Gus Van Sant, Ölüm Üçlemesi

Kariyerine bağımsız filmler çekerek başlayan Gus Van Sant için “u dönüşlerinin yönetmeni” diyebiliriz. O, ne Paul Thomas Anderson gibi insana insan gibi davranılmasını öğütleyen hümanist filmler, ne de Andrew Niccol gibi sistem eleştirisi yapan filmler çekmemiştir kariyeri boyunca. Van Sant’ın kariyerine baktığımızda illa bir ortak noktadan söz edecek olursak, gençlerin sorunlu dünyalarına değinen filmler yaptığını söyleyebiliriz.

2001 yılına gelene kadar filmografisi zikzaklı bir halde ilerleyen Gus Van Sant, kariyerindeki u dönüşlerinden birisini daha yapmaya karar verir. Bela Tarr’ın 450 dakikalık filmi Satantango’dan oldukça etkilenen Van Sant, daha önce denemediği bir tür olan minimalizme el atmaya karar verir. Daha önceden basında yer almış bir haberden yola çıkarak da Gerry’yi yazmaya karar verir ve yakın arkadaşları olan Matt Damon ve Casey Affleck ile birlikte senaryoyu yazmak için bir eve kapanırlar.

İsimleri Gerry olan iki arkadaş sürekli “şey” diye bahsettikleri bir şeyi görmek için arabalarına atlayıp yola çıkarlar. Çölün ortasında arabalarını bir kenara park edip önlerine gelen ilk patikaya girerek çöle doğru yürümeye başlarlar. “Şey”i görecekleri için heyecanlıdırlar. Fakat yaptıkları uzun yürüyüş sonucu bu “şey”i göremeyeceklerini anlarlar ve geri dönmeye karar verirler. Bu sefer de dönüş yolunu bulamazlar.

Kızgın çöl güneşinin altında aç, susuz yürümeye devam ettikçe konuşmaları ve tavırları da gittikçe şuursuzlaşmaya başlar. Gerry’lerden birisi daha sakin ve kabûllenmişken, diğeri daha depresif ve mızmızdır.

Gus Van Sant’ın 16 günde çektiği filmde baştan sona sadece iki karakter var. Onları, senaryoda da katkıları bulunan Matt Damon ile Casey Affleck canlandırıyor.

Bir şeyler anlatmaktan ziyade sinema üzerinde deneyim yaşatmak isteyen Gus Van Sant, uzun plân sekanslarla döşediği filminde sizi de Gerry’lerden birisi yapabileceği gibi tamamen yabancılaştırabilir de. Çünkü filmin uzun plân sekanslarla ve sabit açılarla desteklenen oldukça durağan bir atmosferi var.

Filmin temalarından birisi de ölüm ve o yola giderken insanı sarıp sarmalayan ruh hali. Gerry’ler çölün ortasında canlarından bezmiş halde ayaklarını sürüye sürüye yürürlerken ölüm provası yapıyorlar adeta.

2003 yılında Elepnat / Fil’i çekiyor Gus Van Sant. Filmde oynayacak oyuncuları da çekim yaptığı okuldan ve onun çevresindeki okullardan seçiyor. Columbine Lisesi katliamından yola çıkarak senaryoyu oluşturan Gus Van Sant, sıradan bir okul gününde iki gencin okula çantalar dolusu silâhlarla gelerek gerçekleştirdikleri katliamı anlatıyor. Bunu da kendisine herhangi bir ana karakter seçmeden, olayları çizgisel bir düzleme oturtmak yerine atası Akira Kurosawa’nın Rashomon’u sayılan sarmal kurguya başvurarak anlatıyor.

Sıradan bir okul günü… Futbol oynayan gençler, portfolyosunu genişletmek için sürekli fotoğraf çeken bir Elia, sarhoş olan babasını almaya gelmesi için kardeşine telefon eden John, şamar oğlanı Alex, beden eğitimi derslerinde şort giymediği için uyarı alan ve görece çirkin olan Michelle, dedikodu yapan kızlar, akşam verilecek olan parti hakkında kız arkadaşı ile konuşan Nathan… Gün içinde hepsinin yolu birbirleriyle kesişecektir.

