bir PEDRO ALMODOVAR kitabı

Yıllar önce idi, Bunuel’in Tristana filmini seyrettikten sonra, Yeni Dergi’de Atilla Dorsay tarafafından yazılmış eleştirisinde, hristiyanlığa ait okullarda çocuklara Pazar günü tatile (şehre) gönderilmeden önce, çıplak kadın heykellerine baktırarak mastürbasyon yaptırdıklarını okumuştum. Bu okuyuş, Bunuel’in filminde, aynı şekilde şehre inen çocuğa Tristana’nın çıplak göğüslerini göstermesine anlam katıyordu, bu anlam zaten filmin içinde vardı, fakat bu uygulamayı bilmeyenler için, kafada bir takım sorular oluşturacak bir sahne idi. İşte yönetmenler üzerine yazılan kitaplar, yönetmenlerin yaptıkları filmlerde, bu ve benzeri bir takım sahnelerin nasıl farklı şekillerde yorumlanabileceğini veya anlamadan izlenebileceğini örnekliyor.

Ülkemizde ’50’li ve ’60’lı yıllar ABD ağırlıklı sinemanın yaygın olduğu dönemdir. Bu arada ’30’lu yıllarda Avrupa sineması bir çok örneği ile değişik sinema örnekleri verdi ise de ’40’lı yıllarda savaş nedeni ile -özellikle- ülkemizde doğu -Mısır- filmleri ağırlık kazanmıştır. ’30’lu yıllar ve özellikle ’50’li yıllardan sonra ABD sineması tüm dünyada hakimiyet kurmuştur, bu da ulusal sinemalara sekte vururken, bizim gibi alıcı durumundaki ülkelerin pazarında büyük bir ağırlık kazanmıştır. O yıllardan beri özellikle Avrupa ve kimi Güney Amerika ülkeleri ve Japonya ile -o yıllarda- SSCB’ne ait filmler zaman zaman sızma yaparak ticari sinemalara ulaşabilmiştir. Ve bu filmler içinde çok sıradanlarının yanında o günlerin kimi yaratıcı yönetmenlerin filmleri de yer almaktadır. Aynı şey günümüz için esasta değişmese de farklılık gösterir. Özellikle son on yılda ülke pazarında yerli filmler ABD filmlerine rekabet eder, hatta onları alt sıralara iteler olmuşlar, bu arada da diğer ülke sinemalarının filmleri de, seyrekte olsa seyirciye ulaşır olmuştur. Yalnız film gösterimleri, televizyon yanında, bir takım özel gösterim düzenlemeleri ve içte giderek yaygınlaşan festivaller nedeni ile bu tip yaratıcı yönetmen elinden çıkmış filmleri perdelerine taşımaktadırlar.

Günümüz yaratıcı yönetmenlerinden Pedro Almodovar da bu kanalla bizlere ulaşabilmektedir. Özel gösterimlerde filmlerini izleme olanağı doğarken, son filmleri ticari sinemalara da gelmeye başlamıştır. Los Abrazos Rotos / Kırık Kucaklaşmalar halen gösterimdedir. Bu arada son yıllarda sayılı giderek artan sinema kitapları artık belirli bir bütünleşmeye doğru da yönelmiş, ES Yayınları çeşitli şekillerde gruplandırdığı yayınların bir kısmını da yönetmenlere -özellikle yaratıcı yanı öne çıkan- yönetmenlere ayırmıştır.

“bir PEDRO ALMODOVAR kitabı” İhsan Mursaloğlu’nun eli ile bizlere ulaşıyor, önce kısaca Almodovar tanıtılıyor, sonra filmleri aracılığı ile hem Almodovar hem de İspanya… Kitapta, ilk filmden itibaren kahramanlar aracılığı ile (doğrudan değil), İspanya’nın uzun bir dönem yaşadığı faşist dönemin izlerinin ve katolik yapılanmaların etkileri olayların arkasından sezdiriliyor. Kanlı arenaların değişik kahramanlarının yanında, cinselliğin normal, daha çok -bizim toplumumuz için anormal diye bileceğimiz- anormal (farklılık gösteren) ilişkileri, uyuşturucu, farklı sanat dalları (sinema, dans, müzik), yukarıda değindiğimiz faşizmin devam edebilen izleri ve eski ağırlığı ile olmasa da katoliklik, birlikte insanların yaşamlarını yönlendiriyor.

Almodovar da sinemanın az sayıdaki “kadın yönetmenleri”nden biri. Kadın kahramanlarının erkeklere önceliği var, erkekler ise hep yitirenler; kitap bu özelliği her film için örneklerle birbirine bağlıyor.

