Altın Portakal’dan İlginç Notlar

Son yılların en başarılı Altın Portakal Film Festivali olan 45. Altın Portakal Film Festivali’nde yoğun gösterim ve etkinlikler arasında dikkat çekmeyen fakat festival bitiminde güzel anılar olarak hatırlanan sevimli olaylar da vardı. Örneğin festivalin en çok film seyreden ünlüsü Danny Glover’dı. Hillside Su’yu bir “dalmaçyalı” desenine dönüştüren, her zaman siyah giyen Türsak ekibi son günlerde Şermin, Onur ve Selma’nın renkli elbiseleri ile fire verdi. Festivalin en minikleri Zeki Demirkubuz’un ve Ömer Faruk Sorak’ın kızlarıydı. Hillside Su Lounge’ın en aranan simaları olan bu iki minik festivalin adeta maskotları oldu.

  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Diğer küçük ve tatlı anılar için tıklayınız.
  • Baba (Yılmaz Güney)’den Üç Maymun (Nuri Bilge Ceylan)’a

    Peşinen söyleyeyim ki Baba filmi ile Üç Maymun filmini karşılaştıracak değilim. Ama; Baba’da Cemal, yalısında bekçilik yaptığı adamın oğlunun adam öldürmesi nedeni ile ve yıllardır beklediği Almanya’ya gitme isteğinin (dişlerinin sağlıksız olması nedeni ile) gerçekleşmeyeceğini öğrenince, ailesine bakılacağı ve çıktığında da yardım edileceği sözü verilince, suçu üstlenerek “cezaevine” girer. Ama verilen hiçbir söz tutulmaz, gerçek katil karısına tecavüz eder, tecavüze uğrayan kadın henüz kucağında kundaktaki üçüncü çocuğunu cami kapısına bırakıp kayıplara karışır, daha büyük olan erkek ve kız ise -ilkokul öğrencileri- babaları cezaevinde iken, babasının yerine hapse girdiği adamın fedaisi (oğul) ve cezaevinde sonra gidilen bir moral gecesinde babasına sunulan bir fahişe (kız) olur. Üç Maymun’da olay o kadar uzun yıllara yayılmıyor, önce yine patronun işlediği bir suç var.

    Bu kez patronun kendisi -yaklaşan millet vekili seçimlerinde adaydır- ıssız bir yolda çarptığı -ve kazadan hemen sonra oradan geçen başka “maymunların” yardım etmekten kaçındıkları- adam ölür. Patron, -bu kez- şoföründen, suçu üstlenmesini ister, gece yarısı yatağından çağırır, bir parkta oturup konuşurlar. Dört avukatla konuşmuştur, 9 ay veya çok çok bir yıl yatacaktır, çıktığında eline toplu para verecektir, yattığı süre içinde de maaşı işleyecektir. Eyüp, teklifi kabûl eder.

    Filmleri karşılaştırmayacağım dedim, ama, Baba’da Cemal’e teklifin yapılması ve kabûl sahnesi, konuşmasızdır fakat sinemamızda çekilmiş en güzel sekanslardan ve özellikle Yılmaz Güney’in oyunculuğu bakımından dört dörtlük bir sinemasallık içerir. Üç Maymun’da Eyüp’ün oğlu İsmail (bu kez çocuk değil üniversite kapısında bir delikanlıdır) sınavı kazanamayınca, bir servis arabası alarak çalışmak, bunun için de dokuz ay sonra patron tarafından verilecek parayı şimdiden istemeyi annesine söyler. Önce karşı çıkan anne, sonra kabûl eder, bu görüşmeler sırasında da patron ile bir ilişkiye girer. Bu, Baba’daki tecavüz gibi bir defalık bir ilişki değil, sürekli bir ilişkidir. Bir süre sonra, patronun evlerine geldiğini oğlu fark eder ve bu bilgisini annesine söyler.

