En son hangi film size kendinizi iyi hissettirdi? Şahsen ben bu tadı en son Ferzan Özpetek’in son filmi Mine Vaganti’den (Serseri Mayınlar) almıştım. Şimdi ise -bence kendisi yaşayan en saygıdeğer, en has yönetmen- Kean Loach’ın yeni filmi Looking For Eric / Hayata Çalım At ile aşk tazeledim. Çünkü her ne kadar ortalığa bol keseden film saçılsa da böyle filmler her zaman karşımıza çıkmıyor. “Nasıl yani” dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü Loach “kendini iyi hisset” filmi yapmaz ki! Onun filmlerini izlerken bozuk düzenin, kokuşmuş sistemin tüm ağırlığını omuzlarınızda hissedersiniz. Çünkü onun filmleri hayat kadar gerçektir. Ama hangimiz hayatı biraz askıya alıp çılgınlık yapmıyoruz ki? Bence “Looking For Eric” de tam bir çılgınlık denemesi…
Hikâyeyi biliyorsunuz, Eric orta yaş bunalımında ve hızla dibe vurmakta olan bir adam… İki arsız velediyle postacılık yaparak hayatını sürdürmeye çalışıyor. Tam bir Loach kahramanı yani… Tüm bunlardan dolayı filmin hemen başındaki kazayı -daha doğrusu bir nevi intihar denemesini- bu tabloya yoruyorsunuz. Ama öyle değil, Eric’in sorunu; ilk görüşte aşık olduğu ve aynı hızla terk ettiği aşkı Lily’yi yıllar sonra yeniden görmenin yaşattığı duvara çarpma etkisi… Evliliğe, özellikle bir de çocuğa hazır olmayan bu genç adam evine bir daha asla geri dönmüyor ya da -kendi deyişiyle- dönemiyor… Ama şimdi geçmişle yüzleşme zamanı!
Eric’in, Lily’nin karşısına yeniden çıkabilmek için kendisine çeki düzen vermeye, en önemlisi de cesarete ihtiyacı var… Tıpkı kahramanı Eric Cantona gibi cesur, kendine güvenli ve güçlü olmayı diliyor. Cantona ile bütünleşmiş “yakalar yukarı” tekniği yeterli olmuyor elbette. Daha güçlü bir şeye ihtiyacı var onun, zihnini okuyabilmesi için… Bu noktada imdadına oğlunun şekerlemeleri yetişiyor. Akabinde bildiğimiz Loach gerçekliğinden çıkıp yükselmeye başlıyoruz. İşte en yukarda bizi dünyanın en acayip futbolcusu, -maça giderken otobüste klâsik müzik dinleyip roman okuyan garip adam- Eric Cantona bekliyor.
Kırılma noktası bu, sonrasında işçi Eric ile yıldız Eric’in nefis diyalogları ve sıfırdan başlanan bir hayatın inşasına tanık oluyoruz. Filmden keyif almak için futbol tutkunu olmanıza gerek yok, her ne kadar futbol mevzusu filmin merkezi gibi görünse de bence sadece bir sembol. Filmde Eric’in de söylediği gibi “başka nerede avazınızın çıktığı kadar bağırıp kendinizden geçebiliyorsunuz ki?” Bu deşarj olmanın en önemli yollarından bir tanesi… Bunun en başında da futbol geliyor elbette. Ama siz yine de yerine başka bir şeyi koyun, öyle izleyin yine de bozmaz. Ama önce gözlerinizi kapatın ve yıldızınızı düşleyin… Sizin kahramanınız kim?
Vizyonun iki popüler filmi Iron Man 2 ve Robin Hood ile ilgili iki çift lâf etmeden geçemeyeceğim. Çünkü Iron Man 2’nin bu kadar kötü, Robin Hood’un ise bu kadar iyi olabileceğini beklemiyordum. Bir kere Iron Man 2 tam bir taş bebek… Dışı süs – püs, içi bomboş bir iş… Boş lâf, kuru gürültü gırla gidiyor vallahi… AC / DC şarkıları bile kurtarmaya yetmiyor filmi… Iron Man 2’nin AC / DC imzalı soundtrack albümü çıktı, yerinizde olsam filme hiç bulaşmaz albümü alırdım.
Robin Hood’a gelince, taytlı ve kukuletalı Robin’i tamamen unutun, Ridley Scoot ve Russel Crowe gerçek bir özgürlük savaşçısı yaratmışlar. Üstelik sırtını yalnızca kahramana yaslamadan, dönemin siyasi, ekonomik mevzularını da göz ardı etmeden, eleştirmekten korkmadan… Aksiyonu, dramı, belgeseli, romantizmi ve politikayı bir güzel harmanlayan yeni Robin Hood’u sevmemek elde değil…
(17 Mayıs 2010)
Gizem Ertürk