“Teslimiyet”, homofobik toplum kurbanlarından dört travestinin et pazarındaki günlük yaşamları ve birinin mahalledeki genç bir adama ilgisi üzerinden, onları sürekli yargılarken talep edenleri sorgulamayan herkese aynada ‘gerçeği’ gösteriyor: Sosyal ikiyüzlülüğü! Gerçek transseksüellerin falsosuz oyunculuklarıyla öne çıkan, minimal sinemanın cesur bir örneği!
Uzun eleştiri için
tıklayınız.
“Karanlık Deniz”, bir üniversite öğrencisi kızın öldürülmesini araştırırken, tekinsiz, tahrik edici, heyecan verici ve ‘yasak’ cinsel bölgeye girerek, sevgilisiyle birlikte fantezilerin tutsaklığına çekilen dedektifin hikâyesi. İri lâflar etmeden, seyirciyi görünenin arkasındaki karanlık bölgeye, çok cesurca değil ama yeterli oranda götürüyor!
“Karanlık Cennet”, intihar girişimi sonrası ölümden kurtardığı enfes kadının ve bir bilgisayar oyununun etkisi altına girerek, sevgilisinin aksine saflığını yitirmeye başlayıp, tinsel – duygusal – cinsel anlamda ihtiras yüklü, bir o kadar da muhataralı dünyayla tanışan genç adamın baş karakter olduğu ilginç gerilim. Öyle başı – sonu belli filmlerden değil; zorlu bir ruhiyat çalışması. İzlemesi belki sabır istiyor fakat bitince de garip bir sinema zevki veriyor.
“Çakal”da, özellikle Amerikan Bağımsız Sineması’nın ilgilendiği bir tarz denenmiş ve hayli de başarılı olunmuş: ‘Büyük cengel İstanbul’un alt yaşamı / kültürü içinde, ailenin (babanın) hoyratlığıyla çevrenin suçu teşvik eden cazibesi arasında sıkışıp, akvaryumdaki balık gibi özgürlüğü tanıyamadan, günün birinde oksijensiz kalarak yitip gidecek genç adamın dramatik öyküsü! ‘İç ses’in doğru kullanılmasıyla, yüreğin iyiliğinin toplumsal koşulların karanlığında nasıl boğulduğuna dair, perdede gördüklerimizden çok göremediklerimizi anlatan, akıllıca çekilmiş, ritmi ve atmosferi bütünüyle doğru bir film. Oyuncu seçiminde bazı yanlışlar olsa da üzerinde durmuyor; İsmail Hacıoğlu’nun ilk kez ‘rol kesmeden’, karakterini başarıyla giyindiğini vurguluyorum. Öyle ki, kafasını gerçekten dumanladığına dair kuşkularım bile var!
“Başımıza Gelenler”, bir aile kurmak isteyen bekâr kadın ile hovarda erkeği, araba kazasında ölen ortak arkadaşlarının bebeğiyle aynı evde yaşamaya mahkûm bırakarak ‘bir taşla iki kuş vuran’ romantik komedi / kısmen dram. ‘Zıt kutuplar birbirini çeker’ yasası gereği, zoraki bir araya gelen çiftin çatışıp uzaklaşmasını ve hızla birleşmelerini anlatırken, kız bebeğin tüm sevimliliğini hikâyenin sürükleyici unsuru yapmak, az hüner değil. Cilâ ise, ışıltılı Amerikan yaşamları, hoş kadın, sportmen erkek vb. Sonuç: İzleyin, eğlenin, unutun!
“Ateşle Oynayan Kız: Millennium Üçlemesi II”de, koyu giysi – makyajı, ‘piercing’ ve dövmeleriyle uç stilleri temsil eden fiziki görünümü dışında cinsel rolleri de tersine çevirmeye kararlı, hapishaneden şartlı salıverilmiş ‘ayrıksı’ hacker kız Lisbeth Salender ile deneyimli gazeteci Mikael Blomkvist, bu kez karşılaşmadan / paralel biçimde, kadına yönelik şiddetin çerçevesini belirlediği , ‘medeni’ Avrupa’nın en önemli sorunlarından ‘fuhuş köleliği’nin üzerine gidiyorlar: Değişik ve sert bir suç gerilimi, seyri tahmin edilemeyen gerçekçi bir polisiye. Son yıllarda, sapkınlıkların uç örneklerini içermesi bakımından dünyanın gündemine bomba gibi düşen baba – kız ilişkilerinin nefret yüklü bir örneği de filmin bütününe sinerek, izleyene tuhaf biçimde kötü hissettiriyor.
(19 Aralık 2010)
Ali Ulvi Uyanık
ali.ulvi.uyanik@gmail.com