Etiket arşivi: Korkut Akın

Yüzleşme… Sonsuz Sır

İnsan düş(ünce)leriyle yaşar. Dereden tepeden, oradan buradan, geçmişten gelecekten biriktirdiklerini buluşturup en iyisini, en doğrusunu, en güzelini bulmaya çalışır. Ancak yine de anıları bırakmaz peşini. Her ne kadar geçmişi değiştiremezseniz de anılarınızı, en azından düş(ünce)lerinizde değiştirebilirsiniz. Yönetmen Joanna Hogg, kendi yazdığı (daha önceki iki filminin belki devamı sayılabilecek) “Sonsuz Sır”da (The Eternal Daughter) anne ve kızın anılarını -alabildiğine ilginç, alabildiğine merak dolu ve alabildiğine heyecanlı bir akışla- ele alıyor.

Orta çağdan kalma bir köşk, artık otele çevrilmiştir, anne ve kız rezervasyon yaptırarak gelir yerleşirler. İzleyicide bir merak, bir korku, bir beklenti doğar yavaştan… Bir müddet sonra anne – kızın eskiden bu köşkte yaşadıkları anlaşılır. Bir şey olacaktır, ama ne! Evet, bir şeyler olur, ama hiç beklenmeyen, hiç umulmayan… ters köşeye yatar herkes (kimseye söyleyemese de kendileri bilir, yanıldığını).

Tilda Swinton hem anneyi hem kızını canlandırıyor; öyle ki aynı karede bile görseniz, asla hissetmiyorsunuz aynı kişinin iki rolü de oynadığını. Swinton’u, oyunculuğunun gücünü takdir etmek için illa ödül kazanmasını beklemek gerekmiyor.

İki ayrı karakter, iki ayrı rol

Sinemacı olan kız, annesini konuşturmaya gayret eder, çünkü onun anılarıyla dolu bir film çekme niyetindedir. Anne belki farkına varmamıştır, ama üzerinde de durmaz. Filmde fazla kişi yoktur, bomboş (oysa resepsiyonist dolu olduğunu söylemiştir) otelde, çeşitli sesler duyarlar, rüzgârın da eşliğinde. Bir köpekleri vardır, o anne kızın arasındaki en büyük bağdır bir bakıma. Bahçıvanla karşılaşır kız, konuşurlar bir gece sabaha kadar. Burada da bir şey olmamışsa bir daha olmaz diye düşünmeyin, çünkü o bir dönüm noktası filmin.

Anne kendi içine kapanık, pek öne çıkmıyor; kızı ise onu konuşturmak için çırpınıyor sürekli. Aradan yüzleşme doğuyor. İşte filmin temel mesajı… Çok yavaş akan, buna da bağlı olarak izleyicinin sıkılacağı, ama sonradan ‘neydi, ne oldu’ deyip geriye dönmek isteyeceği (ama dizi değil ki bu, özet adı altında tekrarı olsun), kafasında tartışacağı ve kendince bir sonuca ulaşacağı bir film. Filmin yavaşlığına aldanmamak gerekir, önemli olan hızı değil, içeriği.

08 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(06 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Eğitim mi, Toplum mu?: Tavuri

Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar diye sürekli sorulan, yanıtı kolay verilemeyen soruyu, gelin insanın iyiliği için soralım. İnsan iyi midir ya da insanın yaşamını belirleyen nelerdir? İnsanın karakterinin genlerle oluştuğunu biliyoruz. Yani, aile geçmişi insanın yaşamını belirleyen en önemli etkenlerden biri…

Sosyoekonomik, sosyopolitik, sosyopsikolojik ve tabii sosyoekolojik ilişkiler yaşamın belirleyicileri. Siz çok sessiz sakin biri olabilirsiniz, ama çevreniz (mahalle baskısı) sesini yükseltiyorsa, artık sessiz değilsinizdir. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” sözü tam da bu nedenle kişileri tanımakta önemli bir nirengi sayılır.

Aynı mahallede, top peşinde koşturduğu, Kıbrıs’ın namlı dolandırıcısı Çetin Serttaş’a (Tavuri) kamerasını çeviren Derviş Zaim, bir toplumsal sorunu vurguluyor. Çocukluğundan beri (anne baba ayrılığının temel neden olduğunu göz ardı etmemek gerekir) hırsızlık yapan, yaşamının yüzde 70’ini hapishanede geçiren Tavuri, anlayışlı olarak tanımlayabileceğimiz bir şeffaflıkla anlatıyor yaşamını.

Sülün Osman ya da Selçuk Parsadan gibi, sizin de muhakkak bir tanıdığınız “tavuri” vardır. Aslına bakarsanız, kendilerince dürüst insanlardır; haksız da sayılmazlar. Kendilerini kandırmaya çalışanları dolandırırlar onlar. Gönülleri kadar elleri de açıktır.

Kıbrıs’ın namlı dolandırıcısı Tavuri’yi belgeselini yapmaya ikna etmesi bile başlı başına önemli bir başarı Zaim’in hanesine yazılacak. Hapishanede çekim izni alması, oradaki hükümlülerin hayata bakışını da filme yansıtabilmesi bir diğer başarısı yönetmenin. Belki biraz gözlemci, belki biraz duygusal, belki de biraz insanca bir dili var filmin; arada kamera ile kendisini de gördüğümüz için birazdan biraz az interaktif. Kendisinin dile getirdiği gibi pek bir merhamet görülmese de, yardımseverliğin insan duyarlılığını yansıttığını söyleyebiliriz.

Yaşamın her alanında…

Elimin altında tuttuğum ve herkesin mutlaka okumasını önerdiğim “Çoğu İnsan İyidir” (Mundi Yayınları), insanların yaşamının koşullara bağlı olarak dönüşebildiğini anlatıyor. Bilmem Derviş Zaim “Çoğu İnsan İyidir”i okudu mu, ama Tavuri’nin yaşamının aynı çerçevede belirlendiğini izliyoruz.

Beş yıllık bir süreci, aynı ekiple tamamlayabilmek de önemli… Bunu başardığı için de kutluyoruz Derviş Zaim’i.

