Umut Sanat Filmcilik, 10 – 12 Eylül 2010 Haftasonu Box Office listesi için tıklayınız.
Günlük arşivler: 13 Eylül 2010
Büyük Hileler ve Küçük Oyunlardan Bir Film: Büyük Oyun
İSTANBUL – Zincirbozan isimli filmleriyle ‘hatırı sayılmaz’ bir sinema geçmişine sahip olan Atıl İnanç ve Avni Özgürel ikilisinin Güney Kürdistan’dan başlayıp İstanbul’da noktalanan ve öyküsünün özü itibariyle merak uyandıran filmi Büyük Oyun vizyona girdi. Ancak Büyük Oyun küçük hilelere kurban edilmiş gibi…
Türkiye’deki sinema eleştirmenleri ve ilgili birçok kalemşörün, ele aldığı konu itibariyle yere göğe sığdıramadığı, Atıl İnanç’ın Avni Özgürel ile birlikte senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği Büyük Oyun gösterime girdi. Güney Kürdistan’daki karmaşık ve iç içe geçmiş kültürel döngüden yola çıkıp Türkiye’ye uzanmasıyla, özellikle de Türkmenleri ele alışıyla ‘plaza medyası eleştirmenleri’ tarafından yüceltilen film, açıkçası Türkiye sinema sektörünün son yıllardaki kaliteli kıpırtısı açısından umut kıran bir örnek. Oyunculuk performansı açısından dikkat çekse de, öykünün akışı, senaryonun yapıntılanışı ve küçük politik çentiklerle beslenmesi nedeniyle kısa sürede unutulup gidecekler kategorisine bodoslama dalıyor.
Zincirbozan’ın Yolunda Bir Büyük Oyun
ABD’nin Irak işgâliyle başlayan politik trajedinin sıradan insanların hayatını alt üst edişiyle sürmesi ve yarattığı sonuçların toplumsal bedellere dönüşmesi üzerinden kurulan senaryosu merak uyandırsa da, Zincirbozan’daki gibi bir takım ‘milli’ yaklaşımların kokusunu yayan yanıyla film, çıtanın sinema açısından düşmesine neden oluyor.
Öncelikle oldukça ağır bir insani yıkımdan yola çıkan olay örgüsü amaca hizmet etme konusunda önemli yetmezliklerle dolu. Karakterlerin öyküye hizmet etme noktasında gerek bireysel ruh halleri gerekse çevreleriyle iletişimleri konusunda zayıf kaldığı filmde yine de özellikle Selen Uçer’in performansı göz dolduruyor. Filmin senaryosu meseleye kadın dünyası ve kadın gözüyle ele alınmış olup, erkeklerin başlattığı savaşın kurbanı olan kadınların trajedisini anlatmasına rağmen, filmde kadının olma durumunun hallerini görmek mümkün değil. Örneğin filmin başrolü olan kadın tecavüze uğramasına rağmen, bu durumun sebep olduğu ruh halini ve ağırlığını hissetmemek ciddi bir handikap oluşturmuş. Yine farklı gerekçelerle farklı trajedilerle başlayıp ortak noktada buluşan ve aynı sebebin sonçularına maruz kalmalarına rağmen doğal kadın dayanışması iletişimini çeşitli şekillerde mümkün değil.
Daha kısa sürede anlatılacabilecek bir öyküyü tam 110 dakikaya yaymak da filmin genel akışında son derece ağır ilerlemesine ve yer yer kopuşlara neden olmaya götürüyor. Yer yer Kürtçe diyalogların da kullanıldığı filmde bir takım politik yaklaşımlar da görmek mümkün. Örneğin kameranın kullanımı, özellikle de Güney Kürdistan’daki hali ve İstanbul’daki hali (tepeden çekimerle yapılan ince kayıslama gelişmişlik – geri kalmışlık, medeniyet – çağdışılık kıyası) seyirciye, ‘işte gerçek, yorumu siz yapın’ gibi ince bir mesaj taşıyor. Yine ABD işgâliyle birlikte oradaki etnik zeminlerin aldığı pozisyon da filmin göndermelerle ironik anlatıma konu ettiği başka bir nokta oluyor.
Sınırda Çam mı Vardı?
