Gülünüz Güldürünüz

Günlerden bir gün Emel Sayın “Yağdır mevlâââm suuu” diye şarkı söylemişti de yer yerinden oynamıştı. Ben diyeyim 4.4, sen diyeyim şeş nokta beş şiddetinde bir sarsıntıya eşit olmuştu. Mevlâ’m milyonlarca TV izleyicisinin karşısında galeyana gelmiş, yağmuru Emel’in mübarek gözlerinden akan yaş haline getirmiş ve hüngür hüngür yağdırmıştı.

İlle-ve-lâkin Emel “Mavi Boncuk”taki bütün şarkıları mecburen gülerek söyledi; çünkü film mânâ ve konu itibariyle her ne kadar kadın kaçırma ve fidye alma üzerineydiyse de netice itibariyle komedi idi. Keza “Makber”de gülmese de, ağlamasa da konuya uygun olarak asık suratla söylemek durumunda kalmıştı.

Malûmunuz olduğu üzere geçtiğimiz günlerde büyük bir doğal felâket yaşadık. Milletimize, vatanımıza, taşımıza, toprağımıza, insanımıza, dağdaki yılanımıza, çıyanımıza kadar hepimize geçmiş, geçmiş, geçmiş olsun. Allah bir daha tekrarını göstermesin. Bütün gazetelerimiz konuya geniş ilgi gösterdiler; ki doğaldır. Benim dikkatimi çeken bir konudan bahsedeyim. İşbu yazının müsveddesini hazırladıktan sonra gazetenin birinin okur sayfasında bahsedeceğim konuya kısaca değinen bir nota rastladım. Önce ele almayayım dedim, sonra “memleketin okur profili sadece bahsi geçen yayının kapsama alanıyla sınırlı değildir düşüncesiyle” -konuyu- elime aldım.

Gözüme çarptığı kadarıyla Milliyet, Akşam ve bizim gazete deprem sonrasında siyah başlıkla çıktı; başkaları da olabilir. Siyah başlık şimdiye kadar büyük Atatürk’ümüzün ölüm yıldönümlerinde kullanılırdı. Gazetelerin bu hassasiyetini anlıyor ve takdir ediyorum; fakat ayni gazetelerin ulema/alim/uzman köşe yazarlarının bu elim ve milletimizi yasa boğan felâket hakkında yazdıkları sütunlarından aldığım örneklere bakınca, yukarıda Emel Sayın bölümünde anlatmaya çalıştığım uygun görüntü ile sanatını icra etme meselesinin ne kadar önemli olduğuna kanaat getirdim. Bakınız gülen adamlar (ve kadınlardan) örnekler vereyim; siz de kanaat getirin.

İnci Asena: “… insanlar ‘ceset torbası’ diye bağırıyor”. Zeynep Atikkan: “Öyle bir yerden vurdu ki”. Güneri Cıvaoğlu: “Sedye yerine çarşaflarla taşınan ölüler…”. Uğur Dündar: “… yüzyılın felâketini getiren o korkunç gecenin…”. Mümtaz Soysal: “Korkunç uğultu ve sallantı başladığı zaman…”. Umur Talu: “… daha da şiddetlisini beklemeyeceğiz herhalde”. Güngör Uras: “Şu anda sadece TÜPRAŞ’ın depoları yanmıyor, ülke ekonomisi yanıyor”.

Misâl verdiğim yazarların çoğunluğu okuru olmaktan gururlandığım gazetede yazmaktadırlar. Gururlandığım gazetenin promosyonsuz nüshasını aldığımdan, onlar benim gibi okura sahip olduklarından gururlanıyorlar mı orasını bilemem, ama okur görüşüne saygı, söz ve lâf söyleme hürriyeti vs. nedeniyle konuyu açıklıkla tebarüz ettirmek istedim.

Size söylüyorum arkadaşlar üzüntünüz olduğu muhakkak, lâkin sütununuzun, köşeninizin, makaleninizin üstüne, başına, tepesine, hiç olmazsa günün mânâ ve ehemmiyetine uygun üzgün ve süzgün bir fotoğrafınızı koysanız olmaz mı? Madem ki bu kadar üzüntülüsünüz, yazılarınızın tepesinde müstehzi müstehzi gülmeyiniz yahu ve yahuye .

Uğur ile Güneri çok tatlı güldükleri için sadece onların fotoğraflarını koydum ve bilhassa Uğur Dündar’ın kamera ile birlikte her yere savcı gibi girişine ve vatandaşı azarlar gibi soru sormasına korkunç bir hayranlık duymaktayım. “İşte sayın seyirciler, şuradan itibaren Edes’in arazisi başlıyor. Korumalar haber alma özgürlüğümüzü engelliyorlar; bizi içeri sokmuyorlar”. Giydir Uğur, giydir; aferin; nasılsa orası senin babanın çiftliği. Sektir et özel mülkiyet hakkını filân. Yeter ki millet: “Ulan ne gazeteci bee, helâl olsun. Aslanım me-eee” desin. (Üretim Tarihi: 29.8.1999).

Sadi Çilingir

(1) Borsacı, belediye başkanı, hariciyeci, dahiliyeci, madenci, ormancı, şair, sikiyatprist, yatsikiprist, psikiyatrist, -her neyse işte- ve daha bir sürü vasıf sahibidirler, işin ilginç tarafı bu vasıfların hepsi bir kişide toplanmaktadır. Ayrıca Bakandan daha iyi Bakanlık, Başbakandan daha iyi Başbakanlık, Cumhurbaşkanından daha iyi Cumhurbaşkanlığı yapabilmek gibi ilâve vasıfları da haizdirler.

(2) Son kelime bayanlar içindir.

(3) Selma Güneri ile bir akrabalığı var mıdır?

Gülün Bittiği Yer

Antalya Festivali’nde “dağıtımcıların korktuğu film” olarak anıldı. Filmin bir başka namı “sağ yönetmenin çektiği sol film” idi. Sol olsun, sağ olsun adam sinemaya gönül vermiş, film çekiyorsa ters gelse de gidin görün. Bakarsınız yarın da tersi olur; sol bir yönetmen türbanı çeker; sağdan görülmeyen yeri soldan gösterir. Bu dediklerimi İsmail/Mustafa Güneş’in festivalde gösterdikleri yakınlık nedeniyle yazmıyorum, çünkü herkese aynı yakınlığı gösterdiler; her ikisi de aydın gençler.

Filmin Cemal Reşit Rey’de yapılan galasına istediğim halde gidemedim, Antalya’daki gösteriminde görmüştüm. Gösteri öncesi Antalya Kültür Merkezi’nin muhteşem salonunun en orta ve en güzel yerine ayağımdaki kısa pantolon ve sandaletlerimle kuruldum.

“Kısa pantolon ve sandalet” teferruatını bilhassa belirttim. Bilindiği üzere ödül törenindeki olaylara bakarak yorum yapanlar, “laaak” diye sorup soruşturmadan Zeki’nin cikleti, Uğur’un blucini, Nuri’nin cebindeki eli’nden bahsettiler. “‘Skandal’ olsun da, çamurdan olsun” felsefesi ile festivalin bütün suçunu, günahını, zartını, zurtunu üç genç sinemacıya yüklediler. Efendiler dünya değişiyor; etrafınıza bir bakın. Salgın haline gelen küçük araba kullanımında bile arabaların tasarımı gençlere hitap edecek görüntüde. Normaldir, çünkü çizenler gençlerdir. Bizim gibi yaşı Kemal’lere bıraksanız, “Motoru, önüne demir sokulup çalıştırılan araba” çizeriz evelallah. Zeki’ye sordum, “anons edilince, aniden, şaşkınlık ve heyecanla sahneye çıktığını” söyledi.

“Gülün Bittiği Yer”in gösteriminde Cüneyt Arkın, Yılmaz Köksal, Fikret Hakan ve daha birkaç ünlümüz -tesadüf bu ya- gelip arkama oturdular. Tam film başlayacak Cüneyt Arkın civardaki arkadaşlarına söyler gibi de, etraftaki seyircilere de duyurur gibi, seslendi: “Arkadaşlar” dedi, “Film başlayacak, cep telefonlarınızı kapatın” diye ilâve etti, biraz durdu, sonra ekledi: “Bakın karateyi bırakalı on yıl oldu; yeniden başlarım haaa”. Yani Cüneyt Fahrettin’liğini yaptı; neşe ve ilgiyle temaşaya başladık.