Kitaptan öğrendiğimiz -ve kimi filmlerinde gördüğümüz- gibi, Almodovar filmlerinde sinemaya sırf kahramanları aracılığı ile yer vermiyor. (Son filminin kahramanı “üstelik” gözleri görmeyen bir yönetmen) Filmleri, yukarıda belirtilen dönemlerde dünyaya yayılan ABD sinemasının öne çıkmış bir kısım filmlerine, yönetmenlerine nerede ise bir saygı duruşu, bu nedenle yapılan bir takım göndermeler içeriyor. Başta Hitchcock ve Douglas Sirk olmak üzere, Hawsk, Mankiewicz, Hattaway çeşitli filmleri ile hatırlatılıyor (doğal ki gönderme yapılan filmleri görenlere…) bir de ülkesinin bir diğer yaratıcı yönetmeni Bunuel…

İhsan Mursaloğlu, “bir Pedro Almodovar kitabı” kitap olmanın yanında Almodovar şifrelerini de iletiyor bize, film sinema da seyredilir, ama bazı filmler haklarında bir şeyler bilerek seyredilirlerse daha başka film olurlar, Mursaloğlu bize bir kapı aralıyor…

“bir PEDRO ALMODOVAR kitabı”, ES Yayınları, 2010,
http://www.esyayinlari.com

(21 Ocak 2010)

Orhan Ünser

Cem Yılmaz’ın ve ‘Yeni Mizah’ın İzini Sürmek

Başlangıç Yerine ya da Meraklısına Katıla Katıla Gülme Tarifleri
Aptal olmadığını ısrarla vurgulayan sarışın manken, şov çıkışında çevresini saran gazeteci ordusuna şöyle bir gülümsüyor ve “en çok neye güldünüz?” sorusunu “inanın bilmiyorum” diye savuşturuyor:
“Zaten Cem Yılmaz’ın stand up’larından çıkınca hiç bir şey hatırlamıyorsunuz ki… Sadece herşeye ama herşeye katıla katıla güldüğünüzü anımsıyorsunuz o kadar…”
O sırada devreye bizzat Yılmaz’ın kendisi giriyor. Yeniçağın komedyeni, “Hoşgeldin 2003” adlı gösterisinin İzmir ayağında, seyirciye şöyle sesleniyor:
“Gülmekle ilgili bir sıkıntısı olan bir adamın burada ne işi var? Ama bazıları dertleniyor: ‘aman canım, öyle ağzını yayıp gülmek olur mu, birazcık da düşünmek lâzım!’ diye. Ben o konuyu hallettim, merak etme. Sen burada niye düşünesin ki? Gülmek için toplanmışız buraya… Diyorlar ki ‘yalnızca gülmek olmaz, güldürürken düşündürmek lâzım!’ Oysa gülmek zaten çok zorlu bir aktivite, o yüzden neşene bakacaksın, güleceksin o kadar…”
Komedinin yüzyıllar geçse bile ayakta kalacak olmasının en temel nedenini, “bir dizi inanca saplanıp kalan bir toplumun sahici olmayan yaşam tarzını ya da tarihsel münasebetsizliğini hedef alması” olarak açıklayan Brecht’e yanıt mı verilmektedir dersiniz. Ya da başka bir deyişle münasebetsizliği hedef alması beklenen komedyen, varoluş nedeninin bizzat kendisi olmaya mı soyunmaktadır yeni dönemde?