Ailesi ABD askerlerinin baskınında ölen Cennet’in önce direnişçilere katılıp ardından yaralanarak Türkiye’ye getirilen abisine ulaşmak için geçirdiği trajik macerayı ana tema olarak işleyen filmde özellikle Türkiye – Irak sınır hattının coğrafik avantajlarından da yararlanılmış olsaydı olay örgüsüne hizmet anlamında önemli bir eksiklik giderilmiş olacaktı. Ayırca sınırda geçen filmde birkaç sahnede çam ağaçlarının göze çarpması ise başka bir sorun. Önce Hewler, daha sonra katırcılarla Türkiye sınırını aşıp İstanbul’a uzanan hayat hikâyesiyle Cennet, bir takım rastlantılarla canlı bomba olur. Bu travmatik süreci filmde katmanlı olarak görmek olası değil. İstanbul’da kendini içinde bulduğu tarikat, ya da cemaat örgütlenmesi ise filmde gerçekle mesafeli şekilde kurgulanmış durumda. Tarikat şefinin genel anlamdaki tavırları, giyimkuşam ve davranışları konuya hizmet etmekten epeyce uzak. Devlet, cemaat, örgüt, istihbarat gibi yapılar arsındaki bağlantılar ve zaaflar üzerinden konu ele alınmış olmasına rağmen bu karmaşayı da hakkıyla görmek zor.
Bilindik Bir Son
Elbette bir filmde yönetmenin seçtiği yöneliş bilinçli bir tercihtir, ancak filmin alışıldık bir sonla bitmesi de filme bir dezavantaj katıyor. İstanbul’da olan abisinin öldüğü söylenerek eyleme gönderilen Cennet, Taksim meydanındaki trafik ışıklarında abisinin yanından geçip gider. Oysa Cennet, madem abisine bu kadar yakın bir yere kadar gelebiliyor, abisinin de içinde bulunduğu bir ortamda bombayı patlatması filmin hem genel mesajına, hem olay örgüsüne, hem de savaşın hiçbir iyi yanının olmadığını göstermesi açısından önemli bir mesaj olabilirdi. Filmde es geçilmeyecek başka önemli bir nokta ise, Türkiye sinemasında Kürtlere biçilen rolün bir nüansının kullanılması. Öyle ki ABD askerleri ve Irak sınırlarındaki deviniminden sağlam çıkan Cennet, Kürt katırcının tecavüzüne uğrar. Elbette ki yaşanmış örneklerinin olması olası olabilir ancak filmin genel havası içinde vermek istediği mesaj ve yaptığı gönderme kabûl edilecek gibi değil.
Ucuz Hesaplara Kurban Edilmiş Bir Film
Filmin lâyıkıyla beyazperdeye yansıtamadığı başka bir alan ise tarikat ya da cemaat içindeki kadınların davranış ve yaşam şekilleri. Savaş mağduru ve ailesini yitirmiş iki genç Türkmen kadın ile onları İngiliz ve ABD konsolosluklarına canlı bomba olarak hazırlanmasında rol oynayan ve bomba düzeneğini bizzat hazırlayan kadın arasındaki ileşitim ve kadınların tarikatlar içindeki gerçek yaşamarı arasında bayağı bir mesafe bulunuyor. Yine burada da Türkiye’nin Türkmenleri sahipsiz bıraktığına ilişkin ince bir politik nüans da işlenmiş durumda elbette… Oldukça iyi koşullarla çekildiği her açıdan hissedilen film, sinematoğrafik ve estetik açıdan da öykü ve senaryoyu yeteri kadar beslemiyor. Kısacası oldukça büyük festivallerde boy ölçüşebilecek, savaş ve kadın gibi iki önemli evrensel meseleyi başka bir açıdan ele alabilecek bir öyküye sahip olabilecekken, film, büyük hileler ve küçük oyunlara, bir takım politik kaygılarla adeta kurban edilmiş. Filmden alınan tek ve önemli mesaj ise her şeyini yitirmiş bir insanın dünyanın en tehlikeli insanı olabileceği elbette.
Filmin konusu şöyle: Ailesini Irak’ta Amerikan baskınında kaybetmiş Cennet adlı Türkmen bir kızın Türkiye’ye kaçmak için Türkiye – Irak sınır dağlarında yaşadıkları ve savruluşunun hikâyesi…
ABD’nin Irak’ı işgâl sürecinde direnişçileri yakalamak için operasyon yapan askerlerin bastığı köyde bütün ailesini kaybeden Cennet hayatta bir başına kalmıştır. Yaşamı boyunca köyünün dışına adım atmamış bu genç kız çaresizliğin dayattığıi cesaretle Kerkük’te berber olarak çalışan ağabeyi Azim’i bulmak için yola çıkar. Ama Kerkük’e vardığında ağabeyinin de bir patlamada yaralandığını ve Türkiye’deki bir hastaneye götürüldüğü öğrenir. Ağabeyine ulaşmak için Türkiye’ye gitmeye karar veren Cennet, yaşadığı ağır travmanın ve kaybedecek birşeyi kalmamasının yarattığı kayıtsızlıkla çıktığı zorlu yolculukta güç bulduğu tek dayanağı öfkesidir.
