Öncelikle röportaj teklifimi kabûl ettiğiniz ve bize böyle bir gurur yaşattığınız için çok teşekkür ederim. Son yapıtınız Bal ile Almanya’nın Oscar’ı olarak kabul edilen Altın Ayı ödülünü kazandınız ve isminiz geniş bir kitle tarafından aldığınız ödülle duyuldu. Oysa sizin köklü bir sinema geçmişiniz var. Semih Kaplanoğlu’nun sinema kariyeri nasıl başladı ve bugünlere nasıl geldi, bizimle paylaşır mısınız?
1984 yılında İzmir 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema – TV Bölümü’nden yönetmenliğini, yapımcılığını ve senaristliğini üstlendiğim MOBAPP isimli (16 mm, siyah – Beyaz, 14 dk.) kısa filmle mezun oldum.
2000’de yönetmenliğini yaptığım ve 2001 yılında İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film seçilen Herkes Kendi Evinde benim ilk uzun metrajlı filmimdir.
1994 – 1996 yılları arasında ise Şehnaz Tango adlı TV dizisini yazıp yönettim.
2003’de eşim Leyla İpekçi ile kurduğumuz Kaplan Film yapım şirketi ile birlikte Meleğin Düşüşü, Yumurta, Süt ve Bal filmlerini gerçekleştirdik. Bir Türkiye – Yunanistan ortak yapımı olan ve Eurimages’in katkısıyla gerçekleştirdiğimiz Meleğin Düşüşü dünya galasını Berlinale’de yaptı ve Nantes, Kerala, Barcelona gibi uluslararası festivallerde En İyi Film ödüllerine lâyık görülürken başrol oyuncusu Tülin Özen de Antalya Altın Portakal Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı.
2007’de gerçekleştirdiğimiz Yusuf Üçlemesi’nin ilk filmi bir Türkiye – Yunanistan ortak yapımı olan ve Eurimages tarafınan da desteklenen Yumurta, Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini yaptı ve Altın Portakal olmak üzere ulusal ve uluslararası festivallerde 30’dan fazla ödül kazandı.
2008’de bir Türkiye, Fransa ve Almanya ortak yapımı olan Süt ise 65. Venedik Film Festivali’nde ana yarışma programında Türkiye’yi temsil etti.
2010’da Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülüne lâyık görülen Bal da bir Türkiye – Almanya ortak yapımıdır ve Eurimages, ZDF, Arte tarafından finanse edilmiştir.
“Altın Ayı” ödülünü almanız bundan sonraki finansman arayışınızda size kolaylık sağlayacakmış gibi görünüyor. Bu güne kadar çektiğiniz filmlerde finansman bulma süreciniz nasıl işliyordu? Genç sinemacı arkadaşlarımıza, finansman arayışlarını kolaylaştırmak adına neler tavsiye edersiniz?
Yukarıdaki yanıtımda da okuduğunuz gibi filmlerimin yapımcılığını üstleniyorum. Filmlerime finans bulma konusunda bütün bu süreç içinde çok şey öğrendim. Özellikle uluslararası marketlerde Kanarya Adaları’ndan, Belgrad’a, Berlin’den Cannes ve Paris’e, Rotterdam’a ve hâtta Güney Kore’nin Pusan şehrine kadar projelerimi içinde benim de olduğum oldukça genç ve finans konularında tecrübesiz bir ekiple sunduk ve her seferinde sinema dünyasından yeni insanlar, genç prodüktörler, uluslararası dağıtımcılar, televizyon kanalları ve world sales ajanslarıyla tanıştık. Her bir buluşma gelecekteki filmlerimizin co-prodüktörleriyle karşılaşmamızı ve yeni tecrübeler kazanmamızı sağladı. Bugün Türkiye sinemasının genç prodüktör adaylarının en parlakları bizimle birlikte yetiştiler.
Kendi istediği filmleri istediği gibi çekmek isteyen yönetmenler mutlaka yapımcılık konusunda da tecrübe kazanmalılar. Sinemanın iktisadını bilmeyen bir yönetmen, filmleri konusunda yeteri kadar cesur hareket edemeyebilir ve yönlendirilmeye açık hale gelir ki bu da filmine zarar verebilir. Öte yandan sadece yapımcılık alanında değil aynı zamanda laboratuvar, ses, kamera ve ışık alanlarında da tecrübe kazanmalıdır bir yapımcı – yönetmen adayı.
Son yapıtınız Bal’ın bir özelliği de, müzik yerine daha çok doğa seslerini kullanmış olmanız, hâtta set ışığı yerine de ortamdaki ışığı kullanmışsınız genellikle. Bu tercihiniz bütün filmleriniz için mi geçerli, yoksa sadece Bal filmi için mi böyle bir teknik kullanmak istediniz? Eğer öyleyse neden?
Sadece Bal’da değil ben üç filmdir, hâtta dört filmdir müzik kullanmıyorum. Doğal ışık konusu da öyle. Ayrıca hiç bir filmimde digital efekt ya da görsel, hiç bir müdahale yok. Yani çekerken hangi kadrajla çekmişsek izlediğiniz de o. Çekerken hangi bulutlarsa gökyüzündeki izlerken de onlar. Yağmur gerçek yağmur… Bu prensipleri çok önemsiyorum. Filmlerimin içeriği ile biçimini birbiri içinde, ahenkle oluşturmak çok önemli bir süreç benim için. Film yapmak aynı zamanda bütün bir ekip olarak biraz da kendimizi yapmak değil mi? Her film hayata ve kendimize dair bir şeyler öğretir; zorla ya da güzellikle. Zorluklar karşısında tevekkülle, sabırla, kalp kırmamaya çalışarak ve keşfederek, fethederek çalışmak… Yani ışığı, bulutu, rüzgârı, yağmuru beklemek, tanık olmak, zanaattimizin mahirliği ölçüsünde bunları peliküle aktarmak ve buradan bir güzellik ortaya çıkarmak…
Ödül öncesinde ve sonrasında sizin için önemli olan, sizi etkileyen anları bizimle paylaşır mısınız?
Ödül verseler de vermeseler de güzel bir film yaptığımızı biliyordum. Bu insanda bir güven duygusu yaratıyor. Bir de biz Berlin’e gitmeden çok önce bir çok insan rüyalarında bu ödülü aldığımızı gördüklerini söylediler. Festival sırasında da Bal’ı izleyen pek çok izleyici de ödülü almamızı gönülden dilediklerini söylediler. Belki de bu temenniler gerçekleşti, kim bilir… Ayrıca, Altın Ayı’yı film yapma ilkelerini çok değerli bulduğum jüri başkanı Herzog’dan almak da beni çok sevindirdi.
Son olarak genç sinemacılara ve sadibey.com okuyucularına ne söylemek istersiniz?
Selâm!
Röportaj için teşekkür ederim.
(29 Mart 2010)
İlayda Vurdum