    Patrondan para, onunla da bir araba alınmıştır. Bu arada 9 aylık süre dolar ve Eyüp tahliye olur, arabanın alınış nedenini araştırır, paranın niçin önceden alındığını pek anlayamaz ise de, olayların gelişmesi ile patronu ile karısının ilişkisini öğrenir. Kadın ise ilişkilerini bitiren patrona (evlidir) giderek, kendisini terk etmemesi ısrarla söyler. Patronun öldürülmesi ile karısının ve kendisinin ifadelerine baş vurulur ve eve gelince İsmail cinayeti itiraf eder. Söz verilen paranın, cezaevinden çıkınca patronu tarafından –mükerreren- kendisine verilmesi üzerine Eyüp, evsizlikten kahvede yatan, kimsesiz garsona suçu üstlenmesini teklif eder.

    Birbirine benzer şekilde başlayan filmler çok ayrı noktalara ulaşırlar. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Baba, Cemal’in cezaevine girmesine kadar olan bölümü ile sinemamızda çok sinemasal bir anlatım yakalamış filmlerinden biridir, -ne yazık ki- sonrasında temposu oldukça düşer. (Bakınız: bu sitede ki 30.08.2006 tarihi “İlk Düşünüldüğü Noktadan, Farklı Nedenlerle, Farklı Noktalara Varan İki Film: “Zavallılar” (Yılmaz Güney – 1972 / Atıf Yılmaz – 1974) ve “Baba” (Yılmaz Güney – 1971)” adlı yazımız.)

    Nuri Bilge Ceylan, kısa metraj Koza’dan başlayarak, aile bireyleri ve yakın çevresi ile çektiği filmlerde, kendine has bir dil oluştururken, kamera hareketlerini en aza kadar indirir, amatör oyuncuları ile uzun hareketsiz sahneler çeker. Üç Maymun’daki gibi kaza sahnelerini ise es geçerek olup bittikten sonra sonucunu gösterir. Önceki filmlerine göre dilini değiştirdiği söylenen son filminde ise “fazla” bir değişiklik yok. Sn. Atilla Dorsay, Erden Kıral’ın Vicdan hakkında yazarken, Kıral’ın önceki filmlerinde çoğunlukla kullandığı ve çok hoşlandığını belirttiğini ağır hareketli sekans-plânları bu kez kullanmadığını, hareketli sahnelerde de başarılı bulduğunu belirtiyor. Ceylan, ise yine fotoğraf ağırlıklı bir anlatımı seçmiş. 3 (evet 4. var) kişi arasında olup biten bir olayı anlatırken, anlatılanın ve mekânın gerektirdiği ağır hareketliliği (aslında böyle bir gereklilik şart değil) sonuna kadar, yer yer sonundan da ötede kullanıyor. Anlatılanın (öykünün) tartışmasına girişmeyeceğim, anlatımın tartışmasını ise yapmaya çalışıyorum ve Ceylan’ın yine bir “fotoğraf galerisi” açtığını düşünüyorum, uzun –ve yine uzun– tutulmuş fotoğraflar.

