Etiket arşivi: Korkut Akın

Aktör Aktris Yok, Karakter Var: Maria Olmak

Sanatın önündeki en büyük engel yasaklar ve sansürdür. Ancak erkek egemen dünyada bir de kadının aşağılanması var ki, yasak ve sansürden aşağı değil.

Paris’te Son Tango (1972), Bernardo Bertolucci’nin, üzerinde en çok konuşulan, doruğa çıkarıldığı kadar da yerden yere vurulan filmi. Bertolucci, dönemin en ünlü oyuncularından Marlon Brando -The God Father filminin hemen arkasından- ile genç, deneyimsiz, üstüne üstlük bilgi verilmeyen Maria Schneider ile sert, acımasız, seks dolu bir film çekmek ister. Senaryosu bellidir, ama Bertolucci, her zaman yaptığı gibi senaryoya eklemeler ve çıkartmalar yapar her zaman. Brando ile kararlaştırdıkları bir tecavüz sahnesini Maria’ya bildirmeyince, genç kız gerçekten tecavüze uğramış hisseder kendisini.

Gözyaşları gerçek…

“Maria Olmak”, bir genç oyuncunun yaşamının nasıl söndü(rüldü)ğünü anlatan, bir anlamda uyarı filmi; diğer taraftan da sanatın neyi nerede nereye kadar yapabileceğini de gösteriyor.

Maria (Anamaria Vartolomei), bunca büyük bir oyuncuyla ilk kez karşılıklı, hem de başrol oynayacaktır. Brando (Matt Dillon) deneyimli biri olarak genç kıza ipuçları verir, birbirlerini anlayışla karşılarlar… Hatta bir sahne bitiminde, Brando, gerçekten ağladığını söyler, her ne kadar daha önceki filmlerde gözyaşı damlasıyla ağlamış olsa da.

Bir gerçek gözyaşı da Maria döker, o “ünlü” tereyağı sahnesinden sonra. Sinemanın “rol icabı” yaptığı şeyler vardır; silahlar gerçekten patlamaz, insanlar gerçekten ölmez ya da yaşlanmaz. Buna seks sahneleri de katılmalıdır. İki oyuncunun etkilenip gerçekten öpüştüğü olabilir, ama sevişme sahneleri her zaman “rol icabı”dır. Böylesi –mış gibi yapmaya karşın, bilgi verilmediği için Maria, gerçekten gözyaşı döker. Yaşadığı, kimsenin sonradan özür bile dilemediği bu travmanın etkisinden kurtulmak için uyuşturucudan medet umar, intiharı bile dener, sonrasında da… genç yaşta ayrılır aramızdan.

Embesil ve ahlâksız deliler sektörü…

Filmin özünü Bertolucci (Guiseppe Maggio), hemen baştan söylüyor: “Bu filmde aktör ve aktris yok, karakterler var”. Ancak karakteri hazırlamak kendisinin (yönetmenin) görevi olsa da, yeterli bilgi vermeyerek “gerçek” tepki almak istiyor. Öylesi bir gerçeklik ki bu, sette bulunan herkes donup kalıyor, hatta gözleri dolanlar bile oluyor, bir rol olduğunu bildikleri halde. Bertolucci, “embesil ve ahlâksız deliler sektörü” diyerek güya kendini aklıyor. Aslına bakarsanız çok da haksız sayılmaz Bertolucci… #MeToo hareketi sektörün ne denli geniş bir ahlâksızlık içinde olduğunun kanıtı. Öte yandan, yine Bertolucci, kadınlar için, “aşağılandıkça beğenilir” diye anlatıyor, Maria’ya kendisini (ve filmini kuşkusuz) savunmak için.

Son sözü Maria söylüyor: “Ne Bertolucci, ne de Brando özür diledi.”

22 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(18 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Siyaset Her Zaman Güçlüden Yanadır: Gladyatör II

Devam filmleri her zaman zor(lu) olmuştur ve izleyici bir öncekinin estetik tadını, güzelliğini, etkileyiciliğini aramıştır. O nedenle de birçok devam filmi yapımcıya da izleyiciye de hüsran olarak dönmüştür. Bu kez, aradan geçen yıllarda Gladyatör üzerine çalışan ekip(ler), gerçekten iyi kotarmışlar ve birincisini yer yer aşan bir film yapmışlar.

Hikâyesini Peter Craig ile yazıp senaryolaştıran David Scarpa, birinci filmde ölen gladyatörün yerine yenisini koyarken Yönetmen Ridley Scott, 2000 yılında Oscar kazanan Gladyatör filminin finalini, Russell Crowe’un canlandırdığı Maximus’un ölmesini açılış jeneriğinde hatırlatıyor. Bu, yönetmenin yaptığı işe ne kadar güvendiğinin de bir göstergesi aslında. Roma’da başa iki kardeş geçmiştir ve zevküsefa içinde kimseyi umursamadan ülkeyi yönetmektedir. General Acacius (Pedro Pascal) önderliğinde Afrika’yı ele geçirip ülkeleri sömürgeleştirdikten sonra gözünü İran ve Hindistan’a dikmiştir; ancak Acacius, dökülen kanların halka sefaletten başka bir şey getirmediğini gördüğünden yorgunluğunu ileri sürerek gitmek istemez. En son Numidia’yı ele geçirip birçok da köle getirmiştir Roma’ya. Roma’ya getirdiği Hano (Paul Mescal), doğal olarak gladyatör olacaktır. Zaten film de onun öyküsüdür.

Hano (aslında Lucius’tur ve filmin devamlılığının belirleyici sebebidir), Macrinus’a (Denzel Washington) satılır ve felsefik konuşur, şiir okur, herkesi etkiler. Aklı ve dili kadar kasları da güçlüdür. Bir anda sivrilir diğerlerinin arasından ve lider olur… Sahi, liderlik de babadan oğula geçen bir özelliktir o dönemde (değil mi ki, imparatorluklar hem babadan oğula geçer). Köle tüccarı Macrinus, siyaset yapmayı iyi öğrenmiştir ve gizliden gizliye egemenliğini kurmaktadır, Hano ile işbirliği yapar. Tam o sırada söylediği, “Siyaset her zaman güçlüden yanadır” sözü, filmin akışını da belirler. Macrinus, belirleyiciliğini kavradığı siyaseti hiç çekinmeden kendi çıkarları için kullanacaktır.