Sarı-Siyah Sayfalarda Kısa Bir Gezinti
Gözlerini 70’lerde kırpıştırmaya başlayan bir kuşak için günümüz güldürüsünü kavramanın yolu uzun ve badireli bir süreçten ve belki de en çok mizah dergilerinin sarı siyah sayfalarını yeniden hatırlamaktan geçer. Ülkenin sosyo politik, ekonomik ve kültürel referansları adına gerçek bir yarılmaya işaret eden 80 darbesi öncesinde, (dönemin toplumsal muhalefetini tam manasıyla karşılayamaması söylemini hiç değilse bir süreliğine bir kenara bırakarak) “Gırgır” dergisi etrafında toplanan bir grup mizahçı ve karikatürist, öncüllerinden farklı sayılabilecek bir söylemle ve giderek büyüyen bir koroyu peşine takarak güldürü sahnesine çıkıyordu.
Nasreddin Hoca’nın Timur’a başkaldırısı, Keloğlan’ın padişahın kızını öyle ya da böyle kapıp kaçması ya da daha yakın dönemlerin “Marko Paşa”ları, “Akbaba”ları, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz gibi ustaları göz ardı edilmeden bu topraklardaki sözlü / yazılı ve görsel mizahın, baskıdan hemen her dönemde nasibini almış aydınlar eliyle etkili bir direnme aracı haline getirildiği -Levent Cantek’in “Türkiyede Çizgi Roman” adlı incelemesinde de vurguladığı gibi- “muhalif kalmayı sürekli başaran, neredeyse en etkili yayın organı”na dönüştüğü hatırlanacaktır.
80’le birlikte, dönemin baskıcı / apolitikleştirilmiş atmosferinden güleryüzlü bir biçimde sıyrılmanın yolu haline dönüşen Gırgır; kimi zaman sistemle yarı uzlaşmış, kimi zaman da koşulların ana hatlarını belirlediği sınırları eğlenceli biçimde aşmaya yeltenen haylaz bir çocuk edasıyla (okuyup anlamanın, sorgulayıp değiştirmeye çabalamanın ‘out’ olduğu konjonktürün de şaşırtıcı bir avantaja dönüştüğü ortamdan görselliğin gücüyle yararlanarak) kısa sürede dünyanın en çok okunan dergileri arasına girecektir. (Cantek’in incelemesinde istatiksel olarak sunulan Gırgır’ın kapak konuları bu yaklaşımın doğruluğunu açıklar: 80’lerin Gırgır’ı en çok Turgut Özal (% 20.3), İşadamları ve Politikacılar (%19.6), Zamlar (% 10) konularını işlemiştir. Tabloda İşçi Hakları % 3.4’ler, darbeciler ve işkence gibi ‘hassas’ konular ise % 1’lerle ifade edilmektedir.)
Mizahtaki ilk kırılma, belki de şaşırtıcı olmayan biçimde, 80 kâbusunun ağır aksak da olsa derin uykulardan çekilmeye başladığı bir döneme rastlar. Bu dönemde gündeme gelen Limon, Gırgır’dan ilk önemli kopuşun adresidir.
Limon; Netekim ve Ora’dan Öyküler gibi yaratıcı ve politik açılımları bir yana, (Gırgır’ın kardeşi konumunda olan Fırt’tan aşina olduğumuz Yavrunuzun Sayfası’nı dipnot olarak ekleyerek) cinselliğin karikatürde başlıbaşına bir tür haline dönüşmesinin de ilk kurumsal adresi olacak ve bu durum derginin en işlevsel bölümlerinden olan Okur Mektupları’nda sıklıkla tartışılacaktır. (Bu noktada, günümüz ölçeğinde hayli naif özellikler barındıran bu tartışmaların, bir süre sonra güldürünün 90’lar serüveninin belirleyici metinleri haline dönüşmesine tanıklık ettiği gerçeğine vurgu yapalım.)
80’lerin son durağında, içerdiği politik mesajlar ya da Oğuz Aral merkezinde süregelen tartışmalar bir yana, arka plânında büyük sermaye gruplarının; Simavi’lerin, Akbay, M. Ali Yılmaz ve Asil Nadir’lerin olduğu kopmalar, ülke soluyla paralellik göstererek bölündükçe çoğalan, çoğaldıkça kitleyle bağlarını koparan ayrılışları beraberinde getirecektir: Hıbır, Pişmiş Kelle, Deli, Dıgıl, FırFır, Avni, Ustura vs.
Bu süreçten en kârlı çıkanın, kısa sürede orta sınıf gençliğini merkezine oturtacak Leman olacağını söyleyerek, komşu kızının eteğini çocukça mahcubiyetiyle kaldırmaya çalışan Avni’yi toprağa verdiğimiz ve yerine çok başka bir ‘şeyi’ koyacağımız bu dönemi noktalayalım.

Kader Ağlarını Örerken…
En kitlesel dışavurumunu 90’ların ikinci yarısından itibaren özellikle Cem Yılmaz’ın çıkışıyla sinemada gerçekleştirecek olan yeni mizahçıların karikatür dergilerinde ektikleri rüzgarın; önce Kahpe Bizans’ları, ardından da GORA, Kutsal Damacana, İvedik ve diğerlerini biçmesi an meselesidir.
Ama…
Bu noktada, değişen ve yükseldiği su götürmez değerler dünyasının (!) kimi aktörlerini ya da ağlarını ören kadere katkıda bulunan bazı isimleri hatırlamakta fayda olabilir. Bu doğrultuda ilk akla gelen; Şükrü Yavuz’un ifadesiyle “L’sini Langadank, İ’sini İşkence Dizisi, M’sini M’Öyküler, O’sunu Orası ve N’sini de Netekim’in temsil ettiği” Limon sürecini slogancı buldukları için terkeden; ancak patron Asil Nadir’in de bu eleştiriye katılmasının hemen ardından (Gani Müjde’nin ‘Eski Babıali Oyunu’ söylemine vurgu yaparak) kalan ekibin gönderilmesi pahasına yeniden ‘işbaşı yapan’ iki karikatürist Kemal Aratan ve Mehmet Çağçağ’dır.