    Uzun tutulmuş derken; hafızam beni yanıltmıyorsa, -çok istediğim halde henüz göremediğim- Glauber Rocha’nın “Deus e o Diabo na Terra do sol – Tanrı ve Şeytan Güneş Ülkesinde” (1964 / Brezilya) filminin başlangıç bölümü, uzaktan kameraya yaklaşan bir kişinin görüntüsü ile açılıyor(muş), hayli uzun olan bu sahnede yaklaşan kişinin yürümesi dışında hiçbir -kamera- hareketi yok (imiş). Milos Forman’ın “One Flew Over the Cuckoo’s Nest – Guguk Kuşu” (1975 / ABD) filminde Jack Nicholson’un 4-5 dakika süren -hareketsiz- kameraya -hareketsiz- bir bakışı vardır, ama -olayın gelişi bakımından- bu hareketsizlik hiç de hareketsizlik değildir, sinemasal bir sekanstır. Hayli uzun tutulmuş bu sekans ile Ceylan’ın önceki filmlerinde de, bu filminde de yaptığı uzun çekimleri karşılaştırmak istemiyorum, ama Ceylan’ca -yine- kullanılan uzun çekimler –içinde yakın plân da var, uzak plân da- bir süre sonra fotoğrafa dönüştüğü izlenimi doğuruyor bende. Yine kendine has bir sineması olan yönetmen Zeki Demirkubuz’un -bir kısım filmleri içinde– aynı sakıncaları filmlerini izlediğim zaman düşünüyorum, ama Demirkubuz durağan anlatımını öykü içine yediriyor gibime geliyor. Akad’ın son dönem filmlerinde de kamera ve objektif hareketlerinin nerede ise tamamen bırakıldığını unutmayalım. Kamera hareketinin hemen hiç olmadığı bir kısım Bunuel filminin, hareketsizliği hakkında herhangi bir şey söylemek mümkün mü? Bütün bunlardan sonra Ceylan’a fotoğraf ağırlıklı film çekiyor demekle herhangi bir özel kastımız olamaz ama Uzak’ın hayli uzun tutulmuş final çekiminden (fotoğrafından) sonra, aynı çekimlerle Üç Maymun’da karşılaşmak hiçte şaşırtıcı olmadı.

    Bu sitede 27.06.2008 tarihi ile yayınlanan “Üç Maymun Türk Sinemasını Kurtarır mı?” isimli yazımızı, filmin Cannes’da ödül almasından sonra ve filmi görmeden yazmıştık, şimdi filmi seyrettikten sonra tekrar soruyoruz: Üç Maymun sinemamızı kurtarır mı?

    (30 Ekim 2008)

    Orhan Ünser

    Gran Torino

    Clint Eastwood’un yönettiği ve Clint Eastwood, Cory Hardrict, John Carroll Lynch ile Geraldine Hughes’ın oynadığı Gran Torino, 06 Mart 2009′da Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
    Günlerini evde yaptığı tamirat ve bira içmekle geçiren, M-1 piyade tüfeğini daima hazır bulunduran emekli otomobil işçisi Walt, gördüğü hemen her şeye kızmaktadır: Sarkık yağmur olukları, mahallenin kendilerine ait olduğunu sanan amaçsız gençlerinden oluşan çeteler. Walt artık vadesinin dolmasını beklemektedir. Ta ki biri onun ’72 model Gran Torino’sunu çalmaya çalışana kadar.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Diğer haber ve basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Gran Torino yazısına devam et
  • Devrim Arabaları Vizyona Giriyor

    Tolga Örnek tarafından yönetilen Devrim Arabaları vizyona giriyor. Taner Birsel, Serhat Tutumluer ve Halit Ergenç’in oynadığı Devrim Arabaları’nın konusu şöyle: Cumhurbaşkanlığı konutundaki davette ülke kalkınması tartışılırken Cumhurbaşkanı bu ülkenin otomobil bile üretebileceğini söyler. Paşa emrini verir; yaklaşmakta olan Cumhuriyet Bayramı’na ilk yerli otomobil yetiştirilecektir. Filmin galası Pazartesi günü İstinye Park AFM Sinemaları’nda yapılmıştı.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Basında yayınlanan haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Devrim Arabaları Vizyona Giriyor yazısına devam et
  • UIP Filmcilik Filmleri

    Sihirli Şehir (City of Ember), Üç Maymun, Acaip Bi Film (Disaster Movie), Ölüm Yarışı (Death Race), Tropik Fırtına (Tropic Thunder), Kartal Göz (Eagle Eye), Hellboy II: Altın Ordu (Hellboy II: The Golden Army), Vol.İ (Wall-E), Garfield Komedi Festivali (Garfield’s Fun Fest), Kung Fu Panda, Ziyaretçiler (The Strangers), 24 – 30 Ekim 2008 seansları için tıklayınız.