Gus Van Sant, Gerry’de başladığı minimal anlatımını burada da devam ettirerek filmini uzun plân sekanslar, sabit kamera açıları ve minimum diyalogla örüyor. Karakterleri yakından tanımamıza yetmeyecek şekilde aradaki mesafeyi koruyor yönetmen. Hepsine eşit düzeyde yaklaşarak, aksiyon ve gerilimli sahnelerde minimal anlatımından taviz vermeyerek, olaya bir belgeselci gözüyle yaklaşarak filmin etkileyiciliğini daha da arttırıyor Gus Van Sant. Bu açıdan üçlemenin hem en sert, hem en iyi, hem de ölüm temasını en açık biçimde anlatan filmidir Elephant / Fil. Ayrıca Gus Van Sant, tamamen amatör oyunculara yer verdiği bu filminde yönetmenlik sanatını ön plâna çıkarmıştır.

Van Sant, Elephant / Fil ile ilk defa katıldığı Cannes Film Festivali’nde hem en iyi filme verilen Altın Palmiye’yi hem de en iyi yönetmen ödülünü kazanıyor. Aynı gece Nuri Bilge Ceylan da Uzak filmiyle, jüride bulunan Meg Ryan’ın da yoğun ısrarları sonucu Jüri Özel Ödülü’nü kazanıyor. Dogville ile büyük ödülü alması beklenen Lars Von Trier ise eli boş dönüyor. Dogma ’95 Manifestosu’na birkaç madde eklemek isteyen Van Sant, Altın Palmiye’yi alamadığı için çok sinirli olan Lars Von Trier’e arkadaşlarının uyarısı ile yaklaşamıyor.

2005 yılında Nirvana’nın ünlü solisti Kurt Cobain’in son günlerinden esinlenerek Last Days / Son Günler’i oluşturuyor Gus Van Sant. Fakat onun hakkındaki gerçek bilgilere, araştırmalara dayanan bir senaryo değil bu. Van Sant sadece Cobain’in son günlerinde neler yapmış olabileceğine dair varsayımlardan oluşan bir senaryo yazıyor. Senaryonun çoğunluğu da “dışarıda yürür”, “nehirde yüzer”, “eve gelip uyuşturucu kullanır”, “beste yapar”, “şarkı söyler” türünden maddelerden oluşmaktaymış.

Konusuna gelirsek; çevresindekilerle sorunlar yaşayan ünlü rock müzisyeni Blake, grup arkadaşlarıyla birlikte şehrin biraz dışarısındaki bir eve giderek yaşamaya başlarlar. Zamanının çoğunu yürüyerek, yüzerek, beste yaparak, kadın kıyafetleri giyerek, mıymıntı bir halde kendi kendisine konuşarak geçiren Blake, grup arkadaşlarıyla bile samimiyetini minimuma indirmiştir. Yanına gelip, eve dönmesi için kendisine baskı yapan annesiyle bile iki çift lâf etmez.

Sonunda grup arkadaşları da Blake’i terk eder ve koskocaman evde yalnız başına kalır.

Last Days / Son Günler biçim olarak Gerry’e, kurgusal olarak Elephant / Fil’e daha yakındır. Buna rağmen üçlemenin en zayıf filmi olduğunu ve Cobain hayranları tarafından pek tutulmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca Cobain’in eşi Courtney Love’a telif hakkı ödememek için ana karakterin ismini Blake olarak değiştirmiştir Van Sant. Ayrıca Cobain’in ölümüne dair soru işaretleri filmin finalinde de korunmuştur.

Üç filmin de ortak teması “ölüm” olduğundan dolayı, üçleme “ölüm üçlemesi” olarak adlandırılmıştır. Fakat üç filmde de uzun plân sekanslar eşliğinde yürüyüş sahnelerine bolca yer verildiği için belli bir kesim tarafından “jogging üçlemesi” olarak da bilinir.