“Star Wars-Episode 1”i nasıl buldunuz?” sorusuna bir genç bayıldığım -şöyle- bir cevap vermiş: “George Lucas, Cüneyt Arkın’ın ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ını görseymiş film daha iyi olacakmış”.

“Gülün Bittiği Yer”den haftanın incileri: “Görünce anlaşılır zaten; özel biri olduğu fark edilir”. “Her şey çok güzeldi… Bizim elimizde olan her şey…”. Bu filmi görün.

Sadi Çilingir

Elveda Dostum

Türk Sinemasında “sinemacılar dönemi”nin Lütfi Akad’ın “Kanun Namına” filmi ile başladığı bilinir. Erman Film yapımı “Damga” ile yönetmenliğe başlayan Akad usta ve Erman Film hakkında gazete, dergi ve kitaplarda çıkan yazılar genellikle: “Hürrem Erman’ın o yıllarda Adapazarı’nda sinemaları vardı.” diye başlar.

Adapazarı’nda ilk özel sinema olan Erman Sineması o zamanlar şehrin merkezi konumundaki Kömürpazarı da denilen Karaağaçdibi semtinde 1936’da gösterim faaliyetine başlamıştır. 1938’de Atatürk’ümüzün ölümünde 10 gün film göstermeyen sinema 1943 büyük Adapazarı depreminde -gösteri olmadığı bir zamanda- can kaybına sebebiyet vermeden yıkılmıştır. Bunun üzerine Erman Kardeşler şimdi şehrin merkezinde olan yeri alıp 1,5 yıllık inşaat neticesi 1945 yılı sonlarında Saray Sineması’nı gösteriye açmışlardır.

Yenicami tarafından Atatürk Bulvarı’na girilip, hükümet binası önlerinde trafik ışıklarının oradan sağa dönüldüğünde Kavaklar Caddesi başlar. 21 Mayıs’ta biz de aynen böyle yaptık, 15-20 metre gittikten sonra sağa bakınca, “yüreğimiz cız etti.” Saray Sineması’nın her zaman film afişleri ile süslü camekânlarında sarı karton üzerinde siyah yazılarla bir duyuru: “İnşaat sebebiyle sinemamız faaliyetini durdurmuştur. 55 yıl sinemamıza gösterilen ilgiden dolayı tüm Adapazar’lılara teşekkür ederiz. Ermanlar.” (55 yıl, ailenin 1936’dan 1991’e Adapazarı’ndaki sinemacılığını simgeliyor olsa gerek, çünkü Saray’ın yaşı 45’tir.)

Son yıllarda Hürrem Erman’ın yeğenlerinden Mehmet Erman’ın yönettiği sinema, hissedarlar arasındaki çok seslilik ve gelire oranla giderlerin aşırı artması yüzünden faaliyetini durdurmak zorunda kalmış. Geçen ramazan ayını 4 milyon zararla geçiren sinemanın yerine Cep Sineması yapılıp yapılmayacağını sorduğumuzda, merkeze yakın, insan trafiğinin yoğun olduğu bir yerde hazır bina bulunabilirse yapılabileceği cevabını aldık. Adapazarı merkezinin bulunduğu yöre çok sulu ve gevşek toprak yapısına sahip olduğundan İstanbul’da olduğu gibi bina altına salon yapılması çok güçtür. Maliyet çok yükseldiğinden binalarda genellikle bodrum bulunmaz.

Adapazarı’nın ilk imar plânları tanzimi için Almanlar tarafından etüd yapıldığında elin adamı şehrin yayılma yönü olarak Serdivan tepelerini önermiş. Fakat bizim “ova tarafında yüklüce arazisi olan” başarılı yerli müteşebbislerimiz “gösterdikleri beceri ve üstün vatan sevgisinin dürtüsü ile” şehri ovalara doğru yaymışlar. Daha sonraları Karadenizli işbilir müteahhitlerimiz Erenler tarafını beton ormanına çevirirken -ki şehrin son evlerinde öksürseniz Sakarya’dan duyulur-, Yugoslav, Yunan ve Bulgar göçmeni kardeşlerimizin de Yazlık Köyü civarlarına yerleştirilmesi ile ovanın içine… şehir kurulmuş olmuş. İşte Adapazarı’nın “adam dikseniz dal budak salacak bereketli toprakları”nın araya sıkıştırılmış öyküsü böyledir.

Ermanlar’ın yakından tanıdığı Zati Sungur’un birçok kereler gösteri yaptığı Saray Sineması’nın duvarlarında Hamiyet Yüceses’in “Geceler” şarkısı da yankılanmıştır. Müzeyyen Senar’ın ne zaman Adapazarı’na yolu düşse, “Saray’da okuduğu günleri” yadedermiş. Zeki Müren’in Adapazarı’na yaptığı 2 seferin 1952 yılına rastlayanı Saray’ın sahnesinde gerçekleşmiştir.

Yerli filmlerden “Ayşecik”, “Turist Ömer”, “Küçük Hanım” ve “Kezban” serileri geçmişte hasılat rekorları kırmış, Türkiye’yi o yıllarda kasıp kavuran Hint filmi “Avare” ise ilginç bir olay olarak anılara yazılmıştır. Film Saray Sineması’na bir ramazan ayında teklif edilince, “Ramazan programında iş yapmaz, harcamayalım bu filmi” itirazına, ilgili şirketin gayrimüslüm yetkilisi: “Be kuzum, tak bunu, korkma iş yapaor.” deyince filmi takmışlar. Ve film Adapazarı’nda 15 gün kapalı gişe oynamış, sinema önündeki kuyruklar cadde köşesini bile dönmüş.

Sinema yıkılıp giderken biz yine Saray’ın adını yaşatacak bir Cep Sineması isteğimizi tekrar edelim. Gerçekleşmezse elden bir şey gelmez, oralardan geçerken perdeye düşmüş görüntüler maziden ses verir: “Gidiyorum, bütün aşklar yüreğimde.”; biz duyar gibi oluruz. Sinema önünde “Randevu”laşanlar, birlikte film seyredenler, aşklarını perdedeki aşklara benzetenler, bir bakarlar ki gün gelmiş, devran dönmüştür; “Herkesin Keyfi Yerinde”de Marcello Mastroianni’nin başına geldiği gibi, mekânlar gitmiş, sevgililer gitmiş ve insanlar yalnız kalmıştır. İşte şair: “Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş.” dizesini bu gibi durumlar için yazmış olsa gerektir.

“Adapazarı’nda Sinema” hikayesinin “han, apartman yaptıran/ayıptır söylemesi” bölümü, porno film gösteren Fitaş’ta, “zar zor geçim sağlayan/eli yüzü düzgün” bölümü, aile filmi gösteren Yıldız Sineması’nda devam ediyor. (25 Mayıs 1991.)

Sadi Çilingir

Devrim

Sadi Bey’in Seçtikleri: SİYAD’ın (nema YAzarları Derneği) 1999 yılı ödülleri 20 Ocak’ta Emek Sineması’nda verildi. Ediz Hun’un elinden ödülünü alan Filiz Akın, güzel gözlerinden akıttığı mutluluk yaşları ile 36 adet sinema yazarının bir yıllık çalışmasının karşılığını da eksiksiz vermiş oldu. Atilla Dorsay, Cüneyt Arkın’ı: “… muhteşem Cüneyt Arkın” diye sundu, ki bendenizde bu unvana tamamen katılmaktayım. Malkoçoğlu yine yaptı yapacağını, zarf açılmakta zorlanınca: “Yapayım şuna bir karate” dedi ve elini kaldırıp, indirdi. Vallahi büyük adam, yaşarken efsane oluyor. Bendeniz’in yılın sanatçılarını arz edeyim. Ki, oy verdiklerim “Efferim Sadi” demeseler de, vermediklerim “Sen de kim oluyosun?” desinler, vesile olsun kurtlarını döksünler. (Berhan Şimşek hariç; çünkü o aleyhine bile yazsan telefon açıp teşekkür ediyor. Bunu da bil ey sinema kamuoyu, aranızda böyleler de var.) En İyi Film: Salkım Hanımın Taneleri, Yön: Nuri Bilge Ceylan (Mayıs Sıkıntısı). Erk. Oy: Kâmuran Usluer (SHT), Kd. Oy: Başak Köklükaya (3. Sayfa), Sen: Tamer Baran, Ethen Mahçupyan (SHT), Müz: Tamer Çıray (SHT), G. Yön: Ömer Faruk Sorak (Asansör), Yrd. Erk. Oy: Celal Perk, Yrd. Kd. Oy: Hülya Avşar, Umut Veren Oyuncu: Tolga Tibet (Gülün Bittiği Yer).