    Hülya Avşar Stüdyosu’nun Konuğu Eşref Kolçak

    Hülya Avşar Stüdyosu, TürkMax ekranlarında devam ediyor. Hülya Avşar’ın, 24 Ekim 19:30’daki konuğu ünlü ve başarılı oyuncu Eşref Kolçak. Programda Hülya Avşar fark yaratmış kişilerle bir saat boyunca herşeyin konuşulup tartışılabildiği çok keyifli bir sohbet gerçekleştiriyor. Eşref Kolçak, En son 45. Antalya Altın Portakal Festivali Ödül Töreni’nde, Sinema ve Telif Hakları Kanunu’nun eksik kalan yanlarına değinerek, eleştirdi. Yürürlükteki yasanın oyuncuları korumadığının altını çizdi.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Hülya Avşar Stüdyosu’nun Konuğu Eşref Kolçak yazısına devam et
  • Aşk Tutulması’nın Galası Yapıldı

    Murat Şeker’in yönettiği Aşk Tutulması’nın galası Esentepe Astoria Cinebonus Sinemaları’nda yapıldı. Gala gösterimine film ekibinden Murat Şeker, oyuncular Tolgahan Sayışman, Fahriye Evcen, Tim Seyfi, Ali Erkazan, Suzan Aksoy, Murat Akkoyunlu, Yasemin Öztürk, Ayten Uncuoğlu, Rahşan Gülşan ve Feridun Düzağaç katıldılar.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Aşk Tutulması’nın Galası Yapıldı yazısına devam et
  • Serra Yılmaz’la Temel İçgüdü’nün Konuğu Deniz Arcak

    Sinemamızın usta oyuncusu Serra Yılmaz, her pazar TürkMax ekranlarına gelen Temel İçgüdü adlı programında ünlü konukları ağırlamayı da ihmal etmiyor. Konuklar, yanlarında içi dolu bir sepetle geliyorlar ve yemek hazırlanırken Serra Yılmaz’a yardımcı olmaya çalışıyorlar. Serra Yılmaz bu hafta, 26 Ekim Pazar günü 10:30’da yayınlanacak programına konuk edeceği, Bay E sinema filminde de rol almış olan ses sanatçısı Deniz Arcak’a, “Somon” ve “Maydonoz Kızartması” yapacak.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğrafa haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Serra Yılmaz’la Temel İçgüdü’nün Konuğu Deniz Arcak yazısına devam et
  • 31 Ekim 2008 Haftası

    “Mustafa”, tarihi -politik- sosyolojik boyutları itibariyle bir uzun metrajlı belgesele sığamayacak büyüklükteki bir dönemin en önemli mimarını, doğrudur, samimi biçimde, ona “Mustafa” diyebileceğimiz bir yakınlıkla ve hiç bilmediğimiz yönlerden de bakarak, yeniden kolektif bilincimize -kalp atışlarımızın ritmini hızlandıracak bir heyecanla- sunuyor. Ancak… O’nun yaşamındaki yüzlerce olayın her biri farklı dramatik filmlere konu olabilecekken, bu filmde -neredeyse- birkaç cümlede sıçrayarak geçmesi, genel anlamda bir ‘tatminsizlik’ duygusu yaratıyor. Hem “Mustafa” ama hem de, kaçınılamaz biçimde tüm rütbeleriyle “Gazi Mustafa Kemal Paşa” ve “Atatürk” var. Yani kronolojik yaşamı… Peki, salt “Mustafa” nasıl olurdu? Can Dündar, iyi bir belge toplayıcı, derleyici ve sunucu olsa da, büyük bir sinemacı değil. “Mustafa”, sadece “Mustafa” için büyük sinemacılar gerek!