(04 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

15 Eylül’den başlayarak gösterimde…

Yaşam Savaşında İki Zıt Güç: Kar ve Ayı

Küresel ısıtma nedeniyle ne kışlar kış gibi ne yazlar… İnanılmaz sıcaklar yaşıyoruz, seller ve kuraklıklarla birlikte. Bir çelişki gibi gözükse de gerçek bu. Kendi çıkarlarımız doğrultusunda, başka hiçbir canlıya yaşam izni vermezsek doğayı ve doğanın o güzelliğini (yaşama katkısını da) yok ederiz.

Selcen Ergun’un, birçok festivalden ödülle dönen ilk filmi Kar ve Ayı, en sonunda izleyicinin karşısına çıkıyor. Hemen baştan belirtmemiz gerekir ki, gerek yönetmen Ergun’u gerekse filme emeği geçen herkesi kutlamak, alkışlamak gerekir. Selcen Ergun, gerçekten bir sinema dili tutturmuş filminde; senaryo hatalarına rağmen merak ve heyecanla izleniyor.

Karlarla kaplı bir kasabaya hemşire olarak tayin edilen Aslı (Merve Dizdar) kapalı bir toplumda dışarıdan gelen birinin yalnızlığını hisseder. Sağlıkçıdır, ama geleneksel köylü bakışı içerisinde benimsenmesi pek mümkün değildir.

Hasan (Erkan Bektaş) hamile olmasına karşın eşini çalıştıran, doktora götürmeyen, her zaman sarhoş ve -kasabalının bildiği gibi- sevgilisi olan biridir. Eh, kasabaya genç bir hemşire gelmişse, onu taciz etme hakkını kendinde bulacak denli de hadsizdir.

Samet (Saygın Soysal) ise Hasan’la düşman, aslına bakarsanız yalnız, dağdaki vahşi hayvanları düşündüğünü iddia eden ama onları suçlayabilecek denli de tutarsız biridir. Tabii, genç hemşireye de gönlü düşer hemen.

Görüntünün gücü…

Müthiş bir atmosfer ve olağanüstü oyunculuklarla dolu film, bir gizemi de birlikte taşıyor: Ayı. Kasabalının en korktuğu hayvandır ve hemen her gece kasabadan uzak tutmak için ateş yakıp ses çıkararak ayıları kaçırmaya çalışırlar.

Doğa karla bir şeyleri gizliyorsa da bir şeyler uç veriyor yine de. Samet ile Hasan’ı barıştırmak isteyen muhtar, o gece Hasan’ın kaybolmasına da -bir anlamda- sebep olur. Genç hemşire, kendisine sarkıntılık eden Hasan’ı iter. Burada bir pozitif ayrımcılıktan söz edebiliriz. Samet, tabii ki, Aslı’yı ikna etmek için ve daha yakın olabilmek için Hasan’ın cesedini taşımıştır. Ayı tam da burada devreye giriyor.

Aslı ile Samet, yürürlerken bir ayı ile karşılaşırlar. Acaba o ayı Aslı’nın hayalinde mi karşılarına çıkmıştır yoksa gerçek midir? Yaban hayatını savunduğunu, hayvanları koruduğunu söyleyen Samet, kasabalının ayıyı vurması karşısında ne tepki verecektir? Kasabalıyı tanımadığımız gibi erkek egemen bakışın neresindeler bilmiyoruz. Kahve falı geleceği görmek için yeterli midir acaba?

Senaryosundaki eksiklikler olmasa film çok daha güçlü olabilirdi; buna da bağlı olarak oyuncuların muhteşem performansı ile taçlanabilirdi. Yönetmen Selcen Ergun, yeni çalışmalarında bu eksikliklerini giderecektir. Yönetmeni daha başarılı filmlerde selamlamak için hazırız.

08 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(03 Eylül 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Savaşta Önce Kendini Öldürürsün: Kelebek Görüşü

Hastalık insanın fiziki, ruhsal hasar görmesidir; buna ek olarak artık sosyal ilişkileri de eklemek gerekir. Bizim “mahalle baskısı” dediğimiz çevre ilişkileri de insanın sağlığını belirler. Dışarıdan görünen fiziki hasarlar için herkes hemfikirdir de içte olan, kimselere anlatılamayan -hatta kimselerin anlayamayacağı- sorunlar insanı yer bitirir. Doluya koyarsınız almaz, boşa koyarsınız dolmaz. Ne yaparsanız yapın, kendinizi ikna etseniz bile yanınızdakini ikna edemediğiniz sürece hastalığınızı yenemezsiniz.

Ukrayna – Rusya Savaşından bir kesit izletiyor bize yönetmen Maksym Nakonechnyi, senaryosuna da katkıda bulunduğu Kelebek Görüşü’nde (Butterfly Vision). Ukraynalı hava keşif uzmanı Lilya (Rita Burkovska), esir düşmüş, takasla kurtulmuştur. Ancak tutsakken yaşadıklarını unutamadığı gibi kimseye anlatamaz da. Eşi, ayrılıkçı milis gücüne katılmış Tokha (Lybomyr Valivots), kabullenemez bu durumu; odayı birbirine katar duyduğunda. Oysa beklediği bir haberdir bu, çünkü onların da yaptığı bundan çok farklı değildir; yani kendileri birini esir alsalar onların da yapacağı şey tecavüz etmektir.

Bosna çocukları…

Savaşların artık uzaktan yapıldığı, insanların televizyon ekranlarından canlı olarak da takip ettiği günümüzde bu tür tutsaklıklar pek bulunmaz diye düşünse de insan. 20. yüzyılın sonlarında Sırplarla Hırvatlar arasında yaşanan Bosna Hersek Savaşında, kadın tutsaklar doğurdular, yaşama tutunabilmişlerse. Bosna Çocukları adı verilen o çocukların hepsi tecavüz çocuğuydu ve büyük bir travmaydı herkes için. (Bugün bizde, tecavüzcüsüyle evlendirilen kızların durumu da pak farklı değil, savaş olmamasına rağmen.)