Burada bir durup soluklanmak, bu durumu ülkemizle karşılaştırmak doğru olacaktır. Yoksa bir film sadece eğlen(dir)me aracı değildir, biraz da düşün(dür)me sanatıdır. Bizde de kapalı kapılar arkasında birbirlerinin kuyusunu kazmaktan çekinmeyen, ama yüz yüze geldiklerinde de birbirlerine yağ çeken siyaset yapılıyor. Roma’da,

Kolezyumun dışında halkın sefaletini, bizdeki çalışan emekçilerle işsizlikle boğuşan gençlikte görüyoruz. Arenadaki kanlı mücadele aslında bir iktidar savaşı (etki ajanlığı da geri çekilince rahatlıkla söyleyebiliyoruz) ve eğer halkın katılımı olmazsa gergedanlar, maymunlar, köpekbalıkları herkesi yem edecek, rahat, huzur, mutluluk olmayacaktır.

Madem siyaset her zaman güçlüden yanadır, sinema da güçlüden yana olacaktır ve bir devam filmi daha gelebilir…

Ridley Scott, doğal ışıkta ve tabii ki alabildiğine yoğun bilgisayar efektiyle gerçekten güçlü, başarılı bir film çıkarmış. Birincisinde elde ettiği başarıyı, bana sorarsanız geçecektir; filmin müziğinin oyuncuların etkili oyunlarına katkısını da unutmamalı… iki buçuk saate varan Gladyatör II, gerçekten görkemli ve heyecan verici.

15 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(14 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Yel Değirmenleriyle Savaş İçin: Rosinante

Ekonomik krizin etkilerini hepimiz yaşıyoruz, az ya da çok. Siyasal iktidar her seferinde enflasyonu düşüreceğini ve toplumsal refah seviyesini çok kısa bir sürede arttıracağını söylüyor, ama gün günden kötü geliyor. Hayat pahalılığı artarken barınma, beslenme, eğitim, sağlık gibi temel yurttaş hakları da yok oluyor. Her kente bir üniversite sloganıyla pıtrak gibi artan üniversitelerden mezun olanlar -adları nitelikli olsa da- işsizlikten ne yapacağını bilemiyor. Buna bir de pandemi gibi salgınlar da eklenince işsizlik özellikle gençlerin üzerine kâbus gibi çöküyor.

İşte, Ayşe ile Salih, okul çağına gelen ama hiçbir arazı bulunmadığı halde konuşmayan oğulları Emre ile birlikte hem pahalılık, hem barınma (kiraya uygun ev bulamıyorlar, bulduklarına da paraları yetmiyor), hem de işsizlikle mücadele ediyorlar.

Rosinante bir motosiklet ve ellerindeki tek varlıkları aslında ailenin. Özellikle konuşmayan Emre’nin ilgisini çeken tek şey. Onlarca oyuncağı olmasına rağmen babasıyla hep motosiklet üzerinden bağ kuruyor. Rosinante bir süre sonra ailenin üretim aracı, para kazanma aracı oluyor. Ayşe de Salih de motosikletle yolcu taşıyarak geçimlerini sürdürüyor.

Ayşe, oğul Emre için gerçekten kaygılanıyor: ya konuşmazsa! Çözümü bulunabilir mi? Anne ile baba arasında, işsizlik ve parasızlıktan doğan tartışmalar en çok Emre’yi etkiliyor. Bunları bir araya getirince, sıradan bir aile hikâyesi gibi görünen Rosinante, aslında bir dram olarak beliriyor.

Filmin senaryosunu Deniz Yeşilgün ile birlikte yazan yönetmen Baran Gündüzalp, sakin ve bir o kadar da yalın bir film çıkartmış. Sinemacıların pek sık başvurmadığı split denilen, sesin önceki görüntüye binmesini çok sevmiş besbelli. Akılcı kullanılan split aynı zamanda filmin akışını da kolaylaştırıyor.

15 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(11 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Hangi Din Daha Gerçek? Sapkın

İki genç ve güzel kızın aralarındaki konuşmayla açılır film. Her genç insanın konuştuğu şeylerdir birbirlerine anlattıkları; bu iki gencin rahibe olduklarını öğreniriz. Mormon tarikatının tanınmasına yönelik çalışma içerisindedirler. Bir evin kapısı çalarlar, güvenlik nedeniyle evde bir kadın yoksa girmemeleri gerekse de kapıyı açan güler yüzlü Bay Reed’e (Hugh Grant) güven duyarak içeri girerler. Konu açılınca Reed, inançlarını tartışmaya açar. Reed, ilginç sorularla genç rahibelerin kafasını karıştırır, onları kandırmayı başarır. Yalan söylemez, ama rahibelerin sorularına yanıt vermekten kaçınır.

Korku filminin ilginç örneklerinden birini izleyeceksiniz. Koltuklarınızdan sıçramayacak, ama ne olacağı merakıyla tırnaklarınızı kemireceksiniz, tabii içten içe “bir şey olmasın” dualarıyla. İnsanın dışı ile içini (ya da düşüncesini) tanımak kolay değildir. Güler yüzlü, güven duyabileceğiniz kadar bilgili olduğuna sizi ikna eden biri kolaylıkla her istediğini yapabilir. Filmde de iki genç ve inançlı rahibe, deneyimsizliklerinin de etkisiyle tartışmaya girer adamla. Ya eve hiç girmeyeceklerdir -ki hava yağmurlu, sırılsıklam ıslanmışlardır, bir anlamda ısınmak için fırsat olarak görülebilir- ya da bu sorunlar veya benzerleriyle karşı karşıya kalacaklardır.

