Titanların Savaşı’nın Dünya Galası Londra’da Yapıldı

Tüm dünyada ve ülkemizde 02 Nisan’da vizyona girecek olan Titanların Savaşı / The Clash of the Titans filminin dünya galası 29 Mart Perşembe akşamı Londra’da yapıldı.
Louis Leterrier’in yönettiği ve Sam Worthington, Liam Neeson, Ralph Fiennes ile Gemma Arterton’un oynadığı filmin konusu şöyle: Bir tanrı olarak doğmuş, ancak insan gibi yetiştirilmiş olan Perseus, ailesini kinci tanrı Hades’e karşı koruma konusunda çaresizdir. Kaybedecek hiçbirşeyi kalmayan Perseus, Zeus’un güçlerini ele geçirebilecek ve dünyaya cehennemi yaşatabilecek Hades’e karşı, çok tehlikeli bir görevi yönetmeye gönüllü olur.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Titanların Savaşı’nın Dünya Galası Londra’da Yapıldı yazısına devam et
  • Seksi Şeytan, “Testi”de

    Mayıs ayı içerisinde çekimleri Marmaris ve çevresinde start alacak olan, Jamal Hashemi ile Fikret Taşdemir’in yöneteceği Testi isimli mitolojik sinema filmi, senaryosu kadar oyuncularıyla da dikkat çekiyor.
    Başarılı oyuncular İstemi Betil, Esra Sönmezer, Vatan Şaşmaz, Çiğdem Aysu yanında, sinema Kutsal Damacana 2: İt Men isimli sinema filminde şeytan karakterini canlandıran Yasemin Tunca’da yer alıyor. Yer aldığı her projede kötüyü canlandıran Yasemin Tunca, Testi isimli mitolojik sinema filminde yine Ursula adında acımasız, zeki, yanındakilerin güçlerinden faydalanan Alman bir kadını canlandıracak.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Serseri Mayınlar’ın Önemi Üzerine

    Önce yazdığım yazıyı yineleyeyim.

    “Serseri Mayınlar”da, bir önceki, enfes ve bence en iyi filmi “Mükemmel Bir Gün”le tekâmül kuvvetine ulaştığını sandığımız Özpetek, ‘aslına dönüp’ tipik bir “İtalyan Ailesi”ni komik biçimde anlatıyor. Doğaldır ki bu ülkede akla ilk gelen gıdayı, makarnayı üreten bir aile! Gerisi bildiğiniz klişeler: Sırrı olan babaanne, ‘kafadan çatlak’ hâlâ, koşullanmaların yönettiği baba ve evde otoriteyi sağlamaya çalışan anne, tuhaf hizmetçiler vesaire… Genç nesil bilmez; 70’li yıllarda Amerikan ambargosu nedeniyle sinemalarımızı mecburen istilâ eden İtalyan erotik güldürülerinin hallicesi. Farklı ne var? Aileye (aslında babaya) açılamayan ve doğanın bir şakası sonucu ikisi de eşcinsel olan erkek kardeşler! Olaylar bu minvalde gelişirken, işte o malûm konuya da son derece yüzeysel, basit, bildik bir bakış atılıyor. ‘Gaycilik’ oynayan yeni yetmeleri eğlendirse de Özpetek, Sezen Aksu şarkıları ve eşcinsellik meselesiyle bendenizi bıktırmış bulunuyor.

    Bir büyük sanatçı Ang Lee, “Brokeback Dağı” ile kolay kolay kimsenin ulaşamayacağı bir zirve yaratmış, ne yapsanız hafif artık yahu! Özpetek de bunun farkında olduğundan sanırım, işi eğlenceye vurmuş. İflâh olmaz hayranları gidip kıkırdayabilir.

    Genç sinema tutkunu, blog yazarı – editörü Mert Yenici, bu satırları okuyunca haklı olarak isyan edip, aslında üslûbumdan kaynaklı yanlış anlama sonucu bana çok kızmış. Onunla çok yararlı bir yazışma sonrası, evet, tamamen kastımı aştığımı düşünüyorum. Hata bende, okurlardan özür dilerim. Çünkü bazen farklı yerlere yazı yazmanın sonucu okuru ihmâl edebiliyoruz. Biz sinema yazarları, çok film izleme sonucu, sanki okurlar da o filmleri izlemiş, bizim yazdıklarımızla da ne kastettiğimizi anında ve eksiksiz olarak anlayacaklarmış gibi yazıyoruz. Oysa sadibey.com’daki bu köşe, filmleri izlememiş seyirciye, sinemaya gitmeden önce film seçmeye pratik biçimde yardımcı olmak için hazırlanan bir köşe. Dolayısıyla sözcükleri biraz daha seçerek kullanmamda yarar var.