Benim bedenim, benim kararım…

Muhakkak ki kadınlar çok daha iyi bilir ve hisseder o kürtaj koltuğuna oturmanın zorluğunu… Her ne kadar istenmeyen bir hamilelik de olsa içinde yaşayan bir canlıdır ve karar kendisinin olmalıdır, her şeyden ve herkesten önce. Ancak öyle olmuyor yaşamın içinde… Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimi kültürel, kimi dinsel, kimi geleneksel, kimi gelecekle bağlantılı, kimi ahlâk adı verdikleri tutuculukları, kimi de “ya benimsin ya kara toprağın” mantığıyla alabildiğine tepki gösteriyor, hatta öldürüyor bile…

Lilya, o ikilemin içerisinde, ne yapacağını bilemez haldeyken (evdekiler, asker arkadaşları, sokaktakiler, hatta otobüsten indirenler) herkes tepki gösterir. Tutsaklıktan kurtuluşunda “kahraman” ilan edilmiştir, ama artık bir “kirli”dir o herkesin gözünde. Asıl kahramanlık o çocuğu doğurmaktır. Asıl cesaret o kadarı alabilmektir. Asıl mücadele o doğum sonrasında başlayacaktır.

Savaşlar olmasın…

Her ne kadar Ukrayna – Rusya Savaşından önce çekilmiş olduğu için artık bir belgesel gibi izlense de, Kelebek Görüşü’nü savaş karşıtı bir film olarak herkes muhakkak izlemeli… Savaş sonrası yaşanan sendrom (girişte değinmeye çalıştım) yıllar süren ve asla çözüme kavuşamayan bir travma olacaktır. (Bizdeki “düşük yoğunluklu çatışma” denilen adı konulmamış savaştan gelenlerin yaşadıklarını da belgelemek, filme çekmek, öyküsünü yazmak, resmini çizmek, hey19kelini yontmak, müziğini bestelemek gerekir.)

25 Ağustos’ta gösterimde…

Korkut Akın

[email protected]

Geçmişiniz Sizinle… Blue Beetle

Sinemanın 37 harfi var, a-be-ce gibi düşünürsek. O harfleri birleştirerek yeni sözcükler oluşturup cümleler kuruyoruz. Müzikteki nota sayısı da az ama sonsuz tını oluşturulabiliyor. …ama yine de birçok benzerlik söz konusu olabiliyor. Buna ek olarak bazı beğenilmişliklerle bağlantılı olarak birbirinin benzeri cümleler ardı arkasına kuruluyor. Yani, benzer öykülerle benzer filmler çekiliyor. Buna rağmen, Blue Beetle, bu tekdüze gidişi kırmaya kararlı.

Yine bir olağanüstü güç

Jaime Reyes (Xolo Maridueña) mezun olmanın mutluluğuyla ailesinin yanına döndüğünde, hayatın gerçek yüzüyle karşılaşır. Bir büyük firma (tröst demek daha doğru aslında) evlerine el koymuş ve çıkartmaya zorluyor; gelirleri kısıtlı olan aile bir çözümsüzlüğün içindedir. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi çalışanlara az para verilmekte, insanlar işsizlikten yakınmakta ve bu zor durumu aşmak için çabalamaktadır.

Jenny Kord (Bruna Marquezine), babasının haklarını da vermeyip dünyayı ele geçirmeye çalışan halasından (Susan Sarandon) çaldığı olağanüstü güç kaynağını Genç Jaime’ye verir. O olağanüstü güç, kendisini sevince, bünyesine girer ve genç Jaime yeni bir Süperman, Batman, Kaptan Amerika vb. olur, istemese de…

Buraya kadarı hemen her bilimkurgu filminden bildiğimiz bir giriş. Ancak bundan sonrası farklı; çünkü Reyes ailesi birbirine bağlı, birbirini seven ve savunan bir ailedir. Ailenin geçmişinde (büyükanne ve amca) antiemperyalist düşünceleri nedeniyle militandırlar gençliklerinde (Filmin girişinde, amcanın güvenlik kameralarından sakınmasının gerekçesi çıkıyor ortaya).

İyilerle kötüler…

Bir aksiyon filmi olmasına rağmen komediyi, gerilimi ve (ağlatan değilse de gözü yaşartan) dramayı içeren Blue Beetle’da bir anti kahramandan söz etmek de mümkün. Şiddetten alabildiğine kaçınan Jaime, hiçbir zaman kahraman olmak istemiyor. Jaime’nin olağanüstü güç sahibi olmasıyla birlikte denge değişince film, bir iyilerle kötüler arasındaki savaşa dönüşüyor. Aile sevgisi belirgin bir biçimde sergileniyor.

Benim kurtarıcım…

Okurlar farkındadır, birkaç gündür Koreli Yousu Kim, değerlendirmeleriyle katkı sunuyor yazılarıma… Bu kez, gerçekten de daha iyi yazdığı için benim Blue Beetle’ım oldu.

“Blue Beetle, birçok diğer film gibi, hem keyif hem de duygu içeren ve değerli dersler sunan bir filmdi. Bu film, ne kadar zengin olunursa olunsun, aile sıcaklığı ve sağlıklı insan ilişkileri olmadan yaşamın çok yalnız hissedilebileceğini gösterdi. Aynı zamanda bu sevginin birçok hayat zorluğunu aşmada yardımcı olabileceğini de gösterdi. Başkalarıyla bağlantı kurma hissi ve ailenin değerliliği birbirine ifade edilmeli, çünkü bu anlar sonsuz değil; böylece pişmanlık yaşanmaz.

Şaşırtıcı bir şekilde, ailenin en büyüğü ve sözü dinlenen tek kişisi büyükanne bende kalıcı bir hatıra bıraktı. O, herkesten daha güçlü bir karaktere sahipti. Diğer aile üyeleri sevdiklerinin ölümlerine yas tutarken bile sakin ve güçlü kalmıştı; bu düşünce bile yüreğimi acıttı. Böylesine dayanıklı bir birey olmak için kaç deneyimden geçtiğini hayal etmek bile içimde bir yerde bir duygu hissettiriyor.

İnsanın büyümesi nereye kadar devam eder?

Blue Beetle’ı izlerken aynı zamanda yanılgılı inançların insanın düşüşüne nasıl yol açabileceğini fark ettim. Acı yaşayan insanlar genellikle öfke ifade etmek ve ona dayanmak için bir şey veya birine karşı derin bir kin geliştirirler. Bu süreçte acı tekrar tekrar yüzeye çıkabilir ve böyle düşünceler ortaya çıkar: Eğer o kişinin hayatında sıcak bir varlık olsaydı.

