Mario Cambi’nin yönettiği ve Harun Can, Cansu Akbel, Murat Serezli ile Feridun Düzağaç’ın seslendirdiği animasyon film Aslan Kral’ın Oğlu Leo (La Storia di Leo – The Story of Leo), 19 Eylül 2008’de Özen Film dağıtımıyla Özen Film – Umut Sanat tarafından vizyona çıkarıldı.
Bir gün olaylar, Leo ile fil sürüsünün kraliçesi Avoria’nın yollarını birleştirir. Eşi öldürülmüş olan Avoria, farklı kuyrukları olan iki yavru doğurur. Avoria, sadece fil sürüsünün kralı olmak için Avoria ile evlenmek isteyen ihtişamlı ve otoriter beyaz fil Zanco tarafından yargılanacaktır. Leo güzeller güzeli Avoria’yı kurtarmak için harekete geçer.
Aylık arşivler: Ağustos 2008
Modern Zamanların Sinema Seyyahı
Atlanta, Brüksel, Casablanca, Johannesburg, Hong Kong, Kingston, Paris, Petersburg, Sao Paulo, Singapur, İstanbul… Sinemanın kalbinin attığı, can bulduğu her yerde İsmail Ertürk’ün nefesi var. Ertürk bir sinema, daha doğrusu sanat aşığı. Bu yüzden tüm sanat dallarını kucaklayan sinema ona yakın gelmiş… Bu yakınlığını ve onca yıllık sinema seyyahlığını Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Perde’li Düşünceler -Yönetmenler ve İzlekler Işığında Sinema- adlı kitabı ile taçlandırdı. Ertürk’ün kısa İstanbul ziyaretinde paylaştıklarımız…
Sanata ve özellikle sinemaya çocukluğunuzdan beri büyük ilgi duyuyorken ekonomi okumak sizi sıkmadı mı?
Aslına bakarsanız, benim yetiştiğim yıllarda sinema okumak kolay bir iş değildi. (gülerek) Ekonomiyi de isteyerek, severek okudum. Ekonomi benim için dünyada olup bitenlerle bağ kurduğum bir alan. Ama beni daha çok çeken, insan ve toplum bilimleriydi. Bu yüzden ekonomi okurken felsefe bölümünden de ders aldım.
Sinemaya nasıl vakit ayırıyordunuz bu yoğunlukta?
Üniversite sevdiğiniz aktivitelere vakit ayırmak için bulunmaz bir ortam. O yüzden zor olmadı. Üstelik günde 3 film izleyebiliyordum.
Film yapmak geçmedi mi hiç aklınızdan ya da bir sinema okuluna gitmek?
İnsanın aklından geçiyor tabii film yapmak. (gülerek) Diğer taraftan sanatı üniversitede öğrenmenin kısıtlayabileceğini düşünüyordum. Okulda verilen kitapları okumak, başkalarının size sunduğu şeyleri okumak demek. Bunu yapmak istemedim. Sanat ile uğraşacaksam özgür olmalıydım. Zaten birçok sanatçıya da baktığınız zaman başarıyla uyguladıkları sanatlarını okulda öğrenmediklerini görürsünüz.
“Sinema sanatını, sinema salonundan bağımsız düşünmek olanaklı değil” diyorsunuz. Oysa Türkiye’de sinemayı, sinema salonu ile düşünmek olanaksız olmaya başladı. Yurt dışında durum nasıl?
Yurt dışında da videonun çıktığı dönemde, bir düşüş oldu. Ama sektör bu durum için hemen alternatifler üretmeye başladı. Sinema salonlarını daha canlı hale getirdiler meselâ. Eskiden tek perde varken şimdi birçok sinema salonunda on perde var. Imax teknolojisi ile olan deneyimi başka bir yerde yaşayamazsınız. Yani onlar bunun hesabını kitabını çok iyi yapıyor. Mısır ve içeceğe verilen ücret bile bilet parasını geçiyor. Filmleri, büyük perdede ve karanlık sinema salonlarında izleme tadının ne denli önemli olduğunun ayrımında sinema endüstrisi. Hem ticari sinema hem de sanat sineması, izleyiciler için sinema salonlarının önemini biliyor. Bunun için de sürekli teknoloji ve pazarlama açılarından kendini yeniliyor.
