The Chronicles of Narnia: Prince Caspian’ın Çekimleri Başladı

C. S. Lewis’in romanından uyarlanan 180 milyon dolar bütçeli Narnia Günlükleri: Aslan, Cadı ve Dolap (The Chronicles of Narnia: The Lion, the Witch and the Wardrobe), geçtiğimiz yıl tüm dünyada olduğu gibi Türkiye sinemalarında da olay yaratmış, bir elbise dolabının arkasında gizlenen büyüleyici Narnia ülkesinin göz kamaştırıcı güzellikleri çocuklar kadar büyükleri de büyülemişti. Çekimlerine 2006 yılı Ekim ayında başlanan ikinci bölüm Narnia Günlükleri: Prens Kaspiyan’ın (The Chronicles of Narnia: Prince Caspian), 14 Aralık 2007’de gösterime gireceği açıklanmıştı. Ancak Disney yetkilileri, şimdi gösterim tarihini birkaç ay ileriye atarak filmin 2008 yaz aylarında gösterilmesine karar verdi.

Terabithia Köprüsü – Prince of Caspian

Walt Disney ve Walden Media işbirliği dünya sinemalarında 744 milyon dolar hasılat elde eden 180 milyon dolar bütçeli ve Oscar ödüllü Narnia Günlükleri: Aslan, Cadı ve Dolap’tan sonra 4 günlük Kuzey Amerika sinema hasılatı 28 milyon doları bulan ve 16 Mart’tan itibaren Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanacak olan Bridge to Terabithia – Terabithia Köprüsü’yle devam etti. Walt Disney ve Walden Media işbirliğinin bir sonraki adımı ise Mayıs 2008’de sinemaseverlere sunulacak olan Narnia Günlükleri 2 ya da Prince of Caspian. Ülkemize Fida Film tarafından getirilen Terabithia Köprüsü, sinemalara UIP Filmcilik tarafından dağıtılacak.

  • Terabithia Köprüsü
  • Narnia Günlükleri: Aslan, Cadı ve Dolap
  • Haydi, trenlere binin…

    Barış Pirhasan, 2001 yılında çektiği O da Beni Seviyor filminden 6 yıl sonra Adem’in Trenleri filmi ile 2 Mart’ta izleyicisiyle buluşacak. Başrollerinde Cem Özer, Nurgül Yeşilçay, Derya Alabora, Erkan Taşdöğen, Yıldız Kültür, Turhan Özdemir, Asuman Dabak ve Ezel Akay’ın rol aldığı filmin küçük oyuncuları ise Adem rolünde Fıratcan Aydın ve Fatmacık rolünde Zeynep Deniz Özbay.

    Filmin konusu:

    Manisa’nın Karaağaçlı kasabasında yaşananları 6 yaşında, Adem adlı küçük bir çocuğun gözünden anlatan film, aslında her insanın bir sırrı olduğunu göstermeye çalışıyor ve bunu yaparken de değerlerimizi sorguluyor.

    Hasan Hoca (Cem Özer), hamileyken terk edilmiş Hacer’i (Nurgül Yeşilçay), ailesinden ve söylentilerden korumak için nikâhına alır. Ama bu durumda köylerinde yaşamayacaklarını anladıkları için üçü birlikte köy köy, kasaba kasaba dolaşmaya ve geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Hasan Hoca yıllarca Hacer’in kızı Fatmacık’a karşılık beklemeden bakar. Hacer’e el sürmeyen Hasan Hoca, onları sadece korumak için sahiplenmiştir belli ki… Belki de bir gün Hacer’in ‘sahibine’ döneceğine inandığı içindir, bilinmez…

    Bir Ramazan günü, alacakaranlıkta Hasan Hoca, Hacer ve Fatmacık, üç beş hanelik, küçük bir tren istasyonu olan Manisa’nın Karaağaçlı beldesinde inerler. Hasan Hoca abdestini aldıktan sonra yüksekçe bir yere çıkarak ezan okur. Herkes uyanır, kasabalı Ramazan’ı hocasız geçirmek istemediği için hoca çağırmıştır. Karaağaçlı’nın imamı olma karşılığında ise hocanın istediği sadece iftarlıktır. Hoca, Karaağaçlı’ya namaz kıldırır, ezan okur, çocuklara günde 2 defa Kur’an dersi verir. Günler birbirini kovalarken, hocanın yaşının büyük, ondan her zaman dört adım geri yürüyen ve korkak davranan karısının genç olması herkesin dikkatini çeker. Herkese göre onların bir sırrı vardır. Ama sırrı olan sadece onlar mıdır? Ya kasabalı! Onların sırrı yok mudur?

    Kasabalı, hoca ve karısının yıllarca gizledikleri sırlarına tanık olurlarken aslında herkesin bir sırrı olduğunu ortaya çıkaracaktır.

    Hacer, yıllar sonra Fatmacık’ın babasıyla karşılaşır, işte olaylar ondan sonra başlar. Lirik ve hüzünlü bir hâl alan film, sonunda bir aşk filmine dönüşür. Kazanan kim ve ne olacaktır?

    Trenlerle selâm yollayın Adem’e

    Yaşanmış bir olaydan yola çıkarak sinema perdesine aktarılan film; Adem’in gözünden izleyiciyi “Günah ve sevap nedir? Merhamet ve erdem ne demektir?” gibi sorgulamalara davet ediyor. Film bunları yaparken, naif bir yaklaşımla izleyiciyi bazen acı acı güldürüyor bazen de düşündürüyor…

    Adem, doğduğu zamandan beri, birileri kasabalarına gelip gitmişlerdir, bir gün Fatmacıkların da gideceklerini düşünür. Her gidenden, kendisine trenlerle selâm yollamasını söyler. Bir tren tutkunudur Adem. Onun bakış açısı ve söylemleri filmdeki bizden duygusunu çok güzel bir şekilde ifade eder. Hasan hoca bir gün derste öğrencilerine sorar, “Niçin dünyaya geldik?” Adem’in cevabı naiftir. “Süt taşımak için.” Oysaki sınıftaki diğer cevaplar, daha ciddidir. Hasan Hoca, filmin sonlarına doğru kasabada yaşananlardan dolayı bitkin bir haldedir ve kendisini sorgulamaktadır. Kendisinin nasıl biri olduğunu sorar sınıfta. Adem’in cevabı, “İlk geldiğinde zalim, sonra mübarek, şimdi de zavallı. Annem öyle diyor.” Hasan Hoca’nın film boyunca, kasabalı tarafından yorumlanışı işte bu üç sözcüktür. İsmail Doruk’un senaryosunu yazdığı bu filmin her karesi samimi, yalın, ‘bizden’ duygusunu hissettiriyor izleyiciye.

    Hocanın, Hacer ve Fatmacık’a sahip çıkması ve bir gün Hacer’in “sahibi” arasındaki tercihi sırasındaki söyledikleri, Atıf Yılmaz’ın Selvi Boylum Al Yazmalım filminde Türkan Şoray’ın Asya rolündeki şu iç konuşmasını hatırlatıyor bize: “Sevgi nedir? Sevgi emek ister.” Barış Pirhasan’ın Atıf Yılmaz’la Aaah Belinda, Asiye Nasıl Kurtulur, Adı Vasfiye filmlerinde birlikte çalışmış bir yönetmen. Bu etkilenme, seyircide olumlu etkiler uyandırıyor.