Düşünülemez suçların yaşandığı Güney Kore’deki mevcut duruma bakarken, suçluların gençliklerinde en azından bir olumlu etkiye sahip olsalardı bazı şeyler farklı olabilirdi diye düşünmemek elde değil. Aşk ve ilginin gücüne inanan biri olarak, içten içe derin bir üzüntü hissetmemek mümkün değildi.”

18 Ağustos tarihinden başlayarak gösterimde…

(16 Temmuz 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Bana Bir Yalan Söyle Kendi Gerçeğin Olsun

“Halk Sağlığında Koruyucu Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon” adlı kitap ve DVD çalışması bulunan, klinik psikonöroloji eğitimini tamamlamış, homeopati hizmeti veren Fzt. Osteopat İbrahim Mayda’dan, bir bilimsel gerçekliği paylaşarak başlamak en doğrusu… Herkesin bilmesi ve kabul etmesi gerekirken bizim ülkemizde kulaktan dolma söylentilerle mahalle baskısı yaratılıyor ve yaşamlar söndürülüyor.

“Inferior Nucleus Anterior Hypothalamus (INAH): Cinsiyet, hamileliğin 9. haftasında testesteron düzeyine göre belirleniyor. INAH, erkekte testesterondan dolayı biraz büyük, kadında da östrojenin fazlalığına bağlı olarak biraz küçüktür. Erkekte testesteron yüksek östrojen düşük, kadında ise östrojen yüksek testesteron düşüktür. INAH normalin biraz altında ise fibromyalji sendromu, ondan biraz daha düşükse biseksüel eğilimler, daha da düşükse ilişkide pasiflikler yaşanır. INAH her iki cinste normalden yüksekse gerek erkekte gerekse kadında aktiflik önde olur.

INAH’ın normalin dışında olmasına ek olarak epigenetik yaşamdaki olumsuzluklar beslenme alışkanlıkları çocuk yaşta cinsel travmalar psikolojik travmalar vs. INAH’ın normalin dışında olmasındaki tabloyu destekler. Erkek erkeğe ya da kadın kadına olan cinsellik bir hastalık değil, kendi doğalarının gereği yaptıkları birlikteliklerdir. Herkesin saygı duymak gibi bir zorunluluğu vardır ve ötekileştirilmemelidirler.”

Otobiyografik öykü…

Bir kitaptan uyarlanan “Bırak Artık Şu Yalanlarını”, dedikodularla yaratılan korku dolu tedirginliği giderecek bir film. İlk aşkın ve yaşattığı heyecanın bir ömür boyu sürecek hatıraların özel önemini aktarıyor biz izleyiciye… “Seni seviyorum, ama bundan sana ne” yaklaşımı, aslında aşkın tek taraflı olduğunun da göstergesidir; eğer arada büyüyen duygu karşılıklı iki kişiyi de yüceltiyorsa, zaten sürüyor. Siz, birini seversiniz, o bir başkasını seviyordur ve bir araya gelmeniz mümkün değildir… İşte o zaman aranızdaki duygular bıraktığınız yerde durmaz. Ya büyür gelişir, bir daha tutamazsınız ucundan bile ya da o denli genişler yayılır ki asla toparlanamaz. Peki, ne olur o zaman?

Herkes kendi yoluna…

İçinizde yaşatırsınız duygularınızı, görmeseniz de, işitmeseniz de… İki yüzüncü yılını kutlayan ünlü bir konyak markasının etkinliğinde yer alan romancı Stéphane Belcourt (Guillaume de Tonquedec), uzun yıllar sonra dönmüştür kentine. Her şey değişmiştir, insanlar da, ortam da, ilişkiler de… Geçmişini anımsar her adımda. Unuttuğu, unutturulması istenen geçmişini, aradan geçen yıllar sonrasında yeniden hatırlar. İlk gençlik yıllarında aşk yaşadığı Thomas yoktur, ama oğlu Lucas Andrieu (Victor Belmondo) ile tanışır. Doğal olarak da anılar birbirini kovalar.

Sıradan bir öykü gibi gelse de tutucu düşüncenizin zincirlediği duygularınızı sarıp sarmalayacak bir anlatım “Bırak Artık Şu Yalanlarını”. Gerçek duyguların alabildiğine yalın ve sapmadan anlatıldığı film, yönetmen Olivier Peyon’un başarısını da kanıtlıyor. Film, duygunuzu sınırlamadan ve sizi zorlamadan konuyu gerçekten çok iyi anlatıyor. Oyuncular da (özellikle Tonquedec ve oğul Belmando müthiş, Guilaine Londez’in canlandırdığı organizasyon sorumlusu Gaëlle Flamand) yönetmene katılınca filmin gücü de yükseliyor, heyecanı da, etkisi de… Müziğini de unutmamak gerekir muhakkak.

Otobiyografik kitabın filmi de aynı çizgiyi sürdürüyor. Geri dönüşlerle hatırlananlar arasında güçlü bir bağ kuruluyor ve olayları şu anda veya geri dönüşlerde ortaya çıkarken izliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Şimdiki zaman ile geçmiş arasında gidip gelen bir film yeni bir şey değil aslında, ilk aşkını anan birinin anlatılması da yeni değil, ama “Bırak Artık Şu Yalanlarını”, hepsini bir potada birleştirerek sağlam bir yapı oluşturuyor.

Sadece görüntüye bakarak…

Sinemayı çok seven, dilini bilmese de filmi (Fransızcaydı, altyazı da Türkçe olunca) sıkılmadan, büyük bir özenle -ve tabii, keyifle- izleyen Koreli misafirimiz Yousu Kim, şöyle yazdı duygularını:

Film “Lie With Me”, benim için renkli bir aşk büyüsü gibiydi. Anladığım bir dil olmadığı için, sadece filmin kendisini gözlemliyordum. Aslında, filmin sesinin bir yan öğe olduğunu söyleyen ustanın sözünü doğrularcasına sadece görüntüyü izleme fırsatının benzersiz bir deneyim olduğunu sezdim. Anlatılanın ayrıntılarını bıraktığım anda, oyuncuların yüzlerindeki küçük duygu değişikliklerini görebilmeye başladım. Ani üzüntüden beklenmedik gerçeklerle yüzleşmenin hayal kırıklığına, pişmanlığın acısından karşılıksız sevginin yürek parçalayıcı hüznüne kadar geçişler belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Bu, neredeyse sihirli bir bağ gibiydi…

18 Ağustos tarihinden başlayarak gösterimde.

(15 Ağustos 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Müzik Dans ve Hikâye: Carmen

Carmen, en çok filme uyarlanan öykülerdendir; klasik olanı da vardır, modern olanı da… Aykırı olanı da görürsünüz, uyumlu olanını da… Bu kez Yönetmen Benjamin Millepied, bize, Meksika sınırındaki kaçak göçmenlerin arasından bir müzik, dans ve öteki öyküsü sunuyor.