    “Serseri Mayınlar”a gelince, anlatmaya çalıştığım şudur: Ferzan Özpetek 8 film yönetmiş, belli başarılara imza atmıştır. Şahsen en sevdiğim iki filmi, “Cahil Periler” ve “Mükemmel Bir Gün”dür. Benim Özpetek’ten beklentim, her filminde giderek büyümesi ve evrensel boyutta güçlü filmlerle farklılıklar yaratması (temalar hiç önemli değil). Fakat sanki İtalya’da kapalı kaldı ve hep benzer filmlerle devam ediyor…

    Tabii bu benim beklentim. Yoksa bir sanatçıya ahkâm kesmek haddimize değil. Bu nedenle ‘malûm’ sözcüğünü kullandım. Yani, yedi filminde, eşcinsellik temasını odak alması ya da anıştırması, onun dokuzuncu filmine yönelik beklentilerin de o yönde olması ve artık bir tür alışkanlığa yol açması sonucunu doğuruyor ki, “Yeni Özpetek filmi mi, herhalde malûm konudur yine” şeklinde bir ön kabûle yol açabilecektir.

    İşte tam bu noktada, Mert mealen diyor ki, “bırakın o da zaten Türkiye’de kimsenin film çekmediği / çekemediği bu konuda çeksin sürekli” … Doğru, katılıyorum.

    Belki ben kendi ülkemden bir yönetmenin Ang Lee’nin zirvesine çıkmasını hep bilinçaltımda sakladığım için “Brokeback Dağı” örneğini verdim… Oysa “eşcinsellik hastalıktır” diyerek “ülkemin bakanı” demekten hicap duymama yol açan bir hanımın görevde kaldığı topraklarda yaşıyoruz (görevde bilimsel gerçekleri inkâr ettiği için kalmamalıydı; bir de “ben kendi fikrimi söyledim” diyor; bilmiyor mu sade vatandaş kendi fikrini söyleyebilir, Türkiye’nin sorumlu bakanı bilime sadık kalıp fikrini kendine saklamak zorundadır). Dolayısıyla, eşcinsel karakterleri sınıfsal anlamda sıkıştırılmış bulsam da ve işte bu ‘hafif’ hali dolayısıyla filmi bir tür eğlenceli oyun gibi düşünüp, maksadı aşan biçimde “gaycilik oynamak’ tanımını kullansam da, “Serseri Mayınlar”ın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira dünya nüfusunun yüzde altı civarındaki bölümünün, bilimsel olarak ispatlandığı üzere eşcinsel olduğu ve çoğunluğun azınlık üzerinde her daim tahakküm kurma arzuları besleyip fırsatını bulduğunda harekete geçtiği gerçeği önümüzde durduğu sürece, hafif ya da felsefi bakışa sahip, şöyle ya da böyle, ikiyüzlülüğü reddedip farklılıkların haklarını savunan her film önemlidir. Bu açıdan “Serseri Mayınlar” da önemli bir filmdir.

    Hemen her filmdeki Sezen Aksu şarkısına gelince: Özpetek, Aksu gibi bir feylesofun şarkısını, hem kökleriyle, hem de kültürlerarası yakınlaşmada anlamlı bir bağ olarak görüp kullanıyor… Ve seviyor tabii. Ben ise zorlanmaması gerektiğini düşünüyorum. Bazı filmlerde, tüm sahnelerde akıp giden dilin kendine has melodisi ve ahenginden sonra, yabancı dilde bir şarkı yama gibi gelebiliyor. Bu yüzden, Türk seyirciyi ele geçirse de, benim girdiğim havayı bozuyor. Hepsi bu!

    Yaşamı boyunca sansürün her türüne karşı çıkıp bu konuda çok sayıda yazı yazmış ve sanatın / yaşamın, kimseye zarar vermediği sürece alabildiğine sınırsız özgürlüğünü savunmuş biri olarak, yanlış anlaşılma hiç arzu etmediğim bir şeydir. Bu düzeltmeyi yazmama neden olan Mert’e teşekkürler.

