Sinema sektöründeki son beş altı yıllık gelişme herkesin dilinde. Yılda on, on beş film gösterime girerken geçen son iki yılda bu ortalama 70 – 80 arasındaydı. Bu yıl çekilen film sayısının şimdiden 100’ü geçtiği kesin. Ama bu filmlerin ne kadarı gösterime girebilir, söylemek zor. Daha kötüsü yerli filmler için pastanın büyüklüğü hemen hemen aynı, film sayısı artıyor; ama yerli film izleyicisinde önemli bir artış olmuyor.
Geçmiş yıllarda bir elin parmaklarını geçmeyen; yapımcı, yapımcı – yönetmen bu pastayı paylaşıyordu. Şimdi herkesin işi daha zor. Ama değişen koşullar, sinemamızın gelişmesi başka kapıları açtı. En azından uluslararası başarı kazanan yönetmenlerimizin filmleri kısmi de olsa Avrupa ve ABD’de dağıtım ve gösterim şansı buluyor.
Ancak sinemamızdaki bu gelişme, film festivallerimize yansımadı. Daha organize olmuş, sinemamızın gereklerini görerek kendini yenileyecek, kurumsallaşmaya doğru giden festival organizasyonları beklerken, festivallerde her yıl başka garipliklerle karşılaşıyoruz.
Daha dört beş yıl öncesine kadar İstanbul, Antalya, Ankara ve Adana Film Festivalleri’nde yarışmaya başvuran ve kabûl edilen film sayısı 7 – 8’i geçmiyordu. Ve bu filmlerin neredeyse yarısı pespaye denilebilecek kadar kötüydü.
Her yıl Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu, Yeşim Ustaoğlu gibi yönetmenlerimizden bir ya da ikisinin filmi, yarışmadaki bütün ödülleri toplardı. Bu durum ödül alan yönetmenlerimizin filmlerinin kalitesinin düşük olduğu ve ödüllerin kötünün iyisine verildiği anlamına gelmez. Tam tersine bu yönetmenler film üretmede gösterdikleri direnç ve inatla genç kuşalara örnek oldu, onların önünü açtı.
Son üç yıldır hem festivallere başvuran film sayısı arttı hem de festivaldeki filmlerin estetik ve teknik kalitesi yükseldi. Artık kavramlaşmaya doğru giden “festival filmi” diye bir sözcük kullanılıyor. Neden, çünkü Türkiye’deki festivallerde ciddi para ödülleri var. Yapımcı ve yönetmenlerin bir bölümü bu festivallerdeki ödülleri hedefliyor. Aslında bahsedilen ödüller alt alta koyunca “sinema sektörü” için çok da bir şey etmediğini herkes görür.
Bu süreçte sinemamızdaki değişim ve gelişmeye festivallerimiz ayak uyduramadığı gibi, bazı yapımcı ve yönetmenlerimiz de bu değişim karşısında ne yapması gerektiğini henüz tam anlamıyla kestirebilmiş değil. Bununla birlikte festival yönetimleri sürekli değişiyor ve cehalet örneği organizasyonlara imza atıyor. İstanbul Film Festivali’ni bu genelleminin dışında tutuyorum, çünkü orada son derece deneyimli ve ne yaptığını bilen, sürekliliği olan bir kadro çalışıyor. Her geçen yıl uluslararası festivaller arasında daha saygın bir yer ediniyor.
Ancak, Antalya, Adana ve Ankara Film Festivalleri için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Festivaller, belediyelere, iktidar, muhalefet partilerine göbekten bağlı. İki yıl önce onur ödülü alan Yeşilçam’ın eski jönlerinden biri ödül töreninde Antalya Film Festivali’ni eleştirince, onun hemen ardından sahneyi işgâl eden AKP bürokratlarının şovunu izlemiştik. Kısacası, “Sizi biz buraya getirdik, bizi eleştirmeye hakkınız yok, festivalin parası cebimizden çıkıyor.” demeye çalışmıştılar. Kimsenin gıkı çıkmadı, çıktıysa da ben duymadım, üzgünüm.
Son örnek, Adana Film Festivali’nde yaşandı. Belediye başkanı “şaibelerden” dolayı değişince, festivali yapmak istemeyen ya da istediği gibi yapmak isteyen Belediye Meclisi ya da yeni belediye başkanı, komik bir bahaneyle festivali erteledi. Ama yarışma filmleri seçilmişti, jüri belliydi, her şey hazırdı. Festival ileri bir tarihe atılınca yapılmayacağı dedikoduları bile dolaştı. Bu tarih değişikliğinden önce ön seçim yapıldığı için, bu yıl festivale katılma olasılığı olan bir kısım film festival dışında kaldı.
Festivallerin politik havasından, organizasyonların cehaletinden yararlanmaya çalışan yapımcı ve yönetmenler ise aslında yazılı olmayan, ama artık hayata geçmesi gereken bazı inceliklerden bihaber(miş) gibi gözüküyor. Pastanın aynı olduğunu bilmelerine rağmen pastadan iki dilim yemek istiyorlar. Örneğin gişede 3 milyona yakın izleyiciye ulaşan “Eyyvah Eyvah” Adana Film Festivali’nde yarışma bölümüne kabûl edildi. Bunda ne var? diye soracaksınız. Bu filmin kulvarı belli. Filmi yarışmaya kabûl eden ön jüri kadar, yapımcısı da düşüncesiz. Filmlerini festivalin açılış ya da kapanış filmi olarak onore edilmesini talep edeceğine, yarışmadan ödül ve para alma hesabı yapıyor. Oysa, “Eyyvah Eyvah”ın “Yeşilçam Ödülleri”nde alacağı heykelcikler şimdiden ayırtılmıştır. Burada bir kötü niyet aramayın, filmin bu organizasyonda ödül hakettiğini söylüyorum.
