İnsan beyninin algı aşamasının ilk basamağında bile önce göz organının işlevselliğini konuşturması gözün insan bedeni açısından önemini ortaya koymakta. Gözün görmediği bir olguyu belki ses dalgalarıyla beyin tasavvur edecektir, ancak şekil ve anlam bütünlüğünün beyinde oluşabilmesinin ön koşulu da yine görselliktir, ki bu da gözün marifetidir yine. Öyleyse göz aynı zamanda bedenin geleceğidir. Soyut anlamda ‘ileri’ ya da öngörü dürtüsünü ete kemiğe büründürmek beyinde bitse de, soyut ‘ileri’nin fiziki varlığını da yine göz garantileyecektir. Gözü bir kayıt cihazının vizörü gibi algılamak mümkün. Bu cihazın belleği ise şeridin makaraya sarıldığı bölüm, yani beyin olsa gerek.
Birey bazına indirgenmiş bu basit ön kabulü toplumsal bir evreye taşıdığımızda ise sanatın bu göz işlevini gördüğünü söylemek pek de yanlış olmasa gerek. Mutlaka ki sanatsal üretimlerin tümü toplumun en kritik duyu organları görevini icra eder, çağın ilerleyişi ile birlikte insan-makine ilişkisiyle ortaya çıkan görselizasyon temelli sanat ise yepyeni bir aşama çıkardı ortaya. Bu buluş hem insan-toplum gözünün mekanik tanımı oldu, hem de yine insan-toplum belleği açısından sınırsız ve ölümsüz bir birikim fırsatı yarattı. Görüş algısı meselesinin kurduğu denge ve söz konusu görselizasyonun yaygınlığıyla birlikte bu sanat ile toplum arasında da grifit bir bağlantı ortaya çıkmış bulunuyor. Birinin gelişmesi diğerinin büyümesine etki ederken, günümüz koşullarında ise bu alan neredeyse toplum mühendisliğinin başat tercihleri arasında yer aldı.
“Görüş algısının sürmesi” ya da “ağtabakası izlenimi” denen olgu ilk olarak 1824’te, İngiliz hekim P. M. Roget tarafından açıklandı. Roget bir nesnenin birbirine yakın ardışık konumlarını gösteren resimlerin hızla gözün önünden geçirilmesi sırasında, gözün bunları hareket eden tek bir nesne gibi gördüğünü belirledi. Bu yanılsamadan yararlanılarak bir dizi durgun görüntüyle hareketli bir görüntünün yaratılabileceğinin anlaşılması çok zaman almadı ve sonraki 10 yıl içinde, dünyanın her yanında bilim adamları, bunu sağlayacak çeşitli aygıtlar geliştirmeye koyuldular. Söz konusu makinelerin çoğu, garip yeniliklerin ya da oyuncakların ötesine geçemediyse de, slayt projektörlerinde kullanılan aydınlatma sistemlerinin kusursuzlaştırılmasıyla ve fotoğrafçılığın gelişmesiyle birlikte, sinema teknolojisinin ilerlemesine önemli katkıda bulundu.
Rogat bu icadının bu gün geldiği devasa noktayı tahmin edebildi mi bilinmez ama bu sektörün uzun süredir özellikle de NASA benzeri kuruluşların toplumu bir takım gelişmelere hazırlamakta kullanması, sektörün gelecek açısından önemi hakkında da ipuçları veriyor. Hollywood sinemasının üstlendiği bu toplum mühendisliği rolü iktidar erklerinin uzun vadeli yatırımları için kolaylaştırıcı bir rol oynarken, bunun karşısında öteki kavramının vesayetiyle bastırılan toplumların kendine has bir sinema alanı yaratması da eş zamanlı olarak start aldı. Ancak hem orantısız imkânlar hem de pazarlama noktasındaki sıkıntılar öteki ya da alternatif veya devrimci sinemanın başat misyonunu yeterince oynayamamasına neden oldu hep. Buna rağmen teknolojik gelişimin yazınsal karşısında insanın ilgisini görselizasyona kaydırması ise sinemanın etkisini daha da büyüleyici kılıyor. İlk etapta toplumsal değişimin sanatsal ayağını oluşturan tiyatro iken şimdi ise artık bu misyon tamamen sinemaya geçmiş durumda. Dolayısıyla bütün sanat dallarını aynı zamanda kapsaması bakımından yedinci sanat olarak tanımlanan bu 24 kare gizemi hem korkunç bir silâha dönüşebiliyor hem de toplumsal dönüşüm açısından kritik bir önem arz ediyor.
Bugün artık sinemanın, başka bir dünyanın mümkünatı konusunda en etkin silâh olduğunu söylemek yanıltıcı olmayacaktır. Zira televizyon sayesinde kişi, ideoloji, fikir, sınıf farkı gözetmeden her düşünceden kimsenin evine girebilen tek olgu sinemadır. Kurulan ulus devletlerin silâhlı mücadelelerden sonra ve hatta silâhlı mücadele evresinde önemli bir mevzi olarak yatırım yaptığı sanat cephesi bugün büyük oranda misyonunu sinemaya devretmiş bulunuyor. Dünyanın ezilen uluslarının bu saptaması bugün de canlılığını koruyor. Ezilen ulusların devrimci karakterli sinemalarının etkisi kimi zaman silâhtan daha etkili olabilmektedir. Hele de günümüz insanının ağır teorik tartışmalar ve kuramsal birikimlerine pek yüz vermemesi, bunun yanında görselliğin güncel yaşamın vazgeçilmez parçası haline gelmesi de sinemanın diğer sanat dalları arasındaki sıyrılışını hızlandırmakta.