(13 Temmuz 2009)

Akın Çetin

17 Temmuz 2009 Haftası

“Harry Potter ve Melez Prens”te, genç büyücünün, karanlığın lordu Voldemort’la nihai savaşından bir önce, Hogwarts’daki altıncı yılda, ergenlik döneminin ilk aşklarına odaklanılırken, koşutunda, eski meşum öğrenci Tom Riddle adının izi sürülüyor. Biraz şişirilmiş bir bölüm bu; 153 dakikadan daha kısa olabilirdi. Artık dev bir ticari kurum olan “Harry Potter” adı çevresinde oluşan milyar dolarlık ciroya çocuk ve gençlerin katkıları, bazı yetişkinleri sıkıyor artık. Fakat kendi adıma, “Amelie – Le fabuleux destin d’Amelie Poulain” ve “Kayıp Nişanlı – Un long dimanche de françailles” ile ‘görüntü yönetimi’ dalında iki kez Oscar adayı olan Bruno Delbonnel ve ekibinin, ‘büyüleyici’ biçimde -özellikle ışıkları- yönettikleri görsel ziyafetten çok memnun kaldığımı belirtebilirim.

“Aşka Son Şans”ta, zaman hızlı ya da yavaş fakat geriye dönmeksizin akarken… Evliliğinde, işinde, eski karısı ve kızıyla iletişiminde başarısız adam ile biten ilişkilerin yarattığı düş kırıklıklarından mutlu olmaya başlamış, tek arayanı evhamlı annesi olan kadın, iklim değişikliklerinin güzelliğini yaşayan Londra’da karşılaşıp tanışırlar. Ve son bir kez, sevmenin, o geleceği belirsiz, işte tam da bunun için insana kendini iyi hissettiren güzelliğine adım atarlar. İkişer Oscar’lı iki büyük sanatçı, Dustin Hoffman ve Emma Thompson’ın, yanlarından ayrılmak istemeyeceğiniz denli sizi kavrayan performanslarıyla, hayatın, sevmeyi askıya alacak denli ciddiye alınacak bir şey olmadığını bir daha anlayınız.

(13 Temmuz 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Yaşadığı Gibi, Aniden Öldü…

Haftanın, hatta yazın en iddialı yapımı, aylardır heyecanla beklenen filmi Puplic Enemies / Halk Düşmanları nihayet vizyonda… Michael Mann imzalı film, Türkiye’de yayınlamayan “Halk Düşmanları: Amerika’nın En Büyük Suç Dalgası ve FBI’ın Doğuşu” adlı kitaptan sinemaya uyarlandı.

Film 1930’lu yılların en meşhur banka soyguncusu John Dillinger ve çetesinin adaletin köpekleriyle adeta kafa bulan müthiş hikâyesini anlatıyor. Bankaların halkı yoksullaştırdığını düşünen ve bu yüzden de banka soyan John, bir soyguncudan öte Robin Hood misali bir halk kahramanı. Bankadaki müşterilerin parasına dokunmayan, bayan rehinelerin yanında küfür etmeyen, kibar, esprili ve hiç kuşku yok ki çok zeki bir gangster John Dillinger.

Her şeyi hemen şimdi isteyen efsane gangster John Dillinger’in 31 yıllık kısacık hayatı usta yönetmen Michael Mann tarafından beyazperdeye öyle güzel uyarlanıyor ki, bir sinema dersi sayılabilecek bu yapıma hayran kalmamak elde değil… John Dillinger’in psikolojisini es geçmeden, (o harika yakın plânlar, hiç konuşmaya gerek kalmadan ruh halini öyle iyi hissediyoruz ki…) aksiyondan ödün vermeden, aşkı geri plâna atmadan; her şeyi dengeli ve tadında sunan “Halk Düşmanları” asla kaçırılmaması ve hatta mümkünse birkaç kez izlenesi filmlerden…