Evet, günümüzün en büyük sorunlarından, hatta en başta gelenlerinden biri olan göçmenlik çözüm bulunamayan ve hemen her ülkeyi ilgilendiren bir konu. Türkiye’ye Suriyeli, Afgan, Afrikalı geliyor; Türkler de Almanya, Amerika Birleşik Devletleri’ne gidiyor. Kimi siyasal, kimi ekonomik, kimi sosyal (ve tabii küresel kuraklık da unutulmamalı) nedenlerle göçmen olurken; Carmen’de olduğu gibi hayatını kurtarmak için her şeyini geride bırakıp da gidenler de var…

Annesi öldürülen Carmen (Melissa Barrera), çareyi kaçmakta bulur. Carmen sınırdan geçerken, gönüllü sınır muhafızı Aidan (Paul Mescal), arkadaşlarını öldürür, birlikte kaçarlar. İki genç arasında, başta yoksa da film ilerledikçe bir duygusal çekim söz konusu olur. Ancak belirleyici olan aşk değil, hayata tutunabilmektir. İki arkadaş, hem kaçaklıklarını gizlemek hem yakalanmamak hem de içlerindeki duyguyu dizginlemek ihtiyacı hissederler.

Hikâyenin taşıdıkları…

Masallar artık “bir varmış, bir yokmuş” diye başlıyor mu bilemiyorum, ama Carmen filmini izlerken masallardaki kahramanlar, artık peri padişahının kızını alabilmek için Kaf Dağı’nın ardına ulaşmak ya da dağı delip geçmek zorunda değil. Modern zamanlar denilen günümüzde, ıskalanmış yaşam sürdürenlerin, hayatta kalma mücadelesiyle sınırları aşmaları, sadece sinemanın değil tüm sanatların en sürükleyici efsanesi.

Yönetmen Millepied, belirgin bir mekânı vurgulamıyor. Tabii ki, orası Meksika olabileceği gibi gözünüzü bir an için, bir saniyeliğine kapayın, Suriye – Türkiye, Türkiye – Yunanistan, Kanada – ABD, Ukrayna – Avrupa ülkeleri de olabilir. Öyküler farklı olabilir belki, ama kesinlikle aynı duygu yükünü omuzlamıştır.

Carmen, bağımsız, kendi başına buyruk yaşayan, ama gelenekleriyle de bağını koparmamış bir kadın. Dansın duygusu içine işliyor insanın izlerken. O denli iyi kurgulanmış ki, Sadi Çilingir, haklı olarak, “Filme müzik yapılırdı, ama Carmen’de müziğe film yapılmış.” diyor. Tabii ki, müziğe yapılan film akla hemen video klipleri getiriyorsa da hem doz, hem hız, hem de uyum tam sağlanmış.

Carmen’in yolculuğu Meksika sınırını aşmakla başlıyor, yanındaki ile birlikte, kendi sınırlarını da zorladığı bir arayışı izliyoruz.

Film, olay örgüsünden çok bir ruh hali aktarımı; buna da bağlı olarak özgürlük ve aidiyet, tutku ve trajedi, müzik ve dans, yaşam ve ölüm iç içe… Film, olabildiğince gerçek bir öyküyü böylesine şiirsel bir dille aktarıyor izleyiciye… Anlatılan öykü ve anlatılış biçimi değişse de özündeki insan hiç değişmiyor. İnsanla birlikte ayrılmaz ikilininse aşk ve isyan olduğunu unutamamak gerekir.

Misafir görüşü

Filmi birlikte izlediğimiz, misafirimiz Koreli Yousu Kim, filmi şu cümlelerle yorumladı: “Türkçeyi sınırlı anladığım için filmin görsel unsurlarına odaklandım. Özellikle Carmen’in eli, üzerimde önemli bir etki bıraktı. Farklı sahnelerdeki yer alış biçimi güçlü ve unutulmazdı. Aidan’in illüzyonlarının, travmatize olmuş askerlerin zorluklarını yansıttığı şekilde sanatsal olarak sunulmuş olması da etkileyiciydi. Filmdeki müzik ve dans performansları çok iyiydi, benim için büyük bir zevk ve gözlerim için bir şölendi sanki.

Carmen’in bakışları, güçle doluydu ve dirençli bir kadın imajı çiziyordu, bu da aşkın ve veda etmenin hayatımızın belirleyici zorlukları olduğunu yansıttı. Onun cesaretini görmek ilham vericiydi ve bana hayatın sürekli bir hoş geldin ve hoşça kal döngüsü olduğunu hatırlattı.”

18 Ağustos’ta gösterimde…

(12 Ağustos 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Dünya Daha da Karanlık Olur mu: Sürü

Öylesine zorlu koşullarda yaşıyoruz ya da yaşatılıyoruz ki, çözümsüzlüğü çözüm diye gösteriyorlar ve hep aldanıyoruz.

Sürü, Kolombiyalı iki gencin alkol içip uyuşturucu kullandıktan sonra işledikleri cinayet sonrası götürüldükleri cezaevinde yaşananları anlatıyor. Bir ormanın derinliklerinde, güya rehabilite edilecek “suçlu” ergenler, aslında birileri için keyifli bir yaşam merkezi hazırlıyorlar. Başlarındaki eli silahlı gardiyandan, idealist ve dini telkinlerle onları “doğru yol”a getireceğine inanan koruyucuya, hükümlü gençler de dahil kimse inanmıyor bu “cehennem”den başarıyla çıkılacağına.