Korkudan çok gerilim yüklü filmin içinde mizah da yer alıyor; gerçi rahibelerin inançlarıyla dalga geçmek amaçlı ama yok değil, dozunda. Korku filmlerinin kaçınılmaz ögesi oluk oluk akan kan filmin ikinci yarısında görünüyor. Rahibe kızların cesur davranışları ise gerçekten ilginç, yani inançlarına güvendikleri aşikâr. Rahibelerden daha sakin olan değil, ama konuşkan olan dikkatlidir ve adamın açığını bulmaya çalışır. Bir çözüm yolu bulamazlarsa ölüm kaçınılmazdır.

Üç semavi din ile diğer büyük dinlerin dışında yeni bir şey üretmese de Bay Reed, yeni bir din ile yeni bir dünya kuracaktır, ama bunun yolu bu mudur? Orası kasap çengeli örneği kocaman bir soru işareti, ancak karşılıklı konuşmaların insanı etkilememesi, bilgilerini yeniden gözden geçirmesi için yararlı. Karakterleri yakın plan gören kamera izleyicinin de etkilenmesini sağlıyor.

08 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(06 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Gitmek ile Kalmak Arasında: Başlangıçlar

Gitmek de kalmak kadar zordur, sığamazsınız kendi içinize bile. En tam da o nedenle rüzgârın önünde savrulan ya da suyun yüzeyindeki bir yaprak gibi akıntı sizi nereye götürürse oraya gidersiniz. Gittiğiniz yer istediğiniz (umduğunuz) yer midir? Çoğunlukla hayır. Ama bir yerde durmak, kök salmak gerekir, çünkü yaşam hiçbir şeyi bırakmıyor, taşıyor…

Fransa’da doktorasını yaparken içine sığamayan Defne (Ahsen Eroğlu), istemediği halde annesinin yanına taşınır. Anne “dırdırı” fazla gelince arkadaşının yanına, kanepe üzerine sığınır. Arkadaş da olmayınca geri döner, annesinin yanına. Sonrasında belki yine Fransa yolu görünecektir, kim bilir. Resmi seven Defne, resim restorasyonu işi bulur ve büyük bir hevesle o işe odaklanır. Ancak kendini bulma süreci olarak sığındığı bu iş de yetmeyecektir; kader ağlarını hep kendi örer.

Genç bir kadının kendini bulma öyküsü olarak değerlendirebileceğimiz “Başlangıçlar”, sakin dili ve yer yer duraksasa da akıcılığıyla, özellikle genç kuşağın içinde bulunduğu hali gözler önüne seriyor. Yönetmen Ozan Yoleri, ne istediğini biliyor ki, sadece çerçeveyle sınırlamamış filmini, haletiruhiyeye

uygun renklerle de belirlemiş; dahası, Fransa Türkiye arasında gitmiş gelmiş. Filmi, çok açık olarak kendinizle özdeşleştiriyorsunuz. Yalnız anne, sevgilisiyle tatile çıkan arkadaş, ölümle yüz yüze dede, kadere boyun eğmiş anneanne arasında çıkar yol bulamayan Defne’den farkınızı arıyorsunuz ister istemez.

Ancak asıl kötüsünü, tam kendisini bulmaya başlamışken patronunun, Defne’ye üzerinde gece gündüz çok titiz çalıştığı resmin sergilenmeyeceğini söylemesiyle izliyoruz. Defne’nin tepkisi haklı(ydı) ama onca emek verdiği resme zarar vermesi kabul edilemez.

13 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(05 Kasım 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Aşk mı, Kalp Kırıklığı mı? Anora

İki anne, kuaförde konuşuyorlarmış. Biri, kızının üniversite okuduğunu, yüksek mühendis olduğunu ama iş bulamadığı için özel sekreterlik yaparak hayatını ancak kazandığını, diğeri de kendi kızının aynı işi yaptığını, ama üniversite okumak yerine fahişelikte karar kıldığını söylemiş.

Anora, filmde Ani (Mikey Madison), seks işçiliğiyle yaşamını sürdüren genç bir kadındır. Çalıştığı yere gelen Rus oligarkın yeniyetme oğlu Ivan Zhakarov, filmde Vanya (Mark Eydelshteyn) ile tanışır. Sonrası beklendiği (ya da fıkradaki) gibi… Genç ve deneyimli güzel Ani’den etkilenen Ivan, onunla evlenir, bir gece ansızın. Rus oligark anne ve baba bu kararı kabul etmezler ve kendilerine sonuna kadar bağımlı oğullarının yanına New York’a giderler, özel uçaklarıyla.

Herkesin çok sevdiği ve hiç unutamadığı Pretty Woman filminin yeni bir sürümü gibi olan Anora filmi, belki biraz dana gerçekçi, biraz daha ateşli, biraz daha komediyle örülü ama alabildiğine uzun. Filmi iki bölümde ele almak gerekir. İlk bölümde iki gencin yiyip içip sevişmeleriyle dolu geçen günleri, ikinci bölümdeyse anne babanın çocuklarının peşine düşmesi. Film boyunca ne olacak, ne olabilir diye bekliyorsunuz merak içinde. Yönetmen Sean Baker yakın planları çok iyi kullanmış, izleyicinin içini gıdıklıyor. Filmin gişesine epey bir katkısı olacaktır.

Ödüller hak ediliyor mu?

Son yıllarda gerek önemli yönetmenlerin gerekse ödüllü filmlerin bir tıkanıklık içine düştüğünü görmemek mümkün değil. Oysa dünya tümüyle sorunlar yumağında, sosyal ve siyasal kargaşanın içinde. Küresel iklim krizi bir yanda uluslararası göç diğer yanda, her ülkenin başında bir kâbus olarak dikiliyor. Devletlerin (bizimkinde bütün haklar yok) temel hakları gözetmezken senaryoların, bağlı olarak sinemanın bir tıkanıklık içinde olması şaşırtıcı. Teknik olanaklar da arttı, bazı işleri daha kolay yapmak mümkün. Ama bir türlü bu tıkanıklığı aşamıyor filmler.