Ben de basın gösteriminin ardından filmi yeniden izlemek için fırsat kolluyordum ve nihayet dün gece tekrar izledim, ancak filmi izlediğim sinema salonunda ses sistemi felâketti. Evde izlesem sesleri daha iyi duyardım. Üstelik sesin ani iniş-çıkışları seyircinin filme yoğunlaşmasını alt üst etmişti. Ben daha önce izlemiştim en azından ama salondakilere gerçekten üzüldüm. Korsana yüz vermeyip sinemaya gelen izleyiciler daha kaliteli şartlarda film izlemeyi hak ediyor diye düşünüyorum. Bu sorundan olsa gerek film seyirciyi bir türlü içine alamadı. Meselâ John yakalandığında, gazetecilerin ona sorduğu komik sorular ve John’un verdiği zekice cevaplar beni yine çok güldürmüştü. Ama koca salondan çıt çıkmıyordu. Ayrıca film çıkışı homurtulara kulak kabarttım. Belki de filmin gerçek bir hikâyeden uyarlandığını bilmeyen izleyiciler John’un ölmesinden hiç memnun olmamışlardı.

Tabii tüm bunlar filmin başarısını gölgelemiyor. Bu büyük başarının altında bence ekibin yaptığı çekim öncesi hazırlık yatıyor. Hem yönetmen Michael Mann hem de Jonny Depp, Christian Bale ve Marion Cotillard karakterlerini daha yakından tanımak adına önemli çalışmalar yapmışlar. Johnny Depp zaten eskiden beri Dillinger ile ilgileniyormuş. Dillinger hakkında birçok kitap okumuş ve onu psikolojik olarak da kafasında çözmüş, özümsemiş. Onu insan olarak anlamaya çalışmış. John’u yakalamaya and içmiş FBI Ajanı Melvin Purvis rolündeki Christian Bale’da yönetmen Michael Mann ile birlikte Purvis’ı daha yakından tanımak için oğlu Melvin’in oğlu Alston ile zaman geçirmiş. Marion Cotillard ise Billie Frechette’in aile üyeleriyle tanışmış, Billie’yi onlardan dinleyerek bir gangsterle birlikte olan bir kadının ruh halini anlamaya çalışmış. Ayrıca Mann’in özel çalışması sonucu Depp, Dillinger giysilerini giyme ve onun kullandığı silâhları da kullanma şansı da bulmuş. Hâl böyle olunca filmin gerçeğe nasıl bu kadar yaklaştığını anlayabiliyoruz ve bu filme çok özel bir anlam daha katıyor.

Düzene karşı çıkan -bir tür anarşist- Dillinger’in sonu birçok kader ortağı gibi ölüm oluyor. Ama kısacık hayatına sığdırdığı büyük işler onu ölümsüz yapmaya yetiyor bile… Hiç şüphe yokki John’da kendisini böyle bir sonun beklediğini görüyordu. Kendisi hariç tüm arkadaşlarının fotoğraflarının üzerinde öldü damgasını gördüğünde, kendisini de böyle bir sonun beklediğini biliyordu. Ama o tam bir erkekti… Ve sevdiği kadını asla yolda bırakmayacak ve hep yanında olacağına inandıracaktı. Billie’ye yaşlı bir adam olarak kollarında öleceğim derken bu yalana kendisini bile inandırmıştı… Hain bir tuzağa düşürüldüğü sinema çıkışı öncesinde, izlediği son film olan Manhattan Melodram’da “yaşadığın gibi aniden öl” sözü onu her şeyden daha çok heyecanlandırmıştı ve aslında gerçekten istediği şey buydu… İstediği hapiste çürümek ya da her an yakalanma korkusuyla bir yerlere kaçmak değildi… Yaşadığı gibi aniden ölmekti… Öyle de oldu… Yaşadığı gibi aniden öldü. Ardında daha ilk günden veda ettiği Siyah Kuş’u bırakarak…

(13 Temmuz 2009)

Gizem Ertürk