Karanlık…

Bizim ülkemizde ormanlar kesiliyor, jandarma kesenleri değil korumaya çalışanları engelliyor. Diğer tarafta ormanlar yanıyor, söndürmek için koşturanlar engelleniyor. Her ikisini de devletin güçleri yapıyor, olan doğayı korumak için mücadele edenlere oluyor. Kolombiya’da ise orman birilerine peşkeş çekilmek üzere hükümlü gençlerin dur durak bilmeyen insanüstü çabalarıyla yaşanılabilir yere çevrilmeye çalışılıyor. Film, her iki bakışın da yanlışlığını sorgulamak için ipuçları veriyor izleyicilere.

Biz, film üzerinden gidelim ve Kolombiya’daki öyküye odaklanalım, sizler de ülkemize uyarlayın: “Sanat, görünenle görünmeyen arasında bir köprüdür.” diyen yönetmen Andres Ramirez Pulido, filmiyle, sorunlu gençlerin zorunlu tutuldukları hapishanedeki karanlık yaşamı izletiyor.

Babasını öldürmeyi düşleyen, ama yanlışlıkla bir başkasını vuran (bu arada cesedi de bulunamıyor) Eliu’nun ve cürmü birlikte işlediği El Mono’nun (suç ortağı) tedirgin ama bir o kadar da boyun eğmeyen duruşları, dar alanda da olsa bir başkaldırı. Diğer taraftan öldürdükleri adamın yakınlarının intikam alma girişimleriyle, Eliu’nun kardeşinin oluşturduğu çete ile babasını öldürme kararlılığı arasında izleyici sözsüz bir şiddeti yaşıyor. Gerçek mi yoksa yanılsama mı tüm bunlar?

Ormanın derinliklerindeki gençlerin bilinmezliği ve karanlık görüntüler izleyicinin içine işliyor. Sıkıcı bir film sanılsa da sorgulayan ve sorgulatan bir film Sürü.

Suçlu da olsa insan, sosyal bir varlıktır ve muhakkak ki, hakları vardır.

Küçük bir not…

Film adları belirleyici olur izleyicinin zihninde… Filmin orijinal adı La Jauria, Türkçeye Sürü olarak çevrilmiş. Sözcük anlamı üzerinden bakarsak La Jauria Fransızcada Jüri anlamına gelirken Kolombiya’da kullanılan İspanyolcada “Paket” demek… Ancak ses benzetmesinden yararlanılarak filmin adının “Sürü” olması uygun görülmüş. Her üç sözcük de filmin içeriği hakkında bilgi vermiyor (tabii, çağrışımlar üzerinden her üç adı da anlamlandırabilir, aralarındaki diyalektik bağı kurabilirsiniz). Belki merak uyandıran bir ad verilebilirdi ve izleyici için daha da çağıran bir isim olabilirdi…

28 Temmuz’dan başlayarak gösterimde…

(27 Temmuz 2023)

[email protected]

Savaş Kötüdür, Savaş Çıkaranlar Daha da Kötü…: Oppenheimer

Tarihi kronolojik sırayla anlattığınızda birçok insan sıkılır, hem geçmişten bir şeyler anlatıyorsunuzdur hem de doğrudan değil, dolaylı mesaj veriyorsunuzdur. Oysa (sözlü tarihte olduğu gibi) ilginç gelen konuları birleştirirseniz hem izleyicinin merakı artar hem bulmacayı çözmek için çaba harcar hem de araları bağlamak için düşünmeye başlar.

Önce teknik!

Sinemanın keyfini çıkaran yönetmenlerden biri Christopher Nolan; kendini yenilemesi yetmiyormuş gibi teknikte de yenilikler istiyor. Oppenheimer için, (biliyorsunuz, film kamera ve projeksiyon makinesinden dikey geçer) IMAX’a 35 mm’lik pelikül yerine 70 mm’lik bir kamera yaptırmış. Bu kameranın bir diğer özelliği de filmin yatay geçmesi, yani düzeneği tümüyle değiştirtmiş. Bu değişimle kamera hem çok ağır olmuş hem de ışığa daha çok gereksinim duymuş. Bunu düşünmek (fotoğraf filmleri de yataydır ve görüntü netliği sinema filmine oranla çok daha fazladır) ve yaptırabilmek Nolan’ın en büyük gücü… Bunun yanında (Pazarlamacı Burhan gibi oldu, hoş görün), Kodak’a yine 70 mm’lik siyah / beyaz film ürettirmiş. Akan zamanı boşa harcamayıp kur(dur)duğu platoların eksiğini tamamlamış sürekli denetimlerle…

Her ne kadar biz, sadece IMAX izlesek de, dünyada çok az şehirde ve salonda gerçek haliyle izlemek mümkün Oppenheimer filmini… bir de düşünün iki boyutlu ve sıradan salonların projeksiyonunu. Nolan’ın belki bu girişimi sinemaya yeni bir ivme kazandırır. Umudu üzmüyoruz.

Peki, orada bitiyor mu?

Hızı, kurgusu, müziği, oyuncularıyla (başroldeki Cillian Murphy, daha şimdiden Oscar adayı olarak gösteriliyor) Oppenheimer, Christopher Nolan’ın en iyi filmi… Senaryosunu da yazdığı filminde tarihin üç bölümü arasında bizi dolaştırıyor. Hem İkinci Dünya Savaşı gibi bütün ülkeleri ve insanları ilgilendiren bir dönem hem de savaş sonrasında siyasal, ekonomik ve toplumsal gelişimi anlatıyor hem de bilim ile savaş arasında (tabii, bilim insanlarıyla siyasetçiler arasında da) bağlantı kuruyor. Yönetmen bizi, ülkesini sevmekle insanlığa karşı yaptıkları arasındaki etik mücadeleye götürüyor.

“Şimdi ben ölüm oldum…”

Fizikçi Oppenheimer, atom bombasının çalışmalarını sürdürürken, devletin kendisinden beklediğini verecek olmanın hazzı içerisindedir, ama bomba yüzbinlerce insanı yok edip toplumsal yaşamı bitirince içindekini dışa vurur: “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.”