Kardeşim Benim: Atalarımız: “Ölenle olana çare bulunmaz” demişlerdir. İki hafta önce bu köşede Mahsun Kırmızıgül hakkında bir yazı yayınlanmıştı. Şimdiki kafam olsaydı o yazıyı yazmazdım; Nedendir, izah edeyim: Son günlerde TV.de Prestij’e ait “Kardeşlik” ve “Keke” türkülerini dinleye, göre bir haller oldum. Yazının şuralarını 24 Ocak 2000 tarihinde, saat 9.35’te yazmaktayım, az önce Prestij Plaza’ya telefon ettim, “yetkililer 1 saat sonra gelecek” dediler. Deyeceğim ki: “Her iki türkü klipinin 35 mm.lik kopyasını siz yaptırın, başkanımız Atilla Dorsay’dan onay alayım, biz de SİYAD olarak sinemalara ricada bulunalım, -’sinemada konulu filmden de önemli olan ve fakat bir türlü kitlelere ulaştırılamayan’ kısa film olarak- dev perdede sinemaseverlere sunalım, veya siz reklâm olarak sunun. Keke aynen hık demiş Tuncel Kurtiz’in oyun tarzının cebinden düşmüş.”

Revolution: “Dil üstadı” olarak bilinen, 1940’larda takma kadın adı ile yazan, son marifeti CNN.de program yapmak olan veee… köşede duran fotoğrafına göre yıllardır gözlüğünü yerine oturtamayan Hakkı Devrim üstadımızın 14 Ocak tarihli köşesinden al(ın)mışımdır. Şöyle yazıyor üssstad: “The Observer’dan çevrilen yazı ‘Dünyanın en güzel kadınlarından biri olarak Jane Fonda…’ diye başlıyor. Göz var izan var! Kim vermiş bunun kararını?”

Ve sonra üssstad Jane Fonda’nın özel hayatından bölümler (kardeşinin intihar tşbbsü, pahalı okullarda okmsı, Roger Vadim’le evllği, Vietnam Savaşı aleyhtrlğı, aerobik önclğü ve hayatını Hıristiyanlığa adamsnı küçümseyerek) hatırlatıyor ve yazısının sonunu şöyle bağlıyor: “Şuna kısaca ‘tam bir yirminci yüzyıl piçi’ desenize…” Jane Fonda, Amerikalı da olsa sinemasever olarak bizim malımızdır, o nedenle Sinegöz kibarlığı da elden bırakmadan, yorumunu yazı başında Hakkı’nın kendi cümlesi ile özetliyor: “Göz var izan var! Kim vermiş bunun kararını?” Demek ki huylu huyundan vazgeçmiyor.

Kırk yıl sonra “Güzin Abla”lık bir yazı ile yine başladığı yere dönmüş Hakkı. Mersin’e gider herkes, tersine gider Hakkı. Ayıptır ayıp Hakkı?. Sen kim oluyorsun Hakkı? Ben kim oluyorum Hakkı? Yahu Hakkı? Ha, ha, ha. Kı, kı, kı. Hakkı, Hakkı, Hak… (Eskişehirspor’a böyle tezahür ederlerdi.) (Üretim tarihi yazı içindedir.) Sinegöz bir TEMA gönüllüsüdür.

Sadi Çilingir

Dedektif Madigan

Görüntü tarihine bakarsak, TiVi, ViDiO, ViSiDi, DiViDi çıkmadan önce sadece sinema vardı ve o zaman herhangi bir sorun yoktu. Başımıza gelen sorunun en yakın örneğinden bahsedeyim. NTV’nin kanatları altında yeniden yapılanmaya giden Kanal E sinema filmlerinde belirli saatlerde belirli kalitede filmler yayınlayarak -takdir edildiği üzere- fevkalâde güzel bir uygulamaya başlamıştır. Kulağımıza geldiğine göre filmler sınıflandırılarak yine belirli gün ve saatlerde, klâsikler, gerilimler, komediler, vs. şeklinde sunulacakmış. İyidir. Has sinemaseverlerin gönlü Kanal E’ye doğru meyletmiştir. Ve bu uygulama umarız ki diğer TV.lere de örnek olur. Gel gelelim kaderin garip bir cilvesi olarak ilk örneği oradan vermek durumunda kalıyorum.

Başımıza gelen sorun şudur: Nick Nolte’un “Extreme Prejudice” filmi Western filmidir, 1988 Şubat’ında sinemalarımızda “Hüküm” adıyla gösterilmiştir, fakat nasıl olduysa bendeniz görmemişimdir. Keza Kevin Kline’ın “In & Out” filmi Amerika’da 1997’nin en sevilen komedi filmi seçilmiştir, sinemalarımızda “Vücut Dili” adıyla gösterilmiştir, fakat nasıl olduysa bendeniz görmüşümdür. Gazetelerin TV sayfalarına göre gözünü sevdiğim Kanal E/Star TV.si bu filmleri “Önyargı/İçim Dışım Bir” adlarıyla gösterdi.

Filmler TV, VİDEO, VCD, DVD, GAZETE ve DERGİ’lerde de mutlaka sinemalarda gösterildikleri adları ile gösterilmeli ve anılmalıdır. Ayın filmi “End Of The Day”i taze örnek olarak verirsek: Gösterime çıkana kadar “Günlerin Sonu” olarak anıyorduk, Türkiye sahibi Avşar-Pinema Filmcilik, “Şeytanın Günü” olarak adlandırdı. Film hafızalara bu isimle kaydoluyor, yarın öbür gün TV.de gösterileceği zaman “Şeytanın Üç Günü”, “Dünyanın Sonu”, “Kıyamet Günü” olarak adlandırıp seyircinin kafasını karıştırmanın ne alemi var.

Şimdi siz hasta bir Clark Gable, Vivien Leight hayranı ve “Rüzgar Gibi Geçti” fanatiğisiniz. Televizyonun biri de filmi tutup “Son Bahar Esintisi” adıyla gösteriyor. Gazetede gözünüze şöyle çarpıp geçiyor, seyretmiyorsunuz. Ertesi gün dostunuzun biri tabidir ki “‘Rüzgar Gibi Geçti’yi seyrettin mi, ‘fanatik’?” diye soracak. Siz de afallayacaksınız ve basacaksınız gümüşü (bulmacalarda simgesi SN’dir) TV.ye. Bilmem anlatabildim mi?

Sadi Çilingir

Düşlerin Efendisi

“Yüzüklerin Efendisi”nin sinema tarihinde özel bir yeri olacağı daha çekim aşamasında belli olmuştu. İlk defa bir film üçleme olarak aynı zamanda çekiliyor ve çekilen filmlerin üç yıl peşpeşe aynı tarihlerde gösterilmesi plânlanıyordu. Fantastik edebiyatın baş eseri diyebileceğimiz J. R. R. Tolkien’in “Yüzüklerin Efendisi” kitapları Yeni Zelandalı yönetmen Peter Jackson tarafından 18 ay süren çekimler sonunda beyazperdeye aktarıldı.

Film tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de korkunç bir reklâm kampanyası ile seyirciye sunuldu. Öyle ki Ocak ortalarına geldiğimizde kanaatimizce reklamlar itici gelmeye bile başladı. Filmi ilk gösterimlerinde görmeseydim “artık gına geldiğinden” görmekten vazgeçecek hale geldiğimi bile itiraf edeyim. Zaten duyumlara göre film öncesinde “Yüzüklerin Efendisi” fanatiği olmakla övünen bazı gençler idollerinin artık ayağa düştüğü fikriyle üzüntülere gark olmaya başlamışlar. İlk günlerde eleştirmenlerimizin duayeni Atilla Dorsay’ın yazısındaki: “Dünyada iki çeşit insan vardır, ‘Yüzüklerin Efendisi’ni okuyanlar ve ‘Yüzüklerin Efendisi’ni okumayanlar” şeklindeki ifadesini, “‘Yüzüklerin Efendisi’ni okuyanlar ve ‘Yüzüklerin Efendisi’ni okuyacak olanlar” şeklinde tekzip bile ettiler.

