Haftanın, hatta yazın en iddialı yapımı, aylardır heyecanla beklenen filmi Puplic Enemies / Halk Düşmanları nihayet vizyonda… Michael Mann imzalı film, Türkiye’de yayınlamayan “Halk Düşmanları: Amerika’nın En Büyük Suç Dalgası ve FBI’ın Doğuşu” adlı kitaptan sinemaya uyarlandı.
Film 1930’lu yılların en meşhur banka soyguncusu John Dillinger ve çetesinin adaletin köpekleriyle adeta kafa bulan müthiş hikâyesini anlatıyor. Bankaların halkı yoksullaştırdığını düşünen ve bu yüzden de banka soyan John, bir soyguncudan öte Robin Hood misali bir halk kahramanı. Bankadaki müşterilerin parasına dokunmayan, bayan rehinelerin yanında küfür etmeyen, kibar, esprili ve hiç kuşku yok ki çok zeki bir gangster John Dillinger.
Her şeyi hemen şimdi isteyen efsane gangster John Dillinger’in 31 yıllık kısacık hayatı usta yönetmen Michael Mann tarafından beyazperdeye öyle güzel uyarlanıyor ki, bir sinema dersi sayılabilecek bu yapıma hayran kalmamak elde değil… John Dillinger’in psikolojisini es geçmeden, (o harika yakın plânlar, hiç konuşmaya gerek kalmadan ruh halini öyle iyi hissediyoruz ki…) aksiyondan ödün vermeden, aşkı geri plâna atmadan; her şeyi dengeli ve tadında sunan “Halk Düşmanları” asla kaçırılmaması ve hatta mümkünse birkaç kez izlenesi filmlerden…
Ben de basın gösteriminin ardından filmi yeniden izlemek için fırsat kolluyordum ve nihayet dün gece tekrar izledim, ancak filmi izlediğim sinema salonunda ses sistemi felâketti. Evde izlesem sesleri daha iyi duyardım. Üstelik sesin ani iniş-çıkışları seyircinin filme yoğunlaşmasını alt üst etmişti. Ben daha önce izlemiştim en azından ama salondakilere gerçekten üzüldüm. Korsana yüz vermeyip sinemaya gelen izleyiciler daha kaliteli şartlarda film izlemeyi hak ediyor diye düşünüyorum. Bu sorundan olsa gerek film seyirciyi bir türlü içine alamadı. Meselâ John yakalandığında, gazetecilerin ona sorduğu komik sorular ve John’un verdiği zekice cevaplar beni yine çok güldürmüştü. Ama koca salondan çıt çıkmıyordu. Ayrıca film çıkışı homurtulara kulak kabarttım. Belki de filmin gerçek bir hikâyeden uyarlandığını bilmeyen izleyiciler John’un ölmesinden hiç memnun olmamışlardı.
Tabii tüm bunlar filmin başarısını gölgelemiyor. Bu büyük başarının altında bence ekibin yaptığı çekim öncesi hazırlık yatıyor. Hem yönetmen Michael Mann hem de Jonny Depp, Christian Bale ve Marion Cotillard karakterlerini daha yakından tanımak adına önemli çalışmalar yapmışlar. Johnny Depp zaten eskiden beri Dillinger ile ilgileniyormuş. Dillinger hakkında birçok kitap okumuş ve onu psikolojik olarak da kafasında çözmüş, özümsemiş. Onu insan olarak anlamaya çalışmış. John’u yakalamaya and içmiş FBI Ajanı Melvin Purvis rolündeki Christian Bale’da yönetmen Michael Mann ile birlikte Purvis’ı daha yakından tanımak için oğlu Melvin’in oğlu Alston ile zaman geçirmiş. Marion Cotillard ise Billie Frechette’in aile üyeleriyle tanışmış, Billie’yi onlardan dinleyerek bir gangsterle birlikte olan bir kadının ruh halini anlamaya çalışmış. Ayrıca Mann’in özel çalışması sonucu Depp, Dillinger giysilerini giyme ve onun kullandığı silâhları da kullanma şansı da bulmuş. Hâl böyle olunca filmin gerçeğe nasıl bu kadar yaklaştığını anlayabiliyoruz ve bu filme çok özel bir anlam daha katıyor.
Düzene karşı çıkan -bir tür anarşist- Dillinger’in sonu birçok kader ortağı gibi ölüm oluyor. Ama kısacık hayatına sığdırdığı büyük işler onu ölümsüz yapmaya yetiyor bile… Hiç şüphe yokki John’da kendisini böyle bir sonun beklediğini görüyordu. Kendisi hariç tüm arkadaşlarının fotoğraflarının üzerinde öldü damgasını gördüğünde, kendisini de böyle bir sonun beklediğini biliyordu. Ama o tam bir erkekti… Ve sevdiği kadını asla yolda bırakmayacak ve hep yanında olacağına inandıracaktı. Billie’ye yaşlı bir adam olarak kollarında öleceğim derken bu yalana kendisini bile inandırmıştı… Hain bir tuzağa düşürüldüğü sinema çıkışı öncesinde, izlediği son film olan Manhattan Melodram’da “yaşadığın gibi aniden öl” sözü onu her şeyden daha çok heyecanlandırmıştı ve aslında gerçekten istediği şey buydu… İstediği hapiste çürümek ya da her an yakalanma korkusuyla bir yerlere kaçmak değildi… Yaşadığı gibi aniden ölmekti… Öyle de oldu… Yaşadığı gibi aniden öldü. Ardında daha ilk günden veda ettiği Siyah Kuş’u bırakarak…
(13 Temmuz 2009)
Gizem Ertürk