    (08 Nisan 2010)

    Ali Ulvi Uyanık

    [email protected]

    Emek Sineması: Geçmişimiz ve Geleceğimiz

    Beyoğlu Emek Sineması’nın yıkılacağı söylentileri üzerine internet ortamında “Emek Sineması’nı Yaşatalım” adıyla bir web sitesi ve grup oluşturuldu. Grubun kurucusu Mehmet Kurtkaya’nın yayınladığı duyuru şöyle: “Türk sinemasıyla özdeş Yeşilçam sokağındaki 86 yıllık Emek Sineması, yalnızca Istanbul’un değil Türkiye’nin sinema geçmişini barındırmaktadır. Yalnız İstanbul’un değil aynı zamanda Türkiye’nin sembol sineması olan Emek Sineması’nın özelleştirilmesini, ardından yıkılarak alışveriş merkezi içine taşınmasını öngördüğü basında yer alan proje yalnızca bir kültürel mirasımızın …”

  • Duyurunun devamı için tıklayınız.
  • Web Sitesi
  • facebook Sayfası
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Emek Sineması: Geçmişimiz ve Geleceğimiz yazısına devam et
  • AKP’nin Kısa Film Yarışmasına Karşı “Kısa Film Dayanışması”

    Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genel Merkezi Büyüyen ve Gelişen Türkiye Konulu Kısa Film Yarışması düzenlediğini duyurdu. Çalışmalarını Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde sürdüren sinemacılar da bu yarışmaya karşı “Aklımız, yaratıcılığımız, emeğimiz, vicdanımız satılık değil” başlığıyla bir çağrı yaptılar. Kısa filmciler AKP ve icraatları konulu filmler üretmeye çağrılırken, AKP’nin yüksek para ödüllerine karşı birinciye 100 mumluk, ikinciye 60 mumluk, üçüncüye 40 mumluk ampûl verileceği duyuruldu. Şimdiden çok sayıda kısa filmci Kısa Film Dayanışması çağrısına olumlu yanıt verdi.

  • Basın Bülteni
  • Kısa Film Dayanışması hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Bal’ın Tadı

    Konuyu kısaca özetleyip hızla “Bal”ın bende bıraktığı tada geçme niyetindeyim… Kahramanımız Yusuf, Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinde, ilkokul 2. sınıfta okuyan ve ciddi anlamda iletişim problemleri yaşayan, aynı zamanda kekeme bir çocuk… İletişim kurabildiği tek kişiyse babası Yakup… Karakovan balcılığı ile uğraşan babasının, soyu tükenmekte olan Kafkas arılarının -aynı zamanda yok olmak üzere olan bir mesleğin de son demleri- peşinden uzak bir ormana gidişi, Yusuf’u iyiden iyiye yalnızlığa itiyor. Ve “Yumurta”da tanıştığımız, “Süt”te çözmeye çalıştığımız Yusuf’u, “Bal”da tam anlamıyla keşfetmeye başlıyoruz.

    Sanırım şunu kabûl etmek gerekiyor; Semih Kaplanoğlu filmi izlemek zor zanaat… Her şeye çok hızlı bir şekilde ulaşmaya ve tüketmeye endekslendiğimiz şu dönemde, hiç kimsenin herhangi bir şeyi sabırla beklemeye vakti yok… Şimşeğin çakmasını, yağmurun yağmasını, güneşin doğmasını beklemeye sabrımız yok… Tüm bu tüketim çılgınlığının ve şehir hayatının bitip tükenmek bilmeyen hızının orta yerinde, kendinizi her şeyden soyutlamak için çaba göstermeniz gerekiyor. “Bal”ı izlemek için vereceğiniz bu çabanın boşa gitmeyeceği ise garanti… Çok çok istediğiniz bir şeye ulaşmak için verdiğiniz emeği ve sonucunda aldığınız hazzı hatırlayın. İşte “Bal”ı izlemek böyle bir şey… Ağzınıza çalınmış bir parmak bal tadıyla kalakalıyorsunuz işte…

