Filmlerin çeşitli sınıflandırmaları, sıralamaları vardır. Maliyet bütçeleri bunlardan biri olabilir, fakat bu sadece maliyet bütçesidir, filmin sinema değerini belirlemez. Bir suikast (otomobilin havaya uçurulması) ile açılan New York’ta Beş Minare, bilgisayar oyunlarına benzeyen polis baskınları ile devam ediyor. (Bu arada bir soru: Bu bilgisayar oyunu arasına yerleştirilmiş, toplu ayin sahneleri (!) bir camii de çekilmiştir?) Polisin, FBI’dan da destekli Interpol araştırmaları cümlesinden yapılan çalışmalar sonucu iki polis New York’a uçar. FBI’ın yakaladığı, uzun zamandır aranan Hacı’yı teslim alacaklardır. (“Hacı” ne yapmıştır -Hacı’ya ‘deccal’ da denilmektedir.) Hacı ne ile suçlandığını Amerikan polisine de sorar, Amerikalı ajan Hacı’nın 11 Eylül saldırısının plânlayıcısı olduğuna inanır -bu olayda kardeşini kaybetmiştir. Türk polisi Fırat da (Yılmaz Güney’in Umutsuzlar’ının kahramanının adı da Fırat değil mi idi?) döverek konuşturduğu bir kişiden ‘deccal’in Hacı olduğunu öğrenmiştir.
(Aziz Nesin fıkra olarak yazmıştı: Amerika’da suçluları sorgularken kullanılan bir yalan makinesi icat edilir ve emniyetçe kullanılması için mucidi tarafından Türkiye’ye getirilir. Mucit aletine çok güvenir, “Deneyelim” derler ve suçluluğu sabit olmuş -fakat hâlâ inkâr eden- bir hükümlüye uygulamak isterler ve uygulanır da, suçlu inkâr eder. Amerikalı, “Peki”, der, “siz nasıl konuşturursunuz suçluları?” “Sizde deneyelim” derler ve Amerikalıyı dayaktan geçirirler. Amerikalı, yalan makinesine bağlanan suçlunun suçu ile daha faili bulunamamış başka cinayetleri de “işlediğini” itiraf eder.)
Bu Nesin’in mizahçılığının bir görüngesi ama bizzat Amerikalılar yaptığı bir çok filmde polisin “ifade alırken” zanlılara neler yaptığını bir çok kez gördük. Oralara kadar gitmeyin, televizyonlarda yayınlanan Arka Sokaklar’a bakın fırsat bulduğunuz bir aralık. Hacı’nın “suçluluğunun” delilini bu şekilde elde etmiş New York yolcusu Fırat’ın aynı görüşteki arkadaşı Acar ile beraber, New York polisince (aslında FBI) soruşturmaya sokulmak istenmemesi, sadece izleyici durumunda kalmalarına neden olur. Ama sonunda Hacı’yı teslim alırlar ve havaalanına giderken Hacı adamlarınca kaçırılır.
Hacı, aslında marketler zinciri olan otuz yıldır New York’ta yaşayan Hristiyan bir kadınla evli bir aile babasıdır. (Evliliğin eşiğinde bir kızı var). Hacı’nın otuz yıl önce sokaklardan topladığı, “adam ve Müslüman” yaptığı bir zenci arkadaşı vardır. Fırat ve Acar, Hacı’ya FBI’dan önce ulaşırlar ama onların eline geçer ve misafirleri olurlar. Zamanla Acar, Hacı’nın suçsuzluğuna inanır.
Hacı herkes tarafından aklanırken Fırat başta olmak üzere, polisimiz ve FBI tarafından suçlanır ve kendisine somut hiç bir suç isnat edilmez, önce direnen Hacı bir müddet sonra suçlamaları kabûl etmemekle beraber, otuz yıldır gitmediği ülkesine, polis nezaretinde götürülmeyi kabûl eder. Geldiği ülkesinde sorgular devam eder ve bilinmez bir köşeye gelince Fırat da çark eder, “Hacı suçsuzdur” der. Hacı hakkındaki suçlamalar devam ederken, suçların asıl azmettireni, gerçek “deccal” yakalanır, artık Hacı otuz yıl sonra Bitlis’e gidecek, anasının elini öpebilecektir.