    Cem Özer, hoca rolüyle çok başarılı bir performans sergiliyor. Ödüllü görüntü yönetmeni Peter Steuger’in başarılı çalışma sergilemesi sonucunda, kurgu ekibi, duyduğumuza göre “kesecek bir kare bulunamıyor” diye feryat etmişler.

    Bir de müzikleri var tabii filmin. Kedi Müzik’ten Ender Akay ve Sunay Özgür imzası taşıyan filmin müzikleri, filmin galasının gerçekleştirildiği G-Mall sinemalarında kokteyl boyunca, konuklara eşlik etti. En yakın zamanda soundtrack’ini bekliyoruz.

    Son olarak da filmin yapımcılarından Ezel Akay ve yönetmeni Barış Pirhasan’ın söylediklerine kulak verelim:

    Haydi, trenlere binin,
    bizim istasyonda inin,
    başka hiçbir şey beklemiyoruz sizden;
    sadece, bizi seyredin…

    (28 Şubat 2007)

    Asya Çağlar

    Sıradan Bir Aile

    Osmanlı Bankası Müzesi Sineması’nda İktisat / Ekonomi teması altında, 22 Şubat 2007, Perşembe günü, saat 19:00’da Sıradan Bir Aile adlı İsveç yapımı belgesel gösterilecek. Yönetmenliğini Fredrik Gertten’in yaptığı belgeselin ardından, B. Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Koray Çalışkan, Ne O Liberal? Arjantin’den Türkiye’ye Önümüzdeki Yirmi Yılda Olacaklar konulu bir söyleşi yapacak. Belgesel, Arjantin’de son dönem kriziyle birlikte orta sınıfın yok oluşunu gözler önüne seren çarpıcı bir film.

  • Basın Bülteni
  • Halûk Cecan ile 08 Mart 2006’da Yapılan Görüşme

    Fotoğraflar

    Yazı sonunda Halûk Cecan biyografisi vardır.

    Su altına merakınız ne zaman ve nasıl başladı?

    1958 yılında ortaokulda bir sınıf arkadaşımdan bir kamera almıştım, elle çevrilen. Ve deniz kıyısındaydık o zaman. Marmara Denizi’nin temiz ve güzel günleri olduğu için sualtı canlı hayatı zengin, deniz çok temizdi. Çocukluğum Moda ve Kalamış’ta geçti. Deniz kabuklarını, minarelerini toplayıp onlarla akvaryum gibi bir şey yapardım. Bazen de anne ve babamla birlikte İzmir’de Çeşme’ye giderdik, Ilıca’ya. O zamanlar oradaki denizde çok zengin bir canlı hayatına sahipti. Elimde olmadan denize yöneldim. Film işi de vardı bende. Kıyılarda bir şeyler çekiyordum. Sonra bu çekimleri daha da ilginç kılabilmek ve için ilk defa kendime bir hausing yaptım. Ve 1960’lı yıllarda sualtı filmciliğine başladım.

    12 yaşında fotoğraf ve film çalışmalarına başladığınıza göre, ailenizde sizi destekledi ve imkân sağladı diyebilir miyiz?

    Ailemde denizle ilgili pek kimse yok. Ama babamdan destek gördüm. 1960 yılında, 58 yılında aldığım makine bana yeterli gelmiyordu. Daha iyi bir marka makina istemiştim. Babam da bu hevesimi kırmadı benim. O makineyi aldı.

    Çocukluğunuzdan itibaren sualtı ilginizi çekmiş, neden İktisat Fakültesi’nde okudunuz?

    Benim zamanımda denizle ilgili bölümler yoktu. Hâtta ben sinema – televizyon okumak isterdim. Ama o yıllarda bu bölümler olmadığı için 1960’lı yıllarda maalesef iktisadı seçtim. Olsaydı mutlaka onlardan birini seçer ve yoluma o şekilde devam ederdim.

    İLK TÜRK SUALTI BELGESELİ: SEYİR GÜNLÜĞÜ

    1988’de TRT için ilk sualtı belgeselini çektiniz. Bu film Türkiye’nin de ilk sualtı belgeseli oldu. TRT mi sizi buldu, siz mi TRT’ye öneri verdiniz?

    Şimdi İstanbul Televizyon Müdürü olan Zafer Karatay yönetmendi o zaman. Ben 1982 yılında “Ada” filmini yapmıştım ve İFSAK’ın yarışmasında ödül kazanmıştım. Bunları değerlendirebilir miyim diye düşünmeye başladım. İstanbul Televizyon Müdürlüğü’ne gittim. Zafer Bey’le konuştum. Filmi izlediler ve beğendiler ve yanılmıyorsam Orhan Boran’ın bir programında sualtı görüntüsü olarak yayınlandı. Bu arada Caddebostan Balıkadamlar Kulübü’nün yöneticisi olan Nezih Saruhanlıoğlu da o dönemdeki televizyon müdürüyle tanışmış ve benden bahsetmiş. 1987’de böyle dolaylı yollarla İstanbul Televizyonu’na gittim ve “Ada” filmini verdim, beğenildi. 1988’de de TRT’den “gelin beraber bir sualtı belgeseli yapalım” diye teklif geldi. Daha önce Rudolf Rahe gibi Almanların, George Bass gibi Amerikalıların yapmış olduğu arkeolojik belgeseller var ama bir Türk ekibinin yaptığı belgesel yoktu. “İlk Türk Sualtı Belgeseli” olarak da 1988’de Seyir Günlüğü’ne başladık.

    İlk belgesele başlangıç nasıl oldu? Yaşadığınız zorluklar var mı?

    Daha önce çekimler yapıyordum ama bir televizyonda belgesel çekmek çok ciddi bir iş. Tabii çok stresli bir başlangıçtı benim için. Şöyle düşünüyordum; bunda başarılı olamazsam bundan sonraki yaşantımda yapmak istediğim belgesel çalışmalarımda aksar. O stresle çok büyük bir çaba harcadım. 2 tane motor botumuz vardı. Onlarla İstanbul’dan çıkıp Bodrum’a kadar giderek bir “Seyir Günlüğü” yaptık. Şansımız da iyi gitmedi. Hava çok sertti. Hâtta bir de kaza geçirdik. Motor botumuzun bir tanesi arızalandı ve tamamen olmasa da yarı yarıya Çanakkale’de battı. İçinde malzemelerimde vardı. 90 günlük bir çalışmanın sonunda çekimleri bitirdik. Ama benim içime sinmedi. Çünkü 90 gün bir belgesel için kısa bir süre. 1980 – 1988 arasında çektiğim 8 yıllık görüntüleri de olduğu gibi TRT’ye hediye ettim. Ve film oldukça zenginleşti. Hem de gelecek dönemlere iyi bir referans oldu. Ve bu belgeselin beğenilmesiyle birlikte her iki sene de bir belgesel çekimlerimiz devam etti.