    Bir de Karadeniz’in büyülü atmosferi, Kaplanoğlu’nun kendine has yaratıcılığı ile birleşince, sanki daha önce hiç var olmamış bir yeri keşfediyormuşsunuz hissi uyandırıyor. Bu yüzden “Bal” zamanın çok ötesinde, belki de çok gerisinde, bilinmeyen bir bölgede duruyor…

    Filmin her dakikasında hissetiğiniz çok güçlü bir yönetim dışında; renkler, sesler her şey doğal ve gerçek… Çünkü zaten yapay ne ses var ne de ışık… Sesler; kuş, rüzgâr ve yağmur seslerinden ibaret… Işık; ayın karanlığı, güneşin aydınlığıyla sınırlı…

    Ayrıca Semih Kaplanoğlu’nun çekimler sırasında farkettiği önemli bir noktayı da tekrarlamak istiyorum; Kaplanoğlu; su kaynaklarının, dere ve nehirlerin santral yapma sevdası uğruna yok edildiğine tanıklık ettiğini söylüyor. Kısa bir süre içinde bir şeyler yapılmazsa, artık filmlerde bile kaçıp saklanabileceğimiz bir yer kalmayacak… Bir de küçük öneri, “Bal”ı zihninizin en taze olduğu bir zamanda ve bir çocuk merakıyla izleyin. O zaman gördükleriniz sizi gerçekten büyüleyecektir…

    (08 Nisan 2010)

    Gizem Ertürk

    Min Dit, Gösterime Giriyor

    Yönetmenliğini Miraz Bêzar’ın yaptığı ve Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeki gösterim sırasında olay olan, ilk kez bir JİTEM cinayetini ve beraberindeki gelişmeleri beyazperdeye uzun metraj filmle getiren genç yönetmen Bêzar imzalı Ben Gördüm (Min Dît), 02 Nisan’da gösterime giriyor. Ankara’da BDP’li milletvekilleri, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve çok sayıda siyasinin davet edildiği gala ile seyirci karşısına çıkmaya hazırlanan film Antalya’daki gösterim sırasında büyük yankı bulmuştu. Filmin Ankara Büyülüfener Sineması’ndaki Türkiye galası 02 Nisan 2010 akşamı Saat 19:00’da yapılacak.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Cinedergi 24 Yayında

    Cinedergi’nin 24. sayısının önemli dosyaları, Oscar dosyası, mitolojinin sinemanın içindeki yerleşimini anlatan mitolojik filmler ve İspanyol korku sineması. Oyuncu Matt Dillon ve Jennifer Aniston bu sayının portre konukları. Ali Ulvi Uyanık’ın görsele dayanan yeni köşesi İşte O An, Belgesel sinemanın farklı bakışı Zamanın Ruhu, Türk sinemasının nabzını tutan Sindrella ve Kerem Akça’yla bol alternatifli DVD köşesi. Eleştiri, vizyon, pek yakında, albümler, kitaplar… Hepsi ücretsiz sinema dergisi Cinedergi’nin yeni sayısında.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Cinedergi 24 Yayında yazısına devam et
  • Emek Sineması’nda Alternatif Film Festivali

    Beyoğlu Emek Sineması’nın yıkılacağı söylentileri üzerine biraraya gelen “Emek Bizim İstanbul Bizim” oluşumu Emek Sineması’nda alternatif film festivali düzenleniyor. İstanbul Kültür Sanat Varyetesi’nin öncülüğündeki oluşumun konuyla ilgili yayınladığı duyuru şöyle: “Cumartesi akşamı, tarafımızdan düzenlenen Emek Sineması’ndaki alternatif film festivali açılışına hepiniz davetlisiniz. Hem kentsel rantın hem de kültürün endüstriyelleştirilmesinin baş kurbanlarından biri olan Emek Sineması’İKSV ya da gözü, kulağı kapalı ‘sanatkârlarımız’ gibi sahipsiz bırakmayacağımızı hep beraber göstermek için biraraya geliyoruz. …”

  • Duyurunun devamı için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Emek Sineması’nda Alternatif Film Festivali yazısına devam et
  • 09 Nisan 2010 Haftası

