Kan ve Çikolata

Katja von Garnier’in yönettiği ve Agnes Bruckner, Hugh Dancy, Olivier Martinez ile Katja Riemann’ın oynadığı Kan ve Çikolata (Blood and Chocolate), 08 Haziran 2007‘de Özen Film dağıtımıyla Özen Film – Umut Sanat tarafından vizyona çıkarıldı.
On yıl önce, Colorado dağlarında genç bir kız, ailesinin kanlarında taşıdıkları bir gizem yüzünden vahşi avcılar tarafından öldürülmesini çaresizle izledi. Ormana kaçarak ellerinden kurtuldu ve avcıların hiç bir zaman bulamadıkları bir şeye, bir kurda dönüştü. Dünyanın yarısı kadar mesafe katetmiş olmasına rağmen, Vivian Gandillion hâlâ kaçıyor.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • İskoçya’nın Son Kralı

    Kevin MacDonald’ın yönettiği ve Forest Whitaker, James McAvoy, Kerry Washington ile Gillian Anderson’ın oynadığı İskoçya’nın Son Kralı (The Last King of Scotland), 23 Şubat 2007’de Özen Film dağıtımıyla Özen Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Genç doktor 1970’lerin Uganda’sına vardığında çok uzaklardaki bir ülkede vahşi bir macera yaşayacağını düşünerek yola çıkmıştır. Eğlenecek, insanlara yardım eli uzatacaktır. Fakat bu yolculuk dünyanın en karanlık yerine, insan kalbine gidiyordur. Film dünyanın tanıdığı en çılgın diktatörlerden biri olan Idi Amin dönemindeki Uganda’yı beyazperdeye taşıyor.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Alman Kültür Merkezi Mart 2007 Gösterimleri

    Yeni Çarşı Cad, No: 52, Beyoğlu, İstanbul adresindeki Alman Kültür Merkezi’nde Mart 2007′de Arka Bahçe İnsanları (Yön: Serhan Şanlı, Barış Şahin, Şevket Onur Cihan), Çatlak Sesler, Aşk Şarkıları (Yön: Klaus Maeck, Johanna Schenkel), Nina Hagen = Punk + Glory (Yön: Peter Sempel) ve The Nomi Song (Yön: Andrew Horn) adlı filmler gösteriliyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Fotoğrafa haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Alman Kültür Merkezi Mart 2007 Gösterimleri yazısına devam et
  • Iwo Jima’dan Mektuplar Yoluyla İç Döküş

    Perdede onlarca, yüzlerce Japon askeri sapır sapır dökülürken düşündüm. Düşünmemeye çalıştığım ne varsa zihnime üşüştü. Savaşı düşündüm. Savaş, adını bildiğim, ama içini dolduramadığım bir kavram oldu benim için hep. Nedeni ne olursa olsun bir türlü anlayamadığım… Altmışbir yıl önce, Iwo Jima’da, vatan sevgileri için, idealleri için, ya da sadece mecbur oldukları için ölen o Japon askerlerini izlerken, Amerikan filosunun askerlerinden nefret etmekten alıkoyamadım kendimi. Sonra, yaralanan bir Amerikan askerinin üzerinden çıkan, annesine yazılmış bir mektupla altüst oldum. Onun da insan olduğunu hatırlatan o mektupla, yıllar önceye, üniversite yıllarıma dönüverdim. En yakın arkadaşımın Heybeliada’daki evinde kaldığım o geceye… İlk kez bir adada kalacaktım, ama bir başka ilk, dört yanı denizlerle çevrili bir kara parçasında bulunmanın biraz korkutucu ruh halini geride bırakmıştı. O gece, ilk kez bir Yunanlıyla tanışmıştım çünkü. Benim yaşlarımdaydı. Kanlı canlı, neşeli, cana yakın bir insan. O gece, dünya görüşüm adına bir sınav verdim ben. Hani o “Ege denizine döktüğümüz düşman Yunanlıların” birbiri içine geçmiş bir yumak değil, tek tek insanlardan, tıpkı bizim gibi bireylerden oluştuğunu gördüm. İçimdeki hümanist o gün uyandı işte… İyinin ve kötünün birlikte yaşadığı bir dünyaydı bu…

    İşte o noktadan sonra, filmi izlerken, her iki tarafı bireyler olarak görmeye çalışarak, kazıdım kafama her bir kareyi. Bir yandan da Clint Eastwood’un nasıl anlamlı bir işe imza attığını düşünerek. Flags of Our Fathers’da Amerikan askerlerinin tarafından anlattığı öyküyü, bu defa da Japon askerlerinin tarafından anlatacak kadar yürekli ve duygulu olduğu için ona hayran kalarak…

    Onlarca yıl sonra, adanın ıssız topraklarından çıkarılan o mektuplar… Anavatanı savunmak için Iwo Jima’ya gönderilen ve asla geri dönemeyeceklerini bilen o askerler… Kimi vatanını canından çok seven, kimi ideal uğruna asker olmuş ama savaş gerçeğiyle karşılaşınca alt üst olan, kimi de sırf o ülkenin vatandaşı olduğu için orduya alınmış, ama hepsi geride sevdiklerini bırakmış olan o insanlar, o mektuplar sayesinde, yeniden ete kana bürünüp dikilmişlerdi karşımıza… Birileri utansın, birileri ders alsın diye. Sadece kendi vatandaşları değil, tüm dünya onların yaşadığı trajediye tanık olsun diye…

    Iwo Jima’daki kanlı çatışma yaklaşık 40 gün sürmüş okuduklarıma göre. Filmde eksikliğini duyduğum tek şey bu zaman kavramı oldu galiba. Aynı günün içinde değildi olan biten bu kesin, ama kaç gün geçmişti anlamak mümkün değildi. Filmde generalin savunma taktiği de çok açıkça belirtilmemiş. Oysa, yine tarihi bilgilerin gösterdiğine göre, General Kuribayashi, adanın savunması adına, 18 milden fazla tünel, 5 bin mağara ve Japon güçlerinin Amerikan birliklerini hedef alabilecekleri daha küçük yuvaların birbirine bağlandığı bir ağ oluşturmuş. Tüm bunları bir yana bırakırsak, film, her biri canlı karakterleri kadar, görüntüleriyle de bir gerçeğin altını çiziyor. Yönetmeninin de dediği gibi: “Bu film kazanmak ya da kaybetmek hakkında değil. Savaşın insanlar üzerindeki etkisi ve vaktinden önce hayatlarını kaybedenler hakkında.” Iwo Jima’da neredeyse 7 bin Amerikan askeri öldü; 20 binden fazla Japon askeri can verdi. Iwo Jima’nın kara kumlarını kanlarıyla suladılar; ama fedakarlıkları, mücadeleleri, cesaretleri ve merhametleri, evlerine yolladıkları mektuplarda ve bu mektuplar sayesinde yapılmış bu filmde yaşıyor…

    (20 Şubat 2007)

    Gülay Oktar Ural