    İNŞAAT İŞİNDEN KAZANDIĞINI FİLMLERE, DALIŞLARA VE MALZEMELERE AKTARIR

    “Ben sponsor kullanmıyorum ve kendi imkânlarımla bu filmleri yapıyorum” diyorsunuz. Tek uğraşınız sualtı belgeselciliği mi oldu yoksa başka bir işle bu uğraşınızı desteklediniz mi?

    Benim belgesel çalışmalarından pek bir getirim olmadı. Ben bu işten 1 aldıysam 10 verdim. Zira televizyondan aldıklarımla bu iş olacak gibi değildi. Benim inşaat işlerim vardı. Orada kazandığım paranın çok büyük bir bölümünü buraya yatırdım. Zira çok geniş bir ekipmanım var benim. Son 10 – 15 yıl içinde bir kamyon dolusu diyeceğim meselâ, son dönemde 8 – 10 kamerayla, 8 – 10 kabinle yola çıkıyorum. Diyelim bir köpekbalığı veya fok çekimleri için 7 – 8 kamera kullanıyoruz, kabinler kullanıyoruz. Son teknolojiyi takip ederek gittim. Betacamı 94’de aldım, getirdim. Bunlar karşılanması mümkün olan şeyler değildi tabi. Ben bunu sevdiğim için, manevi getirisi yüksek olduğu için yapıyorum. Ben dünya festivallerinden bu kadar ödül alabilmeyi, dünyanın tanınmış filmcileriyle tanışıp, dost olabilmeyi hayal bile edemezdim. Dolayısıyla manevi yönü çok doyurucu olduğu için maddi yönüne hiç takılmadım.

    Kaptan Jacques Cousteau ile tanıştınız mı?

    1990 yılında “Mavi Derinliğin Dişleri” diye bir film yapmıştım. Bu da 1985 – 1990 arasında beş yılda çektiğim filmlerin bir özetiydi. Ve bu filmlerde sualtı hayatının sert yüzünü, zaman zaman da güzel yüzünü gösteren ve beslenme zincirini anlatan bir çalışmaydı. Ve ilk kez Fransa’da Dünya Sualtı Film Festivali’ne gittim. Ve burada benim filmim “Dünya İkincilik Ödülü” kazandı ve “Gümüş Palet” aldım. 40 ülkeden 90 filmin katıldığı bir festivalde ikinci olabilmek rüya gibi bir şeydi benim için. Çok mutlu oldum. Hayallerimin birçoğu o gün gerçekleşmiş oldu. Ama bence ondan daha önemli olan da akabinde kaptan Cousteau’nun beni Paris’teki Oşinografi Parkı’na davetiydi. Ve orada kaptan Cousteau’yla tanıştım. Uzun sohbetlerimiz oldu.

    Kaptan Cousteau her ülkeden dünyanın tanınmış filmcilerini kendi toplantılarına davet ederek, denizi, doğayı ve çevre problemlerini, kirlilik problemlerini anlatırdı. Toplantılara katılanların kendi ülkelerine döndüğünde toplantıların içeriklerini görsel ve yazılı basına aktarılmasını isterdi. Daha sonra 94’e kadar bu toplantılara birçok kez beni davet etti. Hâtta o dönemde Uzakdoğu çekimleri vardı, onu bitirdikten sonra Türkiye’ye gelecekti ve birlikte bir belgesel yapacaktık. Ama maalesef vefatıyla birlikte o proje kaldı.

    Türkiye’de Kaptan Cousteau’nun belgesellerini herkes bilir ve izlemiştir. Sizin belgeselleriniz de aynı oranda izlendi mi? Türk halkı sizin çalışmalarınızı ne kadar biliyor?

    Maalesef yeterince tanınamadım. Ben yurt dışında daha çok tanınıyorum. 90 yılından beri dünya festivallerine katılıyorum. Sanki oralarda daha geniş kitlelere hitap ettim. Özellikle de fantastik filmlerim nedeniyle.

    Gerçi Türkiye’de de son dönemlerde tanınmaya başladım. Zira RTÜK televizyon kanallarına ceza olarak bizim filmleri verince bütün kanallar, hem de ikişer saatlik bölümler halinde belgesellerimi yayınlamaya başladı. Böylece daha geniş kitlelere ulaşmış olduk. Hâtta ilk 100’e girerek izlenmeye başladı. Dolayısıyla RTÜK’ün öyle bir faydası oldu bana. Gönül isterdi ki bu ceza olarak değil de normal yayınlar içerisinde yer alabilsin.

    Ayrıca bu rahatsızlığım nedeniyle benim belgesellerim daha fazla yayınlanır oldu. Böylece daha fazla kitleye hitap etmeye başladım. Aslında yaşadığım kötü bir olay ama iyi şeylere sebep oldu.

    Belki ileride bütün kanallar böyle belgesele ağırlık verir ve belki daha geniş kitleye hitap eder. Zira sualtı dünyası giderek kirleniyor, bozuluyor. Sualtı arkeoloji değerleri kaybolmaya başladı. Çünkü balık adamların artmasıyla dalışlar da arttı ve arkeolojik eserler, amforalar gibi buluntular her yıl eksiliyor. Dolayısıyla bir an önce bunların görüntülenip geniş kitlelere izletilmesi lâzım.

    Bu ilgisizliği neye bağlıyorsunuz?

    İnsanlarla konuşurken belgeselle ilgileniyorlar gibi geliyor bana. Ancak magazin programlarının biraz daha fazla reyting alması nedeniyle kanallar da iyi saatlere bu tür programları veriyor. İyi saatlerde yayınlanamayan belgeseller de az ilgi görüyor. Ama ben kiminle konuşsam belgeseli çok sevdiğini söylüyor.

    Meraklı olduğum için belgesel kanallarını izliyorum ama maalesef biz bu belgeselleri 20 yıldır yapıyoruz ama istediğimiz reytinge hâlâ ulaşamadık.

    Biz Türkler denizlere sırtımızı dönmüş gibiyiz. Denizle iç içe yaşıyoruz ama denizleri fazla tanımıyoruz. Denize sadece yüzmek için giriliyor. Onun dışında çok fazla denizle iç içe değiliz.

    Uzun metrajlı film yapmayı düşündünüz mü?

    Hep hayalimdi ama tabii uzun metraj için büyük bütçe ve geniş kadro gerekiyor, imkânım olsa girerdim. Benim kafamda bir sürü senaryo vardı ve tahmin ediyorum gerçekleştirebilseydim çok da ses getirecek projelerdi. Ama dediğim gibi beni aşan bir proje.

    Ben iktisat mezunuyum ama sponsor bulma teşebbüsüm olmadı pek. Belki de o konuda beceriksizim. Dolayısıyla da çok büyük bütçeli işler olduğu için uzun metrajlı film işine girmedim.

    Fantastik film çekmek nereden aklınıza geldi?

    1990 yılında Dünya Sualtı Filmleri Festivali’nde ikinci oldum ama bu filmde kullandığım görüntüleri 5 yıllık bir sürede çektiğim görüntülerden seçmiştim.

    Festivalden sonra kendi kendime dedim ki bu kadar ülke arasından tekrar ödül alabilmek için farklı bir şeyler yapmalıyım. Çünkü bir daha o çarpıcı görüntüleri bulabilmem zor. Aradan yine 5 yıl geçmesi gerekecekti ve bu görüntüleri bulacağım da garanti değildi. Festivale 40 – 50 ülke katılıyor ve yarışma yaklaşık 100 film arasında yapılıyordu.

