Ortalama bir çift, akşam yemeğinde bir aradadır. Oğlan kıza evlenme teklifi etme niyetindedir fakat kafasında kırk tilki dolaşan paranoyak kızımız geceyi -sonrasında da yaşamını- berbat etmekte zorlanmaz. Öfkeyle terk ettiği masadan zararla oturduğu bir başka masada açar gözlerini, geçirdiği trafik kazasının ardından- morgta…
Bu noktadan sonra, öldüğüne inanmayan Anna, -öldüğüne inanmayan yalnızca kendisi değil, sevgilisi de aynı şüphe içinde- ve film boyunca kendisinde bir bit yeniği olduğunu düşündüğümüz cenaze müdürü Eliot merkezli bir hayat sorgulama süreci başlıyor. Bu aslında hepimizin, geç olmadan yapması gereken bir süreç. Yaşarken hayatın bizlere sunulan bir armağan olduğunun farkında mıyız? Yoksa biz de herkes gibi, hayatlarımızı itinayla cehenneme mi çeviriyoruz? Yaşayan ölüler miyiz?
Agnieszka Wojtowicz-Vosloo’nun ilk yönetmenlik denemesi Afterlife (Diriliş) ilk bakışta bir korku filmi gibi görünse de özünde bir dram taşıyor. Çünkü derdi bilindik korku taktikleriyle sizi germek değil, hayatınız üzerine düşünmeniz ve endişe etmenizi sağlamak.
Usta aktör Justin Long ve yükselişteki genç oyuncu Justin Long’un gayet tatmin edici performanslarının bulunduğu film keşke Christina Ricci’nin vücudundan bu kadar medet ummasaydı.
Diriliş, dahi fikrini gölgede bırakacak tutarsızlıklar barındırsa da -yönetmenin ilk filmi olduğunu ve insaflı olmak gerektiğini de hesaba katarsak- hiç sıkmadan, yer yer de merakla kendini izletiyor. Vizyondaki diğer filmlere şöyle bir bakınca da, hiç de fena bir alternatif olmadığı gerçek. Özellikle Pirana ve ‘dan ağzı yanmış bir kazazede olarak söylüyorum bunu…
(04 Ağustos 2010)
Gizem Ertürk