Filmin Künyesi
Yönetmen: Atıl İnaç
Senaryo: Atıl İnaç, Avni Özgürel
Oyuncular: Rana Cabbar, Haktan Pak, Selim Bayraktar, Serkan Genç, Kadir Kirici, Nalan Koruçim, Özgür Kartal, Selen Üçer, Serdal Genç, Suzan Genç,
Yapım: 2009, Türkiye, 110 dk.
Tür: Dram, Politik
(20 Eylül 2010)
İsmail Yıldız
ismailsterk@gmail.com
Bahçeşehir Sun Flower Sinemaları
Bahçeşehir Sun Flower Sinemaları, 17 – 23 Eylül 2010 seansları için tıklayınız.
24 Eylül 2010 Haftası
“Annemi Öldürdüm”, yetişkinlik öncesi dönemde cinsel kimliğini keşfeden agresif erkek çocuk ile o döneme dek ‘büyük aşk’ yaşadığı annesi arasındaki çatışmacı / çetrefil ilişkinin, yarı belgesel gücüne ulaşan başarılı anlatımı. Yazan, yöneten ve oynayan Xavier Dolan (1989 doğumlu!), mizansenlerdeki / diyaloglardaki realist tavrında açık sözlülüğünü esirgememiş. Yılın en iyilerinden.
“Borsa: Para Asla Uyumaz”da, Oliver Stone, milyarlarca insanın gelecekleriyle oynayan, sanal değerler yüklenerek alınıp satılan kâğıtlarla ‘balonlar uçuran’ ve bu ‘oyun’da gücü iliklerine kadar hisseden borsa prenslerine özenenlere, tek gerçek değerin zaman olduğunu anımsatıp, daha insana yakışır bir hayat öneriyor: Tüketim alışkanlıklarını değiştirmek, örneğin temiz – ucuz enerjiye yönelmek; mütevazı koşullarda aile ve çocuk sahibi olma mutluluğunu tatmak vb… Bu mesajı, 23 yıl sonra, bir defa daha verirken, yönetmen biliyor ki, son büyük ekonomik bunalımdan sonra dahi hiçbir şey değişmedi ve sadece altta kalanların canları çıktı. Fakat sanatçının görevlerinden biri de uyarmak ve Stone’un dinamik stile sahip sineması bu işi çok iyi kotarıyor.
“Kardeşimden Sonra”, kartpostal güzelliğindeki yelkenci kasabasında, küçük kardeşinin ölümüyle geleceğe ilişkin tüm planlarını iptal eden genç adamın, bu en sevdiği insanın hayaletiyle her gün buluşmasının beşinci yılında tanıştığı kız sayesinde yeniden ‘yaşamaya dönmesi’ni öykülerken, bizleri de, sanatın en temel meselesi ölüm üzerine düşünüp duygulanmaya davet ediyor. Cazibesi, cennet tasviri gibi görüntüler ve her şekilde güzel bir insan olan Zac Efron. Benzerlerini izlemiş olsak da, ruhumuza iyi gelebilir.
(20 Eylül 2010)
Ali Ulvi Uyanık
ali.ulvi.uyanik@gmail.com
Yedek Polisler
Adam McKay’ın yönettiği ve Will Ferrell, Mark Wahlberg, Eva Mendes ile Michael Keaton’ın oynadığı Yedek Polisler (The Other Guys), 01 Ekim 2010’da Pinema Film Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
New York Polisi dedektifleri Danson ve Highsmith şehrin en sevilen polisleridir. Gamble ve Hoitz’u ise, Danson ile Highsmith’in fotoğraflarının arka plânında ve gözleri kapalıyken görürüz. Onlar kahraman değildir fakat her polisin günü gelecektir. Çok geçmeden Gamble ve Hoitz, görünürde tehlikesiz ama New York şehrinin en büyük suçuna dönüşebilecek bir davaya denk gelirler.
Yedek Polisler yazısına devam et