    O zaman ben de kimsenin aklına gelmemiş, hiç işlenmemiş ama mesajı da olan bir çalışma yapmak istedim. 1990 – 91 ve 92’inin yazlarında çalışarak “Tenten ve Denizler Hakimi” diye fantastik bir film yaptım. Çevre problemlerini işliyordu. Dünyada ilk kez balıklara kostüm giydirildi ve makyaj yapıldı. Tabii onlara zarar vermeden, öldürmeden çok kısa sürelerde o kostümleri giydiriyordum üzerlerine. Çok ilgi gördü ve 1992 yılında Dünya Sualtı Filmleri Festivali’nde En Fantastik Filmi seçildiği için Insolid Ödülü’nü kazandım. Festivallerde her film bir kez gösterilir ama benim filmimi 7 kere gösterdiler.

    Bu başarıdan dolayı “Tenten ve Denizler Hakimi” 1993 yılındaki festivalin hem açılış filmi oldu hem de bana dünyanın 20 yönetmenine verilmiş olan Prima Club Ödülü’nü kazandırdı.

    Bu filmden sonra ben o çizgi üzerinde, mesajı olan ve çarpıcı, bugüne kadar sualtı filmciliği tarihinde uygulanmamış teknikler uygulamaya başladım.

    Daha sonra “Dinazor”u, “Mahşerin Atlıları”nı, “Uzaya Kaçış”ı ve son olarak da “Çılgın Müzisyenler”i yaptım.

    Dünyada ilk kez balıklara makyaj yapıldı dediniz. Sizden önce kimse bunu denemedi mi?

    Hayır. Dünyada ilk kez uygulandı.

    Fantastik film çeken oluyor mu?

    Böyle filmler bu tip festivallere geliyor ama ne yalan söyleyeyim benim tarzımda da pek rakibim yok sanki. İnsanlar belki çok zaman ayıramıyorlar. Çünkü böyle bir filmin büyük bir getirisi yok. Yani böyle bir filmi yapmak çok zahmetli. Ben kendi olanaklarıma göre büyük bir bütçe ile çekiyorum bu filmleri. Büyük dekorlar ve özel kostümler yaptırıyorum. Meselâ “Mahşerin Atlıları” için suyun altında bir Roma kenti kurdum. “Dinazor” için büyük bir dinazor maketi ve bir sürü dekorlar hazırlandı. “Uzaya Kaçış”ta su altında yüzlerce krater yapıldı. Bir filmin çekimi için de iki yazımı harcıyorum. Dolayısıyla kimse çok büyük masraflara girip üstüne iki yıl da uğraşmayı istemiyor. Getirisi de olmadığı için kimseye cazip gelmiyor. Katıldığım festivallerden bana hep ödül getiriyor bu filmlerim.

    “25’lik o görüntü 40 yılımın görüntüsüydü” dediğiniz bir çekiminiz var. Bize o hikâyeyi anlatır mısınız?

    2000’li yılların başında Güney Afrika’ya 40 günlük bir gezi yapmıştık. Ağırlıklı olarak büyük beyaz köpek balıklarını çekmek için. Önce Ganz Bay’da, körfezde kafes çekimleri yaptık. Kafesin içinden büyük beyazları çektik. Daha sonra Durban Bölgesi’ne geçtik. Durban’da kıyıdan 7 mil açıkta bir bölgede kaplan köpek balıklarının çekimi için hazırlık yaptık. Orada dibe indiğimizde bir kayanın önünde duruyorduk. Rehberimiz bizden 3 – 4 metre açığımıza iple bağlı 2 tane bidon koyuyordu. İçerisinde sardalya artıkları olan üzeri delikli bidonlar. Bu sardalya kokuları akıntıyla etrafa gidiyor ve uzun geniş bir alana yayılıyor. Yakınlarında köpek balığı varsa o kokuyu duydukları zaman o bölgeye geliyor. Daha sonra dip zemine koyduğumuz büyük balık parçalarını yiyorlar ve biz de o sırada çekim yapıyoruz. Bunu birkaç gün yaptık fakat daha sonra aniden bir gün bir baktık ki büyük beyaz geldi. Önce etrafımızda birkaç tur attı yaklaşık 5 dakika dolaştı ve gitti. Yanımızda Steve vardı. Steve bizden önce dalıp bu hazırlığı yaptığı için havası azalmıştı. Gittiğini düşündüğü için ben çıkıyorum dedi ve o yukarı çıktı. Biz Güngör’le beraber kaldık ve birkaç dakika sonra tekrar geri geldi ve devamlı etrafımızda dolaşmaya başladı. Bidonları ısırmaya çalışıyordu. Daha sonra üstümüzden geçti, dolaştı. Tabii bir müddet sonra biz haklı olarak paniklemeye başladık, zira gitmezse nasıl yukarıya çıkacaktık? Nefeslerimizi tutmaya başladık. Güngör’e havamızı tutalım diye işaret ettim. Böylece mümkün olduğu kadar uzun süre kalabilirdik, belki o arada gider diye düşünüyordum. Ama bir türlü gitmiyordu.

    Daha önce bir filmde izlemiştim. Başka bir cins köpekbalığı bir fotoğrafçı kadına saldırıp bacağını parçalamıştı. Kadın balığın ikinci hamlesinde fotoğraf makinasını ve flaşını köpekbalığının ağzına itmişti. Balık da kamerayı kapıp onunla uğraşırken, diğer balık adamlar kadını alıp yukarı kaçırmışlardı. O an bu film aklıma geldi. Güngör’e gerekirse fenerleri atabiliriz diye işaret ettim. O da olmazsa kamerayı ağzına doğru atıp kaçarız diye düşünüyordum. Bu arada yukarıda bizi bekleyen rehberlerimizden Mark, havamızın bitmesi gerektiği zaman yukarı çıkmayınca şüphelenmiş. Oysa biz havamızı idareli kullanıyorduk. Onlar bunu bilmediği için paniklemişler haklı olarak. Çünkü daha önce bu bölgede 4 tane balık adam parçalanmış ve burası uzun yıllar dalışa yasaklanmış, daha yeni açılmış. Eğer bize bir şey olursa ve bölge dalışa kapatılırsa yine işlerinden olacaklardı.

