“Bir Aradayız, Hepsi Bu”, hayata tırnaklarıyla tutunanların karşılaşıp ‘kendilerini gerçekleştirmeleri’ ve vicdanın en saf halini, iyilik yapmanın anlamını, hilesiz sevgiyi, seksin – aşkın güzelliğini keşfetmeleri üzerine, soğuk mevsimde geçen bir sımsıcaklık: Randevularınızı iptal edip her psikiyatri seansınızı bu çok gerçek filmi izleyerek geçirmenizi öneririm.
“Çıkış Yok”ta, geçen yıl İstanbul Festivali’nde “Edmond” adlı tuhaf – karanlık filmini izlediğimiz Stuart Gordon, bir trafik kazası olayı çevresinde, insanların insanlıklarından çıkarak rekabetçi sistem içinde nasıl duygusuz birer ‘yaratık’ haline geldiklerine dair sert şeyler söylüyor: ‘Zengin’ ABD ülkesinin asıl yüzüne bakmak için bir fırsat!
“KADINLAR Hakkında her şey…”, yaşama koşulları anlamında türlerinin şanslıları arasında yer alan bir grup kadının, kendine güvenip -karşı cins ve rakibeleri karşısında- ayakları sağlam basarak ‘dik durma’yı öğrenme sürecini, komik diyalogların – durumların – hareketlerin hakkını vererek anlatıyor: Hayatınız boyunca izleyeceğiniz -belki de- tek erkeksiz film; figüranlar dâhil erkek sayısı sıfır (en sondaki ‘masum mu masum’ sürpriz hariç)!
“Oyum Kime?”, haritada bile yer almayan bir kasabada, ‘vasatın da altı’ yaşamıyla kimsenin umurunda olmayan bir baba ile onun duyarlı / akıllı küçük kızının ilişkisini merkeze alarak, ilginç bir gelişmeyle bu adama son derece önemli bir yurttaş sorumluluğu yükleyen ve bu noktadan sonra da malzemesi bol bir komedi olarak güldüren, bazı anlarda ise acıtan bir öykü içermekte: Tek bir kişinin tercihinin bile dünya için değerli olabileceği ‘beylik mesaj’ını da vermekten geri durmayan filmde, ustaların yanında parmak ısırtan bir oyun çıkartan küçük oyuncu Madeline Carroll, mucizenin ta kendisi!
“Sihirli Orman”, boş zamanlarında ‘Tabiat Ana’yı tahrip eden insanoğlunun üç kötü örneğine karşı -mecburen- savaş açan ağaçlar ve hayvanların yanında yer almasını istiyorsanız çocuklarınızın, muhakkak götürün: Eğer ‘ceset giyenler’den değilseniz size de son derece keyif vereceğini düşündüğüm bu İspanya yapımı bilgisayar animasyonu, hem kendi dalında, hem de şarkıda GOYA ödülü sahibi.
“The X Files: İnanmak İstiyorum”da, umudu kaybetmeden mücadele etmek ve ‘vazgeçmemek’ temel fikir olarak alınmış, karanlıklardaki sırlara ulaşma yolunda bir kez daha kendilerini sorgulayan iki eski ajanın araştırmaya başladıkları olaylar silsilesi eğreti kalsa da… Yaradılış çerçevesinde ahlakı ve bağışlanmayı sorgularken, sadece ‘inanmak istemenin’ bile hayatları nasıl değiştirebileceğine işaret ediyor. Dizinin yaratıcısı sinema filmini ‘bizzat’ yönettiğinden daha ‘felsefi’ takılmış. Bir ihtimal hayranlar sıkılacak!