Anora ilgi çekici, merak uyandırıcı ama yetmiyor. Filmin kazandığı ödülü gençlerin oluşturduğu jürinin verdiğini düşünüyorum. Bir araştırma yapılsa (bizim ülkemizde olduğu gibi dünyanın birçok ülkesinde) izleyici kitlesinin gençlerden oluştuğu görülecektir.

01 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(30 Ekim 2024)

[email protected]

İlklerin Filmi: Aysel, Bataklı Damın Kızı

101. yılını kutladığımız Cumhuriyet’in kazanımlarından biri de sanatın kültürün öne çıkarılmasıydı. Her ne kadar siyasal iktidarlar eliyle yasak ve sansürler uygulansa da, sanatın yaygınlaşması önlenemedi.

“Aysel, Bataklı Damın Kızı”, 1934 yılında çekilmiş. İsveçli yazar Selma Lagerlöf’ün öyküsünden Mümtaz Osman mahlasıyla (demek o zaman da varmış yasak ve sansür) Nâzım Hikmet’in uyarladığı, Muhsin Ertuğrul’un Bursa’nın Çalı Köyünde çektiği; birçok ilki de barındıran filmi, Dünya Görsel – İşitsel Miras Günü’nde, izleme olanağını bulduk. Çok yıllar önce izleyenler vardır muhakkak… Zamanın -yanar film diye anılan- nitrat tabanlı filminden asetat tabanlı filme aktarıldığı için günümüze ulaşabilen filmin önemi ilk köy filmi ve daha da önemlisi sesli çekilmiş ilk film olması… Filmde genel görünüm de çok önemli; köyü tanıyoruz, ilginç ve alabildiğine güzel detay görüntüler yer alıyor.

Filmde köylüler de rol almış, ama asıl ilginci, köylüler o kadar çok benimsemiş ki bu film çekimini, oyuncuların adlarını vermişler doğan çocuklarına… Cahide ve Feriha adlı çocuklar koşuşturmuş köyün evleri arasında. Filmde gerek görev, gerekse rol alan hiç

kimse yaşamıyor günümüzde, ama film yaşıyor. Bir kez daha vurgulamak gerekir: Sanat yaşatır. Faik Bercavi yazmış ilk kez bu köyü ve köyde filmin çekildiğini… Güney Özkılınç da oraları ziyaret edip, o köylülerin (şimdi artık mahalle) torunlarını, belki de torunlarının torunlarını getirmiş ilk gösterime…

Tarihin içinde…

Muhsin Ertuğrul, tiyatronun olduğu kadar sinemanın da ülkemizdeki öncüsü, taşıyıcısı… Tiyatrocu bakışıyla tanınsa da, bu filmde görüyoruz ki, gerçekten güçlü bir yönetmen. Daha düne kadar, pelikülün pahalı olması gerekçesiyle, neredeyse hiç geçme yapılmazdı sinemamızda. Muhsin Ertuğrul, hem yerinde hem de çok iyi geçmeler kullanmış. Hemen başta belirtmek gerekir, kamera çevrinmeleri ile hareketli kamera kullanımı çok başarılı. Tabii, Cezmi Ar’ın görüntülerini, Cemal Reşit Rey’in tümüyle özgün müziklerini unutmamak gerekir (Filmin görüntülerini temizler ve

yenilerken ses ve müziği de temizlenebilir miydi diye sormadan geçemiyor insan… Restorasyon filmin ruhuna aykırı olabilir, ama yapay zekâyla sesler yenilenebilir, böylelikle seyir mutluluğu daha da güçlendirilebilir.) Filmin çekildiği dönemde soyadı kullanılmadığı için sadece adları geçiyor (elle boyanmış afiş çok sonraları hazırlanmış ve soyadların büyük yazılması kullanımının arttırılması amaçlı olsa gerek) ve Cahide Sonku’yu, Feriha Tevfik’i kendi sesiyle duymak ne kadar güzel…

Nobelli ilk kadın yazar Selma Lagerlöf’ün öyküsü evrensel, özellikle günümüz Türkiye’si için hâlâ gündemde… Muhsin Ertuğrul, bu anlamda da önemi ve özelliği hiç yitmeyecek bir film çekmiş.

Bir ağanın evinde çalışan Aysel, ağanın oğlu tarafından tecavüze uğrar ve bir çocuk doğurur. Mahkemeye başvursa da, çocuğunun babasının “yalancı” olmasını kabul edemeyen Aysel, davasını geri çeker. Kadınlar Aysel’i, özellikle, küçümseyip dışlarken, Ali ilgi

duyar. Geleneksel olarak “mutlu son” ama yaşananların önemini, seven insanın nasıl savunduğunu, iyilikle kötülük karşı karşıya gelse de insan duyarlılığının gücünü vermesi nedeniyle önemsenmesi gereken bir filmdir “Aysel, Bataklı Damın Kızı”.

Filmi izlemeden önce konuşurken, Yeşilçam’ın uzun yıllar dublajlı film çekmesinin birtakım teknik yetersizlikten kaynaklandığından söz edildi, oysa 90 yıl önce, o koşullarda hem de, sesli film çekilebilmiş işte. Filmde kameranın (değirmen olarak anılırdı kamera arkası çalışanlar tarafından sesinden dolayı) sesini duyuyoruz, alttan alta. İnsan yeter ki, istesin, üstesinden gel(e)meyeceği hiçbir zorluk yoktur. Filmin öyküsü, bir anlamda bunu da içeriyor.

Teşekkürler…

Sinematek, “Aysel, Bataklı Damın Kızı” filminin dijital restorasyonunu, Mimar Sinan Üniversitesi Prof. Sami Şekeroğlu Sinema Televizyon Araştırma ve Uygulama Merkezi işbirliği, filmin hak sahibi Murat Film’in izni, Kurukahveci Mehmet Efendi

desteğiyle Atlas Post Production’a yaptırmış. Filmin ruhunu kaybetmemesi en büyük kazanım. (Restorasyon adı altında, daha çok tarihi yapılarda gördüklerimizse herkesin tepkisini çekiyor zaten. Buna da bağlı olarak emeği geçenleri kutluyoruz, bir kez daha.)