    Mark kaptan köpek balıkları için kullandıkları zıpkını alıp uzak bir bölgeden dalmış ve kayaların arkasına saklana saklana yanımıza kadar geldi. Gitmesini bekleyelim diye işaret etti. Biraz daha bekledik ama artık yukarı çıkmak zorundaydık çünkü benim tüpümde çok az hava kalmıştı onu işaret ettim. Mark da O bizim üzerimizden giderken ters istikamete doğru kaçabileceğimizi işaret etti. Köpek balığı yine üzerimizden döndü, O bidonlara giderken, biz büyük bir hızla diğer yöne doğru gittik ve çılgın gibi yüzeye çıktık. Yukarı yavaş çıkalım diye saatimiz alarm veriyordu ama yavaşlama şansımız yoktu. Bizi açık suda yakalaması başımıza gelebilecek en kötü şeydi. Çılgın gibi bota yükseldik. Su altında büyük beyazla çekilmiş görüntü dünyada çok az. Ben de bir daha büyük beyazın olduğu yere asla girmezdim, insanlarda girmiyor. Çünkü her yıl dünya genelinde 100 vakası oluyor büyük beyazın ve bunlardan 25’i de ölümle sonuçlanıyor. Sörfçülere, plâj içlerine giriyor. Genelde ısırıyor, bir yeri koparıyor ve parçalıyor. Şansı olan varsa kan kaybetmeden kurtuluyor. Benim 40 yıllık dalış hayatımda böyle unutulmaz bir 25 dakika var.

    İlk kez mi karşılaştınız?

    İlk karşılaşmam. Daha önce bir de Ganz Bay’da kafes içinde karşılaşmıştım. İki rehberlerimiz de 35 yıldır o bölgede dalış yapıyorlar ama bu onların da ilk deneyimiydi. Büyük beyazla ilk kez karşılaşmışlardı.

    Dünyada 10 kişi çekmiş galiba.

    Evet. Dünyada 10 çekim var. Ancak onların çoğu korumalı yapılmış. Bizimkisi korumasız olarak yapıldı. Bu tip çekimlere cesaret edenler genelde kamerayla iniyorlar ama yanlarında onları koruyacak şok çubukları dediğimiz elektrik çubukları veya zıpkınları olan korumalar oluyor. Fakat bizim hiç öyle koruyucu bir tedbirimiz olmadığı için riskimiz de yüksekti. Biz suyun üstüne yükselirken görmüş olsaydı mutlaka saldırırdı.

    Belgesellerinizde büyük beyaz kadar olmasa da tehlikeli olabilecek balıklarla çekimleriniz var. Yavaş yavaş alıştırarak elinizi bile uzattığınız, sevdiğiniz balıklar var. Hiç korkmuyor musunuz bunu yaparken ya da reaksiyonlarının ne olacağını biliyor musunuz?

    Tabii ki ilk zamanlar korkuyordum. Her şeyde olduğu gibi bunda da bir alışma dönemi var. O hayvanların da bir düşünme yetisi var. Zamanla onların psikolojilerini tanımaya başladım. Biz balık deriz, Istakoz deriz ama onların da bir düşünme yetisi olduğunu gördüm. Hepsinin ayrı bir davranış biçimi var. Bakıyorsunuz bir yuvaya Mırı çok sakin, kimisi çok ürkek giriyor yuvasına hiç çıkmıyor. Kimisi çok agresif hemen saldırıyor, kimisi de hiçbir şey yapmazsınız arkadaş canlısıdır. Ama o yumuşak başlıyı bulabilmek veya o agresif olanı yumuşatmak için de en iyi metod mideden geçiyor ve bu standart yıllardır hiç değişmedi. Benim filmlerimde göstermek istediğim de o.

    Yuvasında duran bir Mırı balığına bilmeden elinizle balık uzatırsanız eğer, balıkla beraber parmağınızı yakalar istemeden de olsa çevirir, koparır ve kırar. Sualtı canlılarıyla olan dostluğun sevgiden, sevgiyle uzatılan elden geçtiğini anlatmaya çalıştım belgesellerimde.

    Önce yanımda götürdüğüm yemleri veririm. Koparır, parçalar ama bir süre sonra o sevgiyle uzatılan eli anlar. Sonra avucumun içindeki balığı elime zarar vermemek için gayet nazik şekilde, hani bir dişi bile dokunmasın diye özenerek alır.

    Bir Istakozla arkadaşlık kurdum ama onu anlamakta zorlandım. Önce benim elimi tutuyor ama o dozunu nasıl ayarlıyorsa canınızı acıtmıyor. Hani bir köpekle oynarken sizi ısırdığı zaman tatlı tatlı ısırır ya canınızı acıtmadan. İşte Istakoz da aynı şekilde. Istakozun kıskaçları çok kuvvetlidir. Yani kemiğinizi kıracak kadar sıktığı zaman ciddi yaralanmaya neden olabilir. Benim parmağımı tutuyor ama acıtmıyordu. Ben yemi verirken bazen bilmeden ani bir hareket yaptığımda. Hemen canımı acıtacak kadar sıkıyor. Yani “dikkatli ol canını yakarım” diyor. Ben sakinleşince yine kıskacını gevşetiyor. Böyle dostluklar kurabildim sualtı canlılarıyla ve sevgiyle uzatılan el karşısında onların da yumuşadığını anlattım filmlerimde.

    Beyaz Köpek Balığı dışında çekmeyi isteyip de çekemediğiniz deniz canlısı var mı?

    Balinaları çekmeyi istedim ama bu konuda pek başarılı olamadım. Güney Afrika’ya gittiğimizde çalıştığımız bölgede büyük balinalar vardı ama zaman kısalığı ve havaların sert olması nedeniyle çekim yapamadık. Özellikle de katil balinaları yani Orka’ları çekmeyi istiyordum. Ama tabi ki bu iştekilerin en büyük ideali büyük beyaz köpekbalığı ile çekim yapabilmektir onu da gerçekleştirdim.

    Dünyada ilk kez sizin çektiğiniz görüntüler var. Karadeniz’de antik bir mezarlık, Dumlupınar Denizaltısı’nın ilk görüntüleri. Kendiniz mi araştırma yapıyorsunuz yoksa diğer araştırmacıların bulgularına göre mi dalış yapıyorsunuz?

    Ben genelde TRT ile veya bir televizyon ile çalışmadan önce sinopsis hazırlarım onun için de araştırma yaparım.

    Süngercilerle, balıkçılarla, dalış merkezleriyle konuşurum ve bilgi toplarım. Çünkü 2 senede 1 film yapıyoruz. Bir belgesel bittikten sonra ben öbür belgesel için belge toplamaya başlarım. Ve ondan sonra yapacağımız filmin bir sinopsisini yapıp yönetime veririm.

    Karadeniz’de de Yaşar Tarakçı adlı bir arkadaşımız vardı. Bir balıkadam ve o bölgelerde dalış yaparken bu tip şeylere rastladığını söyledi. Bu bize çok ilginç geldi. Yaptığımız araştırma sonucunda da daha önce hiç çekilmemiş, görüntülenmemiş büyük lahitlere, 1853’de Osmanlı – Rus Savaşı’na ait Osmanlı gemilerinin ahşap bölümlerine, toplara, güllelere ulaştık. Cephane Batığı’na gittik ilk kez, Kiremit Batığı’na.

    Yine Ege’de, Akdeniz’de, Ayvalık’ta ilk kez 2 bin tane amforanın bulunduğu bir Bizans batığına ulaştık. Amerikalılar da ülkemize geldiğinde hep süngerciler ve balıkçılardan bilgi alarak batıklara ulaşırlar. Çünkü süngerciler ve balıkçılar denizin dibini karış karış gezdikleri için bu batıkları görüyorlar. Süngere önem verdikleri için bir amfora testinin onlar için önemi yok. Benim sualtı robot kameralarım var. Bir bölgede düşmüş uçak olabiliyor. Bu bilgiyi alınca, bölgeyi tarıyoruz. Yerini bulduğumuzda da dalıp görüntülüyoruz.