Diğer eleştirmenlerimiz arasında ise “filmin fazla abartılacak bir yanı olmadığını” belirtenler olduğu gibi, “sinema denilen icadın ‘Yüzüklerin Efendisi’ için yapıldığını” yazanlar da vardı. Yani bir taraftan sinemanın önünde “daha yapacak çok işler var”, diğer taraftan “şimdiye kadar yapılanlar faso fiso”. Peki o zaman, daha yeni izlediğimiz “Amelie”, “Akıl Defteri”, “Billy Elliot”, yıllar öncesinin “Siyah Gözler”, “Anayurt Oteli” vs. vs. gibi eserleri “sinema” değil de ne idi?. Onları “vefasızlığın acı birer belgesi” olarak mı adlandırmalıyız?

Şimdi sıra yazının başlığını izah etmeye geldi. Efendim bendeniz yazılarıma mutlaka konuya uygun bir film adını başlık olarak koyarım. Bu bendenizin basın dünyasına intisap ettiği 1989 yılından beri böylece süregelmiştir. Günümüzün modası gereği “Yüzüklerin Efendisi”nin adıyla uygun çeşitli benzetmeler yapıldı. Filme kimisi “Gişelerin Efendisi”, bazısı “Filmlerin Efendisi”, feşmekancası “Sinemanın Efendisi” gibi isimler yakıştırdı. Bendeniz de “Düşlerin Efendisi” adını bu nedenle yakıştırmıştırımdır. Fakat uydurma olmadığına dikkatinizi çekerim; 2001 yılında gördüğüm en iyi 10 filmimden birisinin adıdır, başrolünde Geoffrey Rush oynamıştır ve benden başka sadece üstadımız Atilla Dorsay’ın en iyi 10 film listesinde vardır.

(Sole, Şubat 2002)

Sadi Çilingir

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar

Mustafa Altıoklar yönetiminde çekilen ilk yerli yapımı “İstanbul Kanatlarımın Altında” ve dağıtımını yaptığı “Duruşma” ile yerli filmciliğe renk getiren yabancı film ithalâtçısı Umut Sanat Ürünleri yeni filmi “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”ın çekimini tamamladı. Yönetmenliğini Serdar Akar’ın yaptığı filmin başrollerinde Müjde Ar, Savaş Dinçel, Rafet El Roman, Erkan Can, Sezai Aydın, Şahnaz Çakıralp ve Uğur Polat oynuyor. Yapımcılığını Üstün Karabol ve Nida Karabol’un yaptığı filmin özgün müziklerini Rafet El Roman hazırlıyor. Tek işle uğraşmanın kendisine yetmediğini söyleyen Rafet El Roman bu nedenle yorumculuğu ve besteciliğinin yanı sıra planlı bir şekilde klip yönetmenliği, sinema oyunculuğu ve özgün film müziği çalışmalarına başladığını belirtiyor.

Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak tasarlanan, futbola gönül vermiş ünlü ve ünsüz insanların hikâyelerinin yer aldığı film, aynı zamanda farklı umut ve beklentilerin, tutkuların, aşkların süregeldiği bir yaşam öyküsü. “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” filminde oyuncuların canlandırdığı Esnafspor takımı, Türk futbol tarihinin ünlüleri: Tanju Çolak, Rıdvan Dilmen, Cüneyt Tanman, Metin Tekin, Rıza Çalımbay, Ali Gültiken, Ayhan Akbin gibi dönemin ünlü futbolcularının yer aldığı takıma karşı oynuyor.

Basın mensupları Umut Sanat Ürünleri’nin genç yapımcısı Nida Karabol’un çağrısıyla 4 Temmuz’da Bursa’daki sete götürülmek üzere davet edildi. Hareket yer ve saati olarak: “Taksim A. K. M. önü, 9.30” denmişti. Görevliler ve basının çoğu saatinde geldi. Üç büyük gazeteden birisinin elemanının gelmemesi üzerine saat 10’a kadar beklendi ve araştırıldı. Sonunda telefonla ulaşılan eleman ne dese beğenirsiniz? “AKMerkez önünde yarım saattir bekliyorum; böyle rezalet vs. görmedim.” Bu paragrafı herhangi bir filmde gülmece unsuru olarak kullanılabilir diye yazıyorum.

Kafile Bursa’nın Çekirge semtine intikâl ettiğinde senarist Önder Çakar tarafından karşılandı ve ilk konaklama yeri olarak tesbit edilen Şair Ahmet Paşa Medresesi’ne gidildi. Medya, meşhur İskender Kebabı’nı yemek için çatal elinde alesta beklerken -gelecekte Kültür Merkezi olacak medrese hakkında- müdür adayı tarafından izahat verildi: “Osmanlı vejirlerinden Şair Ahmet Paşa tarafından yapılan medrese, müje yapılmak üjere restore edilmektedir. Mart 2001’de yapılacak açılışta sijlerinde aramıjda bulunmanıjı isterij.”

Konusu 1980’li yıllarda geçen “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”ın yönetmeni ve senaryo yazarı, o yıllardaki “bizim mahalle” havasını Bursa’nın Yenişehir ilçesinde bulmuş. Film çekiminin bir hayli hareket getirdiği Yenişehir, yapımı devam etmekte olan havaalanı, Boğazköy Barajı, Yenişehir Ovası sulama projesi, Bursa-Bilecik karayolu projesi ve Bandırma-Osmaneli demiryolu hattı gibi devlet yatırımlarının tamamlanması ile gelecekte her açıdan cazibe merkezi olmaya aday, 61 köyü, 10 mahallesi olan, Bursa, Bilecik, İnegöl, İznik yollarının kavşak noktasında yer alan bir ilçe.

Sadi Çilingir

Bugün Aslında Dündü

Sinemaskop okurlarına “Merhaba” diyerek tarihi bir günden bahsedeyim. Efendim, hep ağızlara sakız olmuştur: “Türk Sineması 14 Kasım 1914’te Ayastefanos’taki Rus…” diye başlanır. Günümüzde dağılmış ve güç belâ ayakta durma savaşı veren komşumuz Rusya’nın 1914 yılında burnumuzun dibinde, şimdiki adıyla Yeşilköy’deki anıtın yıkılması o günkü hengâmeyi düşünürsek makuldür. Ama gel gelelim bu sene Türk Sineması’nın kuruluşunu kutlarken “Ayastefanos’taki abideyi de mükemmelen anmakta olduğumuzu” farkettim. Muha/faza/kâr Beyoğlu Belediyesi rozet yapıp yakalarımıza bile taktı abi… deyi.

Her neyse, benim söylediğim tarihi gün yeni bir gündür ve 15 Kasım’dır. O gün tesadüfen ailece Beyoğlu’na çıkmıştık, önce balık pazarında “büyük baş hayvan bağırsağı”, yani -AB’ye girersek biraz zor… yiyeceğimiz- koko… reç yedik. Taksim’e doğru yürürken, “Lap” deyû pire… feterôl (bu kelimeyi hep karıştırıyorum, yanlış yazmış olabilirim, düzeltmeyeceğim, doğal kalsın) pastahanesine girip ondan da yedik. Tam Fitaş Sineması’nın önünden geçiyoruz, baktım bir Kalabalık, bir Alabalık, yanaştık. Bu sefer “lap” diye değil “pat” diye daldık içeri. Şimdi benim bu ifademden cesaret alan sevgili sinemaseverler benzer olaylarda aynı teşebbüste bulunmasınlar. “Pat” dediysek, “pat”tan sonra, “Hele dur bakalım, kimsin, necisin, n’aparsın, n’edersin” faslına yakalandık ki, bu ortamda tabîdir.

Şimdi, sevgili oğlumun: “İyi ki Salkım Hanımın Taneleri’ne paldır küldür girdik” dediği meseleye geliyorum. Salkım’ın galasında olup bitenleri “Sinema Gazetesi”nde yazmış ve “Yeni Türk Sineması”nın başlangıç günü olarak 15 Salkım, pardon Kasım gününü ilân etmiş idim. Günün, tarihi bir gün olmasının ikinci gerekçesi de galada Pinema Film’in sahibi Pamir Demirtaş ile görüşmemizdir. “Bir elimde mısır cipsi, öbür elimde bardak” (Orhan Veli’nin “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna” dizesinin günümüze uyarlanmışı) etrafta dolaşırken sevgili oğlum kolumdan çekiştirdi: “Babacığım” dedi, “Pamir abi seninle görüşmek istiyor.” Yanına gittim, şu mevzuyu, yani dergiyi görüştük. Pamir galaya, selvi boylu bir afet-i devran ile gelmişti. Gazeteci milleti hemen etraflarını aldılar ve neticesini günlük magazinlerde okudunuz. İlk merhabamızda Pamir’in yanında Avşar Film’in yakışıklısı Murat Çiçek de vardı; hemen gerçeklerden bahsediverdim: “Yahu arkadaşlar”, dedim, “Ben prod. olsam ve sizin gibi yakışıklı olsam, kendimi, kendi filmimde başrôlde oynatırdım vallahi.” Gülüştük. Açıkça itiraf edeyim ki, bu iltifatı dergide görev alayım diye yapmamışımdır.