Filmin görselliğiyle anlattığı hikâyenin gücü ve etkisinin yanı sıra –bizim ülkemizle de bağlantılı olarak- devletin bakışı, siyasetçilerin tavrı ve söylenenlerle yapılanlar arasındaki farkı takip etmek gerek. Unutmadan kadın erkek ilişkisinin belirleyiciliğini vurgulamalıyım. Evliyken başka bir kadınla daha önceden kurduğu ilişkiyi sürdürüp intihar etmesine yol açması; eşiyle ilişkisinde aslında bir yanıyla eril tavrı, bir yanıyla da duyarlılığı (bomba denemelerinde kurutulan çamaşırların asılı durması veya kaldırılması) Oppenheimer’in sıradan bir insan olduğunu ifade ediyor. Yani bomba yapıyor olması, önemli bir iş başarması insani zaaflarının önüne geçemiyor.

Bizim ülkemizde siyasetçilerin büyük çoğunluğu “dün, dündür” anlayışıyla ayaküstü kırk yalan birden söylerken, İkinci Dünya Savaşının o zorlu günlerinde ve savaş sonrası mahkemelerde karşılarına çıkacağını bildikleri için daha usturuplu söylüyorlar söyleyeceklerini. Zaten filmin belirleyici anlarından birinde “esneklik” üzerine bir konuşma geçiyor; aman dikkat, dilinize mukayyet olun!

Einstein bile karşı…

Devlet (ya da devletin yönetiminde bulunanlar, hiç fark etmez) kendi çıkarı için her şeyi yapabilir, kaldı ki yalanlar masum bile kalabilir onların arasında. İkinci Dünya Savaşı bitmek üzeredir; Hitler intihar etmiş, Almanya teslim olmuştur, ama ABD yönetimi, dünyanın lideri olmak için atom bombası yap(tır)mayı kararlaştırmıştır. Komünist olarak suçlananlar, -gerçek olmasa bile- (tıpkı bizdeki gibi) işten atılırken Einstein, tepki gösterdiği ve işaret ettiği için bombayı geliştirmek amacıyla ihtiyaç duyulan Oppenheimer her türlü soruşturmadan sıyrılır kolayca. Demek ki hedefe giden her yol mubahtır devletler için. Gizli veya açıktan suçlanır Oppenheimer, bombayı üreten merkezin başında olduğundan; oysa en çok da o karşıdır bombanın insanlar üzerinde (Hiroşima ve Nagazaki’de) denenmesinden…

Filmde önemli yer tutan Trinity Test Sahası, -ki, atom bombasının denemelerinin yapıldığı, heyecanın doruğa çıktığı, sıfır değil ala sıfıra çok yakın olasılıkla da olsa dünyayı yok edebilecek bir patlama deneniyor- bir anlamda, birkaç hafta önce gösterime giren “Asteroit Şehir” filmiyle tanıdığımız bir mekân. İki filmi de izlemişseniz aradaki bağı kurmamanız için hiçbir sebep yok. Bu da sinema(cı)nın birbirine selamı olsa gerek.

Filmin en güçlü yanlarından biri kurgusu, daha da önemlisi müziği idi. Bombanın patlamasıyla sessizliğe bürünen ortalık tam da şok durumu yarattı. Yönetmen Nolan, “salondan çıkanlar konuşamayacak denli halsizdi” demiş, filmin arasında -unutmamaya çalışarak- izleyicileri de takip ettim, soluklarını tutmuş, merak içinde kıpırdamadan odaklanmışlardı beyazperdeye.

21 Temmuz’da gösterimde…

(20 Temmuz 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Askerlikte Ne Kural Vardır Ne İnsanlık: Teftiş

…ama bu film, asıl anne oğul arasındaki kabul görme öyküsüdür.

Ellis’in (Jeremy Pope), eşcinsel olduğu için dini inancına göre günahkâr saydığı oğlunu reddeden zalim annesine kendisini kabûl ettirmek için yaşadıklarını izliyoruz. Biyografik film zordur, sizin için iyi olan bir başkası için kötü olabilir; otobiyografik film daha da zordur, kişisel zaafları anlatmak insanın işine pek gelmez. O zaman her erkek askerdir aslında!

Asker doğanlar…

Bizim ülkemizdeki “Her Türk asker doğar” sloganı her ülke için geçerlidir. Alabildiğine milliyetçi, alabildiğine ırkçı, alabildiğine eril ve bir o kadar da şiddet yüklü bu sloganın yanlışlığını anlatıyor. Ama asıl olarak senarist / yönetmen tarafından annesine adanmışlığını da göz önüne alınca, filmin anne oğul ilişkisiyle asker ocağındaki ilişkilerin değişmesini anlattığını anlıyoruz.

Ellis’in (asker arkadaşları soyadıyla, “Fransız” diye sesleniyor, bir aşağılama sözcüğü olarak) yaşamını sürdürecek bir çıkar yol olarak askere katılma kararıyla başlıyor film. Öyle bir ikilem ki bu, aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık kadar seçimi zor bir süreç. Kendisini reddetse de (öylesine iğrenir ki oğlundan, oturacağı yerin üzerine gazete serecek kadar, yemek vermekten imtina edecek kadar) anne duygusu, anneye kendini kanıtlama hevesi hiç bitmez.

Askerlik…

Eğitmek değil, ezmek amacıyla sürdürülen bir hizmettir. Eğitim çavuşu daha ilk cümlesiyle onları “ölmekten beter” edeceğini söyler. Ellis’in kendisini (tabii ki asıl annesine) kanıtlama çabasıyla öne çıkmasıyla eşcinselliğinin öğrenilmesi yepyeni baskıların ilk adımı olur. “Barışta ter dökmeyen savaşta kan döker” denirse de barışta da kan dökülür, hem de mahalle baskısıyla. Sadece eşcinsellere değil, farklı inancı olanlara da reva görülür bu baskı. Doğal olarak da ezilenlerin birlikteliği doğar. Peki, kolay mıdır bu birlikteliğin doğuşu? Asla. Tedirginlik ve korku dağları bekliyordur ve insanlar bir anda cayabilir, canavarına teslim olabilir.

Kötüden iyiye geçiyor insanlar. Kimi daha baştan gösteriyor iyiliğini, kimse anlamasa da (izleyici unutsa da), kimi ise görev gereği zorunlu olarak kötüyü oynuyor. Bir an geliyor ki, ister istemez içlerindeki iyiliği gösteriyorlar. Jeremy Pope başarılı bir performans gösteriyor.