Beyaz perdenin karşı konulmaz gizemi sayesinde kimi zaman ‘asla’ dediğimiz ve kırmızı çizgi olarak belirlediğimiz meseleler kısa bir süre içinde kafamızda işgâl ettiği yeri değiştirirken, kimi zaman da ön kabûllerimiz sonucu kemikleştirdiğimiz yargılarımız şekil değiştirebilmektedir. Örneğin artık özdeşlik kurduğumuz ölüm ve öldürme mevzusuna bizzat şahit olan kişi, bu durumu perdeden okuduğunda daha farklı dönüşümler yaşayabilmektedir. Kişiden başlayıp toplumu kapsayan bu döngü, sinemanın toplumsal değişim üzerindeki doğrudan etkisini gözler önüne sermektedir.
Dijital teknoloji ve bu sanatı icra etme koşullarının artık herkes için olanak dahiline büründüğü bir ortamda alternatif sinemanın gelişip etki etmesi de orantılı şekilde söz konusu olmakta. Toplumsalı kendisi için mesele eden sinemanın doğru üretimi bu değişim ve dönüşüm için en kestirme araç olmakta ve etkinliği en uzun süren yöntem olmakta. Bilgi kirliliğinin bir bombardıman şeklinde yaşam alanlarını kuşattığı bir ortamda grileşen düş dünyamız ve önyargı hastalığımızın tedavisi için de yine tutarlı ve gerçek bir hat üzerinde yürüyen bir sinema filminin tesiri antibiyotik etkisine sahiptir. Öyle ki beyin istediği kadar kurgu ve kuruntularla kendini yorsun, ancak gözün görme fonksiyonunu layıkıyla yerine getirdiği bir anda doğru ve gerçek olanı berraklaştırmak önü alınamaz bir olgu haline geliyor.
Toplumsal kanavalar üzerine inşa ettiği sinemasıyla en katı ve en sert yerden bir balyoz gibi güç bindirmesi yaratan Yılmaz Güney sinemasının toplumumuzun hemen tüm bireyleri üzerine yarattığı etki yadsınamaz bir gerçek olmuştur. İşte bu örnek bile sinemanın gizil gücünün ispatlamaya yetiyor. Çünkü bir kişinin değişmeye başladığı nokta kendisiyle yüzleşmeye başladığı anla paralel bir gelişim gösterir. Ne kadar sancılı olursa olsun yüzleşi ve değişim kaçınılmaz şekilde yol arkadaşlığı etmek durumundadır. Aynı durum toplumsal yüzleşi-değişim için de ortak bir damara sahiptir. Son yıllarda örneğin 12 Eylül darbesi konusunda çekilen filmler, halkın darbelere karşı direnç göstermesi noktasında bütün siyasi muhalefetlerden de bütün bireysel tepkimelerden de daha büyük bir etki yaratmıştır. Zira “göz var nizam var” söyleminin çarpıcılığı burada kendisini hatırlatmaktadır. Gözün gördüğünü beyin muhalefet etse de eninde sonunda boyun eğmek zorundadır.
Yine gerek dünyadaki diğer ülkeler için gerekse de Türkiye açısından yakın tarih siyasi tarihte yaşanan bir takım devlet kaynaklı adaletsizlik ve şiddet meseleleri konusunda yıllarca bir dikkat çekme ve karşı çıkma durumu söz konusu olduğunda bu bir süre sonra beraberinde özdeşleşmeyi getirebiliyor. Bir Madımak olayı için onca yıl yüz binlerce insan meydanları doldurduğunda etkisi belli bir yere kadar ulaşabiliyorken, bu olay bir sinema perdesinden yansıtılıp göze hitabı sağlandığında bir tehlike olarak adlandırılabilmektedir. Bu da işte toplumsal dönüşüm üzerindeki sinema etkisini ortaya koyuyor.
Dil ve asimilasyon meselesi hiç olmadığı kadar, “İki Dil Bir Bavul” filminin gösterimiyle birlikte gündemleşebiliyorsa, veya JİTEM faaliyetlerine karşı yıllarca muhalefet edilip, onca teşhir ortaya çıkarılmasına rağmen sonuç değişmezken, “Min Dît” filminin tek gösterimi sarsıcı bir etki yaratabilmiştir. Benzer örnekler çoğaltılabileceği gibi, karşıt filmlerin etkisinin orantısından da bahsetmek mümkündür. ABD’nin yüz yıl sonra devreye koyacağı politikalarını ya da on yıl sonra toplumun hayatına yerleştireceği bir icadın muştusunu sinema üzerinden yıllar önce vermesi de bu etkiye işaret etmektedir.
Sokakta ya da günlük yaşamda düşmanca tavırlarla birbirinin yok edilişi konusunda kurgulamalar yapan iki insanın aynı filmi izledikten sonra ortak duygular yaşaması durumunu örnekleyecek bir başka teknik ya da etkilem mekanizması söz konusu değildir. Dolayısıyla alternatif sinemanın aynı zamanda özellikle ülkemiz bazında tarihsel ve geleneksel onca ayrılık ve adaletsizliği ortadan kaldırmak gibi bir görevi de etkisi de bulunmaktadır. Yılmaz Güney anlayışı sinemanın günümüz olanakları ve birikimleriyle sürdürülüyor olduğunu hayal ettiğimizde, toplumumuzun ne kadar değişim göstermiş olabileceğini de görebiliriz. Yinelemek gerekirse, her evin en baş köşesine kadar girip, gözlerin içine baka baka, “sen yanlış biliyorsun” diyebilen ve değiştirmeyi anında başlatabilen yegâne güç sinema değil midir? O halde günümüz koşullarında sinema, toplumsal değişim ve dönüşüm konusunda en önemli panzehirdir demek de yanlış olmayacaktır.
(27 Aralık 2009)
İSMAİL YILDIZ
[email protected]