    “Şark Oyunları”, ‘sancılı bir geçiş’ yaşayan ülkenin başkenti Sofya’da, dağılmış ailesinin yaşattığı sıkıntının da etkisiyle ve geleceğinin soru işaretlerini aşırılıklarla doldurmaya çalışan genç kardeşinin aksine, içindeki boşluğu doldurabileceği bir ‘şey’ arayan adam hakkında. Son derece doğal çekilmiş bir film. İzlerken umutsuzluk sarmalının sınırlarında dolaşıyorsunuz. Yaşamının ilk ve tek rolünde Christo Christov (1969 – 2008), sinema perdesinden seyirciye uzanıp yüreğini kavramanın, o hiçbir formül / koşul içermeyen büyüsüne dair önemli bir örnek olarak tarihe geçiyor. Bu filmle, Bratislava ve Tokyo Uluslararası Film Festivalleri’nde kazandığı iki ödülü göremeden yaşamını yitirse de, sinemanın ‘daima genç’ kalacak yüzleri arasında yerini almış bulunuyor.

    “Son İstasyon”, evin reisi babanın demiryolları işletmesinde otuz yıl çalıştıktan sonra emekli olmasının arifesinde, yetişkin çocukların, evlilik dışı ilişki / gebelik, cinayet, kanundan kaçma eylemleriyle başlayan ve Uşak’tan İstanbul’a göçle birlikte hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken felâketler zincirine giren ailenin tam bir ‘çorba’ya dönen öyküsü. Ritmi bozuk; üzerinde çalışılmamış izlenimi veren karakterler; bir ikisi hariç abartılı ya da tamamen karikatürize oyunculuklar; cinayet sahnesi hariç vasat seyreden mizansen çalışması… Ah kaçırılmış fırsatlar, ah!

    “İki Babalık”taki, iki başarılı iş ortağı – eski dosttan biri uslanmaz çapkın, diğeri başarısız evlilik adamıdır. Bu başarısız evli, boşanma sonrası tek gecelik teselli macerasından ikiz çocuğu olduğunu 7 yıl sonra öğrendiğinde, annenin mecburen hapiste kalacağı iki haftada baba olmayı da öğrenecektir! Tabii ki canım: Ortağıyla birlikte; onu da yanında sürükleyerek! Amaç, seyirciyi eğlendirmek olunca ideal bir konu… Ve John Travolta ile Robin Williams da, öyle sahnelerle öyle güldürüyorlar ki, bu Disney filmine, ‘kendi çerçevesi içinde’ başarısı tam bir aile filmi olarak not düşebiliyoruz. Bu başarıda, filmin hızlı ritminin aksamamasının payı var. Yani kurguda ayıklama, bazen en önemlisi: Her şey dâhil 88 dakika!

    “En Mutlu Olduğum Yer”, genç yaşlarına rağmen hayatın örselemiş olduğu kadın ve erkeğin, bir anda tanışıp hızla oradan ‘uzaklaşmaya’ karar vererek kent cengelini geride bırakmalarını ve ‘birbirlerinin olmalarını’ öykülüyor. Fakat bir tür mafya ile başları derde girdiğinden, uzaklaşmak aynı zamanda ‘kaçış’a dönüşüyor; film de dağılıyor, zaten zar zor kurulan dram tesiri iyice kayboluyor, küçük sürprizli final ise tatmin etmiyor. Hatta bu mafya mensupları, korkutmak bir yana, birer hoşluk haline geliyor. Eski ‘vedet oryantal’ dansöz Şıvga, kötülük yaptıkça rol çalıyor ve daha da dişileşiyor meselâ (ben kendi adıma onun kazanmasını arzu ettim)… Neyse; “En Mutlu Olduğum Yer”, aslında, afişi dâhil “Love Lies Bleeding”le (2008) fena halde benzerlikler taşıdığından (tamamen tesadüf, altında başka bir şey aramayın), meraklıların, ‘home video’ dağıtım sistemi için çekilmiş bu filmi de izlemelerini öneriyorum. Bizim filme de tümden olumsuz yaklaşamayız: Fikir iyi, iki genç oyuncu fena değil, yönetmenimiz de sonraki filminde çok daha çarpıcı bir işe imza atabilir.

    “Beş Şehir”, yazgının bir oyunu ya da yaşanılan ülkenin ‘arızaları’nın bir sonucu olan ‘zamansız ölüm’e saplantılı hikâyesini, ‘şaibeli insanoğlu’nun ‘iç karanlığı’ üzerinden anlatmaya çalışıyor. İyi başlıyor, kadrajlarındaki farklılığı öykülemesine de aktarmaya çalışırken, karakterlerinin seçim ve davranışlarının seyirci üzerindeki etkisi giderek soluyor, araya giren ‘kedi figürü – mecazı’, zamanı boşa harcatıp olayların gerçeklikle bağını zayıflatıyor, deforme ediyor. Ve böylece yengesini boğan öğretmenin dramı da ‘şıpın işi’ görünüyor. Oysa sinemasal etkilere öyle açık bir öykü ki… Yazık olmuş!