Kısaca kendimden bahsedeyim. Bendeniz, 89’dan beri “Sinema Gazetesi” ve “Antrakt Dergisi”nde, sinema konusunda, havadan, sudan bahsederek yazarlık vazifemi sürdürmekteyim. Amaç sinema salonlarındaki seyir keyfine hizmettir. Neyse ki 89’dan sonra Amerikalılar’la birlikte sinema salonları kurtuldu, yenileri açıldı. Uluslararası zincirler (Odeon) gelmeye başladı, ulusal zincirler (AFM, Özen, Avşar) oluştu. Şuuu kadar TV kanalı, buuu kadar video, ooo kadar CE.DE ve DE.VE.DE olduğu halde, sinemaların talep görmesine kendi payıma çok seviniyorum. Bendeniz yazılarımda devamlı olarak konuya uygun film adları kullanmaya çalıştım, Cinemascope’da da bu geleneği devam et… tireceğim. Dergimizde bu sayıda “Türk Sinemasının 85. Yılı”nda olduğu gibi her ay bir konu işlenecek. Ayın filmlerini “Vizyondakiler” adı ile tanıtmaya devam edeceğiz. Yeni çıkan sinema kitap ve dergilerini yakın takibe alıp, duyuracağız. Takip mes’elesini DVD, VCD ve Film müziği CD.leri alanında da gerçekleştireceğimizden emin olabilirsiniz. Sinemaya gidin ve film seyredin.

Sadi Çilingir

Bu Osman Başka Osman

“Salak Milyoner”de mi, onun devam filmi “Köyden İndim Şehire”de mi hatırlayamıyorum; Şaban, Meral Zeren’in oynadığı Emine’ye sulandıkça, Emine işi yokuşa sürüyor ve “Pazar, pazar var; Pazartesi insan azar”, diye geçiştiriyor. Salı günü için ise sallanır diye mazeret beyan ediyor. İşte “Nostradamus”un kehanetine göre Gölcük merkezli deprem de 17 Ağustos Salı günü olmuştur.

Filmde Meral Zeren’in “Salı sallanır” lafını işyerinde yemek sonrası yaptığımız deprem sohbeti sırasında bizim 380 Osman söyledi. Kemal Sunal’ın sinemaya başladığı 1970’te Osman da Allah’ın izni, ana ve babasının gayreti ile dünyaya teşrif ediyor. Sinemamızın yeni bir Kemal Sunal’a ihtiyacı olduğunu herkes biliyor. Bütün tesadüfleri, yıldız fallarını, bakla fallarını, kahve fallarını, bilumum falları, hatta hatta “Nostradamus”un kehanetini bile işin içine kattığımda yeni Kemal Sunal’ın pekala bizim Osman Çelik olabileceği kanaati bende uyanmıştır; bu çocuğu sinema dünyasına tanıtayım dedim, netekim tanıtıyorum. Biz Osman’a bazen 154 Osman da deriz. Sebebini tam öğrenmeniz için aşağıya tam teçhizatlı görüntüsünü koydum. Yanındaki fotoğrafta da Osman’ın doğal halini görüyorsunuz; hık demiş Tom Cruise’un burnundan düşmüş (nasıl becerdiyse).

Osman kendini yüksek gerilime vermeden önce emlak ticareti ile meşgul oluyormuş. İşi o kadar ileri götürmüş ki İstanbul’un Osmanbey semtini satın almış, onu satmış Adana’nın Osmaniye ilçesini almış. İnsanoğluna konulan bazı adların hem erkeği, hem dişisi vardır, Nuri-Nuriye, Hayri-Hayriye, Bahri-Bahriye vb. gibi. Osman’a bu adları hatırlatmışlar, o sırada bir de yolu Silivri tarafındaki Cemaliye beldesine düşmesin mi; Osmaniye’yi de hemen elden çıkarmış. Dediğine göre Osman ikinci yaşamını yaşıyormuş; “Osmanlı İmparatorluğu’nu da ilk yaşamımda ben kurdum” diyor ama ben onu şaka olarak algılıyorum. (Üretim Tarihi: 19.8.1999.)

Sadi Çilingir

Bitmeyen Yollar

Bursa’nın Ufak Tefek Taşları

1. Taş (Kabataş): 1. İletişim Kongresinde açık oturumu yöneten zat şöyle diyor: “Konuşmacı felanca 13.30 uçağı ile Londra’ya gideceğinden önce onu konuşturuyoruz, hık, mık…” Efendim o zaman Londra’ya gitmeyen birisini çağırsaydınız; veya o kişinin o gününün önemi Londra’yı gerektiriyorduysa gideydi Londra’ya. Demek ki o arkadaşınızın iletişimi miletişimi ciddiye aldığı yok. Alsaydı otururdu oturduğu yerde, gere gere konuşurdu 1. İletişim Kongresinde. Koskoca kongrede bir başkası için: “Ani bir şekilde yurtdışına gittiğinden katılamadı.” dediler; “ani bir şekilde” nasıl gidiliyorsa? Onun için beni kınamayın, “Bu adamın imlâsı mı bozuk, nedirrr?” deye.

2. Taş (Dikilitaş): Festivalde 15 Nisan’da gösterilen Bresson’un “Boulogne Ormanının Hanımları” adlı filmi TRT-2’nin 10 Nisan programında da vardı. Sanat filmlerine gösterdiği yakınlıkla bilinen TRT-2 festival filmini beş gün önce göstererek festivali talbalamış, labtalamış, baltalamış -her neyse işte- olmuyor mu?

3. Taş (Beşiktaş): Yılmaz Güney vesilesi ile gündeme gelen lümpenlikten bendeniz de nasibimi aldım. Çok sevdiğim ve kendime en yakın bulduğum sinema yazarı bir arkadaşa “Amerikan Güzeli”nin gösterimine girerken takılayım dedim. “Senin lümpen diyaloglarını sevmiyorum; yapma bunu bana.” deyiverdi. O sırada film başladığından rengimi göremedim, mosmor muyum, kıpkırmızı mıyım, yemyeşil miyim, pespembe miyim, kapkara mıyım, (durdurmasam daha devam edecek.) Ama sonradan düşündüm ki o pozisyon için arkadaşın dediği doğruydu, yoksa ben hakikaten her daim lümpen miyim, yoksa pen miyim, yazarlar birliği miyim? Ne yapayım şimdi ben?

4. Taş (Fenerbahçe): Festivalden sonra sinemalarda gösterime çıkacak olan “Ve Beşik Sallanacak”, “Buena Vista Social Club”, “Felicia’nın Yolculuğu”, “Hayvanlar Melekler ve İnsanlar”, “Köprüdeki Kız”, “Denizci”, “Annem Hakkındaki Her Şey”, “Bitmeyen Yollar”, “Vigo-Yaşam Tutkusu” gibi filmleri göstermekle, festival reklâma alet olmuyor mu? Oldu olacak festival için dünyanın dört bir yanını dolaşmayı bıraksak da dağıtımcılarımızın göstereceği 180 adet filmin ön gösterimlerini festivalde yapıversek taha iyi olmaz mı? Hem o zaman “festivaller festivali” unvanımızın da üstüne çıkarız. Çünkü “seçilmişlerden seçmek” gibi bir sınırlamayı da delmiş olur, doğrudan dünya filmlerinden bir -nasıl derler- “seçki” sunarıs sevgili sinemaseverlere. (Ben bu yazıdan sonra seneye festivale biraz zor girerim.) Üretim Tarihi: 22.04.2000, Saat 19.57. Beyefendi bir TEMA gönüllüsüdür.