    “Zor Karar”, her kiralık katil öyküsünde olduğu gibi, bastırılmış duygular açığa çıkıp karakteri başkalaştırıyor; film de dramatik sonla vuruyor: Kentimiz, ‘kirli’, tehlikeli, tahrik edici Bangkok ve yönetmen biraderler, karanlık hikâyelerinde enfes bir renk (siyah-koyu yeşil egemenliği) seçimiyle izleyicinin ruhunu mengeneye sıkıştırmayı başarmışlar. Not: “Zor Karar”ı kusursuz bir projeksiyonda izlemeniz şart! Ben MARS Cinebonus Astoria’da izledim ve çok memnun kaldım.

    “Rüya”, zaman-mekân-insan-doğa ve doğaüstünün birbirine -sanki- görünmez bir iple bağlı olduğuna dair, aşka dair, tutku ve sadakate dair ama sinema olarak zevksiz, büyük perdede izlemeniz için bir gereklilik sunmuyor; Kim Ki Duk, sinemasını -acilen- gözden geçirmeli!

    “Mükemmel Bir Gün”, Ferzan Özpetek’in -bir tür- yeni bir başlangıç yaptığı, Roma’da birbirine teğet geçen hayatların 24 saatine giriverdiğimiz, ancak ‘bildik!’ gibi ilerlerken yanıtsız sorularla şoke eden, sersemleten film: Konu insan olunca yanıtlar olmuyor çoğu kez ve mutluluklar, bazen, sadece, külâhta bir dondurmayı tatmak gibi ‘anlarda’ yaşanıyor; ben kendi adıma allak bullak çıktım.

    “Düşes”te, özgürlük kavramının yürekleri sardığı 18. yüzyıl sonlarına doğru, mutlak güç sahibi bir erkeğin, duygularına gem vurması ve erkek çocuk dünyaya getirmesi şart olan kadınını zenginlik içinde tutsak ettiği etkili öykü, aslında, çok incelikli biçimde, kadın kadar erkeğin de kanatlarını açarak uçması gerekliliği üzerine kurulmuş: Enfes bir yapıt ve insan özgürlüklerine hâlâ gem vuran çağın belirleyici güçleri üzerine düşünmeye de kapılar açıyor; kaçırmanız affedilemez!

    (29 Ekim 2008)

    Ali Ulvi Uyanık

    [email protected]

    Devrim Arabaları, İdealist Zihniyete Bir Saygı Duruşu

    Tolga Örnek’in merakla beklenen filmi Devrim Arabaları izleyici ile buluştu. Hem de ne buluşma… Filmi kime sorsam büyük bir coşku içinde ne kadar keyif aldığından, gurur duyduğundan bahsediyor. Filmin arkasında tıpkı gerçek hikâyedeki gibi büyük bir emek ve dayanışma yatıyor. İzlerken hayıflanmamak da elde değil hatta insan kafasını taşlara duvarla vurmak istiyor. Nasıl, nasıl, nasıl bu kadar kör olabiliriz ve olmaya da devam ederiz, diye. Tolga Örnek gibi bu ülke için hiçbir çıkar gözetmeden çalışıp çabalayan insanlar var. Korkum giderek azalmaları. Bu film onlar için bir saygı duruşu diyor. Oyunculuklardan, dekora-kostüme, müzikten, kurguya dört dörtlük bir film Devrim Arabaları. Hâla görmediyseniz en kısa zamanda izleyin ve Devrim’inize sahip çıkın.

    Devrim Arabaları hikâyesini neden film yapmak istediniz?

    Her şeyden önce ben bunun gibi kıyıda köşede kalmış hikâyeleri seviyorum. Önceden işlenmiş ama farklı şekilde işlenilebilirliği olan hikâyeler beni çekiyor. Grup halinde başarılan işleri de çok seviyorum. Devrim Arabaları hikâyesi de bir grubun başarısı olduğu için ilk aklımı çelen durumlardan biri oldu sanırım.