    “Cehenneme 2 Adım”, Appalachian mağara sisteminin dev dolambacında, insanımsı, kör ve sese duyarlı yamyam yaratıklardan sağ kurtularak dışarıya çıkan tek kadının, güvenlik – kurtarma ekibiyle yeniden derinliklere girmesi, klostrofobinin gerilimi tetiklediği yeni bir terör dalgasını başlatıyor başlatmasına da… Sürpriz pek yok! Hatta, “Memento”, “Insomnia”, “The Prestige”, “Outlaw”, “Eden Lake” gibi filmlerdeki çalışmalarıyla anımsanabilecek, Türkiye’de de ciddi bir hayran kitlesi bulunan İngiliz besteci David Julyan’ın, bu film için ‘büyük’ geldiğini düşündüğüm müziğinin katkısıyla ‘dramatik bir kadın filmi’ olarak bile kabûl edilebilir. Dirençli, güçlü, korkusuz, giderek vahşi, fedakâr kadınların filmi! Makyaj çalışmasının ve görüntü yönetiminin, başarısını vurgulamayı unutmamalı.

    “Aşkın Yaşı Yok”ta, iki ‘çokbilmiş’ çocuğuyla -kocasının ihanetini yakaladığı için- New York’ta ‘yeniden’ başlayan 40 yaşındaki anne, ayakları üzerinde durmayı başarırken aynı zamanda ‘değişik olarak tanımlanabilecek denli iyi’ bir genç adamla heyecanı yakalar. Peki, nedir izlenir kılan bu filmi? İki sözcük: Kusursuz ‘tartım’…Ve kalp atışlarını duyabileceğiniz canlılığı. Unutmayın, boşanmak bir son değil, her zaman yeni bir başlangıçtır!

    (07 Nisan 2010)

    Ali Ulvi Uyanık

    [email protected]

    29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne İtalyan Katılımı

    03 – 18 Nisan 2010 tarihleri arasında yapılacak olan 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde İtalyan sinemasını Marco Bellochio’nun yönettiği Vincere ve Tizza Covi ile Rainer Frimmel’in yönettiği La Pivellina adlı filmler temsil edecek. Vincere’nin 03 Nisan günü saat 16:00’da Beyoğlu Atlas Sineması’nda yapılacak gösterimine yönetmen Marco Bellocchio da katılacak. Filmin başrollerinde ülkemizde de hayli sevilen Giovanna Mezzogiorna, Filippo Timi ve Fausto Russo Alessi oynuyor. La Pivellina’nın başrollerinde ise Patrizia Gerardi, Asdia Crippa ile Tairo Caroli oynuyor.

  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne İtalyan Katılımı yazısına devam et
  • İstanbul Film Festivali’nin Sürpriz Filmi: Beat Kuşağı Manifestosu “Uluma / Howl” Uluslararası Altın Lâle Yarışmasında

    29. Uluslararası İstanbul Film Festivali programına sürpriz bir film eklendi: Uluma (Howl). Film, Uluslararası Yarışma’da Altın Lâle için yarışacak. Yönetmenliğini Rob Epstein ve Jeffrey Friedman’ın üstlendiği Uluma (Howl), Allen Ginsberg’in beat kuşağının manifestosu sayılabilecek şiirinin hukuk mücadelesini beyazperdeye taşıyor. Bu benzersiz şiir yayımlanınca yayımcı Lawrence Ferlinghetti, yazar Allen Ginsberg’e karşı bir müstehcenlik davası açtı. Film Uluma / Howl’un mahkemede nasıl yargılandığını ve beraat ettiğini anlatıyor. Filmde Allen Ginsberg’i başarılı aktör James Franco canlandırıyor.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    İstanbul Film Festivali’nin Sürpriz Filmi: Beat Kuşağı Manifestosu “Uluma / Howl” Uluslararası Altın Lâle Yarışmasında yazısına devam et
  • Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu