Öyle bir film düşünün ki, bugüne değin izlediğiniz en kötü aşk sahnelerinden mürekkep sahneler içersin, hatta filmin o mecraya hangi sıra nasıl taşındığı kati surette anlaşılmasın! Yoksa, filmin mimarları, estetik tavırlardaki müspet bütünlük arayışının darmadağın edildiği bir stratejiyi mi devreye soktu bu filmde? Cevabı biz de bilmiyoruz…
Öte taraftan farklı üslûp denemeleri yapan bir yazarı andıran genç yönetmenin (Korhan Uğur) senaryoya bağlı kalmaksızın, deneyci bir tavırla bu filmi çekmiş olması (sahneler arası geçişlerdeki dağınıklıktan bu iddiamızı temellendirmek mümkün), izleyiciyi farklı duygulanımlara da sevk ediyor. İlk iddiamızdaki dezavantajı dengeleyecek bir durum olarak da değerlendirebiliriz bu stratejiyi. Çünkü Türk sinemasında çokça görmeye alıştığımız “duygu manipülasyonu”na girmeden (ya da başka bir ifadeyle, sinemadaki tüccar zihniyetinin geleneksel stratejilerine başvurmadan) 20 dakikada bir, sizi başka bir evrenin karmaşık atmosferine sokmayı başarıyor bu film.
Kısıtlı bir bütçeyle 16 günde 16 ayrı deneme-yanılma…
Film, senaryosu açısından oldukça farklı ve bugüne değin Türk sinemasında hiç işlenmemiş bir konuyu ele alıyor: “Ölüler yaşayanları rahatsız eder”. Film, bu düşünceye temelden karşı çıkıyor ve bizi “tam tersinden bakmaya” davet ediyor. Yaşayanların ölüleri sürüklediği bu dayanılmaz mahcubiyeti, ölülerin üzerinden alıp, yaşayanların üzerine yüklüyor. Yıllardır süregelen geleneğe karşı çıkarak “yaşam”ı değil, “ölüm”ü sorguluyor. Bunun yanı sıra, filmde zaman ve mekânın kurgulanış düzeni oldukça ilginç. Tanrı’nın insanlara yeni bir şans verdiği mekân küçük, sessiz bir köy. Oysa burada bir senaryo boşluğu var gibi. Çünkü diyalogların birinde -bütün bilgece sözlerin tek hakimi ve en büyük sinema hatalarından biri olan bu klâsik kahraman tipolojisi- Hulusi Dede, bu köyün Tanrı’nın insanlara hayattayken yapmak istediklerini yapmaları için, ölüm öncesi bir fırsat olduğunu söylüyor. Oysa bir insanın yapmak istedikleri bir köyde mümkün olabilir mi? Hele de köyden dışarı çıkamıyorsanız! Tenis oynama sahnesi (ki barındırdığı ironi, izleyici açısından kayda değer) bu eleştirimize bir cevap olabilir, ancak raketleri turistler unutmuş yüzyıllar önce. Ya kişi burada, teknolojik bir malzeme arzularsa?
Burada filmin içeriğine dair daha pek çok kritik yapmak mümkün! Ama ben merceği başka yere yöneltmek istiyorum (yazımın derdide budur): Filmin alımlanma tarzına…
Bu filme dair karmaşık haleti ruhiye içinde kalan izleyicinin yorumlarından filme dair ve genel film değerlendirme alışkanlıklarımıza dair bazı profilleri sizinle paylaşmak istiyorum. Kentsoylu hayatın içinden gelen kesim, bu filmi kategorize edememenin rahatsızlığı içinde, “Öldür Beni”de popülist aksiyon, gayri ahlâki ucuz sahneler, pulp fikir aktarımı, standartlaşmış zihinlere uygun sinema ritüelleri ve belki de kente dair modernlik imgeleri bulamamanın üzüntüsü içindeydi. Filmi beğenmeyenlerin ve ivedi(k) eleştiri getirenlerin (üst-derecede estetik bilimi okumuş tahsilli eleştirmen edasıyla) filme tavır alışında ben sınıfsal bir hınç yakaladım. Buna karşılık Anadolu yerlisi, kimlik tipolojisinde memleket ahvaliyle duygudaşlık kurarak yaşayan kesimdeyse filmdeki mesajların içeriği ve köyün kendine has natüralizminin bir mest etkisi yarattığını gördüm. “Bu filmin türü nedir?” sorusu cevap alamıyorsa bunu, bu filmde emeği geçen ve amatör ruhla (arkasına büyük finansörlerin kendi “beğeni kalıplarını dikte etme arzularını” almaksızın) emeğini katan ekibin zengin muhayyilesine vermek gerekir.
Türk sineması bu tarz draması, mizahı, gerilimi ile karmaşık duygularla bizi yüzleşmeye bırakan çalışmalara ihtiyaç duymalı kanımca. Ayrıca filmde çalışan bütün ekibin ilk deneyimi olması itibariyle, ağır eleştiriler sunmayı elbette etik ve samimi bulmuyorum. Sinema izleyicisi için bir filmdeki noksanlıkları görmek bir hayli kolaydır. Oysa emek, çaba ve cesaretin ürünü olan her çalışma bizce alkışlanmaya değerdir. Bir filmden beklenen en önemli unsur, senaryosunun tutarlı ve her şeyin nihayetinde yerli yerine konulmasıdır. Öldür Beni’nin bunu başarıyla sergilediğini düşünüyorum. Metafizik bir konuyu toparlamak, onu, yıllarca standart senaryoları izlemek zorunda bırakılmış Türk seyircisine anlatmak, filmi izleyenlerin kafalarında soru işareti bırakmak ve bir yandan da bu sorulara cevap aramanın hazzını yaşattırmak oldukça zor bir iştir.
(03 Mart 2009)
Şahin Sınır
Elinize sağlık; yazı için…
Köy kurgulaması; hermetik gelenekteki “kabir alemi” kavramına simgeleniyor. Elinde bira şisesi ile tekrarlarlanan simgelem: insanların vefat ettiklerindeki gibi farklı bir bedenle aynı halde yaşamaya devam etmelerini göstermeye çalışıyor. Kabir alemi kavramı açılımında; sıyrılanılamayan dünya ikiliklerinin atımı dünya hayatındaki gibi özgürce değil; belirli bir sınır dahilinde gerçekleştiği için, sıkışmış köy hayatı filmde sergileniyor ve köyden çıkılamıyor.
Filmin; derine kaçan kavramsal kurgusunda ve basitçe anlatılmaya çalışılmış izlenilebilir film evreni kurgusunda çakışma gerçekleşmiş. Resimleri takip eden de, kavramsal düşünen de tatmin olamıyor.
Yanlış hatırlamıyorsam; Küçük Kıyamet filmi de bu konuyu işlemişti…