    Kendi keşifleriniz arasında sizin için en ilginç olanı hangisiydi?

    Benim için ilginç olan 2 çekim var. Biri Kıbrıs’taki 15. yüzyıla ait bir Ceneviz batığıydı, toplarıyla, gülleleriyle.

    Bir de Ayvalık’taki 2 bin tane hiç bozulmadan duran Bizans amforasının olduğu batık. O benim için çok ilginç, çünkü büyük ihtimalle o amforaların altında geminin ahşap bölümleri var. Belki de o gemicilerin kullandığı malzemeler, eşyalar vs. var. Bence o ikisi çok ilginçti.

    En çok severek daldığınız bölgeler hangileri?

    Dünyada renk ve çeşit açısından Kızıldeniz ve Maldiv Adaları çok güzel ve çok iyi korunmuş. İnsanlar buralarda avcılık yapmadığı için sualtı canlıları insanlardan korkmuyor. Denize girdiğiniz zaman 1 metreden itibaren etrafınız rengarenk tropikal balıklarla ve sualtı mercanlarıyla doluyor. İnanılmaz bir görüntü. Bir akvaryumun içinde yüzüyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Ama bizde uzun yıllardır sualtı avcılığı yapılıyor. Eğer bir balık sürüsü içine girip bir zıpkınla balık avlarsanız ve çevredeki balıklar sizi görmüşse o balıklar artık insanlardan ürker hale geliyorlar. Tabi gönül isterdi ki benim 1960’larda, 70’lerde denizlerde görebildiğim o zengin canlı hayatı bugün de görebilelim. Ama maalesef Marmara gibi Karadeniz’de kirlendi. Ege ve Akdeniz de süratle kirleniyor. Sualtı canlı hayatını hoyratça kullanıyoruz. Gelecek dönemlere, sualtı belgeseli çekmek isteyenler için üzülüyorum. Yeni belgeselcilerin de yetişmesi zor çünkü çekecek objeler azalıyor. Sualtındaki arkeolojik değerler devamlı kaçırılıp, götürülüyor. Dolayısıyla gelecek nesillere gösterebileceğimiz çok fazla bir şey kalmıyor denizlerimizde.

    Bu çalışmalarınızı uzun yıllardır beraber olduğunuz bir ekiple gerçekleştiriyorsunuz. Ekibinizi neye göre seçtiniz?

    1988’de başladığım belgeselde Oşinograf Dr. Güngör Muhtaroğlu vardı. Çok uyumlu, çok disiplinli bir arkadaşımız. Ben de güvenliğe, tedbire ve disipline çok önem veririm. Çünkü 90 yılında asistanlarımdan biri Marmara Takım Adaları’nı çekerken hayatını kaybetti. Dalışlarında biraz dikkatsiz davranmış. O gün de beraber değildik. Ben bu olaydan sonra ekibimi seçerken disiplinli, fazla cesur davranmayan ve denizi yeneceğini düşünmeyen insanlardan seçmeye başladım. Daha sonraki yıllar Selman Kahraman, Mehmet Ergüner, Fatih Başaran, Tamer Çetin, Onur Apuhan, Erdoğan Özarık gibi insanları bir müddet beraber dalış yaptıktan sonra ekibime aldım. Ben hepsinden büyüğüm, belki 30 yaş büyüğüm ama sevgi saygı, bir abi kardeş ilişkisi içerisinde bugüne kadar getirdik. Onlar benim gözümün içine bakar, ben onların gözünün içine bakarım. Dolayısıyla bugüne kadar birbirimizi hiç kırmadık. Bu kadar ödülün arkasında onlar da var. Onlar olmasaydı ben başaramazdım bu nedenle onlara şükran borçluyum.

    Rahatsızlığınızdan dolayı denize dalamıyorsunuz ama bir ekibiniz var. Onlar için yeni projeler üretiyor musunuz?

    Geçen yıl hastalığıma teşhis konulunca dalamayacağım anlaşıldı. Ama ekibim beni rahat bırakmadı ve “Halûk ağbi seni daldıracağız” dediler.

    Güngör Muhtaroğlu’nun Şakran’daki çiftliğinde büyük bir havuzu var. Bu havuzda bir plâto hazırladık. Benim uzun süredir düşündüğüm bir şeydi bu. Havuz 2 – 3 metre derinlikteydi ve benim dalmama engel olacak bir derinlik değildi. Bu havuzda festivale göndermek için “Çılgın Müzisyenler”i çektik. Bu filmde tüm dünyadan gelen 160 filmin arasından dünyanın “En Fantastik Filmi” seçildi.

    Yeni projelerim de var ama şikayetlerim çok arttı. Çok uzun vadeli düşünemiyorum artık. Bütün düzenim bozuldu. Sabaha kadar oturup, gündüz 3 -4’e kadar uyuyorum. Önümüzdeki günlerde yapılacak bütün festivalleri iptâl ettim. Çünkü ayakta duramıyorum. Ama yine bu tempoda giderse bu yaz gerçekleştirmeyi düşündüğümüz yine çok güzel bir projem var onu da yine havuzda gerçekleştireceğim. Çok güzel bir projem var. Çok ünlü filmlerin ünlü sahnelerini su altında canlandırmayı düşünüyorum. Çok hoş birkaç eser ortaya çıktı. Ama ona cesaret edemiyorum.

    Bir de eğer yine sağlığım müsaade ederse Nisan ayında Kemer’de bir festival var, orada Kaptan Cousteau’nun ekibi, Kürşat Tüzmen bakanımız gelecek o da dalgıçtır. Ayrıca Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek Paşa ve Ekmel Totragan paşadan oluşan bir ekiple Kemer’de sualtında bulunan Paris gemisine dalınacak. Totragan paşa ve Andre Laban yağlı boya tablolar yapacaklar. Benim de sağlığım müsaade ederse dalıp biraz moral bulmaya çalışırım.

    Aldığınız 28 ödül sizi kamçıladı mı?

    Bugüne kadar onlarca ödül aldım. Tabi ki her aldığım ödül benim için yeni bir teşvik vesilesi oldu. Dünyanın çeşitli ülkelerinde çeşitli festivallere katıldım. Bunları yapabilmiş olmak beni manevi yönden çok tatmin ediyor. Meselâ Fransa’da düzenlenen festivalin jüri başkanıydım. Tabi ki bu benim için de ülkem için de onur vericiydi. Bir Türk’ün onlarca filmin geldiği bir festivalde jüri başkanı olması benim için çok onur verici bir şeydi. Çünkü Fransızlar kolay kolay bir Türk’e festivali teslim etmezler. Aynı festivalde Custeau ekibinden Andre Laban’a müzik jürisi başkanlığı verilmişti. Halbuki o video jürisi başkanı olmaya belki benden daha lâyıktı ama beni uygun gördüler. Tabi bu beni çok fazlasıyla onore etti.

    Zaman zaman Fransız ekipler geldi. Onlarla birlikte ortak filmler yaptık. Yani her ödül bana yeni bir güzellik getirdi.