Sinema diğer sanat dallarını da içinde barındırabilme özelliğine sahip. Kitabınızda da bundan sık sık bahsediyorsunuz. Bu, sinemaya neler katıyor sizce?
Bu yüzden sinemayı salt diyalogdan ibaret görenler sinemanın potansiyelini iyi kullanamazlar. Sinemayı en şekilde yapmak resim, müzik, edebiyat, felsefe… gibi alanlara da hakim olmayı gerektirir. Beni en çok çeken de bu sanıyorum. Sinema diğer sanat dallarıyla iç içe olmamızı sağlıyor.
Bu kadar çok işareti kontrol altında tutabilmek çok zor değil mi?
Umberto Eco, sinemanın göstergebilim açısından bu kadar çok işareti barındıran tek sanat olduğunu söyler. Yine bir Fransız yazar, Julien Gracq, bu konuda; “Bir yazar kitabını yazarken her sözcüğü kendisi seçer, bir ressam da aynı şekilde her renge kendisi karar verir. Ama film yaparken her şeyi siz seçemezsiniz”, diyor. Bu çok önemli bir nokta.
Her ayrıntıyı kontrol etme kaygısı, filmleri stüdyoda çekmeye itiyor öyleyse…
Tabii. Yani stüdyoda değilseniz, mutlaka sizin kontrolünüz dışında gelişen durumlar olacaktır. Meselâ Francis Ford Coppola “One from the Heart”ı tümüyle stüdyoda çekmiştir.
Tiyatro gibi… Ne kadar gerçekçi olabilir ki bu şekilde?
Alman dışavurumcu sinema bu kaygıyı çok yaşamıştır. Görüntüler gerçeklikten oldukça uzaktır bu yüzden.
Godard, “Herkes film yapabilir” demişti. Tüm bunları göz önüne alacak olursak, film yapmak ciddi birikim gerektiriyor. Herkes film yapabilir mi yani?
Godard politik bir yönetmen. Ama ucuz politika yapmıyor. Yani kameranın kullanılış biçimi politik mesela… Godard’ın “jumpcut” anlayışı, Hollywood’un “jumpcut” anlayışını yıktı. Ne anlattığınız da önemli fakat içerikteki politiklik ile biçimdeki politiklik örtüşmeli.
Bu anlamda Michael Moore eleştiri alıyor, katılıyorsunuz öyleyse…
Moore çıkıp bir senatöre, “Oğlunuz neden Irak’a gitmedi?” diye soru soruyor. Senatörlerin çocuklarının Irak’a gitmediğini hepimiz biliyoruz zaten. Politikacıların iki yüzlüğünün göstermek istiyorsan bunu daha yaratıcı şekilde yapabilirsin. Yani ben salt politik kaygıyla yapılan filmleri vasat buluyorum. Bir üst düzey yönetmen, hem bu konularla uğraşıp hem de sinema dilini iyi kullanandır bence.
Politik sinema yaparken iki kaygıyı da taşıyan, beğendiniz bir yönetmen var mı?
Brian De Palma var. “Redacted” filmini örnek verebilirim bu anlamda. O da politik film. Irak’taki Amerikan askerlerinin bir genç kızın ırzına geçmesini ve onun mahkemesini konu edinir. Bahsettiğim her iki noktaya da önem veren bir film. Yani daha akıllıca, üzerinde düşünülmüş ve sinemanın hakkı verilerek yapılmış bir film.
Bir de Amerika’da politik olmak ile Avrupa’da politik olmak çok farklı değil mi?
Elbette. Amerikan basınında politik olmak adına hiçbir şey bulamayabilirsiniz. Böyle bir yerde yetişen birinin politik olması, Avrupa’daki birinin politik olmasından çok daha dikkat çekici. Amerika’da çıta daha düşük. En küçük bir adım, büyük ses getirebiliyor bu yüzden.
Woody Allen’i neden beğenmiyorsunuz?
