“Vera’nın Şoförü”, 1962 yılında, Kırım’daki bir yüksek rütbelinin özel şoförlüğü görevi verilen yetimhaneden yetişme yakışıklı askerin ‘sınıf atlama’ düşleri ile general babanın, çok sevdiği kızının içinde bulunduğu zor durum dolayısıyla bu genç adamı aileye dâhil etme plânı çerçevesinde, başka karakterlerin de etkisiyle çetrefilleşen bir psikolojik dram sunuyor. Soğuk Savaş’ın -özellikle- kültürel etkilerini ve güya sınıfsız toplumun ‘aşağıdakilerle – yukarıdakiler’ arasındaki ilişkilerini fona başarıyla yerleştiren film, yazık ki, yarıdan sonra bir fotoroman basitliğine / zorlamasına dönüşüp, düş kırıklığı yaşatıyor. Yine de, belli bir ustalıkla çekildiği için ilgi gösterilmeli.
“Labirent 3D”, Japon Korku Sineması’nın, ergenlik dönemi seyircileri için hazırlanmış ortalama bir örneği: Yine arkadaşlar arasında kalmış bir sırdan dolayı yıllar sonra rahatsız eden anılar ve vicdan azabı kaynaklı huzursuzluk… Yine hayalet kız! Buraya kadar tamam da, bu filmin 3 Boyutlu olarak pazarlanmasına itirazım var. Çünkü hiçbir özelliği olmayan ‘derinlik’, ne öyküye, ne de filmin geneline katkıda bulunuyor… Üstelik aşırı karanlığı ve solukluğuyla mide bulantısına bile yol açabiliyor.
“Hayata Çalım At”, seyirciyi gerçeğin keskin tarafından yürüten Ken Loach’un, ‘güler yüzlü’ ve -tuhaftır- ‘fantastik’ filmi: Çünkü sorunları ve mutsuz yaşamı ile baş etmekte zorlanan postacı Eric’e ‘görünmeye başlayan’ efsanevi futbolcu Eric Cantona’nın yol göstermesiyle, bir oyuncunun saha içi taktikleri ve takım ruhu devreye giriyor. Serde futbolculuk, özde de futbol olunca zaten, biraz zekâ – akıllıca hareket ve ‘sağlam bir yürek’le, yaşam denilen oyunda zafere ulaşılıyor. Postacı Eric’in hikâyesinde, zaman zaman yine ‘bozuk düzen’e lâf atsa da Loach, futbolun yaşamın nasıl ta kendisi olduğuyla ilgilenmiş… Bu, diğerlerinin altında ve fakat izlenebilir bir filmi olmuş.
12 Mayıs 2010
Ali Ulvi Uyanık
aliuyanik@superonline.com