Bütün film boyunca kafamı kurcalayan bir -pardon iki- soru: Hacı, bir takım İslamcı, kadına terör eylemleri yapan örgütlerin -hangi örgüt?- azmettiricisi midir? Bunun böyle olmadığı filmde de gösteriliyor ve Hacı’dan özürler dileniyor (!?) da. Hacı her şeyi sakin karşılayıp, dini inancı (ve bilgisi) sağlam biri olarak NEDEN bir mafya babası gibi yaşıyor? Çevresinde beli silâhlı adamlar, polis nakil aracına sis -ve diğer- bombalarla yapılan saldırılar, adamlarının (marketin müdürünün) ketumluğu… FBI cephesinde ise soruşturmayı yürüten ajanın her rastladığına kartvizitini verip -özellikle Fırat ve arkadaşına 24 saat araya bileceklerini söylemesi…
Sonunda ülkesine dönen Hacı, Fırat ve Acar tarafından Bitlis’e götürülür, burada anası vardır, biri daha vardır: Fırat’ın dedesi, yıllar önce oğlu (Fırat’ın babası) öldürülmüştür ve cinayeti ‘çocuk’ Hacı’nın işlediğine inanır, oysa babası işlemiş ve silâhı Hacı’nın eline verip, “üstlenmesini” istemiştir. Fırat, dedesinin bu bilgisinin doldurulmuşluğu ile büyümüş, polis olmuştur, sırf Hacı’yı yakalamak için –FBI ajanı da Hacı’yı kardeşinin öldüğü 11 Eylül saldırısının azmettiricisi olarak arar (asıl neden olarak)- sırf bunun için gitmiştir New York’a, yani New York yolunun başlangıcı Bitlis’te atılan tohumlardır. Bitlis’te Beş Minare adında bir türkümüz vardır, filmin adındaki “minareler” -tabii ki çoğul, ‘beş’ tane – buradan geliyor da, New York’ta ‘minare’ var mı bilemiyorum (ben gitmedim) ancak filmde göremedim ama “ezan sesi” duydum… (Söylenmemesi gereken bir söz ama bir ‘ihtilaf’ konusu da olan film adında, neden minare geçiyor, anlamış değilim, sadece FBI ajanları konuşurken, -New York’taki- “5 cami bölgesinde Hacı’nın bulanamadığı” sözü geçiyordu, minareler her halde bu camilerin minareleridir.)
Filmin orjinalinde, en azından Amerikalılar ve de polisimiz Acar, Amerikalılarla İngilizce konuşuyor, benim denk geldiğim kopya dublaj yapılmış olduğu için herkesTürkçe konuşuyordu ve arkadaşı Acar (dublaj sonucu) Amerikalılar ile de Türkçe konuşunca hemen yanındaki Fırat -İngilizce bilmediğinden- aval aval bakınıp “ne söylediklerini” soruyordu. Komikliğinde bir sınırı vardır ve çok az da olsa Kürtçe konuşmalar -hadi ayetlerin okunduğu Arapça konuşmaları geçelim- neden dublaj yapılmamıştı? -veya niye İngilizce konuşmalar dublajlı idi?
Sinema tarihimizin “en pahalıya mal olmuş filmi” olarak anılan New York’ta Beş Minare kendisine yakıştırılmak istenilen bu ibareye rağmen, senaryo zafiyeti taşıyan, gösterişli ve ucuz, mali değil sinema bakımından ucuz bir film.
Yine söylemeden çekinmeyeceğim, filmin en beğendiğim sahnesi, Hacı’nın kızı ile nişanlısının, evlenmek üzere ellerinde giysi torbaları ile evden çıktıkları ve koşarak uzaklaştıkları sahne oldu. Filmin hikâyesi ile hiç bir bağlantısı yok fakat filmin en sinema olan yeri. filme hiç konmasa da olurdu ama iyi ki çekilmiş, iyi ki konulmuş, hani Bunuel’in mealen, “en zayıf filmde bile sinema keyfi veren belirli bir bölüm vardır” demesi gibi, bu sahne bana sinema keyfi verdi.
(14 Kasım 2010)
Orhan Ünser