Hepimizin sevdiği, seçtiği yönetmenler vardır. Allen benim için onların arasında değil. Federico Fellini de Pier Paolo Pasolini’nin iyi bir yönetmen olmadığına inanır. Sırf bu yüzden Pasolini’yi sinema tarihinden çıkartıp atamayız. Öncelikle Woody Allen’in şu bakımdan hakkını vermek lâzım; New York’ta, Hollywood sistemi dışında başarılı olmuş bir yönetmen. Bu çok önemli. Hem sinema yapış biçimi hem de tüm set ekibiyle olan sıcak ilişkisi açısından önemli bir yönetmen. Hollywood’da kuramayacağınız ilişkiler bunlar. Amerika’da düşündüren film yapmak da zor. Onu da yapıyor. Ama onun konuları, beni çekmiyor. Yani iki filmini izledikten sonra üçüncü filminde fazla bir şey bulamadığım bir yönetmen. Godard’ın bir lâfı var ve ben ona tapıyorum: “Psikanaliste giden bir adamdan yönetmen çıkmaz.” (gülerek)
Allen, Harlem ve Bronx’daki kadınlardan cinsellik dersi alsaydı, ruh çözüm seanslarına gitmekten kurtulur ve belki de film yapmaktan vazgeçerdi diyorsunuz…
Allen’i Amerika dışında izlediğiniz zaman, onun New York’u temsil ettiğini düşünüyorsunuz. Ben bu durumu Sex And The City’e benzetiyorum. Manhattan’da oturan 4 tane güzel, beyaz kadını anlatıyor. New York’ta Latin, Zenci kadınlarda var. Onların cinsellik anlayışı çok farklı.. Biliyoruz ki Allen için cinsellik önemli. Ama Allen’in, Bronx ve Harlem’deki cinselliği atlaması önemli bir eksiklik.
Müziklerinden bağımsız düşünemeyeceğimiz filmler var… Bu sinemanın yaratıcılığını kısıtlamıyor mu sizce?
Önemli olan müziği iyi kullanmak. Müziğin, görüntünün altyazısı gibi kullanılmasına karşıyım. Ayzenştayn ile Stravinski örneğinden başlayarak, müzikçi ile yönetmenin ortak çalışmasının başarılı örnekleri var sinemada. Peter Greenaway ile Michael Nyman da uzun süre başarılı bir biçimde çalıştı. Tarkovski’de ses ve müziği konusunda çok titizdir. Godard ve Resnais, yeni dalga yönetmenlerdir fakat müziğin kullanımında çok farklı düşünürler. Yani müziği, film estetiklerine, filmle düşünme biçimlerine başarıyla eklemliyorlar. Önemli olan müziğin görüntüyü zenginleştirmesi ve filmin organik bir parçası olmasıdır.
Yurt dışında olmak, sinemasal anlamda size neler kattı?
Önceleri Türkiye’de son çıkan sanat filmlerini izlemek, bağımsız sinemayı takip etmek için tek çözümdü. Yurtdışında sinematek, cep sinemaları, repertuar sinemaları çok daha fazla film görmemi sağlıyordu. Artık Türkiye’de görmek istediğiniz bir filmi görememek gibi bir sorun yok. Ancak sinema eleştirisi konusunda halen yurtdışında olmak daha fazla olanak sağlıyor. Bir de filmlerin yapıldığı kültürel ve toplumsal çerçeveyi daha yakından tanıdığınızdan, filmleri anlamlandırmak, eleştirel bakmak daha kolay olabiliyor. New York’ta yaşadığım için Meksika, Brezilya, Zimbabwe, Güney Afrika ve Karayiplere gittiğim için Woody Allen’ın Manhattan’a sıkışmış bakış açısını dar bulabiliyorum. Haneke’nin “Piyano Öğretmeni” filmindeki şiddet ve cinsellik sorunsalının ne denli Avrupa merkezli olduğunun ayrımına varabiliyorum. Hong Kong’u iyi bildiğim için Wong Kar – Wai’ın filmlerindeki ayrıntıları ve karakterleri daha iyi değerlendirebiliyorum. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 51. sayısında yayınlanmıştır.)
(05 Eylül 2008)
Gizem Ertürk
Tüm Şirketler
Tüm Şirketler,
22 – 28 Ağustos 2008 Haftalık (Weekly),
04 Ocak – 28 Ağustos 2008 Yıllık (Annual), Eski Yıllar Yıllık (Ex Years Releases Annual), Hafta Hafta (Week by Week) Box Office listeleri için tıklayınız. Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.