    2005’in Aralık ayında Yugoslavlar beni Belgrad’a onur konuğu olarak davet ettiler. Festivalin açılışını ben yaptım. Onur ödülü verdiler. Dolayısıyla bunun gibi beni onore edici ödüller daima bana iyi bir teşvik verdi. Yeni bir şeyler yapıp yurtdışında ülkemi güzel temsil edebilmenin hayaliyle yaşadım. İşte önümüzdeki döneme eğer sağlığım düzelirse hemen başlayacağım ve yeni projeyle dünya festivallerine katılmaya devam edeceğim. (08 Mart 2006)

    *****

    HÂLUK CECAN BİYOGRAFİSİ

    *1946 İstanbul doğumlu. İlköğrenimini Kalamış İlkokulu’nda, ortaöğrenimini Işık Lisesi’nde ve üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde tamamladı.
    *İlk fotoğraf ve 8mm. film çalışmalarına 1958 yılında başladı.
    *İlk sualtı film çalışmasını 1964 yılında yaptı.
    *1982’de İstanbul Balıkadamlar Kulübü 2. Başkanlığına seçildi. Ve aynı yıl ilk sualtı film ödülünü aldı.
    *1984’ten itibaren video kameralara kabin imâl etmeye başladı.
    *1988’de T. R. T. için ilk Türk sualtı belgeselinin çekimlerini gerçekleştirdi.
    *1990 yılından itibaren ilk orta lise ve üniversitelerde, sualtı kulüplerinde, Lions kulüplerinde, çeşitli kuruluşlarda sualtı belgeselciliği konusunda konferans, panel ve film gösterimlerine katıldı.
    *İ. T. Ü. Sualtı sporları Kulübü Film Fotoğraf Bölümü’nü yönetti. Sualtı film fotoğraf eğitimi için öğrencilere konferans ve film gösterileri yaptı.
    *1987 yılından itibaren çeşitli dergilerde sualtı filmciliği, fotoğrafçılığı ve belgeselcilik konularında makaleleri ve yazıları yayımlandı.

    ÖDÜLLERİ

    1982 – Ada Filmi – İfsak Film Yarışması Jüri Özel Ödülü
    1988 – Seyir Günlüğü – O.D.T.Ü Sualtı Film Yarışması Ödülü
    1989 – Seyir Günlüğü – O.D.T.Ü Sualtı Film Yarışması Ödülü
    1990 – Seyir Günlüğü – O.D.T.Ü Sualtı Film Yarışması Ödülü
    1990 – Mavi Derinliğin Dişleri – Fransa Dünya Sualtı Film Festivali Dünya İkincilik Ödülü
    1992 – Tenten ve Denizler Hakimi – Fransa Dünya Sualtı Film Festivali Insolid Ödülü
    1992 – Sessiz Dünyada Gezintiler – Hürriyet Gaz.1992 Altın Kelebek En İyi Belgesel Ödülü
    1992 – Sessiz Dünyada Gezintiler – Fransa Doğa Filmleri Festivali İkincilik Ödülü
    1992 – Sessiz Dünyada Gezintiler – Sedat Simavi Belgesel Ödülü
    1993 – Sessiz Dünyada Gezintiler – Cengiz Polatkan Belgesel Ödülü
    1993 – Mavi Derinliğin Dişleri ve Tenten ve Denizler Hakimi – Fransa Dünya Film Fest. Dünyanın en iyi 20 Yönetmenine verilen Prima Clup Ödülü
    1995 – Mavinin Dostluğu – Çek Cumhuriyeti Uluslararası P.A.F Film Fest.Dördüncülük Ödülü
    1995 – Mavi Derinliğin Sırları – Altın Kelebek En İyi Belgesel Ödülü
    1996 – Tenten ve Denizler Hakimi – Çek Cumhuriyeti 18. Dünya Sualtı Filmleri Festivali Üçüncülük Ödülü
    1996 – Dinazor – Fransa 23. Dünya Sualtı Filmleri Festivali Dımıtrı Rabikoff Ödülü
    1997 – Tenten ve Denizler Hakimi – Fransa Strasbourg Uluslararası Sualtı Film Festivali Üçüncülük Ödülü
    1997 – Mavinin Dostluğu -Uluslararası Ankara Film Festivali Belgesel Film İkincilik Ödülü
    1997 – Dinazor – İspanya Ciclo Uluslararası Sualtı Film Festivali Jüri Özel Ödülü
    1997 – Dinazor -Çek Cumhuriyeti Tachov Uluslararası Sualtı Film Festivali Jüri Özel Ödülü
    1997 – Dinazor – Tunus Tabarka Uluslararası Film Festivali Birincilik Ödülü / Grand Prix
    1997 – Dinazor – 4. Slovakya Tatras Uluslararası Film Festivali Jüri Özel Ödülü
    1997 – Dinazor – 4. Slovakya Tatras Uluslararası Film Festivali Bronz Denizatı Ödülü
    1997 – Dinazor – 4. Slovakya Tatras Uluslararası Film Festivali Tatras Ödülü
    1998 – Olmak, Olmamak – Slovakya Tatras Uluslararası Film Festivali Jüri Özel Ödülü
    1998 – Dinazor ve Tenten ve Denizler Hakimi / Çevre Ödülü
    2000 – Mavi Güneyden Yeşil Adaya – Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başarı Ödülü
    2000 – Mahşerin Atlıları – Fransa Uluslararası Strasburg Sualtı Filmleri Festivali Üçüncülük / Bronz Balina
    2000 – Mahşerin Atlıları – Fransa Uluslararası Berre Sualtı Filmleri Fest. Letrange Ödülü
    2000 – Mahşerin Atlıları – İspanya Uluslararası Ciclo Sualtı Filmleri Fest. Jüri Özel Ödülü
    2000 – Mahşerin Atlıları – Çek Cumhuriyeti Uluslararası P.A.F Sualtı Filmleri Festivali Denizkızı Ödülü
    2000 – Mahşerin Atlıları – İtalya Uluslararası Pelagos Sualtı Filmleri Festivali Juri Özel Ödülü
    2000 – Mahşerin Atlıları – Slovakya Uluslararası High Tatras Sualtı Filmleri Festivali Jüri Özel Ödülü
    2000 – Mahşerin Atlıları – Marsilya Sualtı Filmleri Festivali / Anfor Ödülü.
    Uzaya Kaçış – Fransa Dünya Sualtı Filmleri Festivali Insolid Ödülü(En İlginç Film Ödülü)
    2004 – Uzaya Kaçış – Belgrad Uluslararası Sualtı Filmleri Festivali Jüri Özel Ödülü
    2005 – Uzaya Kaçış – İspanya San Sebastian Uluslararası Sualtı Filmleri Fest. Jüri Özel Ödülü
    2005 – Uzaya Kaçış – Fransa Stasbourg Uluslararası Sualtı Filmleri Festivali Orijinalite Ödülü
    2005 – Çılgın Müzisyenler – Fransa Dünya Sualtı Filmleri Festivali En Fantastik Film Ödülü
    2005 – Çılgın Müzisyenler – Belgrad Uluslararası Sualtı Filmleri Festivali Onur Ödülü

    BELGESELLERİ

    ADA (1982)

    Ayvalık ve çevresindeki adalarda yapılan çekimlerden oluşturulan, ilk HALÛK CECAN Belgeseli

    SEYİR GÜNLÜĞÜ (1988)

    Bölüm Sayısı : 10
    Çekim Mekanı : Akdeniz ve Kıbrıs Adası
    Yönetmen, Yapımcı : Orhan TUNCEL
    Su Altı Kameramanı : Halûk CECAN
    Belgesel tamamen Türk ekipten oluştuğu için ilk Türk Su Altı Belgeseli denilebilir.
    Seyir Günlüğü, TRT ve İstanbul Su Ürünleri Yüksek Okulunun birlikte çalışarak gerçekleştirdiği bir su altı belgeselidir. Deniz biyolojisinin yanı sıra su altında kullanılan teknik malzemelerin kullanılışı, deniz kirliliği, Çanakkale batıkları gibi konuları da içermektedir.

