleriyle yansıtır. Tarkovsky’nin diğer düşlerinde kullandığı uçma isteğini burada, İvan’ın uçma girişimiyle görürüz. İvan telâşlı ve korkulu gözlerle etrafına bakmaktadır. İçinde bulunduğu duruma anlam aramaktadır. Orduda geçirdiği ilk geceden sonraki düşünde de bir kuyunun dibindedir ve kuyunun başındaki annesiyle konuşmaktadır.

Bu konuşmada da Tarkovsky bütün olumsuzluklara karşı içindeki umudu yansıtır.

İvan: “Yıldızlar derin bir kuyuda da görünür mü anne?”

“Evet”

“Bütün yıldızlar mı?”

“Evet, bütün yıldızlar gece gündüz demeden her zaman görünürler…”

Tarkovsky’nin diğer filmlerinden daha çok kendisini anlattığı “Andrei Rublev” sekiz ayrı bölümden oluşuyor. Birincisinde halkın itirazlarına rağmen balonla havalanan ve bir süre “uçtuktan” sonra yere çakılan Yefim anlatılır. Diğer bölümlerde XV. yüzyılda bir ikon ressamı olan Andrei Rublev’in hikâyesini anlatır. Rublev’in hikâyesinden Rusya’nın politik – dini durumlarını ve bunların içinde sanatçının yaşamak zorunda kaldıklarını resmeder.

Andrei Rublev, büyük yazı ustası Feofan Grek ile birlikte çar için düzenlenecek ayinin gerçekleşeceği kilisede boyanacak ikonların yapılmasıyla görevlendirilir. Çevresindeki herkes Rublev’den kıyamet tasvirleriyle insanları günahlarına karşı korkutmasını isterken, kendisi bunu asla kabûl etmeyeceğini belirtir. Çünkü Rublev -ki bu da Tarkovsky’nin insanlara bakış açısını gösterir- halkın günahtan çektiği acılarla arındığını ve merhamete ihtiyacı olduğunu düşünmektedir. Bu arada Andrei Rublev gezdiği yerlerde dinsel ve siyasi otoritenin, baskının köylüler üzerindeki eziciliğine şahit olur. Prensin kardeşi şehri yağmalarken zayıf insanları acımasızca öldürür.

Filmin sonunda Çar için yapılan ayinde Rusya’nın gücünü simgeleyecek büyük bir çan yapılır ve ayin sırasında çan ustası bir köşede Rublev’in kollarında ağlamaktadır.

Bu filmde de mükemmel simgesel öğelerin etkileyici kamera hareketleriyle, anlatılmak istenenle müthiş bağlantısını izlemekteyiz. Yine uçma eğilimi ve yere çakılma… Ve kutsal olduğuna inandığı değerler için mücadele eden bir sanatçının siyasi ve dini baskılar yüzünden yaşadığı olayları düşünürsek, Tarkovsky’nin bu filmi neden kendine bu kadar yakın gördüğünü tahmin ederiz. Ayrıca filmde Feofan’ın ağzından dikkate değer cümleler dökülür:

“Bilgelik arttıkça keder de artar. İnsanlık hep aptallığa ve alçaklığa teslim olmuştur. Ve şimdi de bu tekrarlanıyor. Her şey sonsuz bir çemberin içinde devamlı kendini tekrar eder. İsa yeryüzüne geri dönseydi onu yeniden çarmıha gererlerdi…” Bu sözlere karşılık Rublev -daha çok Tarkovsky- “Hatırladıkların sadece kötülüklerse Tanrı’nın gözünde mutlu olamazsın…” şeklinde konuşur.

Genel olarak değerlendirirsek Andrei Rublev; sahne düzenlemesi mükemmel, konudaki örtük benzerliğiyle, dikkat çeken flashbackleriyle XV. Yüzyılın Rusya’sının içinde bulunduğu siyasi – dini durumu bir sanatçının yaşamından kesitlerle yansıtıyor. Tarkovsky, Rublev’iyle insanları günahlarla, korkunç azapla korkutanlara karşı merhametle kucak açmaktan yana olduğunu anlatıyor.