Film sonrası kendi aramızda, önceleri birçok kurumun, firmanın, şirketin kültür sanata var olan desteğinin artık bulunmadığını (bunda siyasal iktidarın engellemesi kesinlikle çok önemli), Kurukahveci Mehmet Efendi’nin bu desteğinin çok, çoktan da çok önemli olduğunu konuştuk. Kurukahveci Mehmet Efendi’yi bir kez daha alkışlıyoruz, diğer tüm katılımcılarla birlikte.

İsteriz ve dileriz ki, benzer çabalar çoğalsın, filmler izleyiciyle buluşsun.

(29 Ekim 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Tercih Sizin Olmalı: Yandaki Oda

Önüne geçilemeyecek, bir başka deyişle engellenemeyecek tek şey ölümdür. İnsanların kendilerini öldürmeleri (intihar) pek makbûl bir şey değil, dini açıdan da arzulanmıyor; ancak zorunlu durumlarda (hastalık, engellilik vb.) insanların bilinçli olarak kabûl edip onayladığı ötanazi kimi ülkelerde yasal bir uygulama. Bizde de var, ama sadece sokak hayvanları için… Onayını alamadığınız için sadece yasal dışı değil, aynı zamanda insanlık dışı…

Pedro Almodóvar, bir kitaptan alıp senaryoya uyarladığı ve ilk kez İngilizce (daha önce İspanyolca) çektiği “Yandaki Oda” filminde, ünlü bir yazar olan Ingrid (Julianne Moore), yıllardır görmediği savaş muhabiri arkadaşı Martha’dan (Tilda Swinton) yıkıcı bir haber alır. Bir zamanlar çok yakın olsalar da araya giren uzun yıllar boyunca görüşmemişlerdir. Martha, üçüncü evrede kanserdir, Ingrid ona yardımcı olmak ister.

Hemen herkesin aklına gelebileceği gibi başına da gelebilecek denli bilinen bir öyküyü izliyoruz. Tabii ki, psikolojik gerilim dorukta. Tabii ki, hüzün ve bilinmezlik de at başı gidiyor. Tabii ki, üzülmek çözüm değil. Çok iyi düzenlenmiş bir mekânda (filmin adı her ne kadar “Yandaki Oda” ise de filmde) yukarıdaki odayı izliyoruz. Oyuncular gerçekten başarılı, diyaloglar kitabi olsa da filmin o dramatik havasını söndürmüyor. İzlerken kendinize soruyorsunuz: Ben olsam ne yapardım? Her iki karakter için de geçerli bu durum. Hasta sizseniz kararınız ne olur? Arkadaşınız hastaysa nasıl davranırsınız ona? Kaçmak, uzaklaşmak da insani bir duygu, yardımcı olup yanında yaşamak da… Yolun sonunu görüyorsunuz ve bile isteye tepki veremiyorsunuz. Kendinizi sınamak için iyi bir fırsat.

01 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(28 Ekim 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Unutma, Sen Bir Tanesin: Cevher

Herkes genç, güzel, enerjik ve beğenilen olmak ister. Bunun için karaborsa ilaç alırsanız (sahi, bu ülke güzellik müstahzarları satarak vurgun yapıp da ünlü olanları da tanıdı) yeni bir sayfa açılabilir önünüzde…

Coralie Fargeat’ın yeni filmi zamanlamasıyla epey ilginçti. Bir gün önce Devlet Bahçeli, yıllardır asılmasını istediği, “bebek katili” olarak nitelediği Abdullah Öcalan’ı Meclis’te konuşmaya davet etti. Cevher’deki Elizabeth Sparkle da aynı değişimi gösteren 50’sine gelince televizyon ekranlarından uzaklaştırılan eski bir yıldız. Düne kadar en güzel, en başarılıyken birden değişince tıpkı Bahçeli’nin içine düştüğü duruma düşüyor. Ancak bir gün sonra yaşanan TUSAŞ’a yapılan terör saldırısı düşümü de düşüncemi de değiştirdi.

Elizabeth Sparkle (Demi Moore), yerini genç, güzel, başarılı Sue’ya (Margaret Qualley) devrediyor. Ancak süre sadece bir hafta ve müsamahası yok, asla. Gecikilirse çok şey geri döndürülemez biçimde bozuluyor.

Gözünü kâr hırsı bürümüş ve cinsellikle bozmuş televizyon patronu Harvey (Dennis Quaid) Sue’yu görünce beyninden vurulmuşa dönüyor. Elizabeth’in yerine geçen Sue, onun bilgi birikimi ve deneyiminden de yararlanarak daha da başarılı oluyor. Genç kadın için bir hafta nedir ki, doğal olarak gecikiyor ve akış bozuluyor.

Filmin ana teması insani duygular çerçevesinde her yaş kendi içinde güzeldir. Cildinizin bozulması, yüzünüzdeki kırışıklıklar, bedeninizin sarkması yaşınızın güzelliğindendir. Kandırmacalara kulak asmayın. Asıl önemli olan sizin dik ve gururlu duruşunuzdur.

Erkek egemen dünyada -televizyon patronları da onların içinde- kadınlar sadece görsel bir obje olarak görülüyor. Bu büyük yanılgıyı gözler önüne seren Cevher, bir yanıyla korku, bir yanıyla kaygı içeriyor. Harvey’in filmin daha başında, alabildiğine çirkin (yakın plan olunca daha bir iğrençleşiyor) yemek yeme sahnesi bu erkek egemen dünyanın yüzü olarak öne çıkıyor. Yaşı 50 olsa da, Sparkle, kendisini genç dinç ve seksi hissediyor; ta ki o ilacı duyana kadar.

Bundan sonrası ipucu (spoiler) içereceği için filmin devamını aktarmayacağım. Kanlı beden görüntüleri irkilmenize ya da tiksinmenize değil, kadının yaşadıklarına dikkat çekiyor. Bedeni dinç olsa da, yüzündeki kırışıklıklar yaşını gösteriyor, ama yine de albenili. Okul arkadaşı onu yemeğe bile çıkarmak istiyor. Kim nasıl görürse işte… Değişmek, yaşamın olmazsa olmaz kuralıysa, bu değişimi doğal yolla yaşamak en iyisi.

Cevher, ilginç (ödüllü de, Berlin’den en iyi senaryo ödülüyle döndü) bir öykü anlatıyor. Biraz ürpertecek olsa da kendinize ve yaşamınıza dönüp bakmanızı sağlayacak.

01 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(25 Ekim 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Bir Başkan Hikâyesi: The Apprentice

At yarışlarında en çok duyulan sözcüktü, “Aprentis” (Çırak). Bir gün televizyon ekranlarına da yansıdı. Trump, “çırak” seçiyordu… Kendisi seçildi. Birkaç yıl sonra, emlak kralı ya da televizyon programcısı olarak değil, siyasetçi hatta Başkan olarak çıktı karşımıza.

Beğenilen bir Başkan oldu mu? Sanmıyorum, çünkü ilk seçimde devrildi. Ama şimdi yeniden aday ve kazanma şansı olduğuna inanılan bir aday. Trump, kazanır mı bilemem, ama yapılan bu The Apprentice iyi kotarılmış bir propaganda filmi. Bir filmin propaganda amaçlı olması, yani bir hedefe (hem de siyasi bir hedefe) bağlı olması sinema sanatı açısından pek doğru gelmiyor bana.

The Apprentice, gerçekleri yansıtan bir film. Gerek senaryosunun -artık bilinmeyen ne var ki, Trump hakkında- hakikati saptırmadan anlatması gerekse de Başkan adayını hırsı, azmi ve gücüyle neleri yapabileceğini göstermesi açısından önemli bir çalışma. Diğer taraftan, senaryosu, çekimi ve özellikle oyuncuları açısından başarılı olduğu su götürmez bir gerçek. Yönetmen Ali Abbasi, gerçek bir sanatçı olarak, tarafsız bir bakışla, geleceğe de kalacak bir film yapmış. Gösterimde olduğu süre içerisinde belki beklenen gişe başarısını yakalayamayabilir, seçimden sonra Trump Başkan seçilirse engellenebilir de, ama The Apprentice, bir propaganda filmi olarak başarılı bulunacak, yıllar sonra da hakkı teslim edilecek.

Trump hakkında yeni bir şey söylemeyen The Apprentice, bize bir fırsat sunmuş olabilir. Bizde de benzer siyasetçiler var ve onlar da aynı yollardan geçtiler, aynı hırsla aynı saldırganlıkla, aynı gerginlikle koltuklarını korumaya çalıştılar, çalışıyorlar da… kıssadan hisse çıkartmak bize heves.

18 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(16 Ekim 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Yaşama Tutunmak İçin: Son Ana Kadar

Tüm canlılar doğar, büyür ve ölür. İçlerinde sadece insan kalıcı olmak ister, ölmemek arzusundadır, ölse bile adının yaşaması için hep bir şeyler yapma çabasındadır. Belki de sadece bizim ülkemizde, insanlar öldükten sonra da yaşamak için çocuk yaparlar. Oysa kalıcılık çok daha farklı, çok daha özel bir şeydir.

Yönetmen John Crowley, Nick Payne’in senaryosunu, Andrew Garfield, Florence Pugh, Adam James’in oyunlarıyla gerçek bir duygusal filme ve bir anlamda da güçlü bir mesaja dönüştürmüş. Geleceği parlak olsa da bazı şeyleri gizlemeyi başaran şef Almut, bir gece boşanmak üzere olan Tobias’a çarpar. Tobias açık ve nettir, sakin ve mutlu bir yaşamdan başka bir talebi yoktur. İki genç arasında duygusal bir bağ oluşur. Ancak Almut’un hastalığı birlikteliklerinin önüne dikilir.

Uzun zamandır böylesine duygusal/romantik bir film girmiyordu gösterime. Teknolojik gelişmenin etkisiyle gösterilen onca filmde belki de duygusallığa yer yoktu bu derecede. Oysa Yeşilçam’dan bu yana ailecek izlenen “mendil ıslatan” filmler çok tutulurdu. Sımsıcak bir ilişki, tertemiz bir aşk ama içten içe işleyen doğanın kanunu… Almut bazı kararlarını gizler eşi ve çocuğundan, çünkü amacı kendisinden sonra da adının, sevgisinin yaşamasıdır.

Yönetmen Crowley, seyircinin merakını güçlendirecek, heyecanını arttıracak bir film kurmuş. Sıradan bir olayı/öyküyü güçlü bir yapıta dönüştüren bu kurgu zaten. Hemen herkesin her an başına gelebilecek aksilikler bile öylesine ayrıntılı, öylesine güçlü ve öylesine açık/şeffaf verilmiş ki, insan soluksuz izliyor.

“Ne olacak ki, altı üstü bir yaşam” diyemeyiz; o yaşam hepimizin değil mi? En zor anda, en kötü zamanda, en olmadık yerde bir terslik çıkar ya karşınıza… Aslında çok da doğaldır olanlar, ama kültür, gelenek, görenek, örf ve adetler engeller olanların doğallığını. Bir kadının doğurması kadar doğal ne olabilir; tabii tuvalette, hem de bir benzinci tuvaletinde doğurması dışında. Eşinin, benzincide çalışanların, telefonla destek olmaya çalışan doktorun canla başla mücadelesini, o en hızlı yüz metre koşusunun heyecanını soluk soluğa izliyoruz.

Anı yaşamak en doğrusu kuşkusuz; izin verilirse… Bir çocuk sahibi olmak büyük mutluluk; tabii, o olanak yakalanırsa. Filmden çıkarken, inanıyorum ki, herkes hayatın güzelliğini doğruluyordu, kesinlikle.

18 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(16 Ekim 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Joker: İkili Delilik

Devam filmleri, aradan geçen yıllar içerisinde bulunduğu yerde durmayıp daha yukarı (pek azı aşağı çekilir) değerlendirildiği için pek beklentileri karşılamaz ya da öyle değerlendirilir.

Joker için de aynı şeyi söylemek mümkün. Bunun için de zaten, şimdiden iki uçta değerlendirmeler var: Ya çok beğenilmiş ya hiç beğenilmemiş. Arası yok… Todd Phillips, ilk Joker’de yakaladığı düzeyi tutturmuş, çok başarılı. Film gerek görüntüsü gerek sesi gerek kurgusu gerekse oyuncularıyla gerçekten de başarılı. Ancak bir önceki filmin duygu yükü, “Bu muydu?” dedirtiyor. Arthur Fleck, nam-ı diğer Joker (Joaquin Phoenix) ile Lee nam-ı diğer Lee Quinzel ya da Harley Quinn (Lady Gaga) büyük bir aşk yaşıyor. Film zaten hem aşk, hem mahkeme, hem cinayet ve hem de hapishane filmi, hepsini de kapsıyor.

Joker, ilk filmden anımsayabilirsiniz, beş (aslında) altı cinayet işlemiştir. Hapishanede zor günler geçirir, gardiyanların keyfi davranışları karşısında çaresizdir, ama Lee ile tanışma fırsatı bulunca bir aşk da doğar. Yönetmen Phillips, aslında yönetmen olarak başarılıdır, ama senaryoya da katkısı olduğu için not ortalaması düşüyor. Canlı olarak yayımlanan mahkemedeki tavırları, duruşmaya giremeyen binlerin de ilgisini çektiği için adliyenin önü ana baba günüdür. Onca insan, avukatını azledip kendi savunmasını kendi yapan Joker’i destekler doğal olarak.

Müzikal denilebilir film için, ama öyle görmeyenler de çıkacaktır. Joker’in step dansı unutulur gibi değil, Lee ile birlikte düet yapmaları da dorukta. Bir düette evlenmelerinin hayali mi, mutluluklarının yansıması mı izleyiciye kalmış. İkisinin arasındaki romantizm izleyiciye geçiyor, ama o kadar. Firar sahnesinin sıcaklığını ise hep hatırlayacağız.

Küçük bir not: Joker: İki Delilik filmini lazer teknolojisiyle donanan Cinenova (Marmara Forum) salonlarında izledik. Renkler daha doygun, ışık daha net, ses ise muhteşem. Sinemanın geleceği var… Filmleri platformlardan ya da bilgisayar ekranları yerine beyazperdede izlemek müthiş doyurucu…

4 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(02 Ekim 2024)

Korkut Akın

[email protected]

İnsanlık Tarihi Masalı: Megalopolis

Francis Ford Coppola, sadece Hollywood’un değil, dünya sinemasının da dikkatleri üzerinde toplayan, filmleriyle haklı bir ün ve konum elde eden bir sinemacı. Uzun, gerçekten de 40 yıla varan uzunlukta bir süredir düşünü kurduğu, epeyce de çalıştığı Megalopolis’i tamamladı. Filmi izleyenler hemen ikiye bölündü: çok sevenler ve hiç sevmeyenler. Eleştirmenler arada güzel, ilginç sahneler sekanslar bulsa da filmin daha tam ‘pişmemiş’ olduğu konusunda neredeyse hemfikir.

Adından da anlaşılacağı gibi bir “masal” Megalopolis. Yeni Roma’da Üçüncü Milenyumda geçen bir film. Evet, Üçüncü Milenyum günümüz, ama Yeni Roma düş ürünü. Zamanı durdurabilme gücü olan Tasarım Otoritesi başkanı Cesar Catilina (Adam Driver), kentin yönetimiyle çatışmalıdır. Kentte iyice semirmiş dünyayı umursamayan çok zenginlerle yaşam mücadelesi veren protestolarını gördüğümüz yoksullar (buradaki yoksulluk değil aslında yoksunluk demek daha doğru olacaktır) da var. Ancak biz en tepedeki çatışmaya odaklanıyoruz. Bu çatışma temelinde bir tarih anlatısı film. Paylaşım savaşları, çevre sorunları, göçler, hava kirliliği, küresel ısıtma ve ensest ilişkilerle dolu kimin eli kimin cebinde olduğu bilinmeyen topluluk; kısaca akla gelen bütün sorunlar yer alıyor. Çözümü… evet, izleyicinin aklına çözümü ne sorusu gelip takılıyor. Ancak Coppola çözümü izleyiciye bırakıyor. Kim neyi nasıl yorumluyorsa artık…

Politika, sanat ve ticaret…

Günümüz dünyasının en belirleyici üçgenidir politika, sanat ve ticaret üçgeni. Belediye Başkanı Çicero (Giancarlo Esposito) ile ideolojik savaş içerisinde olduğu Cesar arasına Crassus (Jon Voight) girer işin ticaretini yapmak amacıyla. Cesar’ın kız arkadaşı Julia (Nathalie Emmanuel) ile kadınların yaşamın içinde ne denli önemli ve gerekli (!) olduğu da vurgulanıyor. Julia’da (Nathalie Emmanuel) Cicero’nun parlak, zeki kızında daha hoş kokulu ve sağlıklı bir kadınlık var. Ford Coppola, merhum eşi ve işbirlikçisi Eleanor Coppola’ya ithaf ettiği Julia ve Cesar’ın birlikteliğini müthiş bir etkileyicilikle sunuyor.

Coppola, birçok oyuncuyu filme katmış, küçük bir rolde olsa da Dustin Hofman da, Laurence Fishburne, Jason Schwartzman, Caroline Bloom perdeye yansıyanların sadece birkaçı. Yönetmen, Megalopolis’le geçmişten getirdiklerimizle geleceğin nasıl şekilleneceği üzerine tartışmamızı istiyor. Gerçekten sadece gereklilik değil bu tartışma, bir zorunluluk aslında, çünkü toplumsal yapı da politik kurum ve kuruluşlar da kültürel yaşam da ekolojik sorunlara eğilmiyor yeterince.