Sadi Çilingir

Bir İlkbahar Sabahı

Sezonun en güzel haftasını okulların yarıyıl tatilinde yaşadık. Asterix ile “Güle Güle”nin vizyon yaptığı hafta Asterix’ten 7 yaşındaki çocukları ile çıkanlar olduğu gibi 70’lik annesi ile “Güle Güle”ye giden hanımlara da rastlanmaktaydı. İstiklal Caddesi bu vesile ile o hafta 7’den 77’ye çok güzel günler geçirdi. Hafta sonu Emek Sineması ana-baba günüydü ve film 2. Haftasının sonlarında olduğu halde işler gayet iyiydi. Sonraki haftalarda filmin hasılatı düzenli bir yükseliş trendini yakaladı.

Bu sezon yerli filmler aldı başını gidiyor. En son Atıf Yılmaz’ın “Eylül Fırtınası” vizyona girdi. Daha önce vizyona giren “Mayıs Sıkıntısı” ile adları karışan film bilindiği gibi 12 Eylül sonrasını anlatıyor. Sinemada mevsimlere bakarsak Erden Kıral’ın bu sayımızda kitabını da tanıttığımız “Hakkaride Bir Mevsim” ilk akla gelen filmdir. “Bir Yaz Yağmuru”, “Bir İlkbahar Sabahı”, “Yaz Bitti” gibi yerli filmlerimiz de vardır. Kafamızdaki hafızayı yoklarsak “Ağustos’ta Rapsodi”, “Cumartesi Cumartesi”, “Bir Pazar Sabahı”, “Çarşambayı Sel Aldı”, gibi filmler de hatırlanıyor. Yabancılardan “Kanlı Pazar” ve “13. Cuma”lar da çok meşhurdur.

Dergimiz filmlerin kısasını, uzununu, konulusunu, belgeselini, yerlisini, yabancısını sevdiğinden yeni bir yazı dizisine başlamayı düşünmektedir. İçinde bulunduğumuz aylarda açtığı sergiler, yayınladığı kitaplar ve çektiği dizi “Mualla” ile gündemde olan ve Yavuz Turgul’un yönettiği “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” filminin adı ile anılan Ülkü Erakalın’ın İstiklal caddesindeki sergisini ziyaret ettiğimde çok etkilendim ve “Yeşilçam Kendini Anlatıyor” adı altında “Yeşilçam mensuplarının kendi kalemleri ile hayatlarını anlattıkları bir yazı dizisi” fikrimi Ülkü Erakalın’a söyledim. Destek verdi: “Neden olmasın, çok güzel olur” dedi. Ertesi gün “Amerikan Güzeli”ni ikinci kez izlemek için gittiğim sinemanın müdüriyetine çıktım, sohbete başlarken bir başka ünlü yönetmenimiz geldi. Anlattıklarını yeni yazı dizimizin minyatürü olarak sunuyorum; okuyunuz şöyledir:

“’Güle Güle’ beklediğim kadar iyi çıkmadı. Adam kadına bir görüşte aşık olmuş, otuz yıl mektuplaşıyorlar, fıstık gibi PTT müdürü gönüllü olduğu halde hiç ilgilenmiyor. Metin Akpınar’ın oyunculuğuna bir diyeceğim yok ama o cüssesiyle pek inandırıcı değil. Daha önce önerilen Müşfik Kenter olsaydı uyardı. Zeki Ökten’den beklediğim bir film değil. Çekim yapılırken gerektiğinde senaryo değiştirilir. Bunlar eczacı gibi film çekiyorlar, reçetede ne yazıyorsa onu veriyorlar. Seyircinin ilgisi fena değil. Tabi 15-20 sene öncesinin ilgisi ile mukayese edilemez. O zamanlar Türkiye’de olduğu gibi, yurtdışında da filmlerimize olağanüstü ilgi gösterilirdi. Türk filmlerine bilhassa Yunanistan’da aşırı ilgi gösterilirdi. ‘Severek Ayrılalım’ filminin çekimlerinin bir kısmını Akrapol’de yaptık. O sırada Erman Film’in ‘Kezban Roma’da’ adlı filmi Atina’da vizyona giriyor. 1600 kişilik sinemaya girdik, korkunç bir tezahürat, dışarıda kesinlikle 15000 kişi var. Yüzbaşı komutasındaki bir jandarma birliği asayişi sağlamak için hazır bulunduruluyor. Gala sonrasında sinemanın arka kapısından parçalanmaktan korunarak uzaklaştırılıyoruz. Ayrılık zamanı geldiğinde Yunanlı yüzbaşı elini omuzuna atıyor, apoletini kopararak çıkartıyor ve Hülya Koçyiğit’e sunuyor. Olur mu böyle şey? Biz bunları da yaşadık.

Sadi Çilingir

Bir Kadın Bir Hayat

Romance: Çoğunluğun yerin dibine soktuğu ve sosyetik seks filmi olarak tanıtılan “Romance”ı gecikmelide olsa gördüm ve film hakkındaki kıymetli görüşlerimi geçen hafta sunacaktım. Ancak gazetemizde yine devran dönüp Zat-ı Sadi’m tek sütuna manşetlik bir yeryüzü parçasına sığdırıldığımdan bahsedemedim. Eylül’ün 21. Pazartesi günü, saat tamtam’ına 18.45 olmuş. “Hangi filmi göreyim” diye beyaz beyaz düşünürken, Tolga: “Koş abi; Atlas’a, Romans’a” dedi. Koştum, “Romance”a “arkadan dalayım” dedim; ama ne mümkün. Arka kapıdaki arkadaş “Nuh” dedi, “yuh” demedi. “Yoook aaabi, babam gelse…, dedem gelse…” kılasiki ile çevirdi, “ille de önden girmeniz lâzım” diye tutturdu. Ben de onu kırmadım “Romance”a ise önden girdim. Filmi İrfan Atasoy getirmiş, ben iki yıldızlık beğendim. (Bastırdım 15.000 doları, 3 kopya getirdim. Baktım iş yapıyor, iyi gidiyor; 5.000 dolar daha bastırdım, 3 kopya daha. Verdim Özen Film’e, taş atıp da kolum…). Paran/tez içindeki son kısım “Sadi Bey’in Duydukları”dır. Fısss gazetesinden. Elin kulağı torba değil ki düzesin. (Büzmek fiili Romans’da çok geçiyor).

Haftanın İncisi: “Kimse sana aşkı anlatamaz, sen bilirsin, tüm bedeninle” (Romance).

Harem Suare: Birinci Ha’yı yani Hamam’ı daha çok beğenmiştim. Harem Suare’nin en ilginç tarafı yönetmen Ferzan Özpetek’in ünlü oyuncumuz Zeynep Aksu’nun kardeşi olmasıdır; ben de yeni öğrendim. Sinemamızda Türkan Şoray’ın benzeri olarak lânse edilmesi bu oyuncumuzun talihsizliğidir. Bilindiği gibi taklit daima aslını yüceltir. Yeryüzünde hiçbir oyuncu Türkan Sultan’ın bulunduğu konuma erişemeyeceğinden bir zamanlar benzerleri ve onu taklit edenler ortaya çıkmıştı. Taklit demeyeyim de en fazla benzeyenleri Mualla Omay ve Zeynep Aksu idi. Zeynep ne yapıp ettiyse gösterim sisteminde 3. ayak diye anılan film şirketlerinden daha yukarılara çıkamadı; ömrünün neredeyse yarısını Ümit Utku’nun Kervan Film’i ile geçirdi. Hâttâ hayal mayal anımsadığıma göre Ümit Utku’yla… Günahı söyleyenlerin boynuna. Sevabı kendilerini ilgilendirir. Bize ne? İki gönül bir olunca? Değil mi? Efendim?. (Üretim Tarihi: 24.9.1999.)

Sadi Çilingir

Benim Güzel Günlerim

Kader Zamanı: Gösterime hazır hale gelmiş bir film için üç değişik zaman dilimi söz konusudur. Birincisi filmin anlattığı konunun geçtiği zaman, ikincisi filmin sinemalarda ilk gösterildiği zaman, üçüncüsü ise, sinema kulübü, video, TV, gibi yerlerde gösterildiği zaman.

Filmin lâyığını bulması için mutlaka sinemalarda gösterime çıktığı ilk vizyonda seyretmeniz gerekir. Eski filmler için tren kaçmıştır, ancak bundan sonrası için bu dediğimi uygulayın. Filmi video, TV, sinema kulübü gibi yerlerde seyrettiğinizde inkâr etseniz de mutlaka bir eksiklik söz konusudur.