Rüya görür gibi film çeken, bizi de kendi atmosferine alan Tarkovsky’nin yine ilginç bir yapımı “Solaris”e de kısaca değinelim…

Johann Sebastian Bach müziğiyle, farklı senaryosuyla yine mest ediyor bizi. Solaris isimli içi suyla kaplı bir gezegende, bir uzay üssüne görevli olarak gönderilen Kris Kelvin’in istasyonda yaşadığı garip olaylarla, düşler içerisinde öyküsüdür. Uzay üssünde üç kişi olduklarını sanarlar ama yıllar önce kaybettiği eşi Hari de buradadır. Hari’nin bünyesi kendi kendini yenilemektedir. Belki de Kris’in bilinçaltında ürettiği bir canlıdır. Sonuçta Kris evine döner ama aslında evinde değildir. Filmdeki bazı mekânların Tarkovsky’nin kendi mekânlarına benzer olarak seçildiğini öğrendiğimizde, Kris’in uzay üssünde yaşadığı kayıplık duygusu, çaresizliği, düşleri, bize Tarkovsky’nin yine kalbini konuşturduğunu gösteriyor.

“Solaris”te Tarkovsky gerçeği sorgular. Gördüğümüz, yaşadığımızı sandığımız şeyler ne kadar gerçektir? Neye ve kime göre gerçektir? Düşlerin filmde izdüşümü…

Ve birbirleriyle bağlantılı ya da bağlantısız bölümlerden oluşan, Bach müziğiyle örülü 75 yapımı “Ayna”…

Bölümlerin kimi savaş öncesi döneme, kimi savaş yıllarına, kimi savaş sonrasına ait, başkarakterin birbirinden kopuk görünen anı parçalarıdır. Tarkovsky, “Ayna”da yine kendi varoluşsal problemlerini anlatır. Anne – çocuk ilişkileri (kendi annesi de burada yer alır) babasının şiirleriyle hayatta yaşadığı kaybolmuşluk duygusunu anlatır. Anne ile çocuğun babalarını beklerken psikolojilerini mükemmel bir şekilde yansıtır. Kendi ailesinden de kesitlerdir belki de bunlar… Babaya küskünlük, anneye kızgınlık ve sevgi… Filmin sonlarına doğru Bach müziği eşliğinde uçma sahnesiyle bir düş izlerken Arseny Tarkovsky’nin bir şiirini dinliyoruz.

Adamın sadece bir tek bedeni vardı
Aynı tek hücre gibi
Ruh kabuğundan bitkin ve yorgun
Bozuk para büyüklüğünde
Kulakları, ağzı, gözleriyle
İskeletin üzerine yayılan derisi paramparça ve iz dolu
Saydam tabaka arasından menbalara, buz dağlarına, kuşlara uçar
Sürekli gıcırdayan hapishanesinden gelen sesleri duyar
Tarlalar ve ormanlar titrer
Okyanuslar geri çekilir
Beden yoksa ruh çıplaktır
Gömleksiz beden gibi
Düşüncenin geleceği yok, fikir doğmuyor, kelimeler yok…
Cevabı olmayan bir soru: Kim geri dönebilir?
Pisti terk edemeyen dansçıların olduğu yerden
Başka bir ruhu hayal ediyorum
Başka bir kıyafetle!
Sadaka ve umut arasında gidip gelirken birden tutuşuyor
Alkol gibi ve gölge bırakmadan uçup gidiyor
Geriye anılar kalıyor ve leylakların güzel kokuları
Koş çocuğum ağlama sakın, zavallı Eurydice’nin kaderi,
Dünyanın sonuna doğru sür git
Attığın adımın cevabı verildi ise
Sonrasını kafana takma asla
Dünya, kalbi atan her şeye sinyaller gönderir…

“Stalker” filminden sonra çektiği “Nostalgia” başyapıtı… Beethoven, Verdi müzikleriyle 1700’lü yılların sonlarında İtalya’ya bir müzisyeni araştırmaya gelen Gorchakov’un öyküsü. Burada kendisini ve ailesini eve hapsetmiş meczup Domenico’yla tanışan Gorchakov, ona verdiği söz üzerine dünyanın kurtarılması için elinde mumla Begno Vignoni’deki bir havuzda sular içerisinden karşı kıyıya geçer ve nihayetinde ölür.

Bu filmde de Tarkovsky hakikat arayışını, ülke özlemini anlatmaktadır. İtalya’da küçük bir çocukla konuşurken yine bir Tarkovsky şiiri:

Görüşüm kararıyor
İki karanlık, inatçı ok
Duyuşum sendeliyor, babamın evi soluk alıyor gibi…

Filmin nihayetine gelmeden Domenico deliler arasında uzun bir söylev veriyor ve kendini öldürüyor.