21 Temmuz’da gösterimde…

(19 Temmuz 2023)

Korkut Akın

[email protected]

Bir Öteki’nin Bir Diğer Öteki’ye Bakışı: Ren Altını

Dünyanın en büyük sorunu, kim ne derse desin, göçmenlik, mülteciler, sığınmacılar… Hangi nedenle olursa olsun -ki, ister ekonomik, ister siyasal, ister ekolojik nedenlerle, isterse umut yüklü- insanlar zorunlu olmadıkça göçmenliği seçmezler. ABD Gümrük ve Sınır Muhafaza (CBP) verilerine göre Amerika Birleşik Devletleri’ne geçen düzensiz Türk göçmenlerin sayısı 2021’de 6 bin 945’e çıktı. Resmi rakamlara göre 2022’nin tamamında ise bu sayı 21 bin 698 oldu. Yani göçmenlik sadece bizim ülkemizin değil tüm dünyanın en temel sorunlarından biri… Küresel ısıtma sürdüğü, petrol gibi fosil yakıtlar kullanıldığı sürece kuraklık ve susuzluk artacak, buna da bağlı olarak göçmenlik artacak.

Gerçekliği böyle belirledikten sonra, hemen tüm ülkelerde olduğu gibi gelişmiş sayılan Avrupa ülkelerinde de göçmenler hep “öteki” olarak görülecek. Hatta öyle ki, bir “öteki” ile diğer “öteki” çatışacak, alan ve itibar kazanmak için. İşke Ren Altını (Rheingold) bu “ötekiler savaşı”nın öyküsü…

Fatih Akın, bir otobiyografiye uzaktan dayanarak, Xatar olarak da bilinen (en kolay adlandırma olarak) girişimci Giwar Hajabi’nin hikâyesini anlatıyor Rheingold’da.

Fatih Akın da bir “öteki”, öyküsünü ele aldığı ünlü gangster, müzisyen, rapçi Xatar da… Kendi yaşadıklarının, aslına bakılırsa diğerlerinin yaşadıklarından pek bir farkı olmasa gerek. Aynı dışlanmışlık, aynı küçümseme, aynı sömürü ve aynı aşağılama… Geriye kala kala ayakta kalabilmek için tek bir seçenek kalıyor.

Rap müziği…

Öteki olmaya, itilmişliğe, aşağılanmaya karşı ya asimile olacaksınız ya da direneceksiniz. Bunun ilk örneklerini müzikte görüyoruz: Rap, belki de ilk başkaldırı hali. Bir anlamda günümüz cazı.

Fatih Akın, bu örneklerin ilklerinden, belki de en başarılılarından birinin öyküsünü anlatıyor.

Filmde birçok açık uç var. Ne oldu, nasıl oldu, niye öyle oldu gibi. Giwar Hajabi’nin babası, ünlü orkestra şefi nasıl oldu da (veya niye) eşini, evini, çocuklarını terk etti? Burada, Buñuel’e kulak vermek gerekir: “Bir filmde bir şey iki kez gösteriliyorsa, anlamı farklıdır” diyor usta. Filmin başında, orkestra içinden bir virtüöz saygın müzikçi Eghbal Hajabi’ye gülümser. Aynı gülümsemeyi bir kez daha görürüz, ama bu kez Bonn’da ve Humeyni İran’ından kaçıp, hapislerden geçtikten sonra yeniden müzikle ilgilenmeye başlayan Eghbal evini terk eder.

Ya hep ya hiç!

Filmin çıkışını oluşturan anı/yaşam öyküsünün adı da “Ya Hep Ya Hiç”tir. Hiçbir çıkış yolu bulamamışsanız ya da kaybedecek bir şeyiniz yoksa gözünüzü karartır en olmadık işlere bile girersiniz. Zaten film boyunca Xatar’ın bu seçimlerinin izini sürüyoruz.

Giwar da öyle yapıyor. Porno kasetçilikten yakalanınca uyuşturucu ticareti yapıyor, kendisini soyanlara karşı dövüş dersleri alıp, bulunduğu yerin “reis”i oluyor. Bir arkadaşı kendisini “Amca” (Uğur Yücel) ile tanıştırır. Akın, Yücel ile birlikte Yılmaz Güney’e bir göndermeyle selam verir burada. “Amca” Xatar’ın okumasını ister… Güney’in ünlü “Umutsuzlar” filminde, çözüm olarak söylediği “Orospu olacaksa, okumuş orospu olsun.” sözünü anımsatıyor. Ancak “Amca” Güney’i bir adım ileri taşır, gözünü kırpmadan kendisine karşı gelen adamı öldürür, hem de herkesin önünde.

Uzun ve karmaşık…

Ren Altını, evet, uzun… hiçbir yönetmen onca emek verip çektiği sahneyi, hatta planları atamaz, emeğine acır. Belki onun için iyi bir kurgucunun filmi son haline getirmesi daha doğrudur. Ancak, film sarkıyor mu, hayır, sıkıyor mu, yine hayır, ama uzun mu, evet uzun.

Baba Eghbal Hajabi evini terk etmese böyle olur muydu sorusu takılıyor ister istemez insanın aklına. Erkek egemen dünyada (müzisyenliğinin verdiği özgüveni de eklerseniz) babanın eşine ve çocuklarına uzak durması, onlarla (eskiden olduğu gibi) ilgilenmemesi de aslında bir “öteki”leştirme öyküsü. Baba, müzisyen olmanın getirdiği saygınlıkla toplumda (veya bulunduğu yerde) kabûl görüyor olsa da gidişatı belirleyen oluyor. Hapishanede görüştüğü Xatar ile diyaloğu belirleyici bu anlamda.

Fatih Akın’ın ne anlattığı veya anlatamadığı üzerine bir tartışma yaşanıyor. Filmde birçok belirsizlik var. Akın, eğer bir biyografi anlatıyor olsaydı, bu değerlendirmeler haklıydı… Ancak Akın, ötekilerin dışlanmışlıklarını, hayattan koparılmalarını anlatıyor. Ötekiler, hiçbir şeyi tam olarak yaşa(ya)madıkları için hayatlarının da tam olmadığını vurguluyor. Hem öyle olmasa Fatih Akın filmi olur muydu Ren Altını?

07 Temmuz’da gösterimde…

(04 Temmuz 2023)

Korkut Akın

[email protected]