35 Milim Filmcilik
35 Milim Filmcilik, 22 – 28 Ağustos 2008 Haftalık Box Office listesi için tıklayınız.
İstanbul Modern Sinema’da Eylül Programı: Tilda
İstanbul Modern Sinema, ünlü İskoç oyuncu Tilda Swinton’ın sinemadaki avangard kişiliğine ışık tutuyor. Tilda isimli program, sanatçının Orlando, Dostluğun Ölümü (Friendship’s Death), Tekno – Şehvet (Teknolust), Kadın Sapkınlıkları (Female Perversions), Caravaggio adlı en bilinen filmlerinden oluşan bir gösterim seçkisi sunuyor. Tilda Swinton, kariyerine düşük bütçeli deneysel filmlerle başladı, ilk yedi filminde Derek Jarman ile çalıştı. Prenses Diana ile aynı okulda tahsil gördü, uzunca bir süre at yarışıyla uğraştı, elektronik müzik grubu Orbital’ın The Box isimli parçasında “uzaylı”yı canlandırdı. Derek Jarman’ın The Garden adlı filminde Meryem Ana oldu.
İstanbul Modern Sinema’da Eylül Programı: Tilda yazısına devam et
Çıkış Yok (Yönetmen: Stuart Gordon)
Stuart Gordon’un yönettiği ve Mena Suvari, Stephen Rea, Bunthivy Nou ile Wayne Robson’un oynadığı Çıkış Yok (Stuck), 12 Eylül 2008’de Medyavizyon Film dağıtımıyla Erman Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Arabası ile birine çarpıp kaçan genç bir kadın, kendi kaderinin çarptığı adamın kaderine bağlı olduğunu fark ettiğinde işler hiç umulmadık değişik bir boyut alır. American Beauty filmi ile bir anda yıldızı parlamasına karşın şöhret yerine bağımsız filmlerde oyunculuğa devam etmeyi seçen Mena Suvari’nin başrolünü Stephen Rea ile paylaştığı Çıkış Yok (Stuck) yaşattığı tedirgin edici gerilimi ile sinemaseverleri beklenmedik bir biçimde büyülüyor.
Dunya & Desie, Oscar Yolcusu
Oscar heyecanı başladı. Her yıl olduğu gibi bu yıl da, sinemaseverler, bu büyülü heykelciğe ulaşacak filmleri ve oyuncuları şimdiden merak etmeye başladı. Türkiye gösterim ve dağıtım hakları A+ Films’e ait olan Dunya & Desie, bu yıl Hollanda adına En İyi Yabancı Dilde Oscar adaylığı için Hollanda’yı temsil edecek. Biri Faslı diğeri Hollandalı bu iki genç kızın arasındaki inanılmaz dostluk ve arkadaşlık hikâyesini konu edinen Dunya & Desie farklı dünya görüşü ve inançlardaki insanların, ailelerin, kültürlerin arasında gelişen sımsıcak bir dostluk hikâyesi sunuyor.
Serra Yılmaz’la Temel İçgüdü’nün Konuğu Nebil Özgentürk
Sinemamızın usta oyuncusu Serra Yılmaz, her pazar TürkMax ekranlarına gelen Temel İçgüdü adlı programında ünlü konukları ağırlamayı da ihmal etmiyor. Konuklar, yanlarında içi dolu bir sepetle geliyorlar ve yemek hazırlanırken Serra Yılmaz’a yardımcı olmaya çalışıyorlar. Serra Yılmaz bu hafta, 31 Ağustos Pazar günü 10:40’da yayınlanacak programına konuk olacak ünlü gazeteci ve TV programcısı Nebil Özgentürk’e, “Panzanella” ve “İşkembe” yapacak.
Serra Yılmaz’la Temel İçgüdü’nün Konuğu Nebil Özgentürk yazısına devam et
Kısa Film “Ayak Altında” Çek Cumhuriyeti’nde
M. Cem Öztüfekçi’nin yazıp yönettiği kısa film Ayak Altında, Çek Cumhuriyeti’nin Karlovy Vary şehrinde 27 – 31 Ağustos tarihleri arasında 5.si gerçekleştirilecek olan Fresh Film Fest’de Dünya Panoraması bölümünde gösterilecek.