27 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(23 Eylül 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Yalnızlığı Yenmek İçin…

İnsanı hep toplumsal bir varlık olarak tanımlarız. Ailede, kentte, işte sürekli bir aradayız, bu birliktelik hepimizin yaşamı belirliyor. En yalnız olan bile bir şekilde insan içinde, onu da yapamayana “Robinson Cruose” diyoruz.

Maryam Moghaddam, Behtash Sanaeeha’nın senaryosunu da yazarak çektikleri Benim Güzel Pastam (My Favorite Cake), alın ve sakin anlatımıyla öne çıkıyor. Karakterleri canlandıran Lili Farhadpour, Esmaeel Mehrabi, Mohammad Heidari hiç sırıtmıyor ve yaşayan insanlar olarak, sanki bir pencerenin önünden geçenleri izliyormuşçasına başarılılar.

Uzun yalnızlıkların ardından yakalanan birliktelikler, yepyeni bir hayat için ışık saçar ve bu, ne yaşla ne de işle sınırlandırılabilir. Kocası öldükten ve kızı Avrupa’ya gittiğinden beri yalnız yaşayan 70 yaşındaki Mahin, eskisi kadar sık olmasa da kendisi gibi yalnız arkadaşlarıyla buluşur; tam bir ergen muhabbetidir aralarında yaşanan.

Herkesin sorunu kendine…

Arkadaşlarıyla sağlıktan yalnızlığa hemen her şeyi konuşurlar, ama neredeyse hepsi çözümsüzdür. Yaşam kendi içerisinde sürdüğü için, kimin neyi nasıl, niye ve ne zaman öne çıkaracağı bilinmez. Mahin, torunları için battaniye örmüştür, ama kızı telefonla iletişim kurduğu kızı, onu bırakın görmeyi dinleyemez bile. Yalnızlıktan gece uyuyamaz bile doğru düzgün. Gündüzleri gidebileceği pek bir yer yoktur, diz ağrıları ve şişmanlığı nedeniyle merdiven de çıkamadığı için emekliler kahvesindedir sürekli.

Sonbahar ilişkisi…

Hayatın bir baharı, yazı vardır, ama sonbahar gelmişse her şey dile düşer ya da öyle sanılır. Arkadaşları arasındaki konuşma aklını çeler bir gün. Doğrudur, yalnızlık zordur, ama bir erkeğin kahrını çekmek daha da zor değil midir? Gözünü karartır ve ilk adımı atar.

Yapabileceği şey, teklif etmektir ve yaşı yaşına uygun asker emeklisi taksi sürücüsü Feramuz’a, kendisini eve götürmesi bahanesiyle yanaşır. Taksi şoförü de yalnızlığın doruklarında biridir ve her şey yerli yerindedir. Yine de devletin kanunlarla yaşattığı belli baskılar vardır (parkta saçının üç beş teli göründüğü için ahlak polisince gözaltına alınan genç kızları sahiplendiğini görürüz), onları aşmak da pek kolay değildir. Film aslında sadece bir gecenin öyküsü, önü ve arkasıyla bir yaşamın tabii… Keyifli geçen bir gecenin sabahında Mahin, yeni arkadaşına pasta bile yapar.

Filmi izlerken Mahza Amini’den, idam edilen gençlere kadar her şey geçiyor aklınızdan, ama neşeli ve alabildiğine sıcak film, içinden çıkmanıza izin vermiyor. Bir yandan toplumsal yaşamı(n zorluklarını) bir yandan da yalnızlığın vazgeçilmez ağırlığını düşünüyorsunuz. Güzel film, kendinizi göreceksiniz, gençseniz çevrenizdeki yaşlıları…

20 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(17 Eylül 2024)

Korkut Akın

[email protected]

Beterböcek Beterböcek: Seven de Çok Yeren de

Otuz altı yıl geçmiş, dile kolay. Sinemaseverlerin unut(a)madığı bir karakter, hâlâ dillendirdiği bir film… Aradan geçen bunca yıl sonra aynı duyguyu yaşatacak mı?

Film başlamadan herkesin gözlerinden yansıyan o kocaman soru işaretleri salon kararıp da ilk görüntüler perdeye yansıyınca yerini meraka bıraktı: Nerede bırakmıştık, ne olacak?

Yine komik, yine akıcı ama eski tadı yok. Sahi, bana göre tadı eksik(ti), arkadaşlarımdan bazıları çok beğendi. Zevklerle renklerin tartışılmaması gibi… Ancak onca ünü dağların doruklarını tutmuş oyuncuya (Jenna Ortega, Michael Keaton, Winona Ryder, Monica Bellucci, Willem Dafoe, Catherine O’Hara, Justin Theroux), onların tek tek çok da başarılı olmasına rağmen bir şeyler aksıyor sanki. Yönetmen Tim Burton’un ünü de var, aslını sorarsanız unu da, ama beklentiyi karşılamıyor ne yazık ki.

Filmin konusu, “Beklenmedik bir aile trajedisinin ardından, Deetz ailesinin üç nesli Winter River’daki evlerine geri döner. Beterböcek’in hâlâ peşini bırakmadığı Lydia’nın hayatı, asi genç kızı Astrid’in tavan arasındaki gizemli kasaba maketini keşfetmesi ve Öteki Dünya’ya açılan kapının kazara açılmasıyla altüst olur. Her iki dünyada da sorunlar baş gösterirken, birinin Beterböcek’in adını üç kez söylemesi ve hayaletlerin hayaletinin kendi tarzında karmaşayı ortaya çıkarmak için geri dönmesi artık an meselesidir.” cümleleriyle özetleniyor. Aynı haftada gösterime giren Hellboy’da, büyüler ve cinler öne çıkarken Beterböcek Beterböcek’te (filmin adı neden ikileme bilemedim), onun için de zombiler ve öbür dünyaya gidenler kol geziyor. Giden gelir mi, bilmiyorum, görmedim ama sinema bu, götürür de getirir de, hatta içinden bile geçirir.

06 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(04 Eyül 2024)

Korkut Akın

[email protected]