    Unutulmaya yüz tutmuş, birçokları tarafından unutulmuş ve hatta birçok kişinin hiç bilmediği bir hikâyeyi yeniden keşfetmenize bir durum sebep oldu muhakkak.

    Aydın Engin’in zamanında Cumhuriyet Gazetesi için yaptığı bir araştırması vardı. Türk Mühendisleri Derneği Birliği o araştırmayı derleyerek bir kitapçık haline getirmiş. İsmi de “Tünelin Ucundaki Işık”tı, ilk kez orada okudum. Yirmi üç sayfalık çok güzel bir çalışmaydı. Öyküyü, öyküde çalışan insanları, öykünün etrafındaki örgüyü ilk defa orada öğrendim ve çok etkilendim.

    Filmde otomobil yapımına dair çok teknik bilgiler var. Kimlerden, nerelerden yardım aldınız bu konuda?

    İlk olarak projede çalışmış ve hayatta kalmış mühendisler ile görüştük. Onların çalışmalarını, hatıralarını dinledik. Bir de Saffet Üçüncü adında otomobil dünyasının çok yakından tanıdığı bir dahi var. Projenin ve filmin tüm teknik aşamalarını onunla konuştuk. Onun bize tavsiye ettiği otomobil atölyelerine gittik, ustalarla konuştuk. Sette de sürekli uzmanlar bulundu.

    Filmin senaryosunu yazarken yaşanmışlıklara bağlı kaldınız mı?

    İşte bu benim en hassas olduğum nokta. Çünkü insanlar bu filmi belgesel zannediyor. Biz hikâyenin özünü temel aldık sadece. Hepimizin bildiği gibi; Cemal Gürsel zamanında, onun verdiği bir emir ile ilk yerli otomobil yapılıyor. Bu otomobili yapmak için bir grup mühendis bir araya geliyor. Otomobil yapılıyor ancak mecliste ufak bir aksilik oluyor. Ve bu aksilik bahane edilerek projenin önü kesiliyor. Biz bu hikâyeyi temel alarak kendi yan hikâyemizi, diyaloglarımızı, karakterlerimizi, dramatik kurgumuzu oluşturduk. Filmdeki hiçbir karakter birebir gerçek değil. Bazıları gerçek bir karakterden esinlenerek bizim üzerine eklemeler yaptığımız karakterler. Bazıları üç-dört karakterin sentezi. Bazıları ise tamamen hayali. Ama işin özüne ve ruhuna sadık kalmaya çalıştığımızı söyleyebilirim. Ayrıca projede çalışmış olan mühendislerin başlarına gelen veya kuşkulandıkları durumları da senaryoya dahil ettik.

    Devrim Arabaları ilk bakışta siyasi bir film havası yaratıyor ancak siyaset fonda yer alıyor. Neden?

    Bazıları otomobil filmi zannediyor bazıları da politik… Ama bu idealist bir film. İdealist zihniyete bir saygı duruşu. Siyaset sadece onları etkilediği ölçüde ve sizin de söylediğiniz gibi fonda yer alıyor. Çünkü burada önemli olan o projenin hayata geçmesi, otomobilin yapılması. Otomobil de o insanların ruhlarını, kimliklerini anlatmak için bir araç. Çok da politik bir film değil aslında, hatta hiç değil. Bu daha çok bir azim hikâyesi, dostluk hikâyesi.

    Filmin bir sahnesinde dönemin önemli gelişmelerini veren radyonun kapatılarak herkesin işine dönmesi önemli bir ayrıntı…

    O hem filmin duruşu hem de mühendislerin duruşu ile ilgili bir durum. Otomobilin yapılması emrinin kimin tarafından verildiği önemi değil. Biz otomobile odaklanıyoruz. Ülkemiz için büyük bir şans. İşi politize edersek o insanların emeğini küçültürüz diye düşündük.