    MAVİ DERİNLİĞİN DİŞLERİ (1990)

    Süresi : 20′
    Bölüm Sayısı : 1
    Yönetmen, Yapımcı : Halûk CECAN
    Senaryo : Müşfik AKARCAN
    Su Altı Kamera : Halûk CECAN
    Sualtındaki canlıların vahşi ve acımasız mücadelelerini ve onlara uzatılan sevgi dolu bir elin ortaya çıkardığı vahşi maskelerin altındaki yumuşak yüzlerini anlatıyor.

    SESSİZ DÜNYADA GEZİNTİLER (1991)

    Çekim Mekanı : Ege ve Akdeniz kıyıları
    Yapımcı,Yönetmen : Orhan TUNCEL
    Yapım ve Yönetmen Yardımcısı : Müşfik AKARCAN
    Metin Yazarı : Orhan TUNCEL / Müşfik AKARCAN / Halûk CECAN
    Seslendiren : Hayri KÜÇÜKDENİZ
    Post Production : Deniz ATEŞTÜRK / Göksel GÜLENSOY / Şadan ÇAĞLAR
    Su Altı Kameramanı : Halûk CECAN
    Su Altı Kamera Asist.: Güngör MUHTAROĞLU / Yavuz Bedri TUNCEL / Yalçın URAS
    Kameraman : Erdinç TUNÇ
    TRT İstanbul Televizyonu tarafından hazırlanan sualtı belgeseli 60 günde tamamlandı. Antik kalıntılar, Caretta Caretta cinsi kaplumbağalar, batık kentler, nesli giderek tükenen Akdeniz Fokları ve çeşitli sualtı canlıları görüntülendi.
    Belgesel, Türk Su Altı Belgeseli olarak yurt içi ve yurt dışında 7 ödül aldı.

    TENTEN VE DENİZLER HAKİMİ (1992)

    Süresi : 15′
    Yönetmen : Halûk CECAN
    Su Altı Kamera : Halûk CECAN
    Cecan’ın bu ödüllü filminde 4 ayda inşa edilen köpekbalığı biçiminde bir denizaltı kullanılıyor. 2 motoru sayesinde su altında 2 saat gidebilen denizaltının yüzgeçleri, kuyruğu ve ağzı hareket edebiliyor.
    Cecan, bu filmde ilk kez sualtı canlılarına “kostüm ve makyaj” uyguladı. 100 değişik modeldeki kostümler, balıklara, yengeçlere, ıstakozlara giydirildi. Çevre ve doğa problemlerine değinilen film, Karadeniz, Marmara ve Ege’de 2 yıllık çalışma sonunda tamamlandı.

    MAVİNİN DOSTLUĞU (1994)

    Süresi : 15′
    Yönetmen : Halûk CECAN
    Su Altı Kamera : Halûk CECAN
    Cecan bu belgeselinde sualtı dünyasındaki canlıların sert, agresif tutumlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini, beslenme zincirinden örnekleri, insan-balık ilişkilerini, kurulan dostlukları, sualtı dünyasındaki yaşam savaşından çarpıcı kesitleri anlatıyor.

    DİNAZOR (1996)

    Süresi : 17′
    Formatı : Fransızca
    Yapımcı, Yönetmen : Halûk CECAN
    Dünyanın ıssız bir yöresinde yaşayan iki canlının yaşamından kesitler verilen belgeselde, insanlarla birlikte doğanın, sualtı flora ve faunasının nasıl bozulduğu anlatılıyor.

    OLMAK, OLMAMAK (1998)

    Yapım Tarihi : 1998
    Bölüm Sayısı : 1
    Yönetmen : Halûk CECAN
    Su Altı Kamera : Halûk CECAN

    MAVİ GÜNEY’DEN YEŞİL ADA’YA (1998)

    Bölüm Sayısı : 13
    Çekim Mekanı : Akdeniz ve Kıbrıs Adası
    Yapımcı,Yönetmen : Orhan TUNCEL
    Su Altı Kameramanı : Halûk CECAN
    Dalış Ekibi : Güngör MUHTAROĞLU, Tamer ÇETİN ve Yalçın URAS
    Belgeselde 15. yüzyıldan kalan bir Venedik batığı ve Girne açıklarında Milli Parkta yer alan Lagoslarla ilgili çekimler yer almakta.

    CALYPSO’DA KALAN HATIRALAR (1999)

    Yapımcı,Yönetmen : Halûk CECAN
    Halûk Cecan, bu belgeselinde dünyaca ünlü deniz bilimci Kaptan Cousteau’nun ekibine uzun yıllar başkanlık yapan Andre Laban’ın, Calypso’daki 20 yıllık anılarını anlatıyor.

    MAHŞERİN ATLILARI (2000)

    Yönetmen : Halûk CECAN
    Su Altı Kamera : Halûk CECAN
    Çevre kirliliğine dikkat çeken Mahşerin Atlıları filmi iki buçuk yılda tamamlandı. Filmde 40 kadar maket ve model kullanılıyor. Bu modeller altı ayda tamamlanabilmiş. Film sadece bilinen o denizaltı görüntülerini, balıkları, böcekleri göstermiyor. Hareket eden dev maketler var filmde. Savaş arabaları, dev denizatları, heykeller, tapınaklar var. Filmin en önemli özelliği ise, bazı sahnelerde kullanılan özel bir teknik. Filmin bir bölümünde ışık alttan yani denizaltından geliyor. Bu sahneler maketleri ve oyuncuları köpüklerle desteklemek suretiyle, ters olarak çekilmiş yani bütün objeler baş aşağı asılmış. Bu teknik dünyada ilk kez bu filmde kullanılmış.

    ROTA (2005)

    Yapımcı,Yönetmen : Levent Çelmen
    Su Altı Kamera : Halûk CECAN
    TV8’de yayınlanan yelken ve denizcilik programı. Her bölümünde denizcilik kültürünün farklı bir yanının ele alındığı ve ekibin seyir hikâyelerinin ekrana yansıtılacağı programda, yelken yarışları, sualtı dünyası, tekneler, deniz okulları, sektörde yaşanan sorunlar, Türkiye ve Akdeniz kıyılarında seyahat hikâyelerinden örnekler bulunuyor.

    (08 Mart 2006)

    Serpil Boydak