Sinemada “Sissi” filmlerini izlerken, 1800’lü yılların kostümleri içindeki Romy Schneider perdede salınarak dolaşsa da, gerçek hayatta bu güzel kadının Paris gibi bir yerlerde yaşadığını düşünüp mutlu olurdunuz. Ama artık Romy cennete gittiğinden, günümüzde ayni filmi TV ekranında seyrederken, gözlerinizde yaş olmadan ekrana baksanız bile, kalbinizin kırık bir köşesi sızlar durur.

Cennet Yolu: Truffaut’nun son filmi “Neşeli Pazar”da Fanny Ardant’ın iz sürerken yoluna çıkan sinemanın adı “Eden”. Bu kelimeyi James Dean’in “East of Eden” filminden biliyoruz, yani “Cennet Sineması” demek oluyor. Fransız Philippe Noiret’nin oynadığı “Cennet Sineması/Cinema Paradiso”yu ise görmeyen sinemasever kalmadı sanıyorum. Nereden nereye. “Neşeli Pazar”ın sonlarına doğru sıkıldım, oysa Truffaut’ya bayılırım.

Buluşma: Mahallenizin birkaç yıllık bakkalı, dükkânını kapatıp kasaplık yapmaya başlar, hiç yadırgamazsınız. İki gün sonra berberiniz terziliğe başlar, ona da birkaç gün sonra alışırsınız.

Ama mahallenizde yeni bir bakkal açıldığında tezgâhın arkasında sinemadan bir karakter oyuncusunu görürseniz şaşırır, bir tuhaf olursunuz. Şaşırmanız normâldir çünkü, en küçük figüran bile olsa oyuncularımızı hep perdede düşler aleminde gördüğümüzden gerçek hayatta karşımıza çıktıklarında şaşırırız. Sanatçılarımız toplumun üst katlarına lâyık olduklarından sıradan işlerde görünce insan bir tuhaf oluyor, sanıyorum biraz da hüzün basıyor.

Günaydın Hüzün: Saray Sineması’nın girişinde Mürvet Sim’in elinden piyango bileti alınca, İncirli Sineması’nın gişesinde Kenan Pars’ı görünce beni de öyle hüzün basmıştı.

15 – 20 yıl önce Küçükköy civarında “Godfather”ımla birlikte arsa araştırıyoruz. Tek tük yeni evler yapılıyor. Koca çayırlığın ortalarında, zeminden bir iki basamak yükseklikte bir bakkal dükkânı gördük, sormak için girdik. Bakkalı çalıştıran pehlivan yapılı şişman, sempatik adam, tarif için dışarı çıktı. Adamı bir yerlerden tanıyormuşum gibi, hani “gözüm bir yerlerden ısırıyor” derler ya, aynen öyle, ama bir tarafım da “yok yahu, o değildir” diyor. Sonra söyleyiverdim. Hemen içeri gidip, rol aldığı tarihi filmlerdeki fotoğraflarını göstermeye başladı. Karakter oyuncumuz Eşref Vural’ı daha sonraları bir kaç filmde daha gördüm. Herhalde bakkallığı bırakıp tekrar yuvaya döndü.

Memduh Ün’ün birinci “Üç Arkadaş”ının Mıstık’ı Semih Sezerli de ömrünün son demlerini Tekirdağ’ın Şarköy ilçesinde bakkallık yaparak geçirmiştir. Ayfer Feray ile Güzin Özipek’in Bodrum’da ticarete takıldıklarını, Bilal İnci’nin de kebapçı dükkânı işlettiğini duymuştuk.

Yalan: Sanatçı hayranlarını üzüntüye garkeden yukarıda bahsettiğimiz olaylar artık geçmişte kaldı. Günümüzde benzer olaylarda hüzün basması bir tarafa, sanatseverler “yahu bizi istismar mı ediyorlar yoksa?” tereddütlerine dûçar olmaya başladılar.

“İbrahim’in otobüslerine binip, İbrahim’in salonlarında lahmacun yiyip, kendi arabamla dönüp gelirken İbrahim’in benzinliğinden doldurayım” diyen vatandaş anlamıştır ki İbrahim önüne gelene isim hakkı satıp durmaktadır.

Eskiden bakkala gittiğinde Semih’i, Eşref’i görürdün ama şimdi sen lahmacun yerken İbo kimbilir nerde keyf çatmaktadır? Doğru dimedim mi?

Sadi Çilingir

Çilingir Sofrası 3

Dedi/Kodu

Kodu: Geçen sayının dağıtımı sonrasında Çilingir Sofrası’nda sunulanlar kimi vatandaşın midesine dokunduğundan, fısıltı gazetesinden bazı duyumlar aldık ve yeni bir bölüm icat etmek durumunda kaldık. Demişler ki: “Ne duysa yazıyor, bilâ muvazzaf vallahi ve billâhi bir daha dergiyi buralara sokmam.” Ben düşündüm ki: “İki kişinin başbaşa konuştukları sır olabiliii, ancak ikiden fazla kişinin konuştukları kamuoyunun malıdııı, vatandaşa duyurmak vazifemizdiii. Duyulmasından çekindiğin lâfı etmeyiver efendim, ediverirsen duyulur deye neye çekiniyorsun?

Dedi: Ayın Dedi/Kodu’su İstanbul Film Festivali ile ilgilidir, şöyle yapılıyor: Festival dediğin şenlik demektir; şenliklerden de vatandaşlar ücretsiz faydalanır; oysa bunlar açıkça ticaret yapıp para kazanıyorlar. Festivalin açılışı Emek Sineması’ndan daha az koltuğa sahip olan Cemal Reşit Rey salonuna alınınca “yerlerin numarasız olduğu, erken gelenin istediği yere oturabileceği” duyuruldu. Ancak yine de açılış vatandaşın ilgisine mazhar olunca Agah Özgüç (Mega Movie), Murat Özer (Sinema Gazetesi), Sadi Çilingir (Cinemascope), Niyazi Hancı (TGRT) gibi işin göbeğindeki arkadaşlar -ki bunlara sinekolik denebilir- konuşmaları gökyüzüne yakın 15. balkondan izledikten sonra Almodovar’ın filmi başladığında rahat bir şekilde seyretmek için aşağıya indiler. Film gösteriminden önce salonu gözle görülür bir şekilde boşaltan vatandaşlar ise Zeplin’in yükselmesi için salınan gaza benzer ve gemici dilinde “safra” diye adlandırılırlar.

“Dedi Kodu Değil” Bölümü: “Yusuf Şahin’in sahnede ne kadar hanım varsa hepsini öpmesi” ile “Halit Refiğ’in -hemen hemen her konuşmasında olduğu gibi- ‘öğretmen ve filozof’ havasına girmesini” ilginç hoşluklar olarak belirttikten sonra “dedi/kodu” harici kendimizden telif bir soru soralım: “Koskoca festivalde açılışta gösterilecek başka film yok muydu da dönmeler / travestiler / aykırı kişileri anlatan bir film gösterdiniz? İnsanların özel hayatlarına karışılmaz, ister bağa, ister dağa çıkarlar, ancak her gece eğlence diye topluma sunulan Bülent, Virjin, Fatih, Bilâl, Aydın gibi san’atçılardan kurtulmak isterken bir de -matah bir şey gibi- filmlerle insanlara aykırılığı sunmanın ne âlemi var? “Aynı Yolun Yolcusu” şu filmler de öyledir: “Neurosia: Sapkınlığın 50 Yılı”, “Seksin Einstein’ı Dr. Magnus Hirschfeld’in Yaşamı ve Yapıtları”, “Kendi Kendimin Kadınıyım”, “Benim Güzel Çamaşırhanem”, “Priscilla Çöller Kraliçesi”, vs, vs. Her festivale böyle filmler sIkIştIrIlmAsI gerekli mi? Oldu olacak seneye de bir TOP filmi getiriverin. Yani “Dünya Kupası 1974” gibi; başrolünde Pele’nin oynadığı. (Yazı İş. Md.üm son kontrolda burada konuya müdahil oldu ve: “Getirsinler tabi abi.” dedi; “Hani Sylvester’ın kaleci olduğu, ‘Zafere Kaçış’ı.” Ben de: “Yok yahu, o değildir; Pele’ninki gerçek belgeseldir ve daha öncedir.” dedim.)