Filmin öyküsü şöyle: İbrahim karısı ve iki çocuğuyla yaşayan bir işçidir. Her günü aynı geçer, evden çıkar, işe gider, kahveye ve birahaneye uğrar. İbrahim gündüz vardiyasında çalıştığı zaman gece uyanır, gece vardiyasında çalıştığı zaman ise gündüz vakti uyumak zorunda kalır.
Kayıp Çocuklar Cenneti
Mete Özgencil’in yönettiği ve Cemre Kemer, Eren Bakıcı, Gülçin Ergül ile Yasemin Yürük’ün oynadığı Kayıp Çocuklar Cenneti, önümüzdeki aylarda Kenda Film dağıtımıyla Energy Media & Productions tarafından vizyona çıkarılıyor.
Ayrı dünyalardan gelen 4 genç kız bazı rastlantılar sonucu küçük bir Anadolu kasabasında buluşurlar. Birlikte geçirecekleri bu kısa zaman diliminde, dostluğu, aşkı, hayatı ve kendilerini tanıyacaklardır. Onların birlikteliği, kimsesiz çocukların ve kasabanın sosyal yaşamını da değiştirecektir.
Gençlik, dans, müzik ve aşkın yer aldığı macera dolu bir film.
Kayıp Çocuklar Cenneti yazısına devam et
Sardunya (Yönetmen: Mustafa Emin Büyükcoşkun)
Mustafa Emin Büyükcoşkun’un yazıp yönettiği kısa film Sardunya geçtiğimiz Haziran ayında İtalya’da, 14. Uluslararası Cittadella del Corto Kısa Film Festivali’nde yarıştıktan sonra bu kez de 27 – 31 Ağustos tarihleri arasında Çek Cumhuriyeti’nde düzenlenen 5. Karlovy Vary Fresh Film Fest’te yarışıyor. Sardunya buradan sonra da festival macerasına 11 – 18 Ekim tarihleri arasında İspanya’da düzenlenen 13. Ourense Uluslararası Film Festivali’nde devam edecek. 2008 Hisar Kısa Film Seçkisi’ne de giren Sardunya, bu kapsamda 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde ve 10. Uluslararası Eskişehir Film Festivali’nde de gösterilmişti.
Sardunya (Yönetmen: Mustafa Emin Büyükcoşkun) yazısına devam et
Mükemmel Bir Gün (Yönetmen: Ferzan Özpetek)
Ferzan Özpetek’in yönettiği ve Isabella Ferrari, Valerio Mastandrea, Monica Guerritore ile Nicole Grimaudo’nun oynadığı Mükemmel Bir Gün (Un Giorno Perfetto), 31 Ekim 2008’de Özen Film dağıtımıyla AFS Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Emma ve Antonio iki çocuklu evli bir çifttir ve bir yıla yakın bir zamandan bu yana ayrı yaşamaktadırlar. Antonio eskiden eşiyle paylaştığı evde tek başına kalmaktayken Emma çocukları da alarak annesine taşınmıştır. Bir gece, Palazzo’ya bir baskın ekibi çağrılır. Polis, silâh seslerinin duyulduğu apartmana girer.
Mükemmel Bir Gün (Yönetmen: Ferzan Özpetek) yazısına devam et
My Marlon and Brando, Dünyayı Gezmeye Devam Ediyor
Bugüne kadar katıldığı festivallerden ödülle dönen My Marlon and Brando dünyayı gezmeye devam ediyor. Son olarak 14. Saraybosna Film Festivali’ne katılan ve En İyi Kadın Oyuncu dalında ödül alan film, Venedik’te Hüseyin Karabey’in de katılımıyla gerçekleşecek özel bir gösterimde EIUC öğrencilerine gösterilecek. Hüseyin Karabey aynı zamanda Venedik Film Festivali kapsamında verilecek insan hakları ödülü jürisinde de yer alacak. Film, önümüzdeki aylarda Chantier Films dağıtımıyla Türkiye’de vizyona girecek.
- Basın Bülteni
- Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
My Marlon and Brando, Dünyayı Gezmeye Devam Ediyor yazısına devam et
Akıllı Ol
Get Smart, 29 Ağustos – 04 Eylül 2008 seansları için tıklayınız.
Umut Sanat Filmcilik
Umut Sanat Filmcilik, 22 – 24 Ağustos 2008 Haftasonu Box Office listesi için tıklayınız.