Daraloğlan’dan Esas Oğlan’lara…
Mizah dergiciliğinde o ana dek örneğine pek rastlanmamış, cinselliğin her daim ön plânda olduğu çizgi romanlarıyla hatırlanan Aratan, ünlü Milo Manara’nın erotik desenlerine öykünerek “Çıtt” ve “İstedikleri Yere Gidenler” gibi eserlere imza atmıştır (Bu öykülerin yer aldığı Limon sayılarının tirajını hayli arttırdığı rivayetini hatırlatalım).
90’ların hedef kitlesinin en iyi betimlemesinin Mehmet Çağçağ’dan geldiği tespiti ise sanırız karikatüre ilgi duyan hemen her kesimin uzlaşacağı bir olgudur. “Daraloğlan” ile başlayıp, “Daral & Timsah” ve sonunda da yalnızca “Timsah”a dönüşen çizgi bant, dönemin mizahına yalnızca unutulmaz bir karakter hediye etmekle kalmamış, pek çok karikatürist için (oluşturulacak yeni tipler bağlamında) prototip oluşturmuştur. Tam bir ‘yaratılan kuşak’ tiplemesi olan Timsah; gemisini kurtarmak ya da daha çok kazanmak adına en yakın dostunu harcayacak bir yapıya sahiptir. Şehvetten gözü dönmüş, eğitimli olmasına karşın ‘günü kurtarma’ dışında her türlü idealden yoksun ve kendi bacağından asılan koyunlar dünyasında benzersiz olan kahramanımızın (başlangıçta bir yan karakter olduğuna ve süreç içinde Daral’ı sollayıp köşenin asli unsuru haline geldiğine yeniden dikkat çekerek) okuyucularının gözünde önlenemez yükselişi, benzer figürlerin sinemaya sıçramasında da belirgin rol oynamıştır sanırız. Yine de ayrıntılı bir Timsah portresi için, sözü bir süreliğine Can Dündar’a bırakalım:
“Aslında sonradan ünlü bir pop şarkıcısı olacak gerçek bir tipten yaratılmıştı Timsah… Uzun kafası, dik saçları, karizması ile çok belirgin bir tipi vardı. Çağçağ ona kötü bir karakter giydirdi. Ahlâksızdı bir kere… Daral’ın tersine, seks, para ve araba dışında hiçbir meselesi, felsefesi, ideolojisi olmayan, kendinden başkasına aldırmayan bir adamdı. Marka bağımlısıydı. Bencildi. Köşe dönmeciydi. Sadece tüketerek varolabildiği bir yaşam sürüyordu. Meselesi olan insanlarla dalga geçiyordu. Cibiliyet hırkasını çoktan çıkarıp atmıştı. Ar, haya duygusu yoktu. Bu tür şeyler hızını kesiyordu… “Ne kadar az utanırsan, o kadar çok tırmanırsın” diye düşünüyordu. Daral ’90’larda yaşasa da, ruhu ’80’lerde kalmış bir tipti. Timsah ise Özal kuşağındandı. ’90’ların mahsülüydü.”

Üç Karikatür, Bir Analiz!
Bir:
Meşhur Korkunç Tilbe, Soru Adamcıkları’ndan birinin önünde soyunmaktadır. Adam kolunu omzuna koyar ve “Tilbe, bak yavrum, ben çirkin bir adamım. Bende ne buluyorsun anlamıyorum.” diye hayıflanır. Tilbe’nin öldürücü yanıtı peşi sıra gelecektir: “Ulan eski numara bee! Çirkin diyeceksin, ben de ‘belki yumuşak hatların yok; ama çekici birisin!’ diye yanıt vereceğim ve gönlün alınmış olacak! Demiyorum ulan! Zaten nerede bir maymun var beni buluyor ya! Çirkin ama çekici ha!”
İki: İyilerin dostu, kötülerin amansız düşmanı Kızılmaske (Phantom), yanındaki Pigme’yle sohbet etmektedir. Halinde bir gariplik vardır. Gözlerine sürme çekmiş, boynuna geçirdiği eşarbını savurarak (ve tuhaf biçimde kırıtarak) “Allah senin canını almasın şef! Kız sen adamı öldürürsün vallahi..” diye konuşmaktadır.
Üç: Cennetin kapısında bekleyen (ve bizden biri olduğu her halinden belli olan) bir adam, kapıdaki görevliye “Hoca, bir arkadaşa bakıp çıkacağım” diye yalvarmaktadır. Görevlinin “Hadi Lan” haykırışı, cennetten duyulan “herşey çok güzel”, “yaşasın!” çığlıklarına karışır.

Sınır Tanımaz Kızlar ve Çizilen Karizmalar Arasında Türk Olmak…
Cem Yılmaz’ı; bu psikolojik ortamın üzerine oturan ‘yeni mizahçılar kuşağı’nın son halkasına eklemlenen bir unsur olarak 90’larla birlikte tanımaya başladık.
Sözün bu noktasında, süreç içinde karikatürlerinin ana figürü haline dönüşecek olan Korkunç Tilbe’nin, “sanatının” sonraki aşamalarında besleneceği bir kaç koldan birini temsil etmesi açısından önem arzettiğini varsayarak yeni bir girizgâh yapalım…
Öncelikle Tilbe’nin, -genel tavrı ve üslûbu yumuşatılmış olmakla birlikte-, Timsah’ın kadın versiyonu olmaktan öte bir anlam ifade etmediğini vurgulamak gerekir. O; her anlamda görmüş, geçirmiştir. Karşısındaki erkeğin yaklaşımını satır aralarında da olsa sezecek kadar zekidir ve daha da önemlisi “bedenimi teslim alabilirsin, ama ruhumu asla!” diyen Yeşilçam kadınlarının antitezi olduğunu kavrayabilir. Bir randevu dönüşü, evinin kapısında sıkıntılı bir ifadeyle kendisini ‘kahve içmeye’ davet ettirmeye çalışan adama, “Aslında seninle odamda kumrular gibi sevişmeyi düşünüyordum; ama maksadın kahve ise yandaki salon sabaha kadar açık. İyi günler!” demekten çekinmez, ruhunu asla teslim etmez! Bir başka serüvende, helenistik bir vücudu olduğunu söyleyen ressamın kartlarını hemen okuyuverip resti çekecektir: “Bakkal olsan ne yapacaktın, ya da tornacı olsan bana benzeyen bir cıvata mı imâl edecektin? Bırak bunları da yapabileceksen yap resmimi!” Timsah’daki sınır tanımaz ahlâk yoksunluğunun bir başka yansıması olan ‘iş bitiricilik’ ve sınıf atlama sevdası uğruna ‘babasını bile gözünü kırpmadan satma’ çabası çıkarılırsa iki karakterin çok daha iyi örtüşeceği görülecektir. Bunu da Tilbe’nin mensubu olduğu sosyal sınıfa bağlayabiliriz. (Biraz da bu yüzden Tilbe, öncülüne oranla karakter bakımından daha sığ sularda yüzmektedir.)
Bölümü; Cem Yılmaz’ın şu ana kadar yönettiği ya da senaryosunu yazdığı filmlerde güçlü bir kadın karakter sunamamasının kimseyi yanıltmaması gerektiği düşüncesiyle kapatalım ve özellikle Altan ve Arif’in, (sınıfsal açıdan nüanslara sahip olmakla birlikte) genel geçer yönleriyle Tilbe’nin cinsiyet değiştirmiş yarıları olduğunu hatırlatalım.