    Ancak filmde “Devrim” kelimesi yalnızca otomobilin adı olmakla sınırlı kalmıyor. Kelimenin ucu açıklığına da göndermeler var…

    Evet, devrim kelimesinin iki tarafına da gönderme var. Devrim sadece arabanın adı değil bir düşünce tarzı. Çünkü otomobilin yapılması için kafalarda da bir devrim olması şart. Benim kişisel olarak devrim deyince aklıma ilk gelen Atatürk devrimleridir. Onun devrimlerine gönderme var birazcık. Çok da filmin sırrını vermeyelim. (gülerek)

    Ancak en acısı da Devrim’i halkın da sahiplenmemesi… Bir halkın kendi eserine bu denli karşısında durması hayret verici değil mi?

    Ben bu durumun eğitimle ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu bir kısır döngü. Yapılan bir iş yapılmamış gibi, başarısız olmuş gibi gösteriliyor. Genlerimize kodlanmış sanki biz yapamayız düşüncesi. Yapsak bile Avrupalı bizden daha iyi yapar yargısı… Ben çok fazla emperyalist sohbetlere girme taraftarı değilim ancak bir ülkenin önce kendisine güvenmesi ve sağlam durması taraftarıyım. Bence yabancılar da bizim kendimize olan güvenimizin tam olmasını istemiyorlar. Politik, ekonomik, kültürel her alanda onlara bağlı olmamızı istiyorlar. Onlara bu cüreti veren de biziz.

    Elbette her alanda kendi değerlerimize sahip çıkmalıyız…

    Konumuz sinema olduğu için onunla ilgili örnek vereyim. Bizim filmimizden önce dönen fragmanlara baktım. Bir seyirci olarak bana bile hakaret gibi geliyor. İşte insanların bunların arasında iyi ve samimi işleri sahiplenmesi, koruyup kollaması lazım. Ancak bu şekilde sektörümüzü ilerletebiliriz. Sadece seyircinin değil, yapımcının da, basının da bu ayrımı yapması gerekiyor. Her şey ticari sorumluluk değil. Ahlâki ve kültürel açıdan da sorunluluk duymalıyız. İsimsiz kahramanlar bu ülke için hiçbir karşılık beklemeden yıllarca çalışmışlar ve giderek azalıyorlar. Onları yüreklendirmek zorundayız. Sadece onlara değil etrafa söylemeli, desteklemeliyiz.

    Öyleyse bu film o insanların da kendilerine pay çıkarabilecekleri, göğüslerini kabartacak bir etki yaratabilir. Hangi alanda olurlarsa olsunlar.

    Tabii, bir insanı karalamak çok kolay ama kazanmak çok zor. Bu film hem onları yüreklendirmek ama aynı zamanda da sitem etmek için yapıldı. Sitem etmek ve bir daha olmamasını sağlamak için. Kısa vadede değil ama belki uzun vadede bir şeyleri değiştirebiliriz. Ben yabancı markalara karşı değilim ancak yabancı markalar kadar kendi markalarımızın da sahiplenilmesi gerektiğini düşünüyorum. İyi olana sahip çıkalım. Marka ucu çok açık bir kavram. Bu proje, giysi, felsefe her şey olabilir… Mesela bir Türk yurt dışında bir ödül alıyor. Gazetede böyle bir haber gördüğümüzde şöyle bir bakıp sayfayı çeviriyoruz. Zamanında destek olmak çok önemli. Devrim Arabaları projesi o zaman değil on yıl sonra bile hayata geçseydi bugün otuz yedi sene olacaktı. Sadece Türkiye’ye ve komşularımıza satıyoruz diyelim, istihdamı bir düşünün!