TEK CÜMLE EKSTRA
Cingöz kitap! *
Minimalist sinema, başka bir tanımla yalın, vakur, içten bir tür sinema, bir de yürekliyse, filmler defalarca izleyebileceğiniz küçük küçük başyapıtlar olarak başucunuzda durur. Yeter ki samimiyetine inanın. “Tatil Kitabı”nda, Silifke’de yaşayan 10 yaşındaki Ali’nin tatil süresince yaşadıkları gibi hikâyeler de iyi bir çıkış noktasıdır… Sert mizaçlı – sürekli iş ve para kazanmayı düşünen babası, anlayışlı – sevecen annesi, askeri okuldan ayrılıp sivil yaşama geçmek için gerekli tazminatı dert edinmiş ağabeyi ve kentte ‘deneyip başarısızlığa uğramış’, yine dükkâna dönmüş amcası ile geçirdiği o yaz, büyüklerin dünyasına ciddi bir giriş yaptığı da yazdır. Otorite ile iyice tanıştığı… İşte tam da bu noktada, bir tür kurnazlık devreye giriyor. Öyle ki, aslında eleştirmen olarak önerme yapmanızın bir anlamı yok! Çünkü , ‘masum öykü’de öyle bir şey yok! Ne mi? Filmdeki çerçevelerin içine giren ve gayet net algıladığınız ‘daha geniş anlamda bir otorite’nin varlığı! Finalde, Antonioni’nin “Professione: reporter” adlı filminin yine finalinden esinlemiş olduğunu düşündüğüm, yalnız burada ters yönde yapılan kamera hareketi, Ali’nin yakın planından çok yavaş geriye kaydırma ile genel plana ulaşıyor; iyice belirginleşen ‘otorite’ simgesi, esas vurguyu göze sokuyor.
Kuşku yok ki, sinema -sık sık vurgulamanın önemli olduğunu düşündüğüm gibi- alabildiğine özgürdür, dünya ve evrendeki her atom (felsefi anlamda atom) eleştirilebilir. Ama yeteneğiniz kısıtlı ise ve açıkgözlüğe başvurursanız bu itici olur. İşte bu ‘alt niyet’ dolayısıyla bu film bana hiç sevimli ve üstelik Silifke gibi cennetimsi bir yerde geçmesine rağmen cazip gelmedi. Dünyanın hemen hemen her ülkesindeki küçük yerleşim birimlerinin sınırları içinde geçen yaşamlar ve bazen bu yaşamlardan kurtulmak için zincirlerini (burada baba otoritesi) kırmak isteyen bireyler konu edilir. Bu genelde, bahsettiğim ‘küçük bir sinema’ anlayışı ile gerçekleştirildiğinde -ki amaca uygundur- çok zevk verir. Ama burada küçük bir çocuk üzerinden aile bireylerine uzanan öyküde, kadrajın içindeki her bir öğenin tesadüf olamayacağı ve yönetmen tarafından düzenlenmesi gerektiği temel koşul olan bu profesyonel sinemada, ‘büyük otorite’ vurgusu beni rahatsız etti. Rahatsız eden vurgulanan değil, bu yaptığım önermenin rahatlıkla çürütülecek olabilirliği. Yani “öyle bir vurgu yok” dense kalakalırsınız. Ancak o zaman da mizanseninden sorumlu olmayan bir yönetmenin “yönetmen” olarak varlığı kabul edilemez: Aynen oyuncu yönetiminde tam anlamıyla ‘çuvallaması’ gibi. Profesyonel, yarı amatör ve amatör kadronun yönetilmesinde bir sorun daha doğrusu yönetilememesi gibi bir sorun söz konusu. Örneğin, babayı oynayan bir adamcağız var, metni zor ezberlemiş, zar zor konuşuyor, sahne ‘düşüyor’, berbat oluyor, yönetmen ortada yok! Yani hiç kimse mi uyarmıyor? Hiç mi yeniden alınmıyor? Uzatmak gereksiz.
Ben genç yönetmenlerin daha cesur, söyleyecekleri bir şey varsa daha net söylemelerinden yanayım. Yoksa “Ulak” gibi (üstelik bu filmde yönetmenin kafası da karışıktı), “Tatil Kitabı” gibi her yana çekilebilecek ve kusura bakılmasın izleyeni -yaratıcıları öyle düşünmese bile- pek de akıllı yerine koymayan filmlerden çekeceğimiz var. Kişisel arzum, Türkiye’deki ve AB ülkelerindeki festivallere, aşiret – cemaat – tarikat gibi bir yığın büyük otoritenin egemenliğinin de sorgulandığı filmlerin katılması.
* “cinedergi.com”da da yayımlanmıştır.
(10 Eylül 2008)
Ali Ulvi Uyanık