Kızılmaske esprisi, bir kuşağın dönüşümü anlatması bakımından önemlidir. Tıpkı son karikatürde olduğu gibi referans kaynakları arasında Ahmet Yılmaz ve Kaan Ertem’i gösterebileceğimiz ‘mitosun yere serilmesi ve hemen ardından madara edilmesi’ biçiminde özetlenebilecek bu anlayış, Yılmaz karikatürlerinde en az Tilbe kadar yer tutar.
Kültün devrilmesi 90’lıların; 70’ler kuşağının -yaşanan ölümlerin ardından yer yer tapınmacı bir hale bürünmekle birlikte- içlerinden çıkardığı önderlere eklemlenmesine yanıtı gibi de okunabilir. İlk anda zorlama bir yaklaşım olarak görülmekle birlikte, bu düşüncenin aynı kuşağın dünyasında önemli bir yer tutan çizgi roman kahramanlarından başlaması, altı çizilmesi gereken bir husustur: Çelik Bilek’in aslında bir korkak olduğu, Yüzbaşı Tommiks’in bilinmeyen cinsel tercihleri, Zagor’un Çiko’yla perdeye yansımayan çelişkileri, Mandrake’nin küfürleri vb. okurun bilinçaltına önder veya kahramanların hiçliğe dönüşmesini, aslolanın bireyin ta kendisi olduğunu fısıldayıp durmaktadır. (Bir Yılmaz karikatüründe, Attila’nın en büyük akıncısı olan Tarkan’ın bir kaç kadınla sevişirken, performansının düşmesinden kaynaklı olarak en yakın dostuna “Katıl Kurt!” diye seslenirken resmedilmesi ise ‘çizilen karizmanın’ üçüncü maddeyle bütünleşmesi bakımından dikkate değerdir.)

Son karikatür, Yılmaz mizahının çok daha baskın ve üzerinde diğerlerine oranla daha çok konuşulmuş bir yönünü açığa çıkarır: Türk Olmak!… İlk stand-up gösterilerinin büyük beğeni toplamasındaki temel etkenlerden olan bu durumun önceki on yıla nazaran görece özgürleşen hedef kitlenin dünyasında yarattığı etki çok daha büyük olmuştur. Posası ortalıkta gezinmesine karşın, ciğerlerin içi boş, hamasi rüzgârlarla şişirildiği darbe dönemi sona ermiş, “takke düşüp kel görünmüştür” artık. Sis bulutunun dağılması, geriye dönüp bakanları üzerinden fil sürüsünün geçtiği bir sofra manzarasıyla baş başa bırakmıştır.
Popüler kültür arenasına Orwellvarî bir bakış atan mizahçı için, ‘yaşanan hiç bir şey gerçek değil’in karşılığını zararsız bir yolla tasvir etmek hiç de zor değildir: “İyi ama, bütün bu anlatılanlar sahteyse, biz kimiz?”
Bir nevi ‘kendine dönüş’ olarak tanımlanabilecek bu eylemlilik, sofraya kaymağı tükenmek bilmeyen enfes bir tatlı konulmasını sağlayacaktır. Mesut Kara’nın da belirttiği gibi, fantastik Türk filmlerini de arkasına alan yeni mizahçılar, eserlerine (anti) kahraman olarak seçtikleri figürleri kimi zaman uzayın derinliklerine, kimi zaman cennetin kapısına ve kimi zaman da Vahşi Batı’nın ihtişamlı kasabalarına gönderecek ve bu figürler, yaratıcılarına sınırsız olanaklar sağlayacaklardır.
Bu bağlamda, Cem Yılmaz’ın Leman Kültür’deki ilk gösterilerinin çıkış noktasının ‘Türklerin hal-i pür melali’ konseptini içermesi; yani uzayda, ışınlanma cihazının kapısına görevli olarak konulan Hüso’nun stand-up’ın öznesi haline dönüşmesi tesadüf sayılamaz.
Kısacası atılan her adımın ve bizlere ‘yeni’ olarak lanse edilen esprinin kökü çok derinlerdedir. Mahallenin saf ve temiz çocuğu; üçkağıtçı müteahhitin, uyanık manavın, toprak ağasının ve bilumum zararlı haşerenin korkulu rüyası Şaban’ın temsil ettiği 70’ler ruhunun minderin dışına itilmesi kaçınılmaz olmuştur. Gün, önce Altan’ın, sonra Arif’indir; ama ne yazık ki düşüş (ya da misyon) tamamlanmamış, kapıyı zorlayanlar yok olmamıştır.
İşin en acı yanı, “gelenin gideni (fazlasıyla) arattığı”, insanların celladı tarafından yaratılan tabloya aşık olduğu bir kabus evrenidir artık söz konusu olan. Ve uyanmak hiç de kolay olmayacaktır!…