Ve “KURBAN”…

Tarkovsky son filmi “Kurban” ile bize veda etmiştir. Ailesiyle doğum gününü mutlu bir şekilde geçirmeyi plânlayan yazar Alexander, televizyonda duyduğu dünya savaşı haberi ve nükleer tehdidi ile şok olur. Tanrı’ya dua ederek ailesi ve dostları için kendini feda eder. Suskunluk yemini eder ve en sonunda evini ateşe verir.

Tarkovsky sevenlerin de fark etmiş olduğu gibi “Kurban”, son filmi olarak sözlere daha fazla yer verilen bir filmdir.

Tarkovsky’nin oğluna adadığı filmin başında Alexander oğlu ile birlikte ağaç dikmekteyken, birilerinin her gün iyi bir şey yapmasıyla dünyanın değişebileceğini söyler. Haberleri izledikten sonra gözyaşları içinde Tanrı’ya yalvarır. Sevdiği her şeyden ve herkesten vazgeçeceğini, suskun kalacağını söyler ve O’nu sevenleri esirgemesi için yalvarır. Ve sonunda oğluyla diktiği ağacın görüntüleri eşliğinde ateşe verdiği evin ardından kalan görüntülerle film nihayet bulur.

Tarkovsky bu filmle ölmeden önce son sözlerini söylemiştir adeta. Burada da gerçek olarak algıladığımız şeylerin gerçek olamayabileceğini, görünenlerin ötesindeki metafizik boyutu duyurmaya çalışır. Alexander kendini feda ederken Tarkovsky’e göre büyük bir kararlılıkla yapar bunu. Kendi ifadesine göre “kaderinin efendisi değil hizmetçisidir”. Filmin başında “Keşke biri konuşmayı bırakıp onun yerine bir şey yapsa. Yahut en azından yapmaya çalışsa” der ve suskunluk yemini eder. Konuşmak bir şeyi değiştirmemiştir. Çünkü insanlar gittikçe canavarlaşmaktadır.

Bu filmle ilgili günlüğünde “batı damgalı materyalizmle yaşadığım deneyimlerin baskısı altında ezildikçe ve maddeci düşünce eğitimine maruz kalan insanlığın bu bölümünün çekmek zorunda bırakıldığı acıların -modern insanın hayatın neden kendisi için bütün çekiciliğini kaybetmiş olduğunu, bu hayatı neden giderek daha kuru, anlamsız ve boğucu derecede dar bulduğunu kavrayamamasının ifadesi olan psikozlar gibi- boyutlarını gördükçe bu filme el atma gerekliliğini daha kuvvetle hissetmeye başladım” (2) cümlelerini yazar.

“Kurban”la Tarkovsky, bireyselliğin yitirilmesinin, maddi ilerleme yerine manevi ilerlemeyi mümkün kılacağını vurgular. Sanatını insanın arayışına öncülük ettirir.

İnsanın dünyayı, varlığı sorgulamasını ister Tarkovsky. Dünyadaki kaybolmuşluğunu, yalnızlığını, insanlara duyduğu merhameti, baba özlemini, anne sevgisini, düşsel bir yolculuk içinde anlatır bize. Çaresiz, umutsuz da olsa merhameti salık vermiştir tüm cinayetlere karşı…

Tarkovsky umutsuzluğundan kurtulmak için yaşamı boyunca hakikati aramıştır. Umutsuzdur ve sanatıyla yaşayabilmiştir. Sinemasında bunları şiirsel bir dille okumuştur. Sanatçının mutlak hakikati araması ve sorgulaması gerektiğini vurgulamış, insanların başlarına gelen felâketlerden insanları sorumlu tutmuştur. Bilimselleşme gayretiyle birbirimizi yok ettiğimizi ifade etmiştir sözlerinde.

Ne kadar da haklı çıkıyor her geçen gün… Bizler “Solaris”te çıkacak kapı ararken, ruhumuzu daha iyiye çıkarmak yerine maddeyle görür hale gelmişiz. Ve hep başladığımız noktaya dönmüşüz.

Böyle bir zamanda Tarkovsky gibi ruhsal değer taşıyan her şeye önem veren bir düş şairine sahip olabilseydik keşke.

Bir şeyler değişir miydi sizce?

Yoksa Feofan’ın dediği gibi insanoğlu İsa’yı yeniden bulsa yine öldürür müydü?
_______________

(1) Andrei Tarkovsky – Zaman Zaman İçinde
(2) Andrei Tarkovsky – Mühürlenmiş Zaman

(12 Şubat 2011)

Sibel Atagün

[email protected]

Sinema / TV Sektörü ve Bardağın Boş Tarafı…

Sinema / TV sektörü çalışanlarının 24 Aralık 2011 günü, çalışma koşulları ve dizi sürelerinin uzunluğu yüzünden ortaya çıkan sorunları kamuoyuna duyurmak için yaptığı eylemden (protestodan) sonra, taşlar yerinden iyice oynadı ve sektörün kördüğüm haline gelmiş birçok sorunu ortaya saçıldı.

Herkesin bildiği gibi, televizyon dizi sektörü temel olarak uç uca eklenen dört halkadan oluşuyor. Bunlar Çalışanlar, Üretici (taşeron) Yapımcılar, Yayıncılar ve Reklâmverenler… Tabii bir de bunların dışında, bunların arasındaki ilişkiyi ve adaleti gözlemlemesi gereken devlet veya bakanlıklar var. Eylemden sonraki ilişkileri kısaca gözden geçirmemizde yarar var.

Çalışanlar, sektördeki yasadışı çalışma süreleri ve koşullarını kamuoyuna duyurduktan sonra Sinema Emekçileri Sendikası’nda yeniden örgütleniyor. Çalışanlar yasal haklarını gündemde tutmaya ve çalıştırmaya kararlı.

Çalışanlar ve Yayıncıların (daha doğrusu kanal yöneticilerinin!) arasına sıkışan Üretici Yapımcılar da durumdan rahatsız. Bu eylemde, dünyadaki TV sektörlerini yakından izleyen sağduyulu bazı yapımcılar, görünürde olmasa bile, çalışanların yanında durdu. Çok azı ise yangına benzin taşırcasına dizi sürelerini bile uzattı.

Geçiş dönemi yaşadığımız şu aylarda Çalışanlar ve Üretici Yapımcılar arasında birçok olumlu değişim de gözleniyor. Ortaya çıkan yeni dinamikleri Sinema / TV sektörümüzün lehine çevirmek, dört halkanın ancak yeni modellerle birbirine bağlanmasıyla mümkün olabilir. Çalışanlar ve Yapımcılar bunun için dünya standartlarına uygun yeni üretim modelleri üstünde çalışmaya başladılar.

Yayıncılar ve Reklâmverenlerin çoğu ise değişime şimdilik duyarsız görülüyor. Onların çoğu, eylemden sonra da kötü gidişin sonuçlarını üstlerine hiç alınmadılar ve sorunları hâlâ Çalışanların ve Üretici Yapımcıların sırtına yıkmaya devam ediyorlar. Bu onların yıllardır alışkanlık edindiği, “Ne yaparsan yap ama bana kaseti hazır getir” tavrıdır. Hatırlanırsa, eylemden sonraki açık oturumlarda konuşmuş bu yöneticilerinden bazıları eyleme hazırlıksız yakalanmış ve ortalığa inciler saçmıştı. Bir kısmı bu kötü sonucun / bütünün sorumlusu olarak star oyuncuları görmüş, onların çok para aldıklarından dem vurmuştu. Bir kısmı da, sanki dizi süreleri ikiye katlanırken ücretleri ikiye arttırmışlar gibi, “süreler yarıya inerse ücretler de yarı iner” diye herkese gözdağı vermişlerdi.

İktidarda olmak insanı körleştirir, derler. Hatırlanırsa bu yöneticiler, o günlerde ellerindeki kanalların oturumlarına eylemi yapanlar yerine, o sürece hiç katılmamış kişi veya ünlü simaları çağırıp, onlarla “mutlu son”lu oturumlar da yaptılar. Ama arada bir şeyler de ağızlardan kaçmadı değil. Meselâ, zamanında büyük kanallardan birisini yönetmiş bir yönetici sözüne, “Çalışma koşulları bir yana bırakılırsa…” diye başladı. Katılımcılar da ona, “Çalışma süreleri ve koşulları nasıl bir yana bırakılır?” diyemedi. Daha sonra da, (mealen!) “Bir dizi aslında bir kanalın bir günlük masrafını çıkarıyor” dedi. Yine o günlerde, bir yapımcı da çıkıp, “Setteki çaycı benden çok kazanıyor” diyerek, her şeyin üstüne adeta tüy dikti.

24 Aralık eyleminden sonra, son birkaç yıldır TV dizilerimizin yurt dışına satışıyla övünen bazı politikacı ve kamu görevlileri de az çam devirmedi. Bir kısmı, kanal yöneticileri gibi, sorunu çok para alan star oyuncuların sırtına yıktı. Bir kısmı da, “Muhteşem Yüzyıl” vb. dizileri bahane edip sansür bıçağını bilemeye başladı. RTÜK’ün Çalışanlar ve Yayıncılar arasındaki adaletsizliği görmezden gelip, toplumsal değerler adına senaristlere adeta senaryo reçeteleri göndermesi bir başka sapma oldu.

Fakat eylemden sonra bu sektörde kralın çıplak olduğu açıkça görüldü. Artık şu bir gerçek ki, burası Tuzla Tersaneleri’nden beter, çalışanlar haklı ve Bakanlıklar da durumdan rahatsız. Bakanlıklar bunun için bir komisyon kurdu bile. Seçim yaklaşıyor ve Bakanlıklar bu durumun böyle sürüp gitmesine izin vermeyecekler gibi görünüyor. Kanal yöneticileri herhalde bu haberleri kendi medyalarından okumuşlardır. Komisyonun gündemi de belli. Çalışma koşullarının düzeltilmesi ve dizilerin kısaltılması. Sorunları her zaman aşağı havale etmeyi alışkanlık haline getirmiş Yayıncılar (ve Reklâmverenler) galiba hâlâ bir barut fıçısının üstünde oturduklarının farkında değiller.

Basına yansıdığı kadarıyla, Komisyon’un dizilerin sürelerini kısaltmayı gündemine alması ve Bakanlıkların bir beşinci halka gibi bu zincire eklemlenmesi doğru mu? Baskıya maruz kalan resmi kurum yöneticileri arasında sansüre eğilimli bakış açıları yok değil. Toplumsal oto-sansürü arkasına almaya çalışan ahlâkçı ve komplocu bir bakış, birilerinin toplumu yozlaştırmak ve uyuşturmak için bu dizileri ürettiğini söylüyor. Bir başka bakış ise, dizilerin daha çok reklâm almak için uzatıldığını söylüyor. Ortaya çıkmış garabeti açıklamaktan oldukça uzak bu bakışlar asıl da “neden”e değil “sonuçlar”a bakıyor. Oysa asıl neden, “çalışma sürelerinin uzamış olması ve çalışma koşullarının kötü olması.”

Üretici yapımcılar, dizi ihracatı artıkça ürettikleri ürünlerin uluslararası pazarda standart dışı olduğunu zaten görüyordu. Görünen o ki, TV sektörü dış piyasaya açıldıkça, dizi sürelerini piyasa koşulları zaten düzenleyecek. Yayıncılar buna uysun ve Bakanlıklar çalışma koşullarının denetlenmesi konusunda titiz davransın yeter. Direnen olursa, birkaç müfettişin birkaç gün birkaç sete düzenli gitmesi sorunu bıçakla kesilmiş gibi bitirecektir. Ama bu durumda bir yayın ve işsizlik krizi de çıkacağı için, şimdilik buna da gerek yok sanki.

Sorunların çözümü için herkesin düşünmesi, çalışma süreleri ve koşullarına uygun yeni modellere yönelmesi gerek. Bunun için bir ön hazırlık yapmak da mümkün. Çünkü yaz başında diziler bitiyor ve yeni döneme bambaşka bir düzende başlanabilir. Şu an diziler uzun çekiliyor olsa bile, önümüzdeki aylar herkes için bir prova dönemi neden olmasın? Sendikalı çalışanların örgütlendiği setlerde bu sonuçlar alınmaya başlandı bile. Yeter ki yeni döneme kadar taraflar derslerini iyi çalışsın ve Bakanlıklar da zücaciye dükkânına girmesin.

TV dizisi sektörünün çalışma zamanı ve koşullarını mutlaka düzeltmeliyiz. Çünkü bu sektör yıllarca sinema alanının doğal yapısını da bozdu ve erozyona uğrattı. Bu sektör düzelmezse, hâlâ sinema filmi sayısının artışı vb. niceliklerle avunup, sinemamızın o hayalini kurduğumuz yükselişi de bir hayal olarak kalmaya devam edecek. Bu süreci kısaltmak da ancak çalışanların bir çatı altında ve sendikalı olmasıyla mümkün…

(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)

(13 Şubat 2011)

Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.