Bir diğer sorun ise özellikle uluslararası festivallerde ödül alan Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu için geçerli. Filmleri Cannes, Berlin gibi uluslararası festivallerde son derece prestijli ödüller alıp, önemli uluslararası satışlar yaptıktan sonra, niçin Türkiye’deki bütün yarışmalara katılmak isterler? Bu filmlerin ulusal yarışmalara katılmasına engel olan hiçbir kanun ya da yönetmelik yok tabiki. Olmamalı da. Ama bu filmler uluslararası festivallerde aldıkları ödüllerle, hem ön jüriyi, hem son jüriyi ezmiyor mu? Bu jürilerin bu filmleri eleme ihtimali yüzde kaçtır? Geçmiş yıllardaki gibi festivallere yedi sekiz film başvursaydı, bu filmlerin o yarışmalarda olmaları anlamlı olurdu, o yıllar şimdilik geride kaldı.
Festival yöneticilerinin bu filmleri onore etmesi ise hiç mi akıllarına gelmiyor? Yine bu filmler açılış ya da kapanış filmi yapılarak ya da yurtdışında Türkiye’yi iyi temsil ettikleri için özel onur ödülleri verilerek onore edilebilirdi. Ama işin rengi başka. Festival yöneticileri bu filmlerin yarışmada olmasını istiyor ve bunun kendileri için prestij olduğunu düşünüyor. Dahası bu yıl Antalya Film Festivali basın bülteninde, filmler daha ön jüriden bile geçmeden, aralarında “Bal”ında olduğu filmler kamuoyuna ve ön jüriye ibaret edildi. Hatta bu filmlerden birinin daha çekimleri tamamlanmamıştı. Bu da başka bir cehalet örneği ve işaret edilen filmlerin (çekimi bitmeyen dışında) hepsi yarışmaya dahil oldu. Şayet, festival yarışmaya katılacak ve ödül alacak filmleri işaret ediyorsa, diğer filmlerin orada olmasının anlamı ne? Yarışma dışı film muamelesi görecekse bu filmler niçin yarışmaya dahil ediliyor!
Antalya’yla ilgili tartışmalar tam bitti derken, bu defa ön jürideki Vildan Atasever’in eşinin oynadığı iki filmin de yarışmaya kalması tartışılmaya başlandı. Burada Vildan Atasever’i suçlamak yanlış olur, jüriden çekilmesi gerekirdi ama hadi o tecrübesizliğinin kurbanı oldu. Ama festival yönetimi ön jürinin önüne gelen filmlerde kimlerin rol aldığını, bu filmlerdeki insanların ön jüriyle bağlantılarını bilmiyor mu? Yoksa o başvuru formlarında oyuncu künyeleri sadece katoloğa işlenmesi için mi isteniyor? Yoksa, her fırsatta eleştirilen sinema yazarlarından, “jüri oluştururken dikkat edilmesi gerekenler” adlı bir kitapcık hazırlayıp festival yöneticilerine göndermesi mi bekleniyor!
Bu yazı boyunca anlatmaya çalıştıklarımı okuyanların anladığını sanıyorum. Kimsenin, hele hele festivallerin eleştirilerimi dikkate alması şart değil; ama bir gün, -ki bu çok yakın bir gün-, bu tür “dikkatsizliklerden” başları daha çok ağrıyacak. Yapımcı ve yönetmenlerle ilgili eleştirilere gelince, kanımca onlar ne yaptıklarının ve benim ne anlatmaya çalıştığımın çok farkında. Kişisel olarak, söylediklerimi dikkate alacaklarını umut ediyorum.
Bir sinema yazarı, yapımcı ve yönetmen olarak bunları içime atıp yüzümü sivilce basacağına, herkese söyleyeyim de onlarda biraz kaşınsın istedim. Çünkü, kaşınmak bazen zihin açar!
Not: Bu yazı Adana Altın Koza Film Festivali’nden önce kaleme alınmıştır.
(Bu yazı 01 Ekim 2010 tarihli Birgün Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)
(02 Ekim 2010)
Rıza Kıraç
rizakirac@gmail.com
Her satırına katıldığım bir yazı… Özellikle de prestijli uluslararası festivallerde büyük ödülleri topladıktan sonra bile doymak bilmeyen ve ülke içindeki bütün irili ufaklı festivalleri arşınlayan “garantili filmler” ile bunların ödül almaya fazlaca iştahlı yapımcılarının (genç kuşak yönetmenlerin onurlandırılmasını baltalayan) tavrına yönelik eleştiriniz dört dörtlük olmuş. Berlin’de, Cannes’da, Venedik’te önemli ödülleri toplayarak gelmiş, zaten baştan muzaffer bir edayla kapıyı tıklayan bir filme yurt içindeki hangi jüri ön elemede hayır diyebilir ki? Böyle cesur çıkışlar yapan jürilerin anında meşruiyetini ve yetkinliğini sorgular bizim sinema camiası… Oysa, bu gibi ısrarlı katılımlar, sektörde paçayı yırtmış büyük isimlerle kendisini yeni yeni göstermeye uğraşan genç isimler arasındaki bütün adil yarışma koşularını ortadan kaldırıyor.
Sayın Rıza Kıraç’a bu konuda katılıyorum. Uluslararası film festivallerinde son derece prestijli ödüller alan yerli filmlerimizin yurtiçi film festivallerine katılmaları, orada bir mahalle baskısı ortamı yaratmaz mı? Tabiki uluslararası festivallerde ödül almış filmlerimizin kalitesinden şüphem yok…