Yeni Kahramanlar Diyarından Son Bir kaç Söz…
Bütün bu ‘Yeni Mizah’ efsanesinin ardında, orta sınıf – kentli genç bireyin, 12 Eylül sonrasında üzerine biçilen gömleklerle (Tam da bu noktada; herşeyin yeniden tanımlanıp biçimlendirilmesi evresinin hedeflediği çerçeveye oturtamadığı tek olgunun, din merkezli yapılanmaların tesadüfi yükselişi olduğu (!) düşüncesiyle küçük bir dipnot koyalım. Bu yükselişin içine aldığı kitlenin dönüşümü, doğal olarak farklı bir yazının hatta dosyanın konusu olacak niteliktedir.) tam bir uyum halinde olduğunu görebiliriz: “Kahramanları da, kahramanlık yapmayı da, (toplumu kapsayacak) idealleri de unut! Bu ideallerin peşine takılan önceki kuşakların halini unutma, okumanın / düşünmenin / sorgulamanın ve değiştirmeye çalışmanın elde her an patlamaya hazır bir bombadan farksız olduğunu aklından çıkarma! Bu devirde herkes kendi gemisinin kaptanı, sen de olacaksan kendi dünyanın kahramanı ol! Cinselliği keşfet, kariyer yap, çağ atla; kısacası genç ve özgür olmanın tadına var! Hayatın ancak o zaman anlam kazanır!” vs. vs. vs…
Demokrasi gömleğinin bol gelmeye başladığı ülkenin “kurtarıcıları”, Can Yücel’in de bir şiirinde vurguladığı gibi “kurtara kurtara, kurtarmışlardır memleketi memleket olmaktan!”
Asırlar kadar uzun süren bu dönemin sonucunda hakederek kazanılmış en büyük armağanının (afişlerinde de boy boy gösterildiği gibi), halkımızın ‘en çok izlenen film’ olma onuru bahşettiği “Halk Kahramanı” Recep İvedik olması trajikomik değilse, ya nedir?
Önce sessizlik… Sonra kahkahalar… Sonra alkış… Sonra kahkahalar… Sonra alkış…
Hepsi bu!…

(21 Ocak 2010)

Tuncer Çetinkaya

Herkesin Keyfi Yerinde

Kirk Jones’un yönettiği ve Robert DeNiro, Drew Barrymore, Kate Beskinsale ile Sam Rockwell’in oynadığı Herkesin Keyfi Yerinde (Everybody’s Fine), 05 Şubat 2010’da UIP Filmcilik dağıtımıyla UIP Filmcilik tarafından vizyona çıkarıldı.
Frank Goode ailesini ayakta tutabilmek için her saat çalışmış, 60 yaşına geldiğinde, zamanın geçip gittiğini ve çocuklarının büyüdüğünü göremediğini fark etmiştir. Zamanı geri döndürüp çocuklarıyla tekrar bir araya gelme hevesiyle Frank ani bir yolculuğa çıkar. Ancak kısa sürede karısının ona çocukların durumlarıyla ilgili bilgi verirken, kötü haberleri atladığını ve iyi haberleri abarttığını fark eder.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Diğer basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Herkesin Keyfi Yerinde yazısına devam et
  • Dersimiz: Atatürk

    Hamdi Alkan’ın yönettiği ve Halit Ergenç, Çetin Tekindor ile Batuhan Karacakaya’nın oynadığı Dersimiz Atatürk, 19 Mart 2010′da Cine Film dağıtımıyla Örümcek Yapım – Mint Prodüksiyon tarafından vizyona çıkarıldı.
    İlkokul 5. sınıfta okuyan bir grup çocuğa, Atatürk’ü daha iyi anlamaları için ödev verilir. Onlar için öğretici olan bu yolculukta önderleri tarihçi “Dede”dir. Çocuklara Mustafa Kemal’in çocukluğunu, okul hayatını, askerlik kariyerini anlatır. Onları Kurtuluş Savaşı’nın en önemli cephelerine götürür, Türk halkının eşsiz kahramanlarıyla tanıştırır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Sadi Çilingir Yazıyor
  • Diğer haber, basın bültenleri ve fragman izleme linklerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Dersimiz: Atatürk yazısına devam et
  • Pus, Berlin’de