Dedektif Madigan

Dedek-1: Önce SİYAD Filiz Akın’a, sonra festival Çolpan İlhan’a onur ödülü verdi. Her iki sanatçı da “unutulduklarını sandıkları bir zamanda kendilerini hatırlayanlara” şükranlarını sundular. Çolpan İlhan’ın: “45 yıldır yaptığım oyunculukta yağmurda / karda/ çamurda, şehirde / dağda / çayırda yaptığımız çalışmalar nedeniyle bir gün ödül alacağımız hiç aklımıza gelmemişti; hayatımın en güzel ödülünü aldım, teşekkür ederim.” şeklindeki ifadesi bir yerde toplumumuzun değerbilmezliğini geç de olsa telâfi ettiğini belgeliyordu. En parlak çağlarını geride bırakan sinemamızın yaratıcılarına verilen benzer ödüller geleceğe umutla bakmamızı sağlıyor. Son yıllarda yapılan yerli filmlere gösterilen seyirci rağbeti bu ödüllerin boşa gitmediğini de gösteriyor.

Dedek-2: “Bayan Bacak” bir zamanlar şarkıcı Serpil Örümcer’in lâkabı idi fekat Julia Roberts piyasaya çıkınca Serpil mecburen unutuldu. Demem o ki Şişli’de bir sinemada “Tatlı Belâ”nın fragmanını Cinemascope olarak izleyen vatandaş aynı filmin kendisini görmeye gittiğinde Cinemascope olmadığını farketti, şaştı kaldı. Cinemascope filmler için normal formatta fragman hazırlanması olağan bir şeydir, ancak ilk defa rastlanılan böyle bir durumda yönetmenin yaratıcılığı da güme gitmektedir. Bu kanaatin gerekçesi şudur: Yönetmen çerçeveyi geniş olarak düşünmekte ve mizansenini ona göre düzenlemektedir; o mizansen perdede dar çerçeveye yerleştirildiğinde -nasıl derler- güdük kalmaktadır. Bu yazıyı okuduktan sonra filme giderseniz dikkat edin, filmin başlarında Julia -galiba bebesi kucağında- mutfakta o muhteşem bacaklarından birini duvara -veya dolaba- 90 derece açıyla dayıyor. Ben Etiler Hillside’da bacağı ayak başparmağına kadar gördüm, gelgelelim Şişli’de neredeyse dizinin altından kesik. Niye? E? E? E?

Sadi Çilingir

Çilingir Sofrası 3

Dedi/Kodu

Kodu: Geçen sayının dağıtımı sonrasında Çilingir Sofrası’nda sunulanlar kimi vatandaşın midesine dokunduğundan, fısıltı gazetesinden bazı duyumlar aldık ve yeni bir bölüm icat etmek durumunda kaldık. Demişler ki: “Ne duysa yazıyor, bilâ muvazzaf vallahi ve billâhi bir daha dergiyi buralara sokmam.” Ben düşündüm ki: “İki kişinin başbaşa konuştukları sır olabiliii, ancak ikiden fazla kişinin konuştukları kamuoyunun malıdııı, vatandaşa duyurmak vazifemizdiii. Duyulmasından çekindiğin lâfı etmeyiver efendim, ediverirsen duyulur deye neye çekiniyorsun?

Dedi: Ayın Dedi/Kodu’su İstanbul Film Festivali ile ilgilidir, şöyle yapılıyor: Festival dediğin şenlik demektir; şenliklerden de vatandaşlar ücretsiz faydalanır; oysa bunlar açıkça ticaret yapıp para kazanıyorlar. Festivalin açılışı Emek Sineması’ndan daha az koltuğa sahip olan Cemal Reşit Rey salonuna alınınca “yerlerin numarasız olduğu, erken gelenin istediği yere oturabileceği” duyuruldu. Ancak yine de açılış vatandaşın ilgisine mazhar olunca Agah Özgüç (Mega Movie), Murat Özer (Sinema Gazetesi), Sadi Çilingir (Cinemascope), Niyazi Hancı (TGRT) gibi işin göbeğindeki arkadaşlar -ki bunlara sinekolik denebilir- konuşmaları gökyüzüne yakın 15. balkondan izledikten sonra Almodovar’ın filmi başladığında rahat bir şekilde seyretmek için aşağıya indiler. Film gösteriminden önce salonu gözle görülür bir şekilde boşaltan vatandaşlar ise Zeplin’in yükselmesi için salınan gaza benzer ve gemici dilinde “safra” diye adlandırılırlar.

“Dedi Kodu Değil” Bölümü: “Yusuf Şahin’in sahnede ne kadar hanım varsa hepsini öpmesi” ile “Halit Refiğ’in -hemen hemen her konuşmasında olduğu gibi- ‘öğretmen ve filozof’ havasına girmesini” ilginç hoşluklar olarak belirttikten sonra “dedi/kodu” harici kendimizden telif bir soru soralım: “Koskoca festivalde açılışta gösterilecek başka film yok muydu da dönmeler / travestiler / aykırı kişileri anlatan bir film gösterdiniz? İnsanların özel hayatlarına karışılmaz, ister bağa, ister dağa çıkarlar, ancak her gece eğlence diye topluma sunulan Bülent, Virjin, Fatih, Bilâl, Aydın gibi san’atçılardan kurtulmak isterken bir de -matah bir şey gibi- filmlerle insanlara aykırılığı sunmanın ne âlemi var? “Aynı Yolun Yolcusu” şu filmler de öyledir: “Neurosia: Sapkınlığın 50 Yılı”, “Seksin Einstein’ı Dr. Magnus Hirschfeld’in Yaşamı ve Yapıtları”, “Kendi Kendimin Kadınıyım”, “Benim Güzel Çamaşırhanem”, “Priscilla Çöller Kraliçesi”, vs, vs. Her festivale böyle filmler sIkIştIrIlmAsI gerekli mi? Oldu olacak seneye de bir TOP filmi getiriverin. Yani “Dünya Kupası 1974” gibi; başrolünde Pele’nin oynadığı. (Yazı İş. Md.üm son kontrolda burada konuya müdahil oldu ve: “Getirsinler tabi abi.” dedi; “Hani Sylvester’ın kaleci olduğu, ‘Zafere Kaçış’ı.” Ben de: “Yok yahu, o değildir; Pele’ninki gerçek belgeseldir ve daha öncedir.” dedim.)

Dedektif Madigan

Dedek-1: Önce SİYAD Filiz Akın’a, sonra festival Çolpan İlhan’a onur ödülü verdi. Her iki sanatçı da “unutulduklarını sandıkları bir zamanda kendilerini hatırlayanlara” şükranlarını sundular. Çolpan İlhan’ın: “45 yıldır yaptığım oyunculukta yağmurda / karda/ çamurda, şehirde / dağda / çayırda yaptığımız çalışmalar nedeniyle bir gün ödül alacağımız hiç aklımıza gelmemişti; hayatımın en güzel ödülünü aldım, teşekkür ederim.” şeklindeki ifadesi bir yerde toplumumuzun değerbilmezliğini geç de olsa telâfi ettiğini belgeliyordu. En parlak çağlarını geride bırakan sinemamızın yaratıcılarına verilen benzer ödüller geleceğe umutla bakmamızı sağlıyor. Son yıllarda yapılan yerli filmlere gösterilen seyirci rağbeti bu ödüllerin boşa gitmediğini de gösteriyor.

Dedek-2: “Bayan Bacak” bir zamanlar şarkıcı Serpil Örümcer’in lâkabı idi fekat Julia Roberts piyasaya çıkınca Serpil mecburen unutuldu. Demem o ki Şişli’de bir sinemada “Tatlı Belâ”nın fragmanını Cinemascope olarak izleyen vatandaş aynı filmin kendisini görmeye gittiğinde Cinemascope olmadığını farketti, şaştı kaldı. Cinemascope filmler için normal formatta fragman hazırlanması olağan bir şeydir, ancak ilk defa rastlanılan böyle bir durumda yönetmenin yaratıcılığı da güme gitmektedir. Bu kanaatin gerekçesi şudur: Yönetmen çerçeveyi geniş olarak düşünmekte ve mizansenini ona göre düzenlemektedir; o mizansen perdede dar çerçeveye yerleştirildiğinde -nasıl derler- güdük kalmaktadır. Bu yazıyı okuduktan sonra filme giderseniz dikkat edin, filmin başlarında Julia -galiba bebesi kucağında- mutfakta o muhteşem bacaklarından birini duvara -veya dolaba- 90 derece açıyla dayıyor. Ben Etiler Hillside’da bacağı ayak başparmağına kadar gördüm, gelgelelim Şişli’de neredeyse dizinin altından kesik. Niye? E? E? E?