Son yıllarda sinemamızın uluslararası film festivallerinde kazandığı başarılarını dikkate alarak dünyadaki yerini irdelemek eğlenceli ve düşündürücü bir konu olsa gerek.
Bilindiği gibi tüm dünyanın sinema pazarı Amerikan sinemasının tekelindedir. Ulusal sinemalar bu tekeli kırmak ve kendi filmlerini kendi uluslarına seyrettirebilmek için ABD tekeli ile rekabete girmekte ve çoğu kere yenik düşmektedir. Tekelin kırılabildiği tek ülke Hindistan’dır. Avrupa sineması yıllardan beri sürdürdüğü birçok subvansiyona rağmen sadece Fransa’da birkaç yıl önce tekele karşı ancak % 37’lik bir başarı kazanabilmiştir. Yani 100 Fransız seyirciden 37’si Fransız filmini tercih etmiştir. AB bu konuda her yıl yeni bir sübvansiyonu devreye sokmasına rağmen henüz ciddi bir başarıya ulaşamamış, hatta Fransa kazandığı % 37’lik oranı koruyamamıştır.
Türkiye’de bu oranlar günümüzde övünülecek bir durumu gelmiştir. 1990’larda 100 Türkiyeli sinema seyircisinden % 5 veya 6’sı Türk filmi tercih ederken bu oran günümüzde % 50’ye dayanmıştır.
Bu başarıda devlet sübvansiyonlarının ciddi bir etkisi yoktur. Çünkü desteklenen filmlerin gişedeki başarıları ve seyirci toplam içindeki payları önemsiz mertebesindedir. Öte yandan yerli film seyircisinin çok hızla artmış olması ve ABD filmlerinin seyircisi sayısına ulaşmasını nasıl açıklamalı?
Bu konunun açıklanabilmesi için sinema seyircisinin kültürel defermasyonunun incelenmesini gerektirir. Son on yılda toplam sinema seyircisi yılda % 50’nin üzerinde artış göstermiştir. Yani 1990’larda yılda 24 milyon sinema bileti kesilirken günümüzde bu rakam 38 milyona dayanmıştır. (Gerçi nüfusumuza bakarak bu rakamla övünmemiz mümkün değildir. Yaklaşık nüfusa sahip olan İngiltere, Fransa ve Almanya’da her yıl 200 milyonun üzerinde bilet kesilmektedir.) Mevcut sinema seyircisine son on yılda eklenen “yeni seyirci” kimdir? Anadolu’da sinemalar kapanırken, hatta nüfusu yüzbini aşan il merkezlerinde tek bir sinema salonu bile kalmamışken, sektör; son on yılda 14 milyon “yeni seyirci” kazanmıştır.
İşin sırrı göçlerle metropollerin eteklerine dişi ile tırnağı ile tutunmaya çalışan “yeni nüfus”un incelenmesi ile anlaşılacaktır. Bu “yeni seyirci”nin kültürel profilini ortaya koyabilirsek “Kurtlar Vadisi” filmlerinin ve “Recep İvedik”lerin de gişe deki sırrını çözmüş olacağız.
Bu konuyu üniversitelerimizin ilgi alanına bırakıp biz konumuza dönelim. Yani dünyadaki yerimize dönelim. Çünkü bir ülke sineması sadece iç pazara dayalı olarak büyümesini sürdüremez.
Tüm dünyadaki sinema pazarının tekel dışı alanı % 20 ile 22 arasındadır. Yani ABD sinemasının diğer ülke sinemalarına bıraktığı hayat alanı bu kadardır. Buna rağmen her ülke sineması var gücü ile bu alana saldırarak pazardan pay kapma mücadelesine girmiştir. Bu alandaki mücadeleyi de, ABD hariç her ülke devlet desteği ile vermektedir. Liberalizmin bayrağını yükselten ülkeler bile bu amaç için çalışan resmi veya yarı-resmi kurumlarına ciddi devlet desteği yağdırmaktadırlar.
Sinema filmlerinin türevleri ile birlikte tüm dünyada yılda 300 milyar dolara yakın ticaret hacmine ulaştığı var sayılmaktadır. % 20’si 60 milyar dolar demektir. Gelişen bir sinema olarak sadece Türkiye bu pazarda yoktur. Turist olarak Tokyo, Paris, Newyork veya Londra’da dolaşanlar sinemalarda bilet kesilen İran, İspanyol, Portekiz, Yunanistan v.s. ülkelere ait film afişlerini görebilirler ama Türk sinemasına bilet kesildiğini görmek zordur. Cannes veya Berlin’de ödül kazanmış bir iki filmimizi saymamız gerekmiyor. Zaten bu ödüller bu filmlerin doğrudan pazarlanmasını sağlamaktadır.
Oysa sinemamız artık tanınırlığı yüksek bir markadır. Ama bu markayı pazarlayan hiçbir Allahın kulu yoktur. Çünkü bu külfetli bir iş olduğu için Allahın kulu değil devlet kurumunun devreye girmesi gerekiyor.
1990’ların ortasından beri rahmetli Kadri Yurdatap’ın girişimiyle Cannes’de başlattığımız daha sonra Berlin’e de taşıdığımız ve günümüze kadar süren Türk Film Standı uygulaması bu amaç için uygun bir girişim olamamıştır. Bu stand daha çok festivalcilerin bizi bulmasını sağlıyordu. Kültür Bakanlığı da standa destek veriyor ama uluslararası festival yöneticileri ile buluşma dışında bir etkisini 15 yıldır göremedik. Sadece bu iş için devlet parası harcamanın yararı yoktur. Çünkü Türkiyeli her yapımcı istediği festival yöneticisine ulaşması dünyanın en kolay işi haline gelmiştir.
Ama buna rağmen 2000’li yılların başında birkaç yıl benim girişimimle bu standı sinemamızı pazarlamak için kullanmaya yeltendik ama sonuç hayal kırıklığı oldu. Başarılı zaten mümkün değildi. Çünkü bu amaç, farklı bir örgütlenme anlayışı ve çalışma tarzı gerektiriyordu. Biz işte bunu bilmiyorduk. Bu tecrübelerden bir ders öğrendik.
Tecrübeler göstermiştir ki, uluslararası sinema sektörünün iki temel direği vardır; bunlar yapımcı ve dağıtımcıdır. Yönetmen, senarist, oyuncu ve teknik ekip ve diğerleri onlar olduğu için vardır. Yapılan filmi ulusal ve uluslararası pazara sürmek için yapımcının dağıtımcıya ihtiyacı vardır. Bu iki insan grubunun toplamı tüm dünyada 3.000 kişi civarındadır. Bu 3.000 kişi yılda üç kez Cannes, Los Angeles ve Berlin’de bir haftalığına biraraya gelmektedirler. Yapılan filmler bu üç buluşmada (% 20’lik pazar alanı içinde) dağıtımcısını bulmaktadır. Ancak işin sırrı buluşmaların nasıl gerçekleştiğinde yatmaktadır.
Bu 3.000 kişi yılda üç kez buluşup tanışmaktan kaynaklanan bir ortak dilin kültürün ve dostluğunda tarafları haline gelmişlerdir. Herkes birbirini tanımaktadır. Büyük bir aile gibidirler. Buluşmalardan aylarca önce yapılan yazışmalar ve ürünlerin ön bilgileri, bir – iki dakikalık fragmanlar ve filmin çarpıcı fotoları paylaşıldığı gibi görülecek filmler için rezervasyonlar ve görüşme randevuları aylar önceden plânlanmaktadır. İşin sırrı budur.
Bu işleri yapmakla görevli devlet destekli bir kurum, dağıtımcı karşısında yapımcının vekili konumundadır. Genellikle her buluşma için ülkesinde yapılmış en yeni 10 veya 12 filmi, bir o kadar da eski filmi pazara sunar. Bu da yılda en az 50 adet filmi dünyanın dört bir yanında seyirci ile buluşmasını sağlama umudu demektir. Bu sunum içi 35 mm altyazılı kopya ve İngilizce yapılmış tanıtım materyallerinin de hazırlanması gerekir. Bütün bu işler için hepsi dil bilen yetenekli uzman elemanlar veya yabancı profesyoneller gerektirmektedir. Bu kurumun adı ne olacaksa yöneticileri mutlaka birkaç buluşmadan sonra bu 3.000 kişilik community’e girebilecek çap ve yetenekte olmalıdır.
Türkiye sineması ulusal pazar payını % 50’lere çıkartmıştır ama uluslararası pazarda hak ettiği yerde değildir. Eksik olan işi yapmak epeyce külfetli ve para harcamayı gerektirdiği için devlet yapmalıdır diyoruz. Avrupa sineması, Latin Amerika sineması, Asya ve Afrika sinemalarının devlet destekli resmi veya yarı resmi pazarlama örgütlerinin arasında bizimki neden olmasın?
Sevgili Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre’nin devlet desteği ile çok başarılı biçimde yaptıkları “festival” standından vazgeçilerek, yerli veya yabancı profesyonellerin istihdam edildiği “Türk Film” adlı (resmi veya yarı-resmi ) yepyeni bir yapı oluşturulmalıdır. İşte o zaman Türkiye sineması olarak, % 20’lik pazar içinde ama dünyanın her yerinde olabiliriz.
30 yıllık meslek hayatımda hayalimi süsleyen özerk Türkiye Sinema Kurumu için hazırlanan “yasa taslağı” için ben de çok emek verdim. Ama bilinmez nedenlerle bu “taslak” raflarda tozlana dursun, “Türk Film” o yasa içinde olacaktı. Artık bu konu da ümitli bile değilim. Öte yandan, Kültür Bakanlığı bu yasayı TBMM gündemine getirmekten vazgeçtiyse, sektör örgütleri hiç değilse “Türk Film” ünitesinin oluşturulması için Bakanlığa baskı uygulamaktan vazgeçmemelidir.
(03 Ocak 2011)
Sabahattin Çetin
Yapımcı – Dağıtımcı