    Yönetmenliğini Tayfun Pirselimoğlu’nun yaptığı Pus bu yıl 60. yılını kutlayan Berlin Film Festivali’nin yenilikçi sinemanın sergilendiği Forum Bölümü’ne seçildi. Başrollerini Ruhi Sarı, Nurcan Ülger ve Mehmet Avcı’nın üstlendiği Pus, İstanbul’un varoşlarında, Altınşehir’de geçen karanlık bir hikâyeyi anlatıyor. Türk Yunan ortak yapımı olan Pus’un görüntü yönetmenliğini Ercan Özkan, sanat yönetmenliğini Natali Yeres üstleniyor. Bir çok amatör oyuncunun yer aldığı Pus’da Nurcan Ülger ve Mehmet Avcı da ilk kez bir sinema filminde kamera karşısına geçtiler.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Kutsal Damacana 2, Kanal D Cinemania’da

    Ömür Gedik’in hazırlayıp sunduğu sinema programı Kanal D Cinemania’da bu haftanın stüdyo konukları Kutsal Damacana 2 filminin başrol oyuncuları, Şafak Sezer ve Mustafa Üstündağ. Kutsal Damacana 2 filminin çekim sürecinden kahkaha dolu anları aktaran Şafak Sezer ve Mustafa Üstündağ, uzun bir süre daha birlikte çalışacaklarının müjdesini veriyor. Editörlüğünü Fırat Sayıcı’nın yaptığı programda vizyona yeni giren filmler, Yeşilçam’ın Yaprakları köşesinde Orhan Gencebay efsanesi ve çarpıcı sinema haberleri, vs. yer alıyor. Ömür Gedik’le Cinemania her Cumartesi Kanal D’de.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğrafa haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Kutsal Damacana 2, Kanal D Cinemania’da yazısına devam et
  • Times, Sight & Sound ve Telegraph da “Uzak” Dedi

    21. yüzyılın ilk on yılını geride bırakırken dünyanın çeşitli yayın organları yeni yüzyılın en iyilerini belirlemeye devam ediyorlar. Bu listelerde Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri neredeyse birbirleriyle yarışıyor. Özellikle Uzak ve İklimler birçok ülkede 21. yüzyılın en iyi filmleri arasında gösteriliyor. Geçen hafta Chicago Tribune Gazetesi ve Telerama Dergisi, İklimler’i, Film Comment ve Ontario Cinematek’inin yaptığı anketler ise Uzak filmini, 21. yüzyılın en iyi filmleri arasında göstermişti. Şimdi de The Times Gazetesi son on yılın en iyi 40 filmini seçti. Yeni yüzyılda dünyada yapılmış tüm filmlerin ele alındığı listede Uzak filmi de bulunuyor.

    Adana Sinema Derneği’nden Sinemaya Giriş Semineri

    Kuruluşunu 17 Aralık 2009 tarihinde ilân eden ADSİNDER, 16 Ocak 2010 Cumartesi günü Sinemaya Giriş Semineri düzenliyor. Saat 10:30’da, Adana Kültür Sanat Merkezi’nde yapılacak seminerde Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi Yard. Doç. Dr. Nilay Ulusoy, Sinema Tarihi, Türk Sineması Tarihi, Sinemada Türler ve Sinemada Akımlar gibi konular hakkında konuşacak.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Adana Sinema Derneği’nden Sinemaya Giriş Semineri yazısına devam et
  • Dağ Kültürü Derneği, Kültür Hayatımıza Katıldı

    Ülkemizin doğa kültürü arenasına yeni bir soluk getirmek üzere kurulan “Dağ Kültürü Derneği” 08 Ocak 2009 Cuma akşamı saat 19:00’da Taksim Fransız Kültür Merkezi’nde doğa severler ile bir araya geldi. Festival ve Dernek hakkında bilgilerin verildiği tanıtım gecesi, kısa film gösterimleri eşliğinde gerçekleşti. Etkinlikte, DKD amaçları, hedefleri ve çalışmaları hakkında bilgilerin yanı sıra, DFF’nin 4 yıllık yolculuğu da video gösterimleri ve anlatımlarla katılımcılara aktarıldı.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Dağ Kültürü Derneği, Kültür Hayatımıza Katıldı yazısına devam et
  • Nine

    Rob Marshall’ın yönettiği ve Nicole Kidman, Penelope Cruz, Judi Dench ile Daniel Day Lewis’ın oynadığı Nine, 26 Şubat 2010’da Medyavizyon Film dağıtımıyla r Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Yetenekleri ve aşk hayatı çöküntüye uğrayan yönetmen Guido, son filminin yapımından vazgeçmek üzeredir. Sıkıntılardan kurtulmaya çalışırken, bir sürü güzel kadınla kurduğu çalkantılı ilişkiler içinde kaybolur.
    Metresi, karısı, ilham perisi, sırdaşı, cilveli bir muhabir, öğretici bir fahişe ve annesi ile hayatını paylaşan Guido, dibe yaklaşırken bir kurtuluşun peşindedir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Diğer basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Nine yazısına devam et
  • Alman Kültür Merkezi, Şubat Ayı Programı Açıklandı

    Alman Kültür Merkezi, 05 – 25 Şubat 2010 tarihleri arasında 1910’lu yılların Alman sinemasının en ünlü yönetmeni Ernst Lubitsch’in filmlerini gösteriyor. Ernst Lubitsch, Hollywood’a giden ilk Alman film yönetmeniydi ve orada “alaycı komedinin” ustası oldu. Tarihi filmden egzotik melodrama ve alaycı komediye, kaba çiftçi tiyatrosundan ciddi oda tiyatrosuna kadar çeşitli tarzları denedi. 1947 yılında Oscar alan Ernst Lubitsch’in tanınmış dört sessiz filmi Şubat ayında Goethe-Institut Istanbul’da seyredilebilecek.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Alman Kültür Merkezi, Şubat Ayı Programı Açıklandı yazısına devam et
  • 22 Ocak 2010 Haftası

    “Ejder Kapanı”na kavuştuğumuz için mutluyuz (!). Meğer tek eksiğimiz, “Se7en”ın Türk – İslâm sentezine uygun , “maço” versiyonuymuş. Sinemamızın ‘özenti ve taklit’ler halkasında pahalı bir zincir; her polisiye / aksiyon unsurun yama gibi kullanıldığı, yaratılmaya çalışılan atmosferik etkinin öykü desteklemediği için gereksizleştiği, genel olarak komik bir film. “Yazı Tura” gibi küçük bir başyapıt çeken yönetmen / oyuncu Uğur Yücel, bu bütçesi en geniş filminde, “Hayatımın Kadınısın”ın bile gerisine düşebiliyormuş demek; üstelik kendisi de ‘rol keserek’. Peki, bu filme emeği geçenler bilmezler mi, Amerika çoktan keşfedilmiştir… Siz daha gemiyi inşa etmeye çalışıyorsunuz.

    Bu filmdeki komikliklerin / yetersizliklerin hangi birini sıralayalım: Azmi’nin Kahvesi’nde takılan emekçi figüranlarımız olmaktan öteye geçemeyen, güya ‘pedofil katil’ kurbanların zavallılığını mı? Fransa’dan ekip getirtip çektirdikleri alâkasız araba sahnelerini mi? Kamuoyunda “Rahşan affı” diye bilinen aftan yararlananları özellikle öldüren katilin, kestiği organları, o yasanın hazırlayıcılarından birinin evine yollamasını mı (Tanrı saklasın, ya başka bir adrese gönderseydi)? Her çalışmasında “erkek”liğin kitabını yeniden yazan ve farklı rollerde kimselerin görmediği, bilmediği Kenan İmirzalıoğlu’nun canlandırdığı karakterin aslında ne olduğunun, evinde geçen ilk sahnede anlaşılmasını mı? Sanki yolu yanlış sete düşmüş de ayıp olmasın diye “sairfilmenam’ gibi oynayan Berrak Tüzünataç’ı mı? Her seri katil hikâyesinin aslında felsefi bir öz barındırdığının ve içinden pek kolay çıkılamaz ahlâksal sorgulamalar içerdiğinin farkında olmadan, “Death Wish”le flört eden yüzeyselliğini mi (“Türkiye seninle gurur duyuyor” sıradanlığı)?

    Beyler, bayanlar: Hollywood her türün feriştahını sunuyor. Sizler hiç yorulmayın, seyircinin kopya filmlere ihtiyacı yok! Lütfen bizlerin de gözünü boyamaya çalışmayın; yemiyoruz! Bu ülkeye özgü, içimizden hikâyeler talep ediyoruz; çünkü henüz çekilmemiş o kadar çok film var ki…

    “Morganlar Nerede?”, sonlanmaya yakın bir evliliğin mutlu biçimde pekâlâ yürüyebileceğini fakat bunun keşfedilmesi için, erkek ve özellikle kadının birbirleriyle diyalog kurup biraz yalnız kalmaya ihtiyaçları olduğunu anlatmanın yolunu, zekice bir çıkış noktasında bulmuş. ‘Sapına kadar’ New Yorklu yani modern dünyanın tüm olanaklarını kullanan çifti, tanık koruma programı çerçevesinde her şeyden soyutlayıp, az nüfuslu Wyoming kasabasına yerleştirirken bir taşla iki kuş vurmuş: Komedi ve romantizm! Biliyorsunuz, Hollywood bu konuda bir numara: İzle, eğlen, istersen kendi yaşamına uyarla, iyi hisset ve unut… Bir sonraki filme kadar tabii!

    “Prenses ve Kurbağa”, uzunca bir aradan sonra el çizimi bir animasyon; üstelik bilgisayarlı yapım tekniğinin öncülerinden John Lasseter ‘in başyapımcılığında… Disney’in klâsik öyküleme geleneğinde ne varsa, Grimm Kardeşler masalının bu farklı uyarlamasında mevcut: Güldürü, serüven ve romantizm, müzikal çatı altında; önemlisi de, müzikalite denilince akla gelen New Orleans’ın 1920’li yıllarından, caz, blues, gospel ve diğer türlerin, ‘kara büyü’nün gizeminden geçip rengârenk canlılıkla bataklıklara ulaştığı büyülü bir öykü. Çocuğunuzu salona sokup sizin dışarıda oyalanacağınız bir film değil, tam tersi, belki de sizin daha çok zevk alacağınız bir ziyafet. Yapımda ve müzikte yerel sanatçılardan / dokudan sonuna dek yararlanıldığını eklememe, bilmem gerek var mı?

    (21 Ocak 2010)

    Ali Ulvi Uyanık

    [email protected]