    Devrim Arabaları projesi bugün ortaya atılmış olsa dahi benzer durumlarla karşılaşmayacağını kimse garanti edemez sanıyorum…

    Doğru, ben bu konuda herkesi suçlu buluyorum. Devleti, bürokrasiyi, basını, halkı. Hesap sormamışız ki! Bizim arabalarımız nerede? O dönemde dört tane otomobil yapılıyor, üçü hurdaya kaldırılıyor. O kalan otomobil bugün hala çalışıyor. Düşünün ben bir film çektim ve negatifleri çöpe atıldı, yakıldı. O mühendislerin yerine koyun kendinizi. Ne büyük hayal kırıklığı!

    Dönem filmlerinin ülke belleğine katkısını ne ve geçmişte yapılan dönem filmlerini nasıl buluyorsunuz?

    Bence stratejik bir hata yapıyorduk. Bir tarihi çok büyük anlatmaya çalışıyorduk. Hollywood gibi epik filmler çekemeyiz ki biz bütçemiz yok. Bir olayı her şeyiyle anlatmaya çalışırken dekordaki, kostümdeki hatalar göze çarpıyordu. Bu da bizi o dönemsellikten uzaklaştırıyordu. Büyük tarihi olayların daha küçük olaylardan, ayrıntılardan esinlenerek anlatılması gerektiğini düşünüyorum. Biz daha somut bir projeye odaklanarak 1961 dönemi ile ilgili portre de sunabiliyoruz. Sokağa çıkma yasağının olduğunu, ihtilâl hükümetinin varlığını, eski başbakanın asıldığını falan söyleyebiliyoruz. Ama daha merkezci daha odaklanmış bir hikâye etrafında. Bu şekilde yapılırsa daha başarılı sonuçlar çıkacağını düşünüyorum. Yani Kurtuluş Savaşı’nı anlatırken dört senesini anlatmak zorunda değiliz. Daha küçük bir parça ama daha sağlam bir anlatım ile amaca ulaşabiliriz.

    Ekibinizi de ayrıca tebrik ediyorum. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Çünkü dediğiniz gibi her şeyi anlatma kaygısından çok büyük zamansal hatalar yapılıyordu. Devrim Arabaları bu yönüyle hataya mahal bırakmıyor…

    Çok teşekkür ederim. Çok titiz bir ekiple çalıştım. İşine aşık, tutkuyla bağlı bir ekip… Böyle bir ekiple çalışınca hata sıfıra iniyor. Sanat grubu özellikle gerçekten çok uğraştı. Mesela Gündüz’ün ofisindeki çekmecelerde bile o döneme ait tebligatlar, dosyalar bulunuyordu. Film boyunca o çekmeceler hiç açılmadı oysaki… Düşünün, o kadar detaya indiler. Kostüm de aynı titizlikle çalıştı. Her karaktere özel kostüm çalışması yapıldı. Telefon sesleri için ses tasarımcısı arkadaşımız büyük bir kütüphane çalışması yaptı. 1960’lı yılların telefon sesini kullanmadık örneğin. Çünkü Türkiye’ye biraz daha geç geliyor diye 1950’lerin sonundaki telefon sesini kullandık. Gündüz’ün ofisindeki telefon diğerlerinden farklı çalsın istedik. Herkes bir kere daha ve daha iyi baktığı için olaya çok daha tatmin edici bir film çıktı ortaya.

    Bir sonraki projeniz yine tarihi bir hikâye mi olacak?

    Hayır, bir sonraki projem güncel olacak. Tarihten çok keyif alıyorum ama bu yönümün sinemacılığımın seçtiğim konular altında ezildiğini düşünüyorum. Ben sinemadan keyif alıyorum. Oyunculukla, kadrajla, senaryoyla, kurguyla, müzikle uğraşmayı seviyorum. Biz Türkiye’de insanları kalıplara dökmeye bayılıyoruz. Gittiğimiz her yerde bu film belgesel değil, kendimizi paralamanıza rağmen bu adam çekse çekse belgesel çeker diyorlar. Şu kalıptan biraz sıyrılmak istiyorum. Sonra yine tarihi bir proje yaparım.

    (29 Ekim 2008)

    Gizem Ertürk

    Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu