Kategori arşivi: Yazılar

Filmlerinin Dehlizlerinde Yitip Gitmek: Martin Scorsese

Büyük yönetmen Martin Scorsese, ilk bakışta hemen kendini ele vermeyen katmanlı filmleriyle Antonioni ruhuna ulaşıyor. Scorsese’nin nevrotik sınırlarda dolaşan filmleri derinlikli. “Taksi Şoförü”yle beraber tüm filmlerinin ruhuna giden dehliz olan “Saatler Sonra”yla “Göklerin Hâkimi”ni paylaşmak istedik.

Martin Scorsese, sinemanın büyük ustalarından. Ustanın birçok filmini ilk görüşte anlamlandırabilmeniz çok güç. İkinci defa görmeye ihtiyaç duyuyorsunuz. Hatta beş defa bile. Michelangelo Antonioni ruhunda da dolaşan Scorsese, ilk bakışta fark edilemeyecek küçük anlar, anlık görüntüleri kurgusunun içine yerleştiriyor. O filmleri ancak birkaç defa gördükten sonra sisler arasındaki o ayrıntıları seçebiliyorsunuz belki. “After Hours-Saatler Sonra” gibi Scorsese filmlerinin ruhunun en derinlerine inen 2004 yapımı “The Aviator-Göklerin Hâkimi” filmini de bir köşede tutmanız gerekiyor. Bir film daha var. O da, 2009 yapımı “Shutter Island-Zindan Adası” filmi. Ustanın “Saatler Sonra” filminin ruhuna girdikten sonra, bu filmlerinde anlamları içinde dolaşabiliyorsunuz. O zaman anlıyorsunuz, perdede gördüğünüzü sandığınız filmin o film olmadığını. Büyük yönetmenlerden Avusturyalı Michael Haneke’nin 2005 yapımı “Caché-Saklı” ve 2012 yapımı “Amour-Aşk” filmi hemen akla geliyor. Büyük Rus yönetmenlerinden Aleksandr Sokurov’un Goethe’den uyarladığı 2011 yapımı “Faust” da unutulmamalı. Bir başka Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in 2003 yapımı “Vozvrashchenie-Dönüş” filmini de hatırlamak gerekiyor. Alan Parker’ın 1987 yapımı “Angel Heart-Şeytan Çıkmazı” filmini de eklemeniz gerekecek arşivinize. Bu filmler, perdede gördüğünüzü sandığınız filmler değildi anlam bakımından. Elbette David Lynch’in ve Jean-Luc Godard’ın filmleri de öyle. Bu türden filmlerin dehlizlerinde yitip gidiyorsunuz. Çünkü bu filmler katmanlı ve küçücük bir ayrıntıyı gözünüzden kaçırmanız da muhtemel. O kaçırdığınız küçücük an, her şeyi yıkıyor ve her şeyi yeniden kurmanızı bekliyor.

Scorsese, 1942’de New York’un Queens bölgesinde doğdu. İtalyan kökenli. Çocukluğu, astım hastalığından dolayı sıkıntılı geçti. En yakınında tüm şefkatiyle annesi vardı. Pazar günleri ayinler için Katolik kilisesine gidiyordu annesiyle. Çoğunlukla yatakta olduğu için, çetecilik oynayan kendi yaşıtlarının seslerini de pencereden duyuyordu. New York Üniversitesi’nde sinema okudu. 1967 yılında siyah-beyaz “Who’s That Knocking at My Door?-Kapımı Kim Çalıyor?” filmiyle sinemaya giriş yaptı. 1972’de “Boxar Bertha-Soygun ve Aşk” suç filmini çekti. Kıbrıs Harekâtı’ndan dolayı NATO ve ABD ülkemize ambargo koymuştu. 1970’lerde karaborsa çoğaldı. Anarşi arttı. Eylül 1980’de darbe oldu. Ambargolar kalktı. Geç kalmış Hollywood filmleri ülkemize bombardıman gibi düşmeye başladı. “Soygun ve Aşk” ile “Taksi Şoförü” filmlerinin afişleri gözümüze çarpmıştı. Perdede göremedik. Kaçırdık. Tarantino, 2003’te ikiye böldüğü “Kill Bill” filmi için “Bill”in adını “Soygun ve Aşk” filminden ödünç aldı. Scorsese’nin filminde David Caradine’ın adı Bill’di. Sonra Scorsese’nin birçok filmi ülkemizde vizyona girdi.

“Taksi Şoförü…”

Bu, Travis’in Amerikan toplumuna ahlâki bakışının filmi. 1976 yapımı “Taxi Driver-Taksi Şoförü”, Vietnam gazisi Travis Bickle, geceleri uyuyamadığı için taksi şoförlüğüne başvuruyor. New York’un geceleri ve insanları onun gözünden yansıyor perdeye. Gördükleri pislik bir dünya ve bunun hemen temizlenmesi. Filmin ön jeneriği de muhteşem. Gecenin karanlığında buharlar yollara doğru savrulurken, fonda Bernard Herrmann’ın caz tınıları duyuluyor. Sarıyla turuncu karşımı yazılar bu atmosferle mükemmel buluşma yapıyor. Herrmann, Hitchcock ustanın filmlerine gerilimli besteler yazmıştı. Hitchcock’un istemesine rağmen bir defa bile caz bestelememişti. Ama o zamanki genç Martin Scorsese’yi kırmamıştı. Bu filmdeki tınılar, Herrmann’ın son bestesi oldu ve usta 1975’te öldü. Etkileyici ve kasvetli atmosfer kameraman Michael Chapman’ın fotoğraflarıyla yansıyor. “Taksi Şoförü”nün atmosferi, gecenin içindeki New York’a iç mekân ruhu katmış çoğu anda. Filmin senaryosunu da önemli yönetmenlerden Paul Schrader yazmış. Bu filme vakti zamanında, Hollywood’da “yeni sağ” akımın simge filmi demişlerdi. Ünlü yönetmenler Francis Ford Coppola, Martin Scorese ve Paul Schrader’in başını çektiği bu akım, Amerika’da 1960’lardan 1970’lerin ortalarına kadar süren “yeni sol” akıma tepkiydi. “Yeni sol” akımın estetiğine, Brian de Palma’nın 1970 yapımı siyah-beyaz ve renkli “Hi, Mom!” ve Gus van Sant’ın 2008 yapımı “Milk” filmlerinde dokunabiliyorsunuz. “Taksi Şoförü”, Cannes’da “Altın Palmiye” de kazanmıştı.

Mayıs ayı. Travis’in (Robert de Niro) gözleri, sadece gözlemiyor, fotoğrafları zihninde biriktiriyor. Savaştan dönmüş Travis, nevrotik bir ruh halinde. Obsesyonları, takıntıları olan bir insan. Zaman zaman iç sesiyle konuşuyor. Porno filmler izliyor. Giderek her şey zihninde büyüyor, öfke çoğalıyor ve sonunda pislikleri temizlemeye başlıyor. Buraya gelene kadar Scorsese, kamerasıyla onun ruh hailinin içinde dolaşıyor sanki. Final bölümüne yaklaştıkça seyirci neyle karşı karşıya olduğunu anlıyor. Ama yine de zihni karışabiliyor. Bazı insanlar, yani bazı pislikler ölse de çocuk yaştaki bir kızın hayatı kurtuluyor. Medyanın ve halkın kahramanına dönüşen Travis’i adalet de bağışlıyor. Hiçbir şey olmamış gibi her şey kaldığı yerden devam ediyor sonda.

Travis’in taksisine başkan aday adayı Charles Palantine (Leonard Harris) biniyor ve onunla ahlâki bir konuşma yapıyor Travis. Sonra da Palantine’ın seçim bürosunun yakınlarına geliyor Travis. Orada Betsy’yi (Cybill Shepherd) görüyor. Belki de ilk defa bir kadına bu kadar ilgi gösteriyor. Cesaretini toplayıp Betsy’ye ulaşıyor ve onunla birkaç defa çıkıyor. Ama bir kadına nasıl davranacağını bilmeyen Travis, her zaman yaptığı gibi Betsy’yi de porno oynatan sinemaya götürüyor. Betsy ondan uzaklaşıyor. Travs, Betsy’yle telefonla konuşurken, kamera sağa doğru kayıyor ve sarı ışığın düştüğü boş koridoru gösteriyordu. Bu an çok önemli. Travis’in yalnızlığını ve boşluğunu gösteriyor. Bu andan itibaren dönüşmeye başlıyor Travis.

Bunlar olurken, yolu 12 yaşındaki fahişe Iris’le (Jodie Foster) kesişmeye de başlıyor. Iris’in pezevengi de Matthew (Harvey Keitel) adında hippi saçlı biri. Haziran ayı. Satıcıdan tabancalar satın alan Travis, tam bir yürüyen cephaneliğe dönüşüyor. Sonra da Iris’i kurtarmaya gidiyor. Oteldeki kanlı çatışmanın ardından yaralanan ve tutuklanan Travis, komada kaldıktan sonra kahraman olarak taburcu oluyor. Filmin finali gerçekten özel ve zihinleri de karıştırıyor.

Filmin katmanlarından çıkan bazı şeyler zihinleri de karıştırıyor. “Taksi Şoförü”ne kara film deyip hemen geçemiyorsunuz bu yüzden. Bazı anlarda yansıyan görüntüler filmi başka taraflara götürüyor. Gerçekten zihni bulanıklaştıran ve dehlizde insanı kaybeden anlar bunlar. Travis’in iç sesiyle Betsy’yi anlattığı sahnede, Betsy seçim bürosuna girerken sakallı bir dam (Martin Scorsese) bir an çerçeveye giriyor. Daha sonra bu sakallı adam gecenin içinde Travis’in taksisine biniyor ve bir caddeye gidiyorlar. Dairenin penceresinden bir kadının silueti yansıyor. Sakallı adam, karısının kendini aldattığını öfkeli kelimelerle anlatıyor Travis’e. Sakallı adam doğruyu mu söylüyordu? O da mı Betsy’ye tutkundu? Final bölümünde, Travis’in taksisine Betsy biniyor. Palantine, ABD Başkanı olmuş. Betsy, Travis’in taksisiyle evine gidiyor gece. Konuşmuyorlar. Travis, geçmişi unutmak istiyor sanki. Betsy, taksiden inerken mahcup ve utangaç. Travis ondan ücret almıyor. Travis, oradan uzaklaşırken gözü dikiz aynasına kayıyor ve New York’un tehlikeli yollarına dalıyor. Son jenerikte büyük Herrmann’ın caz tınıları duyulmaya başlıyor yine.

Filmdeki şiddet, yoğun ve sarsıcıydı. Sadece kanlı sahnelerle değil. Gecenin içinden yansıyan görüntülerle de. Gece olduğunda, şehrin pislikleri dışarı çıkıyor ve şehri kuşatmış. Iris’in bulunduğu yerler de şiddetin içinde. Hayat, gerçekçi ve sert yansıyor filmde. Mitingde Palantine’ı vuramayan “Mohikan” Travis, sokakların içindeki Matthew’u vuruyor, sonra da Iris’in oteline gidiyor ve mekânı kana buluyor. Oteldeki kanlı çatışma sahneleri gerçekten sert. Her taraf kırmızı oluyor. Yaralanan Travis, polisler geldiğinde elini tabanca yapıp kafasına dayıyor. Kamera, stilize plonje açıyla manzarayı tepeden gösteriyor. Bu çekim için belki de çok şey söylenebilir. Bir ölü, yaralı Travis, bir köşede ağlayan Iris ve polisler. Komadan sonra yalnız da olmayacak Travis. Çünkü o bir kahraman. Toplumun, medyanın ve Iris’in yoksul ailesinin kahramanı o. Hayat devam ediyor. “Taksi Şoförü”, her seyredişte keşifler yaptıran, katmanlı ve derinlikli bir film. Scorsese sineması, tıpkı Antonioni sineması gibi ilk buluşmada kendini hemen ele vermiyor. Scorsese filmlerinin dehlizlerinde yitip gidebiliyor insan. Klâsik bir eleştiri yazısının ötesinde Scorsese sineması. Filmde bir de reklâm vardı. Filmin yapımcısı Columbia, 1970’lerden 1980’lerin ortalarına kadar Coca-Cola’nın malıydı. Bir sahnede Travis, porno film oynatan bir küçük sinemaya gidiyor. Satıcı kızdan Coca-Cola istiyor. Kız, “RC Cola satıyoruz” diyor. Coca-Cola, “Biz, temiz ve güvenli yerde içiliriz” diyor Scorsese reklâmıyla. Scorsese bu sahneyi çekmese, bu film de ortaya çıkamazdı. Bu film, Amerikan toplumunun sansansyonel olaylara yakınlığını da vurguluyor. Filmde Robert de Niro mükemmel ötesi. Bu büyük oyuncu her dönemde sinemaya damga vurdu. Bir de Jodie Foster var. “Taksi Şoförü” filminin çocuk yüzü, oyuncu olarak iki defa Oscar aldı Akademi’den. İlki, Jonathan Kaplan’ın 1988 yapımı “The Accused-Sanık” filmiydi. Sonraki de Jonathan Demme’nin yönettiği polisiye-gerilim olan 1991 yapımı “The Silence of the Lambs-Kuzuların Sessizliği” filmiydi. Foster filmler de yönetti.

“Saatler Sonra…”

1985 yapımı “After Hours-Saatler Sonra”, Scorsese sinemasını anlamlandırmak için temel bir film. Sinema okulunda Scorsese sinemasına giden yola girmek için “Saatler Sonra” filmine psikanaliz yolculuk yapılmıştı. “Saatler Sonra”, Scorsese filmleri için kılavuz. Değerli hocalardan Ertan Yılmaz, Scorsese sinemasına tutulmamıza yardımcı olmuştu.

“Saatler Sonra” ülkemizde vizyona çıkmadı maalesef. Bu film, 1990’ların başında TRT’de “Ölü Saatler” adıyla gösterilmişti. Ama daha çok “Geç Saatler” adıyla biliniyordu. Bu filmin DVD’si yıllar sonra yayımlandı. Filmin orijinal adını birebir çevirdiler. DVD’cilere ve televizyonculara her daim öfkeliyiz. Birçok değerli ve önemli filmi sinemada vizyona çıkmış adıyla değil de kafalarına göre uydurdukları adlarla yayımlıyorlar. Sinema kültürümüzü ve belleğimizi çöle döndürüp yok ediyorlar. Alain Delon’un o muhteşem filmlerini uyduruk adlarla DVD’den yayımlamışlardı. İnsan gerçekten kahroluyor. Nasıl yaptılar bunu, diye.

Geffen’ın sunduğu “Saatler Sonra”, bilgisayar programcısı Paul Hackett’ın (Griffin Dunne) akşamdan sabaha süren macerası. Aslında film, “iş”te başlıyor, “iş”te bitiyor. Paul, akşam “iş”ten çıkıyor, sabah da kendini “iş”te buluyor. İşte bu film, aradakileri anlatıyor. Kâbus gibi. İşten eve, evden işe gidip gelen Paul, sığınağı olan evinden dışarı çıkıyor ve hayatı boyunca yaşayamayacağı maceraların hepsini yaşıyor. Filmin senaryosunu Joseph Minion yazmış. Müzikleri Howard Shore bestelemiş. Ama fonda geçmiş dönemlerin müzikleri ve şarkıları da duyuluyor. Hatta Mozart ve Bach müzikleri de var. Her an iç mekân tadı veren fotoğraflarsa, büyük kameramanlardan Alman Michael Balhaus tarafından armağan. Ballhaus, 1982’de 36 yaşındayken ölen önemli Alman yönetmenlerden Reiner Werner Fassbinder’in kameramanıydı. Ballhaus, iç mekân kameramanı olarak öne çıktı hep. Usta, dış mekânlarda bile iç mekân hissi yaratabiliyor. “Saatler Sonra” filmi, psikanaliz açıdan bir “interiorior”, iç mekân, iç dünya filmi. Filmin ruhunun nevrotik olduğunu belirtelim.

Akşam işten çıkıp eve gelen orta sınıftan Paul, bekâr evinde yalnızlıktan sıkılıyor ve arada bir gittiği kafede Marcy (Rosanna Arquette) kendisiyle iletişim kuruyor. Beyaz elbise giyinmiş Paul, Henry Milller’ın kitabını okuyor ve bu Marcy’nin ilgisini çekiyor. Miller, cinselliği öne çıkaran romanlar yazan bir yazar. Paul, kadınlarla kolay iletişim kuramıyor. Kadın korkusu yaşıyor sanki. Psikanalizde beyaz renk cinsel sorunu çağrıştırıyor, Çalıştığı yerde de baskı altında Paul. Çünkü işyerinde patron var. Paul, her şeyi bastırmış ve çoğu şeyi zihninde yaşayan biri. Gece boyunca yaşadıkları “gerçek + düş + gerçek” eğrisi gibi. “İş”le “iş” arasındakiler düşteki kâbus gibi. Marcy, aynı evde yaşadığı heykeltraş Kiki’den (Linda Fiorentino) söz ediyor. Kiki’nin heykel denemeleri Paul’ün ilgisini çekiyor. Marcy’den, New York’un So-Ho mahallesindeki adresi öğrenen Paul’ün evde canı sıkılıyor ve Marcy’den aldığı telefon numarasını arıyor, gecenin içinde yola çıkıyor. Kâbusun başlangıcı bu muydu, yoksa Marcy’yle karşılaşması mıydı Paul’ün? Taksiye bindiğinde cebinde sadece yirmi doları var Paul’ün. Parasını cebinden çıkardıktan sonra para rüzgârla uçup gidiyor. Marcy’nin dairesine gittikten sonra da her şey yavaş yavaş savrulmaya başlıyor ve Paul, altından nasıl kalkacağını bilmediği dehlize düşüyor. “Punk”çı Kiki’nin gazete kâğıtlarını alçıya batırıp yaptığı yapıştırma postmodern heykelini, Edvard Munch’un dışavurumcu tablosu “Çığlık”a benzetiyor Paul. “Çığlık” tablosu, yabancılaşma üzerine en önemli resimlerinden.”Çığlık”ta kitle toplumuna eleştiri var. Tek başına başarıya yönlendiriyor, insanı yalnızlaştırıyor ve yabancılaştırıyor. Anlık ilişkileri teşvik ediyor. Paul de benzerini yaşıyor. Kiki’ye masaj yapan Paul, belki de hayatında bir kadına bu kadar yakınlaşıyor. Kiki’nin dişi teni ve kıvrımları, zihninde yarattığı kadınlara benziyor muydu? Paul’ün, sere serpe uykuya dalan Kiki’nin güzel vücudunu özlemle seyredişi, insanın ruhuna acı veriyor. Cinselliğini yaşayamamak en büyük keder olmalı. Kiki de, aslında Paul’e sığınak duygusu vermiyor. Sadece özlem duyulan cinsellikle buluşuyor. Ya Marcy? Yumuşak dişi sesi bir an Paul’e sıcaklık verse de Marcy de uzak. Başa belâ getiren kadınlardan biri o. Bu kadar yumuşak ve ilk anda sıcaklık veren Marcy, çelişkileri ve karışık durumlarıyla Paul’ü kaosun, kâbusun içine düşürüyor. Marcy, evliymiş. Bu daire de eski kocasınınmış. Kocası ona tecavüz bile etmiş. Bir an ortadan kaybolan Marcy, daireye geliyor ve intihar ediyor. Metrodaki geceyarısı zammını bilmeyen Paul, cebinde sadece 97 sent bozukluğuyla gecenin içinde So-Ho’da aylak aylak dolaşırken, birden bir minibüs görüyor ve hırsızların “Çığlık” heykelini çaldıklarını sanıyor. Hırsızlar, ondan korkup heykeli bırakıp kaçıyorlar. Hırsız Pepe (Tommy Chong), hayatında ilk defa bir şeye para verip satın almış. Heykeli daireye götüren Paul, Marcy’nin intihar ettiğini anlıyor. Marcy, aşk acısı dayanamayıp intihar etmiş. Yağmur yağınca bara sığınan Paul’e, oradaki Julie (Teri Garr) adındaki garson kız yakınlık gösteriyor. Julie, güvenli ve sığınılacak yer mi? Paul bunu Julie’nin evinde yaşayarak öğreniyor. Julie’nin dairesinde çok önemli bir an var. Yatağın altına fare kapanları koymuş Julie. Psikanalizde bu “hadım etme” anlamına geliyor.

Paul, kastrasyon yaşıyor. Psikanalizde nevrotiklere özgü bir obsesyon bu. Takıntı veya saplantı anlamında. Paul, yalnız bir insan. Anne sıcaklığı, şefkati, güveni veren kadını bulamıyor hayatında. Bu yüzden kadın korkusu var onda. Gecenin içinde, biri dışında tüm kadınlar felâket getiriyor Paul’e. Julie’nin polise telefon ettiğinde polisler ortada görünseydi film, “gerçek + gerçek + gerçek” olacaktı. Bu anda New York’un şiddeti ve kuşkuculuğu dışarıya vuruluyor sadece. Bardaki barmen Tom’la (John Heard) yaşadığı anlar da önemli Paul’ün. Tom, Marcy’nin sevgilisiymiş ve tartışıp ayrılmışlar. Bunalıma giren Marcy de intihar ediyor. Marcy’nin dairesine geç giden Paul, Marcy’yi kurtaramıyor ve telefonla polise haber veriyor bu ölümü. Filmde, sistemin temsilcisi polisle cankurtaranların sirenleri gecenin derinlerinde duyuluyor. Paul, Tom’dan metro bileti parası isteme cesaret buluyor. Ama Tom, kasanın anahtarını evde unutunca Paul için bir felâket daha başlıyor. Paul, Tom’un dairesinin anahtarına karşı kendi dairesinin anahtarını veriyor. Mutlak güven için. Buradaki anahtar, “regresyon”u, yani geriye gidişi simgeliyor. Nevrotikler, her zaman “nostalji”yi arıyorlar. En çok da çocukluklarını diyebiliriz. Anne şefkatinin ve sıcaklığının yanında güven duygusu da var elbette.

Bu gece So-Ho’da üç hırsızlık vakası yaşanmış. Yanlış anlamalardan sonra, mahalleli linç için peşine düşüyor Paul’ün. Bu anlarda film, tam anlamıyla western ruhuna bürünüyor. Paul, Kiki’nin gittiği Berlin adındaki diskoda finalde, huzura ve sıcaklığa sığınıyor. Paul’ün Berlin’e ilk geldiğinde Martin Scorsese de bir an yansıyordu sakallı haliyle. Scorsese, piste spot ışık düşüren sakallı ışıkçı bu filmde. Diskonun bar tarafında June (Vera Bloom) adındaki kadına hemen sığınıyor, onu öpmüyor, sadece başını omzuna koyuyor Paul. O sırada pikapta dönen plaktan Peggy Lee’nin söylediği “Is That All There Is” şarkısı duyuluyor. Bu şarkı çalarken, June’la dans ediyor Paul. Anne sıcaklığı, şefkati ve koruması Paul’ün üzerine çöküyor. June anneyi simgeliyor çünkü. June, Paul’ü kötülerden kurtarmak için onu, Kiki’nin “Çığlık” heykeline dönüştürüyor, hırsız Pepe ve arkadaşı heykeli çalıyor, gün ağarırken virajı dönen minibüsün arka kapısı açılıyor ve işyerinin kapısında minibüsten düşüyor, başladığı yere dönüyor Paul. Bu filmin katasrofobi ruh taşımasının nedeniyse, iç mekân korkusu, yanıklar, fare kapanları, balığın cinsel organı yutması, toplumun adalete soyunması, uzaklardan duyulan siren sesleri. Yanıklar, Marcy’nin odasındaki yanıklar üzerine bir kitabın içindeki fotoğraflardan yansıyor. “Saatler Sonra”, bir katasrofobi filmi. Yani iç mekân korkusu, kaosu. Dış mekânlar da iç mekânlar gibi yansıyor filmde. Elbette New York bir “jungle” şehir. Binaları, ormandaki dev ağaçları gibi. Scorsese, filminde genel olarak karanlık kasvet dolu ışık düzenlemeleri yapsa da, bazı iç mekânlarda (barda ve Julie’nin dairesinde) parlak ışıklar kullanmış ve renkler de perdeyi kuşatmış. Munch’un “Çığlık” tablosundaki renk tonları gibi. “Saatler Sonra” filminin psikolojik anlamdaki karşıtı, Alan Parker’ın 1984 yapımı “Birdy” filmi. “Birdy”nin ruh hali şizofrendi.

“Göklerin Hâkimi…”

2004 yapımı “The Aviator-Göklerin Hâkimi”, Scorsese ustanın kendi “Yurttaş Kane” filmi bir anlamda. Scorsese, nevrotik Hughes’un ruhuna kamerasıyla etkileyici bir yolculuk yapıyor. Senaryoyu John Logan yazmış. Kamermansa büyüklerden Robert Richardson. Müzikleri de Howard Shore bestelemiş. Scorsese’nin “Göklerin Hâkimi”, Amerikan kapitalizminin yarattığı en hırslı ve en hayalci müteşebbisi Howard Hughes’un hayatına bakıyor. Bu bakış, Amerikan kültürü denen her şeye, sanata ve Amerika diye anılan ülkenin ne demek olduğuna da bir bakış. Filmi seyrederken, “Göklerin Hâkimi”nin Scorsese’nin “Yurttaş Kane”i diye düşünmeye başlıyorsunuz. “Göklerin Hâkimi” de büyük film. Scorsese, Orson Welles’in 1941’de 26 yaşında çektiği siyah-beyaz “Citizen Kane-Yurttaş Kane” filmindeki gibi, bir kişiliği tüm ayrıntılarıyla perdeye yansıtabilmiş. Scorsese de, sinema dili üzerine sanatsal araştırmalar, denemeler ve sekanslar oluşturmuş. Film bittiğinde, bir kişiliğin içinden dışarı çıkıyor gibi oluyorsunuz. Scorsese, Hughes’un ruhunda kamerasıyla dolaşarak tüm bir mahremiyeti hiç saklanamayacak bir görsellikle yansıtıyor.

Hughes (Leonardo DiCaprio), annesine ve uçaklara aşık biri. Nevrotik tüm obsesyonlarıyla, yani takıntıları ve saplantılarıyla beraber, sıcak bir şefkati arıyor Hughes. Kadınlarda bulamadığı anne sıcaklığını sığındığı uçaklarda buluyor bir anlamda. Görünüşte büyük aşk yaşadığı Hollywood’un önemli kadın oyuncularından Katherine Hepburn’le (Cate Blanchett) bile ilişkisi yürümüyor. Herkesin Kathy dediği Hepburn, tıpkı Hughes gibi takıntılı bir insan. Vücudu sürekli terlediği için banyo yapmak Hepburn’de takıntıya dönüşmüş. Hughes, filmin girişinde, titiz annesi kendisine banyo yaptırırken, harf oyunu oynuyorlar beraber. “Karantina” kelimesi oradan Hughes’un zihnine yerleşiyor ve tüm hayatını etkiliyor bu. Hastalanmaktan korkan Hughes, sigara ve içki içemiyor, et yiyemiyor. Çocukluğundan getirdiği, süt içme ve dondurma yeme alışkanlığı var sadece. Temizlik takıntısı da olan Hughes, ellerini lavaboda sürekli yıkıyor bir de. Belki de hastalık takıntısındandır bu. Ne tanımadığı insanlara ne de kapı tokmaklarına dokunabiliyor Hughes.

İlk özel havaalanını 1920’lerin sonlarında kuran Hughes, Hollywood’da yapımcı olarak da adını duyurmaya başlıyor. Hughes, yönettiği 1930 yapımı “Hell’s Angels-Cehennem Melekleri” filmini üç yılda çekebiliyor. “Yurttaş Kane”in yapımcısı RKO film şirketini de satın alıyor Hughes. O, hayallerindeki mükemmeliyetin peşinde. Teksas-Houstonlu Hughes için sinema bir araç. Aslolansa uçaklar elbette. Sürekli uçak tasarımları ve uçuş denemeleriyle en mükemmel ve en hızlı uçağın peşine düşüyor hayalleriyle. Hughes, sivil havayolu şirketi TWA’yı satın alınca, büyük rakip PanAm’la kavgaya bile giriyor. Rakip öyle güçlü ki, Kongre’deki birçok senatörü satın alıyor. Kongre önünde hesap veren Hughes, PanAm’ın tuzaklarını aşıp, Amerikan kapitalizmi içinde hayalleriyle yaşıyor.

Bu filmi, Scorsese dışında başka bir yönetmen çekebilir miydi? Çekebilirdi. Ama ona ruh ve içtenlik katamayabilirdi. Scorsese, Hughes’u anlıyor. O da anne takıntılı bir insan. Scorsese, uçakların havada akrobasi yaptığı anları bir baleye dönüştürmüş. Çarpıcı açılar ve kamera kullanımıyla, Hughes’un içindeki coşkuyu varoluşçu bir dışavurumculukla perdeye yansıtabilmiş. Görüntülerin üzerine bindirilen yazılara dikkat etmeli. Eski zamanlarda sinemalarda haber filmleri de gösteriliyormuş. Scorsese, bu duyguyu verebilmek için, tıpkı o haber filmlerindeki gibi altyazılar kullanmış. 1920’li yıllarla 1940’lı yılların estetik yansıyışları da çok farklı. Bu film, tıpkı “Saatler Sonra” gibi Scorsese sinemasında özel yerde. “Zindan Adası” filmi de öyle.

(30 Haziran 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Mesele Yalnızca Baldan İbaret Değil

32. İstanbul Film Festivali’nin hoş sürprizlerinden biri olan, yazar yönetmen Marcus Imhoof imzalı ‘Baldan Acı / More Than Honey’nin tek kopyayla da olsa, tadilâttan yeni çıkan İstanbul Beyoğlu Sineması’nda gösterime girmesi sevindirici. İsviçreli sinemacı ile ilk karşılaşmamız değil bu. Yaşı tutanlar Imhoof’u 4. İstanbul Film Festivali’nde (ya da o zamanki adıyla Uluslararası İstanbul Sinema Günleri kapsamında) gösterilmiş ve o yıllarda Berlin Şenliği’nde ödüllendirilmiş, En İyi Yabancı Film dalında Oscar adayı olmuş, 1981 yapımı ilk dönem filmlerinden ‘Teknede Boş Yer Yok / Das Boot Ist Voll’dan hatırlayacaktır. Söz konusu film, kendilerini bir ailenin fertleri olarak gizleyen dördü Yahudi altı sığınmacının İkinci Dünya Savaşı yıllarında tarafsız İsviçre topraklarında verdikleri yaşam mücadelesi üzerinedir. Imhoof, İsviçrelilerin çevredeki insan dramına kayıtsız kalmasını ve mülteci aileyi kendi kaderleriyle baş başa bırakmasını şiddetle eleştirir filminde.

Kendisi bugün 72 yaşında. Ve yıllar sonra çektiği son filmiyle festivalin konuğu olarak ülkemizi de ziyaret etti. Emek Sineması’nın yıkılmasını protesto eden sanatçı ve halk topluluğunun tazyikli suyla püskürtüldüğü o meşum saatlerde Beyoğlu Sineması’nda seyircilerle birlikteydi. Kendisi film sonrası soru cevap söyleşisinden sonra, beklenmedik sert müdahaleden hayli ürkmüş olan genç yaştaki eşine oranla daha sakin bir üslûpla polis terörünü kınamış ve Emek Sineması’nın yerinde yaşatılma mücadelesine destek vermişti.

Festivaldeki bu tatsız anının ardından filme dönersek, arıların dünyası üzerine bugüne dek yapılmış en müthiş belgesellerden biri olarak düşündüğüm ‘Baldan Acı’, dört kıtadan arı yetiştiricilerinin tanıklığıyla izleyicisinin balarılarının yaşam düzeni hakkında geniş bilgi sahibi olmasını sağlıyor. Tek başına yaşayamayan arıların parmak ısırtan örgütlenmelerini, koloni düzenlerini, kraliçe arının, onu dölleyen erkek arıların ve çalışkan işçi arıların faaliyetlerini detaylı bir şekilde gözlemliyoruz. Arı davranışları ve duyuları üzerinde yaptığı çalışmalarıyla tanınan Nobel ödüllü Avusturyalı bilim adamı Karl V. Frisch’in ünlü keşfi ‘arıların dansı’ yoluyla mucizevi yaratıkların nasıl tek bir akıl ve duygu yumağı içinde iletişim kurdukları konusunda bilgilendiriliyoruz. Yediklerimizin üçte birinin arılar olmadan var olamayacağını, tüm renkli ve iyi kokulu bitkilerin döllenmesinde arıların rolünü öğreniyoruz. Arıların çiçeklerden taşıdığı nektarlardan bal üretimine ve peteklere gizlenen gıdayla yavru arıların nasıl beslendiklerine şahit oluyoruz.

Ancak Imhoof’un filminde mesele yalnızca balın üretilmesi ve insanoğlunun balı arılardan nasıl çaldığıyla sınırlı değil. Yönetmen giderek daha fazla artış gösteren arı ölümlerinden epeyce kaygılı. Sadece İsviçre’de değil, dünya çapında arı ölümlerinin izini takip ederek, dünyanın doğal dengesini sağlayan balarısının neslinin tükenmesine neden olabilecek gelişmelerin izini sürüyor. Ve kapitalist büyüme iştahının yol açtığı bir dizi olumsuz faktöre işaret ediyor. Öncelikle gündüz saatlerinde yapılan aşırı ilâçlama, arı neslinin hızlı bir şekilde tükenmesine neden oluyor. Tarım ilâçlarındaki zehir ve kimyasallar yeni doğan arıların hayatta kalmasını engelliyor. Buna ilâve olarak, dünyanın çeşitli bölgelerinde meyve ve sebzeciliğin hızlı gelişimi amacıyla tek tip kovanlarda uzun mesafeler boyu taşınan kraliçe arı ve işçi arılar yorgun düşmekte, koloniler dağılmaktadır. Arıcılığın şefkatle yapıldığı mütevazi aile kovanlarından, tek tip endüstriyel bal çiftliklerinin acımasız çarkına sürüklenen arıların tüm yaşam düzenleri zedelenmektedir. Üstüne üstlük, laboratuvarda üretilen Avrupa-Afrika melezi arı cinsleri neredeyse bir intikamcı ruhuyla katil arılara dönüşmekte ve insanlara saldırmaya başlamaktalar.

Imhoof tüm bu süreç boyunca taşıdığı kaygıları filmi vasıtasıyla izleyiciyle paylaşmış. Albert Einstein’ın ‘Arılar yok olup giderse insanlık en fazla dört yıl ayakta kalır’ kehanetini hatırlatarak endişesini dile getirmiş. Yazımın ulaştığı her okura, Peter Scherer’in etkileyici müzik çalışmasıyla desteklenen bu müthiş belgeseli kaçırmamasını öğütlerim.

(30 Haziran 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Türkiye Sinemasını Yurt Dışına Taşıyan Filmler Hangileri?

Türkiye Sineması’nın Altın Ayı, Altın Palmiye, Altın Aslan, Altın Küre ve Oscar ödüllerinde yarışan filmlerinin listesini aşağıda bulabilirsiniz… Listeye Alman ve İtalyan sinemasının yüz akı haline gelen Fatih Akın ile Ferzan Özpetek’i de aldık…

Berlin Film Festivali büyük ödülü Altın Ayı için yarışan Türk filmleri ya da Türk asıllı yönetmenlerin filmleri (Tam Liste):

* 1961 – “Kırık Çanaklar” / Memduh Ün
* 1964 – “Susuz Yaz” / Metin Erksan / Büyük Ödülü kazandı
* 1980 – “Düşman” / Zeki Ökten
* 1983 – “Hakkari’de Bir Mevsim” / Erden Kıral
* 1985 – “Pehlivan” / Zeki Ökten
* 1988 – “Av Zamanı” / Erden Kıral
* 1999 – “Güneşe Yolculuk” / Yeşim Ustaoğlu
* 2000 – “Mayıs Sıkıntısı” / Nuri Bilge Ceylan
* 2001 – “Cahil Periler” / Ferzan Özpetek
* 2004 – “Duvara Karşı” / Fatih Akın / Büyük Ödülü kazandı
* 2010 – “Bal” / Semih Kaplanoğlu / Büyük Ödülü kazandı
* 2011 – “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” / Seyfi Teoman

Cannes Film Festivali büyük ödülü Altın Palmiye için yarışan Türk filmleri ya da Türk asıllı yönetmenlerin filmleri (Tam Liste):

* 1982 – “Yol” / Şerif Gören / Büyük Ödülü kazandı
* 1983 – “Duvar” / Yılmaz Güney
* 2003 – “Uzak” / Nuri Bilge Ceylan
* 2006 – “İklimler” / Nuri Bilge Ceylan
* 2007 – “Yaşamın Kıyısında” / Fatih Akın
* 2008 – “Üç Maymun” / Nuri Bilge Ceylan
* 2011 – “Bir Zamanlar Anadolu’da” / Nuri Bilge Ceylan

Moskova Film Festivali Yarışmalı Bölümüne Seçilen Filmlerimiz:

* 1977 – “Kadın Hamlet” / Metin Erksan
* 1979 – “Kanal” / Erden Kıral
* 1985 – “Mine” / Atıf Yılmaz
* 2012 – “Şahane Misafir” / Ferzan Özpetek
* 2013 – “Zerre” / Erdem Tepegöz

Oscar Ödüllerinde Yabancı Film Kategorisinde İlk Dokuz Film Arasına Girebilen Filmimiz:

* 2008 – “Üç Maymun” / Nuri Bilge Ceylan

Altın Küre Ödülüne Yabancı Film Dalında Aday Gösterilen Filmimiz:

* 1982 – “Yol” / Şerif Gören

Venedik Film Festivali’nde Büyük Ödül Altın Aslan Adaylığı Elde Eden Filmlerimiz:

* 1984 – “Ayna” / Erden Kıral
* 1987 – “Anayurt Oteli” / Ömer Kavur
* 1991 – “Gizli Yüz” / Ömer Kavur
* 2008 – “Mükemmel Bir Gün” / Ferzan Özpetek
* 2009 – “Soul Kitchen” / Fatih Akın

(28 Haziran 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Şiddetin Ozanından Şiddetin Derinlerinde: Sam Peckinpah

Sinemanın önemli yönetmenlerinden Sam Peckinpah, filmleriyle şiddetin bireysel ve toplumsal derinliklerine indi. Onun filmlerinde şiddetin ruhunu çırılçıplak görürsünüz. Ustanın, farklı türdeki “Vahşi Belde”, “Köpekler” ve “Şeref Madalyası” filmlerini paylaşmak istedik.

Sam Peckinpah… Sinemada şiddetin ozanı olarak anılıyor. Ağır çekimleri de kendi üslûbuna çevirmiş büyük yönetmen. Günümüz sinemasında saniyede binlerce kare çekip Peckinpah ruhuna ulaşamıyorlar. Asıl adı David Samuel “Sam” Peckinpah. 21 Şubat 1925’te Orta Kaliforniya’nın Fresno şehrinde doğdu, 28 Aralık 1984’te Kalforniya’nın Inglewood şehrinde vefat etti. Televizyondan sinemaya geçen Peckinpah, 1961’de renkli ve sinemaskop “The Deadly Companions-Ölümcül Sahabeler” western filmini çekti. Peckinpah, 1965 yapımı renkli ve sinemaskop western-savaş filmi “Major Dundee-Kahraman Binbaşı” filmiyle kendini ülkemize tanıttı. 1970’te “technicolor” komedi westerni “The Ballad of Cable Hogue-Çöl Şeytanı”, 1972’de sinemaskop “Junior Bonner-Vahşi Sürücü” ve sinemaskop “The Getaway-Sonsuz Kaçış”, 1974’te “Bring Me the Head of Alfredo Garcia-Bana Onun Kellesini Getirin” filmleri de sinemada unutulmaz yerdeler.

“Vahşi Belde…”

Sam Peckinpah ustanın 1969 yapımı “The Wiild Bunch-Vahşi Belde”, perdeyi kırmızıya boyayan bir western. Warner Bros’un sunduğu bu film, vahşi batının son kovboylarının trajedisini anlatıyor. Amerika’nın doğusundan gelen insanlar batıya sadece kültürlerini değil, kanunlarını, trenlerini, bankalarını da getiriyorlar. Bellerinde tabancaları olan sığır çobanları, yani kovboylar, bir yılda kazanamayacakları paraları banka ve trenleri soyarak kazanmaya başlayınca, kanun ve suç çarpışmaya başlıyor batıda. Şerifler öne çıkıyor. Hapishaneler kuruluyor. “Vahşi Belde”, işte bu kovboyların son devirlerini anlatıyor. Bunu sadece trenin gelmesiyle değil, otomobillerin de ortaya çıkmasıyla anlıyorsunuz. Fotoğraf kamerası da her şeyi belgelemeye de başlıyor, gazeteler fotoğraflı çıkıyor. Trenler ve arabalar mesafeleri kısaltınca göçler de çoğalmaya başlıyor. Sanayi de geliyor. Hayat değişiyor. “Vahşi Belde” filminde bunları derinlerden çıkartabiliyorsunuz. Filmin geçtiği dönem 20. yüzyılın başları. 1913 yılı. Amerika’nın iç savaşı bitmiş, şimdiyse Meksika kargaşanın içinde.

Güney Teksas… Tren yolu boyunca, askeri kıyafetli atlılar kasabaya doğru yaklaşıyorlar. Demiryolu kenarında da çocuklar, çalılarla çemberin içine aldıkları canlı akrepleri karıncalara yem yaparak eğleniyorlar. Yabancı atlılar kasabaya girdiklerinde bir vaiz, kutsal metinden içkinin günahlarını anlatıyor yeşilaycı topluluğa. Askeri kıyafetli bu yabancıların kasabaya gelip demiryolunu soyacağını bilenler var ve kasaba silâhlı adamlar tarafından kuşatılmış. Demiryolu sahibi Harrigan (Albert Dekker), eski suçlu Deke Thornton’ı (Robert Ryan) kiralamış. Soyguncuların başındaki eski asker Pike (William Holden) var. Pike ve Thornton geçmişte iyi dostlarmış aynı çetenin içinde. Bir baskında Thorton yakalanıp Yuma Hapishanesi’ne atılıyor. Thornton, büyük acıların olduğu Yuma’yla yolunun br daha kesişmesinden korkuyor. Vahşi kapitalizmin elemanı Harrigan bunları biliyor. Demiryolu ustalıkla soyulurken, etraflarının sarıldığını da fark ediyorlar. Kaotik bir çatışma çıkıyor. Kanlar savruluyor. Masum insanlar da kanlar içinde ölüp gidiyorlar. Çete kargaşadan yararlanıp hayatta kalanlarıyla kasabadan çıkıyor. Çocuklar da ateşi yakıp karıncalarla akrepleri diri diri yakıyorlar. Bu an, final bölümüne metafor yapıyor. Çetede Pike, Dutch (Ernest Borgnine), Lyle (Warren Oates), Tector (Ben Johnson), genç yerli Meksikalı Angel (Jaime Sanchez) var geride kalanlardan. Çete kasabaya geldiğinde yaşlı Sykes (Edward O’Brien) bekliyor onları. İçinde altın olduğunu sandıkları torbaları açtıklarında ortası delik gümüşleri buluyorlar. Arkalarında genç CL’ı de unuttuklarını anlıyorlar. CL, yaşlı Sykes’ın yakını. Bu yenilginin ardından yeni plânlar, yeni soygunlar bekliyor çeteyi. Harrigan, Thornton liderliğinde insan avı başlatıyor. Yuma’ya geri dönme korkusu olan Thornton, eski arkadaşının peşine düşüyor yanındaki acemi kovboylarla. Pike ve çetesi, Angel’in köyünde dinlenip yola çıkıyorlar. Kasabada kendini general ilân etmiş Mapache (Emlio Fernandez) ve gayri resmi ordusuyla tanışıyorlar. Onlardan, ABD’nin Meksika ordusuna cephane sattığını öğreniyorlar. Sevkiyat trenle gerçekleşiyor elbette. Mapache için tren soygununu gerçekleştiriyor Pike ve çetesi. Bu soygundan sonra Angel üzerinden trajediler de yaşanıyor. Mapache, köy baskınlarının birinde, Angel’in kadınına el koymuş.

“Vahşi Belde” filmindeki şiddetin yoğunluğu gerçekten zorluyor. Adeta perde kırmızıya boyanıyor. Stilize yavaş çekimlerle şiddet anları ayrıntılarıyla yansıyor. Kanlar, sanki ketçap şişesinden fışkırıyormuş gibi. Filmin final bölümü de şiddetin en tepeye çıktığı anlar. Angel’i Mapache’den kurtarmak için Agua Verde’ye dönen çeteyi, filmin başındaki akreplerin trajedisi bekliyor. Kanlı çatışmaların ardından geriye kalanlarsa ölüler. Filmin giriş bölümüyle finali gerçekten sarsıcı. Peckinpah, özellikle bu anları, görsel anlamda çarpıcı yansıtmış. Bazı anlarda insanı koltuğunda rahat oturtmuyor. “Technicolor” ve sinemaskop çekilmiş “Vahşi Belde” filminde renkler de çarpıcı. Sarının ve kahverenginin tonları kuşatmış perdeyi, bir de kırmızı. Filmin görselliği ilham veriyor. Çatışma anlarında, “şok zoom”lar ve çarpıcı kurguyla kaotik atmosfer de yaratılıyor perdede. Kameraman Lucien Ballard, bu fotoğrafları sinema tarihine armağan etmiş sanki. Filmde zincirlemeli geçişler de estetik olarak filme zenginlik katmış. Günümüz Hollywood sineması, kendi geçmişinin muazzam filmlerinin tadına ulaşamıyor. Filmin girişi ve finali unutulmaz. Ama bazı sahneler de unutulmaz. Çöl sahnesi, Meksika halkının yoksulluğunu duyuran anlar, çocukların ve kadınların şiddetten acılar çekişi de filmde fark ediliyor. Peckinpah, hikâyesinin kurgusuyla geriye dönüşler de yapmış bazı anlarda. Pike bazen geçmişi hatırlıyor.

Peckinpah, bu şiddetlerin ortasındaki çocukları da yansıtıyor aralarda. Şiddet içinde büyüyen çocuklar, içlerinde biriken şiddet duygusunu sadistçe akreplere işkence yaparak dışarı atıyorlar belki. Peckinpah, çocukların şiddeti mi, yoksa filmdeki diğer şiddet anları mı daha sarsıcı, diye soruyor sanki. Gerçekten sarsıcı. Müzikleri besteleyen Jerry Fielding, fonda duyulan ordu bandosu tadı veren müziği “country and western”e dönüştürmüş. Biliyorsunuz, ABD’de 51. Karayolu (US Route 51), adeta bir müzik yoludur. Güneyde Louisina-New Orleans’tan “blues”la başlar ve doğu taraflarındaki Michigan’da “country”yle biter yol. Doğudan batıya göç edenler “country”yi de getirdiler, batınının müziğiyle kaynaştırdılar ve “country and western” ortaya çıktı. “Vahşi Belde”nin senaryosunu Walon Green’le Pecknpah ortak yazmışlar. Ekim 1970’te ülkemizde vizyona çıktı bu film.

“Köpekler…”

1971 yapımı “Straw Dogs-Köpekler”, sıradan bir adamın şiddetle yüzleşmesinin filmi. Peckinpah, bu filmini Gordon M. Williams’ın “The Siege of Trencher’s Farm” romanından uyarlamış. Senaryoyu da David Zelay Goodman’la ortak yazmış Peckinpah. Nerdeyse gölgeleri silmiş mavi-grimsi fotoğraflarsa John Coquillon’a ait. Kış atmosferinde geçen filmde matematik profesörü Amerikalı David Sumner (Dustin Hoffman), Britanyalı karısı Amy’yle (Susan George) gelmiş Britanya’ya. Kazandığı bursla araştırma yapmak için buralarda. Trencher Çiftliği, Amy’nin ailesinin. Amy bu taştan çiftlik evinde büyümüş. Filmin ön jeneriği de etkileyici. Bulanık görüntüyle başlıyor “Köpekler” filmi.. David de gözlüklü. Kasabada önce çocuklar yansıyor. Sonra da tüm güzelliğini ortaya çıkaran elbiseler giymiş Amy. Gözler onun üzerinde toplanıyor. Geçmişte, okulda arkadaşı olan Charlie de hemen ilgi gösteriyor Amy’ye. Charlie (Del Henney) adeta Amy’yi kocası David’in yanında öpüp okşamak istiyor gibi. Kelimelerin savrulup gittiği bu anda Charlie, çiftliğin garajının çatı onarımını alıyor. İşte bu andan itibaren her şey değişmeye başlıyor. Üstü açılır kapanır küçük beyaz arabalarıyla çiftliğe dönerken, David’le Amy arasında belli belirsiz sorunlar da fark edilmeye başlanıyor. Amy, David’le arasına giren matematikten nefret ediyor. David’in gözlerinin güzelliğini her an görmesini istiyor Amy. Belki de evin her tarafında sürekli sevişmek istiyor. David’in matematik problemleriyle dolu karatahtaya değil, şiirsel vücuduna dokunmasını istiyor davranışlarıyla. Tahtadaki problemdeki “artı”yı silip “eksi” bile yazıyor Amy. Sürekli de gergin. Elbette bir dolu karakter ve mekân var filmde. Hepsi de filme derinlik ve anlam katıyor. Hatta gerilim.

Harry’ni (Robert Keegan) barı da, çiftlik evi kadar önemli. Barın müdavimi yaşlı Tom (Peter Vaughan) filmin trajedisinde önemli yerde. Tom’un oğulları, büyüme çağındaki kızı Janice de öyle, Bir de ayağı topal Henry var. Henry (David Warner), zihinsel engelli gibi davranıyor. Bu tutucu kasabada, gençler cinsel açlık çekiyor. Janice (Sallı Thomsett) bile. David’i görür görmez tutuluyor. Elbette David Janice’in farkında bile değil. Aslında David birçok şeyin farkında değil. David, matematikle, göktaşlarıyla uğraşırken, etrafı da gözlüksüz görüyor sanki. Her şey bulanık ve uzak sanki. Garaj çatısını onaran Charlie ve diğerlerinin gözleriyse Amy’de. Amy, rahat ve onları dişiliğiyle kışkırttığının farkında. Ama bir şey oluyor. Amy’nin “pisi pisi” dediği kara kedisi vahşice öldürülüyor ve Amy, onların hemen gitmesini istiyor buradan. David, uzlaşmacı, pasif ve işleri konuşarak aşmayı deneyen biri. David’in bu kara kediyi sevmediğini de belirtmeli. Hatta biraz seviniyor. Ama öte tarafta karısının kederi var. Fareler için dev kapanı şöminenin yanına koydurtan David, Charlie ve diğerlerine durumu uygun kelimelerle anlatmayı zihninden geçirirken, beklenmedik bir şey oluyor ve Amy adamlara bira ikram ediyor. Bunu kendince yorumlayan Charlie, David’i keklik avına davet ediyor. Amaçları, David’i avda bırakıp çiftlik evine gitmek. Öyle de yapıyorlar. Tek başına kalan ve bekleyen David, belki de hayatında ilk defa bir canlıyı öldürüyor. Kekliğe nişan alan David bir kekliği vuruyor ve el kanlanıyor. Eve Norman’la (Ken Hutchison) giden Charlie, Amy’yi taciz ediyor. Amy, karşı koymakla kendini Charlie’nin kollarına bırakmak arasında çelişkiler yaşarken her şey bitiyor. Norman da Amy’yi istiyor. Bu tecavüz Amy için daha da yıkıcı oluyor bu. En derin acı ve kederi yaşayan Amy, durumu kocasına açıklayamıyor.

Yılbaşı gecesinde her şey bambaşka yollara sapıyor. Janice, kendine ilgi göstermeyen David’e kızarak Henry’yi baştan çıkartıyor ve trajedisini yaşıyor. Yaşlı Tom, kızı Janice’in Henry’yle göründüğünü öğrenince telâşa kapılıyor. Çünkü Henry, zihinsel yönden de sorunlu ve kızı öldürebilir. Tom yanılmıyor. Tecavüzcülerini kilisedeki yılbaşı eğlencesinde görüp rahatsızlık duyan Amy, David’le eve dönerken, Henry sisler içinde birden arabanın önüne çıkınca David ona çarpıyor. Vicdanlı ve iyi insan David, Henry’yi eve götürüyor onu doktor çağırabilmek için. Tom ve oğulları, Henry’nin çiftlikte olduğunu öğrendiklerinde her şey bambaşka yerlere gidiyor. David onlara Henry’yi vermiyor ve çatışma başlıyor. David, hiçbir ateşli silah kullanmıyor. Soyut düşüncenin somutla buluşması onun denemeleri. Bununla klasik şiddet araçları, zekânın pratik buluşları karşısında mağlûbiyete uğratılıyor. Hayatında hiç şiddetle bulaşmamış David, karşı şiddetle eve gelen şiddeti dışarıda bırakıyor. David, bölük pörçük de olsa karısına tecavüz edildiğini anlıyor veya kendince yorumluyor. Bu durumu karısının kendisine söylememesinin kırgınlığını da yaşıyor. Yönetmen açıkça David’in duygularını yansıtmıyor. Çünkü bir taraftan şiddet sürüyor. Şafak vakti Henry’yle arabaya binen David, sisler içinde arabayı sürüyor. Henry, eve nasıl döneceğini bilmediğini söylüyor. Davd de, “Ben de bilmiyorum” diyor. Sisler içinde bilinmeze doğru yol alıyor ikisi de. Amy’yse evde tek başına. Belki de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Gerçek ve şiddet, hayat boyu daima peşlerinde olacak. Filmde İskoç tarzı müzikler duyuluyordu. Haziran 1973’te bu film ülkemizde vizyona girmiş.

“Şeref Madalyası…”

1977 yapımı ”Cross of Iron-Şeref Madalyası”, Peckinpah’ın çok güçlü ve unutulmaz savaş filmi. Peckinpah, bu filmini Wili Heinrich’in romanından uyarlamış. Senaryoyu da Julius Epstein, Walter Kelly ve James Hamilton ortak yazmış. Müzikleri Ernest Gold bestelemiş. Kameramansa John Coquillon. 1943 yılı. Alman ordusu, Rusya’daki doğu cephesi Taman yarımadasından çekiliyor. Film bunu anlatıyor. Bu çekilme II. Dünya Savaşı’nın kaderinde önemli bir yerde.

Ama filmin ön jeneriği gerçekten unutulmaz. Siyah-beyaz belgesel savaş görüntüleri, ölüler, yıkıntılarla beraber Hitler’in çocuklara şefkatli görüntüleri de yansıyor. Diktatörler ve “kibir sendromu” yaşayanlar, dışarıya karşı müşfikmiş gibi görünüyorlar. Hitler de böyleydi. Evet, bu görüntüler yansırken, çocuklar korosunun söylediği şu şarkı duyuluyor fonda: “Küçük Hans tek başına dünyayı gezmeye gitti, / Değneği ve sopasıyla. / Bakın ne kadar mutlu. / Ama annesi çok ağladı, / Küçük Hans artık yoktu. / Yolun açık olsun küçüğüm lütfen çabuk dön, dedi. / Neşe ve kederle yedi yıl geçti. / Küçük Hans birçok ülkeler gezdi. / Sonra artık eve dönmenin zamanı geldi, diye düşündü. / Ama artık küçük Hans değildi, / O artık koca adam oldu, / Uzun boylu, kararmış eli yüzü. / Nasıl tanıyacaklar onu? / Bir iki üç gel de gör / Kim bu adam? / Kız kardeşi bile tanıyamadı, / Kim bu adam, diye sordu…” Ön jenerik yazılarının karakteri de Almanların yoğunlukla kullandığı karakter. Bu filmi sinema perdesinde görmüştük vakti zamanında. Sinema dublajı iyiydi sanki. Kasım 1977’de ülkemizde vizyona çıkmıştı ve perdede muhteşemdi.

Hitler’in görüntüleri renkleniyor. “Demir Haç” madalyalı Onbaşı Rolf Steiner’in (James Coburn) üçüncü takımının, Ruslarla çarpışması yansıyor perdeye. Peckinpah, genelde Steiner’in bakışıyla yansıtıyor savaşı. Ağır çekimlerle o anın içinde kayboluyorsunuz. Rusların cephesinde çocuk askerler de var. Takım, hayatta kalan bir çocuk Rus askeri teslim alıp karargaha dönüyorlar. Fransa cephesinden Rusya’ya kahraman olmak gelmiş aristokrat Yüzbaşı Stansky (Maximilian Schell), alay karargâhında Albay Brandt’la (James Mason) tanışmış ve “Demir Haç” hayalleri kurmaya başlamış. Biriyle, Onbaşı Steiner’le de tanışması gerekiyor. Peckinpah’ın savaşın ve Nazi ruhunun ne olduğunu içeriden, Alman askerlerinin içinden gösterdiği bu savaş karşıtı filmi sinemanın önemli filmlerinden. Brandt ve Steiner, Nazilerin ve savaşın ne demek olduğunu biliyorlar cephede. Stansky, sadece sıradan bir Nazi değil. Onun sunduğunu sandığı değerlere sıkı sıkıya bağlı. Kendi sınıfını, “üstün ırk”ın da üstünde görüyor ve sınıf farklılıklarını savunuyor Steiner hastaneden döndükten sonra. Stransky, Teğmen Triebig (Roger Fritz) ve onun emir eri Keppler’le kadınları aşağılayan konuşmasını yaparken, onların eşcinsel ilişkide olduğunu da anlıyor.

Bu savaş filminde unutulmaz anlar gerçekten çok. Tüm çarpışma sahnelerinin yanında bazı anlar da var. Steiner’in yaralanıp hastanede olduğu anlar var özel. Steiner’in hemşire-rahibe Eva’yla (Senta Berger) yakınlaşması. Steiner, kaç zaman sonra temiz yatak, iyi yemek yanında dişi sesi, kokusu ve yumuşaklığını da hissediyor. Onunla sevişme fırsatını da yaratıyor. Çocuk Rus askeri, Starnky’nin öldürme emrine rağmen serbest bırakan Steiner, Rusların yanlışlıkla çocuğu vurmasından dolayı suçluluk duygusu ve vicdan azabı yaşadığı o anlar bellekten çıkmıyor. Çocuğun ölmeden önce Steiner’e verdği ağız mızıkası, uzun final bölümüne girerken hüznü çoğaltıyor. Rus kadın askerlerin olduğu bölüm de akılda kalıyor. Askerde ve de savaşta en büyük yalnızlık kadınların ulaşılamaz yerde olması herhalde. Rus kadın askerleri görünce, Alman askerlerin bazıları dişi sese yeniliyorlar. Kadınlar, erkeklerin zayıf yerlerini her zaman biliyorlar.

Evet, Taman yarımadasından Alman askerleri çekilirken, savaşın bitmesine de iki yıl kalıyor. Almanlar bu cepheden başlayan yenilgileri Avrupa’da hızlanıyor. Filmde karakterler de çarpıcı yansıyor filmde. Tüm oyuncular mükemmel.

“Şeref Madalyası”, Bertolt Brecht’in şu şiiriyle bitiyor: “Yenildi diye sevinmeyin ey insanlar. / Çünkü dünya karşısına dikilip bu piçi durdurmuş olsa da, / Onu doğuran fahişe yine kızıştı…” Son jenerik, siyah-beyaz fotoğraflarla yansıyor. Savaşın acılarını yaşayan kadınların ve çocukların fotoğraflarına bakmak keder veriyor insana.

(25 Haziran 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’nin Başının Üzerindeki Bardağı Gerçek Mermiyle Vurmasından Bu Yana 47 Yıl Geçmiş

Geçtiğimiz günlerde “Yeşilçam Sinemasına Saygı Günleri” düzenleyen İstanbul Klâsik Otomobilciler Derneği Başkanı Serkan Okay, Yılmaz Güney’in başrolünde olduğu “Eşrefpaşalı” ve “Bir Çirkin Adam” filmlerinde kullanılan otomobil Buick Riviera’yı buldu ve sergiledi.

Yılmaz Güney bu otomobili sonradan Hasan Kazankaya’ya satmıştı. Otomobilin son otuz yıldaki sahibiyse Ali Altan Mıhçıoğlu’ydu.

Yılmaz Güney’in 1963 Oldsmobile, 1962 Mercury ve 1965 Ford Mustang otomobilleri de vardı.

Bu yazıda “Eşrefpaşalı” filminin dünya sinema tarihine geçen çekim serüvenini anlatacağız.

Önce Özet:

Yıl: 1966… Yer: Nazım Kalkavan’ın Beylerbeyi’ndeki Yalısıdır… Filmin harici bir gece sahnesi yalının bahçesinde çekilmektedir. İçkili Yılmaz Güney bu sahnede Nebahat Çehre’nin başı üzerine bir bardak koyup tüfeğini ateşleyecektir. Ancak bardağı hakiki bir mermiyle vurmak niyetindedir.

Filmin yönetmeni Erdoğan Tokatlı, Yılmaz Güney’in bu çılgın tavrına karşı çıkar. Tokatlı, Güney’e “Hayır olmaz! Karını öldürmeye mi niyetlisin?” diyecektir.

Ancak Yılmaz Güney’i kararından vazgeçiremez, döndüremez. Ölümle yaşam arasında gidip gelen Nebahat Çehre bir kurbanlık koyun gibi başının üzerinde bardak kaderini bekler. Yılmaz Güney spot lambalarının aydınlığında yirmi metre öteden silâhını doğrultup tetiğe basar. Tek bir kurşunla bardak tuzla buz olmuştur. Kıl payı ölümden dönen Nebahat Çehre korkunç olaydan sonra sinirsel bir boşalmayla Yılmaz Güney’e sarılarak ağlamıştır.

Nebahat Çehre’nin Ölümden Dönmesinin Ayrıntıları:

Yazar William Burroughs Eylül 1951’de ikinci karısı Joan Volmer’ı Guillame Tell’cilik oynarken öldürmüştü; olay şöyle gelişti: William Burroughs karısının başının üzerine bir bardak cin yerleştirdi ve iki metreden tüfekle ateş etti… Kurşun kadının başına saplandı ve ne yazık ki kadın öldü…

15 yıl sonra bu olayın bir benzeri Türkiye’de yaşandı ve şükürler olsun kurşun kadının vücuduna saplanmadı. O kadın Nebahat Çehre kendisine ateş edense kocası Yılmaz Güney’di…

Yılmaz Güney, Nebahat Çehre’nin Başına Hedef Koyup Hedefe Ateş Etmişti!

Yıl 1966. Yılmaz Güney’in, Türkiye eski güzellerinden olan ve her Türk erkeğinin en az bir kere aşık olduğu karısı, Nebahat Çehre’nin başına şişe ya da bardak (tanıkların farklı farklı ifadeleri var) koyup ateş ettiği film olan, “Eşrefpaşalı”daki korkunç olayı önce Giovanni Scognamillo’nun sonra da Erol Günaydın ve Agâh Özgüç’ün anlatımıyla gözünüzün önünde canlandırmaya çalışacağız.

Giovanni Scognamillo, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Açılmasını Anlatıyor:

Giovanni Scognamillo: “‘Çirkin Kral’la ikinci karşılaşmamız Erdoğan Tokatlı’nın yönettiği “Eşrefpaşalı”nın setinde oldu: O dönemde adeta “ulusal set” haline gelmiş olan Kalkavanlar’ın köşkünde ortada dolaşan şirin bir küçük kız vardı, adı Billur olan.

Erdoğan Tokatlı beni sabah erkenden aramıştı; filmde küçük bir rol vardı, bir Amerikalı işadamı, oynar mıydım? Figüranlık yapmaya alışmıştım, setler hep ilginç oluyordu, üstelik güzel bir yaz günüydü. Neden olmasın?

Vardığımda set kalabalıklaşmıştı. Yılmaz Güney, Nebahat Çehre, Feridun Çölgeçen, Renan Fosforoğlu, Sevinç Pekin ve değişik bir figürasyon olarak, bir dizi hippy, kimi Fransız, kimi İngiliz.

Sabah ön bahçede çalışıldı, öğlen her zamanki gibi “hafif” bir şeyler yenildi, salatalık, domates, beyaz peynir, ekmek türünden. Öğleden sonra çekimler devam etti ama bizim sahne hep ertelendi, nasıl olsa bir dahili idi! Ve çene çaldık, hippy kızlarla sohbetlere daldık, hava kararınca da Yılmaz Güney’in canlandırdığı karakterin yabancı işadamlarıyla görüşme sahnesi çekildi.

Çekimin asıl olayını daha önce gerek Agâh Özgüç, “Arkadaşım Yılmaz Güney” adlı kitabında, gerekse Ahmet Kahraman, “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabında uzun uzun anlattılar. Bense o gece yaşadıklarıma oldukça şaşkın ve bir hayli tedirgin tanık oldum. Gece idi, Yılmaz da oldukça içkili. Çekilecek son bir sahne vardı: Yılmaz Güney on metre ötede olan, Nebahat Çehre’nin başına dikilen bir şişeye ateş edip parçalayacaktı. Erdoğan Tokatlı sahneyi bölmek, kırılan şişe efektini yakından ve ayrıntı olarak çekmek istedi. Yılmaz direndi, tek plânda çekilsin diye. Direnmekle kalmadı elindeki tüfeğe kurşun sürdü. Set bir anda boşaldı, bir görüntü yönetmeni Mustafa Yılmaz, bir de Tokatlı ile iyi anımsıyorsam, yönetmen yardımcılığını yapan Yücel Uçanoğlu sette kaldı. Yılmaz lâf dinlemiyor, içkili ve saldırgandır, Tokatlı ikna edemiyor onu, Çehre ise ha bayıldı ha bayılacak. Yılmaz’ın ne denli iyi silâh kullandığını herkes iyi biliyor ama… Sonuçta her şey bir anda oldu: Yılmaz “motor” diye bağırdı, silâhını ateşledi, şişe parçalandı ve bir alkış koptu… Yılmaz Güney’di bu ve başka şekilde hareket edemezdi, içine işlemişti artık, bir melek-şeytan karışımı gibi. Bir gece, bir lokalde servis yapan garsonun boynuna sarılır, bin lira (ki bayağı büyük paraydı) bahşiş verir, biraz sonra ise haklı ya da haksız, çıngar kopartırdı.”

Erol Günaydın, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Edilmesini Anlatıyor:

Emine Algan’ın “Erol Günaydın Kitabı: İki Kalas Bir Heves” adlı kitapta (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) Erol Günaydın “Eşrefpaşalı” setinde yaşanan olayı şöyle anlatır:

“İlk kızım Ayşe 1966’da doğmuştu. İşte ben Ayşe doğduğu zaman İzmir’den ‘Eşrefpaşalı’nın çekimleri için geldim. Bir kısım sahneler İstanbul’da geçecek. Kalkavanların köşkünde çalışıyoruz. Yılmaz Güney’de içkili birazcık. Bir sahne var. Yılmaz birdenbire, ‘Şu şişeyi al da karşıma geç’ dedi. ‘Ne olacak?’ dedim. ‘Ateş edeceğim, vurur muyum ben seni’ dedi filân. Ben şişeyi tuttum, tak diye ateş etti. Ben şişeyi bırakıp kaçıyorum. ‘Aydemir’ diye çağırdı. Aydemir Akbaş’ta şişenin kalan yarısını aldı. Aydemir’in elinde de yarısını kırdı. Arkadan karısı Nebahat’a, ‘Başına bardağı koy’ dedi, ‘ateş edeceğim.’ Kadın ‘Olmaz, yapamam, edemem…’ dedi. Yılmaz Güney ‘Seni vururum’ dedi, ‘Yok bunun yolu!’ Kadın başına bardağı koydu Yılmaz dan diye ateş etti. Bardak kırıldı ama Nebahat Çehre korkudan yerlerde.”

21 Ağustos 2009’da bir araya geldiğimiz ve söyleştiğimiz Erol Günaydın’a bu olayı bir kez daha anlattırdım. Günaydın, Güney’in keskin nişancılığından dolayı bu olayda kimsenin yara almadığını, Nebahat Çehre’nin ise korkudan bayıldığını söyledi.

Agâh Özgüç, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Edilmesini Anlatıyor:

Agâh Özgüç ise bu olayı bize anlatırken Erdoğan Tokatlı’nın 43 yıl önce “Eşrefpaşalı” setinde Yılmaz Güney’i durduramadığını söyledi. Özgüç sözlerini şöyle sürdürdü: “William Tell (Giyom Tell) nasıl usta, keskin nişancı okçusuysa Yılmaz Güney’de kendini onun yerine koyuyordu. Yılmaz Güney’in setlerinde ne yazık ki silâh atışları hakikidir, gerçek mermi kullanılmıştır.

Agâh Özgüç, Cüneyt Arkın’ın içki içtikten sonra Giyom Tell olduğunu zannettiğini önüne gelene, kendisine ve Hamit Yıldırım’a kafasının üzerine gelecek şekilde ok attığını/yağdırdığını da yaptığımız söyleşide anlattı.

(25 Haziran 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

En Çok Arzulanan Rol DiCaprio’nun Oldu

Beyazperdede ve televizyon filmlerinde 1917’den bugüne kadar 70 kez değişik oyuncularca canlandırılan gizemli Rus şifacı Grigori Rasputin bir kez de “What’s Eating Gilbert Grape” (1993), “The Aviator” (2004), “Blood Diamond” (2006) ile Oscar adaylığı kazanan oyuncu Leonardo DiCaprio tarafından canlandırılacak.

Yetmiş Kez Sinema ve Televizyon Filmlerinde Canlandırılan: Rasputin Kimdir?

Rasputin (1869-1916) Son Rus Çarı 2. Nikola’nın doktorların tedavisinde çaresiz kaldığı ve “Ne yazık ki, ölümü çok yakın zamanda gerçekleşecek!” dedikleri hemofili hastası tek oğlu Alexei’nin (1904 doğumluydu) iç ve dış kanamalarına yetenekleriyle (hipnotize ederek) son vererek Çariçenin (İmparatoriçenin) güvenini kazandı. Çocuğun çektiği dayanılmaz acılar bile bu gizemli adam tarafından durdurulabiliyordu… Rasputin, kadına doymazlığıyla, evli kadınlara bile sarkıntılık etmesiyle çeşitli skandallara, çeşitli rezaletlere yol açtı, Çariçeyle bile ilişkisi olduğu iddia edildi, Kraliyet Ailesi’yle yakınlığı bütün Rus halkının dedikodu konusu haline geldi, karikatürlere malzeme oldu; İmparatorluk Ailesi’ni elinde kukla gibi oynattığı iddiaları önce bütün Rusya’ya, sonra bütün dünyaya yayıldı… Alman casusu olduğu iddia edildi… Rasputin’in Rus Sarayı’nda yükseldiği günlerde, Rus ordusu Almanya, Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu karşısında Birinci Dünya Savaşı’nda ağır yenilgiler almaktaydı. Cepheden gelen kötü haberlerin ve cenazelerin ülke çapındaki yiyecek kıtlığı ve karaborsayla birleşmesiyle Rusya’nın her yanına dalga dalga huzursuzluk yayılmaktaydı. Çariçe’nin gözdesi Rasputin işte bu sıralarda Kraliyet ailesi üzerindeki inanılmaz etkisini çekemeyenlerce öldürüldüğünde sadece 47 yaşındaydı…

Rasputin, öldürüldükten bir yıl sonra “The Fall of the Romanoffs” (1917) adlı sinema filminde Edward Connelly tarafından canlandırılmıştı… Bugüne kadar Rasputin’i konu Alan sinema ve televizyon filmlerinin sayısı yetmişi buldu…

Leonardo DiCaprio’nun Filmleri Her Dönemde Gişede Başarı Kazanıyor

Leonardo Caprio’nun başrollerinden birini üstlendiği “The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”nin dünya sinema hasılatı 278 milyon doları buldu…

Dünya sinemalarında 2 milyar 185 milyon dolar hasılat elde eden “Titanic”in ve yine dünya sinemalarında 825 milyon dolar hasılat sağlayan “Inception”ın baş oyuncularından biri olan DiCaprio bu yıl “The Wolf of Wall Street”le de (yönetmen: Martin Scorsese) çok iddialı…

Leonardo DiCaprio, Oscar ödüllü yönetmen Scorsese işbirliği böylece, 11 yılda, “Gangs of New York” (2002), “The Aviator” (2004), “The Departed” (2006) ve “Shutter Island”dan (2010) sonra, beşinci ürününü veriyor.

Küresel Süperstar Leonardo DiCaprio’nun Film Film Kazançları:

* The Basketball Diaries / 1 milyon dolar
* J. Edgar / 2 milyon dolar
* Titanic / 2 buçuk milyon dolar
* The Beach / 20 milyon dolar
* Catch Me If You Can / 20 milyon dolar
* The Aviator / 20 milyon dolar
* The Departed / 20 milyon dolar
* Blood Diamond / 20 milyon dolar
* Inception / 59 milyon dolar

(24 Haziran 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Vicdani Sorumluluktan Kaçmak Mümkün mü?

Ülkemizde ilk kez 19. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde görücüye çıkmış olan ‘38 Şahit / 38 Témoins’ toplumsal sorumluluk üzerine çok etkileyici bir deneme. Belçikalı yönetmen Lucas Belvaux’nun yakın tarihli bu son filmi, gerçek bir olayın izini sürmekte. Catherine Kitty Genovese, Mart 1964’de gece geç vakit işten eve dönerken, New York’un Queens bölgesinin nezih semtlerinden Kew Gardens’ta saldırıya uğrar. Ölümcül olmayan ilk bıçak darbelerine direnen genç kadın çığlıklarıyla saldırganı püskürtmeyi başarır önce. Ancak semt sakinlerinin harekete geçmediğini gören saldırgan tekrar harekete geçer. Genovese bu kez ardarda sekiz kez bıçaklanır ve tecavüze uğrar. Adamın genç kadını öldürmesi yarım saati aşkın bir sürede gerçekleşir ve bu zaman zarfında komşulardan hiç biri yardımına koşmaz.

Bu korkunç ve trajik olay 60’lı yılların en çok yankı uyandıran haberlerinden biri olarak öncelikle Amerikan basınında büyük yer bulur. Köşe yazarları, yorumcular ve aralarında din adamlarının da bulunduğu geniş bir toplumsal kesim vakayı, ‘kayıtsızlık’, ‘ahlâki duyarsızlık’, ‘insanlığın yokoluşu’ nitelemeleriyle lânetler. İnsan yaşamı Thomas Hobbes’un 1651 tarihli ‘Leviathan’ın da yazdığı gibi yalnız, zavallı, çirkin ve kıyıcı mıdır yoksa.

Olay sosyal psikologları da harekete geçirir. Genovese vakasıyla ilgili tartışmalardan yola çıkan Latané ve Darley, günümüzde sosyal psikoloji açısından klâsik kabul edilen araştırma programlarına başlar. Bu araştırmacılar, başka bir insanın acısıyla özdeşim kurmanın ya da en basit anlamda yurttaş sorumluluğunun, bir tehlike durumunda müdahaleye yol açıp açmayacağını soruşturur. Başlangıçtaki çıkış noktaları, birden fazla tanığın olduğu durumlarda, birilerinin yardım etme olasılığının daha yüksek olduğu yönündedir. Ancak elde edilen bulgular bunun tersini göstermiş, tanık grubu büyüdükçe yardım etme olasılığının daha azaldığı gözlenmiştir. Araştırmacılar bununla ilgili olarak ‘sorumluluğun dağılması’ teorisini geliştirmişler, acil bir durumda başkalarının varlığının, eylemde bulunmama sorumluluğundan kaytarmak için fırsat sağladığını ileri sürmüşlerdir. İronik biçimde, ikinci bir tanığın varlığı bile sorumluluğun dağılmasına ve sosyal kaytarmaya yol açmaktadır.

Sosyal psikoloji kitaplarında temel vakalardan biri olarak yer alan Kitty Genovese olayı, Goncourt ödüllü Fransız yazar Didier Decoin’in de ilgisini çekmiş ve senaryo yazarı olarak önemli yönetmenlerle çalışmış olan Decoin’in ‘Est-ce Ainsi Que Les Femmes Meurent / Kadınlar Böyle mi Ölür’ isimli romanına esin kaynağı olmuştur.

İşte bu romandan yola çıkan Belvaux, öykünün mekanını New York Queens’ten Fransa’nın kuzeybatısında Seine nehri halicinde yer alan liman kenti Le Havre’a taşımış. Filmin odak noktasında yer alan yük gemisi kaptanı Pierre, cinayet mahalline bakan dairelerden birinde oturmaktadır. Olay gecesi çocuk bakıcılığı yaptığı işinden bisikletiyle eve dönen Sabine Martel’in feci çığlıklarıyla uyanmış, genç kızın mücadelesine şahit olmuş ancak hiçbir girişimde bulunmamıştır. Vicdan azabı çekmektedir. Kendi deyimiyle ‘hiç bitmeyen bir gecenin içindedir’. Yaşananları önce olay gecesi ülke dışında bulunan nişanlısına daha sonra polise itiraf eder. Yapılan soruşturma sonucunda tüm mahallenin olaya şahit olduğu ancak müdahalede bulunmadıkları ortaya çıkacaktır.

‘38 Şahit’, Gezi Parkı eylemlerine destek olan güzel insanların, haksızlığa ve zulüme karşı duruşlarıyla tarihe geçecek saygın bir örneğini verdikleri sosyal sorumluluk, vicdani sorumluluk üzerine tartışma açan bir film. Ünlü üçlemesinin ardından, ‘Güçsüzün Hakkı / La Raison du Plus Faible’ (2006), ‘Rehine / Rapt’ (2009) gibi filmleriyle sosyal konuları irdelemeyi sürdüren oyuncu / yönetmen Belvaux’nun da yedinci çalışması. Sosyal Psikoloji’ye ilgi duyanlar özellikle kaçırmasın. [‘38 Şahit’ bu hafta İstanbul’da Cine Majestic (Beyoğlu) ve Atlantis (Kadıköy) sinemalarında gösterilmektedir].

(22 Haziran 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

75 Yaşındaki Delikanlı: “Man of Steel”

Önce Belçim Bilgin’le ilgili yazıma, değerli okurum Fatih Özdemir’in uyarısı üzerine, bir ek yapmak istiyorum… Belçim Bilgin’den söz ederken oyuncunun kariyerinin en iyi işlerinden biri olan 14 dakika uzunluğundaki “Sessiz-Be Deng” (2012) adlı filmden söz etmeyi ne yazık ki ihmal etmişim…

1977 doğumlu, Marmara Üniversitesi Sinema TV Bölümü mezunu, Kürt asıllı Rezan Yeşilbaş’ın senaryosunu yazdığı, yönettiği, Belçim Bilgin ile Cem Bender’in baş rollerini paylaştığı “Sessiz-Be Deng” 2012 yılında 65. Cannes Film Festivali’nden kısa film Altın Palmiye’sini kazanarak döndü…

Rezan Yeşilbaş “Ödülümü ülkemin sessiz ve yalnız bırakılmış bütün kadınlarına adıyorum,” demişti…

“Sessiz”de 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında Kürt halkına korkunç işkencelerin yapıldığı Diyarbakır cezaevinde yatan bir mahkum ile karısı baş karakterlerdi… Filmde Zeynep karakteri tutuklu kocasına yeni bir çift ayakkabı götürmeye çalışıyordu…

“Sessiz” Cannes’da kısa film dalında bugüne dek Türkiye’den yarışan dördüncü film olmuştu… “Sessiz”den önce “Koza” adlı kısa filmi ile Nuri Bilge Ceylan, “Kıyıda” adlı kısa filmiyle Ebru Ceylan ve “Poyraz” adlı kısa filmiyle Belma Baş festivalin yarışmalı bölümüne seçilmişti.

*****

35 yıl önceki “Superman”in (1978) Kuzey Amerika (ABD-Kanada) sinema hasılatı olan 134 milyon doların enflasyon farkıyla bugünün yaklaşık 455 milyon doları olduğu hesaplanıyor.

Yeni “Superman” filmi 225 milyon dolar bütçeli “Man of Steel”in sadece Kuzey Amerika sinema hasılatının ise 400 milyon dolara yaklaşması bekleniyor. Böylece dördüncü (1987) ve beşinci (2006) bölümleri gişe başarısızlığına uğrayan serinin yeni bölümlerine yol açıldı… Yine de “Man of Steel”in dünya hasılatı bir milyar dolara ulaşamayabilir…

Warner Bros Stüdyoları’nın Gözde Dört Filmi

“Man of Steel”, dünya hasılatı 300 milyon doları geride bırakan “Muhteşem Gatsby”, 310 milyon doları aşan “Felekten Bir Gece 3” ve Aralık ayında gösterime sunulacak olan “Hobbit 2”yle birlikte Warner Bros Stüdyoları’nın 2013’ten kazançlı çıkacağı anlaşılıyor.

“Iron Man 3” Arayı Çok Açtı

2013’ün şu ana kadarki dünya sinema hasılat birinciliğiyse 1 milyar 200 milyon dolarla “Iron Man 3”ün elinde bulunuyor.

Büyük Bütçeler Artık Ona Emanet Edilmeyecek: Bryan Singer

Bu arada son üç filminden ikisi (2006 tarihli 270 milyon dolar bütçeli “Superman Returns” ve 2013 tarihli 195 milyon dolar bütçeli “Jack the Giant Slayer-Dev Avcısı Jack”) Warner Bros Stüdyoları’na feci şekilde zarar ettiren Bryan Singer artık büyük bütçelerin emanet edilmeyeceği yönetmenler arasına katıldı…

Zack Snyder Bir Kez Daha Başardı

“Man of Steel”in yönetmenliğini “300-300 Spartalı” (bütçe: 65 milyon dolar; dünya sinema hasılatı: 456 milyon dolar), “Watchmen” (bütçe: 130 milyon dolar; dünya sinema hasılatı: 185 milyon dolar) ve “Sucker Punch” (bütçe: 82 milyon dolar) ile tanıdığımız Zack Snyder üstleniyor… Zack Snyder 2013 yazının bir başka filmi “300: Rise of an Empire”daysa senaryo yazarı olarak görev aldı.

Yönetmeni “Man of Steel”i Anlatıyor:

“Superman’ın hikâyesini modern bir bağlamda anlatmanın çağımızın tuzaklarına da parmak basılmasını gerektireceğini biliyorduk,” diyor yeni “Superman” filminin yönetmeni Zack Snyder ve ekliyor: “Ve 75 yıldır göz önünde olan ve idolleşen bu karakter doğal olarak pek çok beklentiyi de beraberinde getiriyor. Bu nedenle, Smallville’den Superman kostümüne, onu ve ortamını güncelleştirmek için verdiğimiz her kararın uzantılarını ince eleyip sık dokuduk… Çünkü Superman hepimize ait. O, nihai kahramanı temsil ediyor; o, bize -uçma, hız, güç gibi- ilham veren tüm o inanılmaz havalı özellikleri, -her ne şekilde tanımlarsanız tanımlayın ailenin önemi gibi- insanlığın en iyi yönlerini, sevgiye duyduğumuz ihtiyacı ve dünyada bir şeylere ait olma hissini kucaklayan bir Süper Kahraman kültürü şöleni. İşte bu yüzden, tüm o muhteşem görseller, yoğun çatışmalar, Superman’ın bizim adımıza üstlendiği gezegen sorunlarına müdahale bir yana, biz onun kazanmasını istiyoruz; çünkü o, sahici, çünkü onun iyi bir kalbi ve saf niyetleri var. Onun bizi seçmesini istiyoruz çünkü tıpkı onun gibi, olabileceğimiz en iyi insan olmak istiyoruz.”

Zack Snyder sözlerini şöyle sürdürüyor: “Aksiyonun büyükten de büyük, yürek hoplatıcı ve insanları koltuklarında hop oturtup hop kaldıracak düzeyde olması gerektiğini biliyorduk. Bir Superman filmi yapıyor olduğumuzu aklımızdan hiç çıkamadık.”

“Superman” Çizgi Romanı 75 Yaşında

Jerry Siegel ile Joe Schuster tarafından yaratılan ve ilk kez 18 Nisan 1938 Pazartesi günü Action Comics adlı dergide okurların karşısına çıkan “Superman” çizgi romanı geçtiğimiz günlerde 75 yaşını geride bıraktı.

Sonu gelen Kripton Gezegeni’nden bir roketle dünyaya gönderilen bebeğin, bir çiftçi ailesince büyütülmesini ve “Süper Kahramana” dönüşmesini konu alan çizgi romanın baş karakteri Pearl Harbor baskınından sonra (1942’de) Almanlara ve Japonlara karşı da savaşmıştı.

“Superman” Filmi Türkiye Sinemalarında “Star Wars”tan Birkaç Ay Önce Gösterime Girmişti!

Film ithalâtçılarımız “Superman” çizgi romanının 40. yıldönümünde gösterime çıkarılan 1978’in “Superman”ini (bu filmin 55 milyon dolarlık dev bir yapım bütçesi vardı) o döneme göre sıcağı sıcağına, Kasım 1979’da Türkiye’de gösterime sunmuştu; 1977’nin “Star Wars”ı yaklaşık 3 yıl gecikmeyle Şubat 1980’de Türkiye sinemalarına gelebildiğinden Türk sinemaseverler “Superman”la daha önce tanışmışlardı…

1978’in “Superman”i için hiçbir masraftan kaçınılmamış, üç Oscar ödüllü Robert Benton ile iki Oscar’lı Mario Puzo (“The Godfather-Baba”nın yazarı) filmin senaryo yazarları arasında yer almıştı.

“Man of Steel”de Öykü Yazarlarından ve Yapımcılardan Biri: Christopher Nolan

“Inception-Başlangıç” (bütçe: 160 milyon dolar; dünya sinema hasılatı: 825 milyon dolar), “The Dark Knight-Kara Şövalye” (bütçe: 185 milyon dolar; dünya sinema hasılatı: 1 milyar doların üzeri) ve “The Dark Knight Rises-Kara Şövalye Yükseliyor”un (bütçe: 250 milyon dolar; dünya sinema hasılatı: 1 milyar 81 milyon dolar) yönetmeni Christopher Nolan’ın öykü yazarlarından ve yapımcılarından biri olduğu yeni “Superman” filmi “Man of Steel” 225 milyon dolarlık yapım bütçesiyle de göz kamaştırıyor.

Marlon Brando’nun Canlandırdığı Jor-El Karakteri Russell Crowe’un Oldu

David Goyer, Christopher Nolan’la birlikte senaryoyu kaleme alırken şu noktalara özen gösterdiğini belirtiyor: “Film büyük ölçüde seçimlerle ilgili. İki babası olan bir adamla ilgili: Kal’in Kriptonlu babası Jor-El ve Clark’ın dünyadaki babası Jonathan Kent’le. Clark/Kal her ne kadar şu ana dek sadece birinden haberdarsa da aslında iki farklı geçmişle büyüyor. Ve şimdi eğer her iki babasının da kendilerince onun için ön gördükleri adam olacaksa, bu iki öğretiyi birbiriyle bağdaştırmak zorunda.”

1978’in “Superman”inde Superman’in Kripton Gezegenindeki babası Jor-El’i Marlon Brando canlandırmıştı; “Man of Steel”de bu rol Russell Crowe’a (“Gladiator”deki rolüyle Oscar kazanan Crowe “A Beautiful Mind-Akıl Oyunları” ve “The Insider-Köstebek”le de Oscar adayı olmuştu) verildi.

Russell Crowe “Man of Steel”deki Rolünü Anlatıyor:

Topluma sırt çevirmiş bilim adamını canlandıran Russell Crowe şunları söylüyor: “Eğer hikâyeye Jor-El’in sadece iyi bir adam olduğu bakış açısından yaklaşırsanız, bu benim görüşüme göre esas noktayı azımsamak olur. Şahsen, onun biraz kaçık, yaptığı şeyin de son derece çaresizce olduğunu düşünüyorum. Jor-El’e göre, başvurduğu yol Kripton’u hayatta tutmak için son çare.”

Bu amacı gerçekleştirmek için, Jor-El’in Kal’e geçmişin hikayesini aktarması ve geleceğin önemini vurgulaması gerekmektedir. Bunu ise ancak, Clark’ın yolculuğu, onu babasının Dünya’da onunla irtibat kurabildiği tek yere getirdiğinde yapabilecektir: Clark 20.000 yıldan uzun bir süredir bir sır barındıran donmuş tundralara geldiğinde… ve Kal’in burada babasının görüntüsüyle yüz yüze konuşması mümkün olacaktır.

“Jor-El’in oğluna söylediği sahiden çok önemli şeylerden biri Kripton’da yapılmış yanlışların düzeltilmesine yardım etmek için bu dünyada gölgelerden çıkması gerektiği,” diyor Crowe ve ekliyor: “Bu muazzam bir sorumluluk, ama Kal-El yazgısını tam anlamıyla gerçekleştirmediği takdirde… bunu yapacak bir başkası yok.”

“Man of Steel”in Oscar Ödüllü ya da Oscar Adaylığı Elde Etmiş Diğer Oyuncuları:

* “The Master”, “The Fighter-Dövüşçü”, “Doubt-Şüphe” ve “Junebug” adlı filmlerle Oscar ödülü adaylığı elde eden Amy Adams, Superman’in sevgilisi Lois Lane rolünde…

* “Dances With Wolves-Kurtlarla Dans”la yapımcı ve yönetmen Oscar’larını kazanan ve yine bu filmle erkek oyuncu Oscar’ına aday gösterilen Kevin Costner Superman/Clark Kent’i evlât edinen Jonathan Kent rolünde…

Kevin Costner, “Babalık öğretmek ve korumaktır. Canlandırdığım karakter, Clark’a bir mucize olduğunu, evrende yalnız olmadığımızın kanıtı olduğunu söylüyor. Bu çok ağır bir yük ama Jonathan oğlunun Dünya’da olmasının bir nedeni olduğuna inanıyor ve ona günü geldiğinde insan ırkının önünde gururla durup durmayacağına dair karar vermesi gerekeceğini söylüyor,” diyor.

Costner filmin temalarının, özellikle kendisi ile Cavill’in karakterleri arasındaki ilişki söz konusu olduğunda, gerçek dünyayla çok paralel olduğunu düşünüyor: “İnsanlar çoğu zaman filmlerden hayal ürünü olarak bahsediyorlar. Ama gerçek şu ki, bazen filmler insanın kendisine, ‘Bu durumda ben ne yapardım? Ben nasıl bir insanım?’ diye sormasını sağlar.”

* “Unfaithful-Sadakatsiz”le Oscar adaylığı elde eden Diane Lane, Superman/Clark Kent’i evlât edinen Martha Kent rolünde…

* “Revolutionary Road-Hayallerin Peşinde”yle Oscar adayı olan Michael Shannon Süperman’i Kripton Gezegeninden dünyaya kadar takip eden düşmanı General Zod rolünde…
* “Tina: What’s Love Got to Do With It-Tina: Aşkın Bununla Ne İlgisi Var?”la Oscar adayı Laurence Fishburne Daily Planet Gazetesi Yöneticisi Perry White rolünde…

“Superman” Rolünde Henry Cavill

Bu çok katmanlı karakteri canlandıran İngiliz aktör Henry Cavill şunları söylüyor: “Clark kendini hep toplumun dışında hissetmiş biri. Onu yetiştiren Jonathan ve Martha Kent asla saldırgan ya da şiddetli tepkiler vermeyen, en önemlisi de asla oğullarının yapabildiklerini ifşa etmeyen insanlar. Ancak, herkesten farklı bir genç adam olmanın getirdiği hakiki büyüme sancılarıyla başa çıkmaya çalışmak ve bunları kimseyle paylaşamamak Clark’ta bir soyutlanma duygusu yaratıyor. Dünyanın tüm gücüne sahipken herhangi bir şey yapma konusunda kendisini güçsüz hissetmesi bu soyutlanmayı daha da pekiştiriyor.”

Henry Cavill, rolün gerektirdiği fiziğe erişmek için, aylar boyunca Gym Jones’ten Mark Twight’le çalıştı. Zack Snyder’le ilk olarak “300”de birlikte çalışan Twight şunu aktarıyor: “Zack bana gelip, ‘yeni bir projem var ama muhtemelen ilkinden daha zor. Birini Superman görüntüsüne kavuşturman gerekiyor,’ dedi.”

“Bu fikir, ödümü kopardı,” diyen Twight, şöyle devam ediyor: “Ama Zack bana çalışmaya istekli birini getirdi. Fit olmak sadece fiziksel güç ve kondisyon değildir, aynı zamanda karakter gücüdür. Bir amaca ulaşmak için mevcut olan tüm kaynaklarınızı ortaya koymaktır. Ancak beklentiler daha yüksek olduğunda, başarılar daha büyük olabilir.”

Farklı türde işlevsel antrenman tekniklerinin bir bileşimini oluşturan Twight ile antrenör Michael Blevins de içinde bulunduğu ekibi, Cavill’in kablolu çalışmalar, dövüş sahneleri ve tehlikeli sahneleri gerçekleştirmek için ihtiyaç duyduğu becerileri, gücü ve özgüveni kazanması için aktörü çalıştırdılar.

“Vücut ağırlığının iki katını rahatça kaldırabildiğini fark ettiğinde, bize ve kendine inandı,” diyor Twight ve ekliyor: “Henry olağanüstü bir disiplin ve fiziksel kapasite düzeyine erişti.” Daha da önemlisi, Cavill yalnızca çok çalışma ve disiplinle bedenine 8 kilo kas ekleme amacına ulaştı. Twight şöyle devam ediyor: “Henry kostümsüzken de kostümlüyken olduğu şekilde görünmek istediğini söyledi. Gömleğini çıkaracağı sahneler için vücut makyajına bile ihtiyaç duymadı çünkü çok çalışmıştı ve bu çalışmanın sonucunun görünmesini arzu etti.”

Cavill ise, “Antrenman hakiki bir keşifti. Mümkün olduğunu asla düşünmediğim çeşit çeşit şeyleri yapabildiğimi öğrendim. Mark bazı şeylerin sürekli ilerlemesini sağladı ve sınırım olduğunu sandığım şeyleri aşmam için gözümü açtı. Beni ezecek beceriye sahipti ama bunu sadece yeterli ölçüde kullandı, mesela doğru dürüst yürüyemememi sağladı; kendimi berbat hissettim ve biraz içim bulandı… ama yine de geri dönmek istedim,” diyor gülümseyerek. Yoğun antrenman Cavill’in “uyanma anı” dediği şeye olanak tanıdı. Aktör bunu şöyle açıklıyor: “Tamam, bunu yapabilirim, diye düşünüyorsunuz. Birincisi, bu beni öldürmez. İkincisi, güvenli ellerdeyim. Üçüncüsü de aslında bunu yapmak hoşuma gidiyor. Evet, canım yanıyor, hem de çok. Ama bedenimin bunun üstesinden fazlasıyla gelebileceğini fark ettiğim noktanın ötesine geçmek hoşuma gitti. İşte bunun olduğu anı yakalamak muhteşemdi.”

Bu uyanma anında, Twight karakter ile aktör arasında bir paralellik gördüğünü belirtiyor: “Superman bir kendini keşfetme hikâyesi. Henry’nin yolculuğu da bu açıdan oldukça benzerdi. Kapasitesinin farkına vardı ve fiziksel olarak yetkin olmanın, vücudundan istediği her tür sonucu almanın getirdiği özgüveni keşfetti.”

Filmin yapımcılarından Charles Roven ise şunu ekliyor: “Henry Cavill vücuduna bütünüyle bir metamorfoz geçirtti. Zaten harika bir fiziği vardı ama bu film için onu süper bir şeye dönüştürdü.”

Henry Cavill bir gün Plano’da çekimleri izleyen çok sayıdaki Superman hayranıyla tanışana dek dünyanın en tanınmış Süper Kahramanı’nı canlandırmanın ne denli olağanüstü bir sorumluluk olduğunu tam olarak kavrayamadığını belirtiyor: “Superman hayranlarının ilgisi ve benimle etkileşimi son derece koltuk kabartıcıydı, ama aynı zamanda benim karaktere hakkını vermemin ne kadar önemli olduğunu anlamamı da sağladı. Bu role her zaman büyük saygı duymuştum, fakat o gün, yaptığım seçimin değerini gerçekten kavradım ve çok onurlandım. Neyse ki, Superman hayranlarının beklentilerine karşılık verdiğimize yürekten inanıyorum. Onu modern çağa uyarladık ama umuyorum ki izleyiciler sonuçtan memnun kalacaklar.”

(20 Haziran 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Birden Fazla Yönetmeni Olan Filmler

Filmi üreten kişi yönetmendir. Yazılmış bir senaryo, yönetmen tarafından görselleştirilirken, yönetimin -kendi içinde- bir bütünlük taşıması gerekir. Bunun her film için geçerli bir reçetesi yoktur, ayrıca başarılı olup olmadığı da film ortaya çıkınca belli olur. Her filmin başarılı olması gibi bir şey söz konusu olmadığı için -senaryo ne düzeyde olursa olsun- bir iyi bir film olmayabilir. (Cezar Zavattini’nin “kötü senaryodan iyi film olmaz” sözünü de unutmamak lâzım.) Ama bazı filmler, çeşitli nedenlerle birden fazla yönetmen elinden çıkmıştır, bunun örnekleri sinema tarihinde ve sinemamız tarihinde pek çoktur. Denildiği gibi bu olgu çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir. Hatta baştan filmin birden fazla kişi tarafından yönetileceği programı yapılabilir, bu da çeşitli nedenlere dayanabilir. Birinci halde zorunlu nedenlerle ortaya çıkan durum ikinci halde baştan bilinir durumdadır, ilkinde, ikinci yönetmenin, birinci yönetmenin anlatım dilini iyi okuması ve filmi bir bütünlük içinde bitirmesi gerekir ki, bunun her zaman için olduğunu söyleyemeyiz. İkinci durumda, filmin bütünlüğü söz konusu olduğu ise, yönetmenlerin baştan belli bir dilde anlaşmaları gerekir.

Aşağıda sinemamız tarihine yayılan bir kısım filmlerin farklı nedenlerle birden fazla yönetmenle çekildiği belirtilerek, bazılarında bunun açıklaması yapılacaktır, açıklaması yapılmayanlar konuda yeterli bilgi bulunmaması nedeni ile sadece isim ve yönetmen-ler olarak belirtilmiştir. Bütün bunlar, bir filmin birden fazla yönetmen eli ile yapıldığı işleri kapsamaktadır. Hayli benzerlik göstermesine rağmen çok farklı bir durum ise, bir filmin birbirinden bağımsız filmlerden oluştuğu durumdur. Sinemamızda bu şekilde de filmler bulunmaktadır; bunlar ana filmi oluşturan filmlerin aynı (tek) yönetmen elinden çıkmış olması yanında, her filmin farklı yönetmen eli ile üretildiği durumlar da söz konusudur. Benzer (gibi) fakat farklı bir kategori oluşturan bu filmleri de bir araya toplamak düşüncesindeyiz. Bunlar, sinemamız için yapabildiğimiz -fakat her zaman eksiklerini gidermeye hazır olduğumuz- küçük araştırmalardır. [Burada şunu belirtmek isterim ki aşağıda yer alan Anlat İstanbul isimli film beş yönetmen elinden çıkmıştır ve her yönetmen farklı bir öykü anlatmaktadır fakat film bölümlerden oluşan bir film değil, tek bir filmdir. Farklı öyküler -birbirine bağlanarak- tek bir öykü oluşturmuştur, yoksa bizim, ikinci bir grup olarak ele almayı düşündüğümüz filmler gibi biri (tamamen) bitip diğeri başlayan öykülerin oluşturduğu bir film değildir.]

Şimdi aşağıda çok farklı nedenlerle birden fazla yönetmen elinden çıkma filmlerimize genel bir bakışla bakalım. Yazı sonunda numaralı olarak verdiğimiz filmler, başlangıçta birden fazla yönetmen ile yola çıkılan, yani bir yönetmenin -şu veya bu nedenle- bırakıp ikinci bir yönetmenin tamamladığı filmler değil, birden fazla yönetmenin birlikte -zaman zaman tek tek de olabilir- kotardıkları filmlerdir. Bu duruma girmesi gerekirken, numaralandırılanlardan önce ele aldığımız filmler içinde de bu şekilde olan filmler vardır, bunlar, son yıllarda yaygın olarak örnekleri görülen birden fazla yönetmenli filmlerle benzerlik gösterseler de, yapıldıkları yıllarda bir yaygınlık göstermedikleri için, metin içinde ele alınmışlardır. (Gözümüzden kaçan her film için uyarılarınıza her zaman açığım.)

AĞLAYAN KADIN (1967) / Film, Türkan Şoray’ın Sultan olarak başa oynadığı dönemlerin filmidir. Seden tarafından Sine Film (Muzaffer Arslan) adına çekilirken, o günlerde gösterime giren Düğün Gecesi (1966 / Seden) filmindeki bazı sahneler (!) Şoray’ı rahatsız eder ve o filmi hem yönetmen, hem yapımcı olarak çeken Seden’e cephe alarak, çalışmak istemediğini söyler. (O sahneler, Türkan Şoray’ın Ajda Pekkan ile Zeki Müren -filmin başrollerinde bu üçlü vardır- yüzünden kavga ettiği sahnelerdir. Şoray bu sahnelerin kesilmesini ister. Kesme sözü veren Seden kesmez, hatta o sahnelerin fotoğrafları haftalık Ses Dergisi’nde yayınlanır.) Şoray ağır basar ve Seden gider, filmi Semih Evin tamamlar. Evin’in böyle tamamladığı bir film de Kadifeden Kesesi’dir (1956) Yapımcı Cahit Günal kendi yönettiği film yarım kalınca, filmi Evin tamamlayacaktır.

BELÂ MUSTAFA (1972 ) / ÖLÜMÜN ÜCRETİ ( 1964 ) / Bu filmlerin her ikisine de Feyzi Tuna başlamış, fakat kısa bir süre sonra bırakmıştır. Belâ Mustafa’yı Mesut Taner, Ölümün Ücreti’ni ise Cevat Şahiner tamamlamıştır (bitirmiştir). Mesut Taner bu çalışmasından uzun süre sonra tekrar yönetmen olarak filmlerimizde görev alacak, Şahiner ise yönetmen yardımcılığı ile yetinecektir. Filmler, Feyzi Tuna’nın önemli filmlerin değildir. Tuna’nın yaptığı filmlerin az bir bölümü sinemamız için önemli ise de, bu şekilde başlayıp devam edemediği filmleri de vardır.

BİNNAZ (1919) / Binnaz, Ahmet Fehim’in Yusuf Ziya Ortaç’ın adapte eserinden uyarladığı bir filmdir. Film, bittikten sonra Fazlı Necip tarafından çekilen bölümler filmin başına eklenmiştir. Bu nedenle, iki yönetmenli gibi görünürse de, film (Binnaz) tamamen Ahmet Fehim tarafından çekilmiştir. Fazlı Necip’in çektiği bölümler ise sadece eklenen bölümlerdir, bu nedenle -belirtmiş olmamıza rağmen- bu filmi (birden fazla) iki yönetmenli filmler arasında saymamak gerekir görüşündeyiz.

BİR GARİP ADAM (1965) / Orhan Elmas’ın senaryosu Nurettin Alpan ve Orhan Elmas tarafından çekilir, Orhan Elmas’ın yıllarını sinemaya vermiş biri olmasına rağmen, Nurettin Alpan’ın -bizin bildiğimiz- başkaca sinema eylemi yoktur.

BİRKAÇ GÜZEL GÜN İÇİN (1984) / İrfan Tözüm ilk yönettiği Birkaç Güzel Gün İçin filmini yarım bırakır ve filmi oyuncusu Cüneyt Arkın tamamlar. İlginç olan Tözüm’ün, bu filmi kabul etmemesi, 1986’da çekeceği Çağdaş Bir Köle ile yönetmenliğe başladığını söylemesidir.

CANAVAR (1948) / Faruk Nazif Çamlıbel’in oyunu Canavar 1948’de Vedat Örfi Bengü ve Ertuğrul Sadi Tek tarafından filme alınır. Bengü, ülkemizde film çekmeye başlamadan önce -tiyatro kökenlidir- Mısır’a gider, yapımcı ve yönetmen olarak film çalışmalarına başlayarak, Mısır Sinemasının kuruluşuna ön ayak olur. Bu arada bir Mısır filmini de Fransa’da çeker. Bu film, Ertuğrul Sadi Tek’inde -birlikte de olsa- tek yönetmenlik çalışmasıdır. Tek de tiyatro kökenlidir ve çok az sayıda filmde oynamıştır.

CENNETİN KAPISI – SONBAHAR AĞLIYOR (1973 ) / 1973 yılında Selim İleri’nin senaryosunu Cennetin Kapısı adı ile Halit Refiğ çekmeye başlar. Bir noktada filmi bırakmak durumunda kalır. Tozman Film (Hikmet Tozman) yapımcı olduğu yapıma, filmin oyuncularından Fikret Hakan yönetmen (ve elden geçirilen senaryo yazarı) olarak devam eder ve film tamamlanır, bu arada adı Sonbahar Ağlıyor olarak değiştirilir.

ÇANAKKALE ASLANLARI (1965) / Sinemamız 1948’de Ferdi Tayfur’un İstiklâl Madalyası filminden başlayarak her yıl Kurtuluş Savaşı ile ilgili filmler üretmiştir. 1965 yılında ise “renkli” filmin yavaş yavaş başlaması ile Turgut Demirağ – Nusret Erarslan ikilisi, Çanakkale Savaşını ele alarak, Çanakkale Aslanları’nı gerçekleştirir. Turgut Demirağ (AND Film’in sahibi / yönetmen) filmin dramatik sahnelerini çekerken, askeri sahneleri ise muhabere Albay Nusret Erarslan yönetir. Filmin konusu Fahri Celal Göktolga’nın bir eserinden alındığı gibi, askeri sahnelerde “ordu”nun iştiraki ile gerçekleştirilir. [Günümüzde ise (2012 / 2013) Çanakkale Savaşı sayıları giderek artan filmlere konu olmaktadır.]

DUVAKSIZ GELİN (HÜLLECİ) (1942 – 1945) / Adolf Körner, Çekoslovakya’dan ülkeye gelince yönetmen (büyük yönetmen) olarak değerlendirilir ve kendisine üç film yaptırılır: Kerem ile Aslı, Sürtük ve Duvaksız Gelin (Hülleci). Hülleci, Reşat Nuri’nin romanıdır ve filmi çekmesi için Körner’in eline verilir. Körner’in çektiği filmler ortaya çıkınca, değil büyük yönetmen, yönetmen bile olmadığı belli olur. Bu nedenle Duvaksız Gelin (Hülleci) filmi gösterime çıkarılmaz. Filmin ayrıca sansür tarafından reddedilmesi de (sansür ile ilgili yasal düzenleme, 14.7.1934 günü yürürlüğe giren 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu ile yapılmıştır.) gösterimini etkiler. Sansür nedeni, toplumumuzda “hülle” müessesinin kaldırılmış olmasıdır, ayrıca film de Körner’in diğer filmleri gibi kötü bir filmdir. Sansür, filmin sonunun değiştirilmesini de öngörmektedir. Bunlar olurken, Körner yönetmenliği bırakır (bıraktırılır!) ve bir sinemada gişe memuru olarak çalışmaya başlar. Sonu belirsiz hale gelen filmi Şadan Kâmil tamamlar ve gösterime sokulur duruma getirir. Bu arada filmde başrollerden birini oynayan Naşit Özcan ölmüştür (1943), film, Özcan’ın ölümünden sonra gösterime çıkarılır (1945). Bu hali ile film, iki yönetmenli filmler içinde ilginç bir durum alarak sinema tarihinde ki yerini alır!

DÜŞMAN AŞIKLAR (1955) / Memduh Ün, ilk yönetmenlik denemesi Düşman Aşıklar filmini bir süre sonra bırakır, filmi Mehmet Muhtar tamamlar. Muhtar, yönetmenliğin yanında görüntü yönetmeni olarak da çalışan bir kişidir. Film kaynaklarda Muhtar’ın filmi olarak geçer, Ün filmleri arasında -pek- sayılmaz. Konu, İlhami Safa’nın Hacı Şakir Ailesi romanından alınmıştır.

EVLAT YÜZÜNDEN (1960) / Bu film ise Orhan Ateş ile Rahmi Kafadar’ın yönetmenliğini yaptıkları bir filmdir.

FELÂKET YOLU (1959) / Ülkemizde bir kaç film çekmiş olan Macar Yönetmen Janos Varnay’ın senaryosunu yazıp, çekmeye başladığı Felâket Yolu filmi yarım kalınca Faruk Kenç tarafından tamamlanarak gösterime çıkarılır.

GURBET TÜRKÜSÜ (1964 ) / Hulki Saner’in yönetmeye başladığı filmi sonradan (üvey oğlu) Adnan Saner tamamlayacaktır. Adnan Saner, yurt dışında sinema eğitimi almış olmasına rağmen, Saner Film’de sadece bir film yönetmiş (Severek Döğüşenler – 1965) daha çok Hulki Saner’in çektiği filmlerin senaryolarını yazmıştır. Yarım kalan Gurbet Türküsü’nü tamamlayarak bir yıl sonra yöneteceği film için bir ön çalışma yapmıştır.

HATA – GÖKLER KRALİÇESİ / Ferdi Tayfur’un sinemada kısa süren yönetmenliğinin (6 film) son filmini çekerken (1957), yaşamını yitirmesi ile biter. Böylece yarım kalan, “Hata / Bırakın Ağlayayım” (1957) filmini Şinasi Özonuk tamamlar. Şinasi Özonuk bir diğer çift yönetmenli -ilginç bir- filmde, yine yer alacaktır. Özonuk’un Mehmet Muhtar ile birlikte çektikleri Gökler Kraliçesi filmi çift yönetmenliğinin dışında bir başka özellik daha taşır. Bir kurgu-filmdir. Filmin İstanbul’da gösterildiğini zannetmiyorum. Türker İnanoğlu’nun hazırlattığı 5555 adlı afiş kitabında yer alan afişini gören G. Scognamillo filmi hatırlamadığını söylemişti. Hasbel kader Anadolu’da (Tokat) gördüğüm filmi kısaca anlattım. Filmin -o zaman- bende bıraktığı izlenim, iki ayrı A. B. D. egzotik filminden kurgu ile harmanlanarak oluşturulduğu idi. Gökler Kraliçesi’nin bizde çekilen hali -o günün koşullarına göre- siyah/beyazdı. Filmde, filmin yapımcısı AND Film filmlerinde (Cumbadan Rumbaya) şarkıcı olarak görülen ve şarkılar söyleyen Tacettin Uygun oynuyordu. Kurgu malzemesi olarak kullanılan A. B. D. filmlerinin adı ne idi, kimler oynuyordu, kim yönetmişti, bu konuda en ufak bir bilgim yok. (Yanılıyor olabilirim) Filmler renkli iken siyah/beyaz duruma getirilmişti, bu görüntünün görünümünden kendini belli ediyordu, -farklı kişilerin varlığı?- en az iki film olduğu kanısını doğuruyordu. Bunların böyle olduğunu kabul edersek, filmin sadece 1/3 (belkide 1/2 si) yapımcı firma tarafından çekilmişti. Bu çekilen bölümleri, adını verdiğimiz Özonuk ve Muhtar’dan birisi çekmiş veya her ikisi birlikte çekmiş olabilirler, bu durumda -eğer kullanıldı ise- yabancı filmlerin seçimi ve/veya film içine yerleştirilmesi her iki yönetmenin müşterek (veya tek başına) çalışmaları ile oluşturulmuş olabilir. Film, güya çöllere geçen, çöl kıyafetleri içinde gezip, durduk yerlerde şarkılar söyleyen Tacettin Uygun yanında, yarı çıplak kızların dolaştığı bir şekilde devam ediyordu, ara yerlere de dediğim film parçaları serpiştirilmişti. Belki elli yıldan fazla oldu, hatırladıklarım bunlar, hafızayı beşer nisyan ile malüldür.

İSTANBUL YILDIZLARI (1952) / Bir futbol maçı ile ilgili bir iddia üzerine kurulu filmi, Mehmet Muhtar ve Orhan Atadeniz yönetir. Çok az sayıda yönetmeklik yapan Atadeniz’in görüntü yönetmenliği yaptığı filmlerde vardır fakat Atadeniz, sinemamızın efsanevi kurgucusu (montajcısı) olarak tarihindeki yerini alacaktır. Atadeniz, 1953 yılında da Vedat Örfi Bengü’nün (ölümü nedeni ile) yarım kalan, Bu Kadın Benimdir (Zavallı Necdet) filmini tamamlayarak, bir başka filmin ortak yönetmeni olur. [Atadeniz, ayrıca 1952 de, 1932’de W. S. van Dyke’nin yaptığı ve başrolünü Johnny Weismüller’in oynadığı Tarzan the Ape Man filmine bir kısım -kendi çektiği- ekler yaparak Tarzan İstanbul’da filmini oluşturur, bu ilk yerli Tarzan filminde, başrolü (Tarzan) sinemamızın atletizmden (çekiç atma / Türkiye şampiyonu) gelme oyuncusu Toma (Tamer) Balcı oynar. van Dyke’nin filmine, yapılacak eklerle oluşturulacak bir diğer film, 1974 yılında yapılır: Tarzan Korkusuz Adam. Kunt Tulgar’ın bu filminde ise başrolü greko-romende olimpiyat şampiyonlukları olan (bir süre sinemada oyunculuk yapan) Yavuz Selekman oynayacaktır.]

KADERİN MAHKUMLARI (1953) / Film, Ekmel Hürol ile Vedii Cezayirli’nin birlikte yönettikleri film. Hürol’un daha önce bir yönetmenliği varsa da, Cezayirli’nin ilk ve tek yönetmenliği -oda birlikte bir yönetmenlik-. [Bu filmle ilgili -alakasız bir konuda, sinema tarihimizde yer almayan bir bilgi şöyledir: Filmin çekim aşaması sırasında haber olarak gazetelerde yer alır, o zaman filmin adı Kader Mahkumları’dır. O günlerde gazetelerde bu isimle (Kader Mahkumları) Fazıla Atabek’in yazdığı bir roman da tefrika edilmektedir. Bu ise gerek annemin (gençlik arkadaşı) gerek babamın tanıdığı bir kimsedir. Haberi gazetede okuyan babam, tefrikanın yazarı Atabek’e haber verir. O da yapımcılar (yönetmenler) ile konuşur, dava edeceğini belirtir, filmin çekimleri devam ederken Kader Mahkumları adı Kaderin Mahkumları olarak değiştirilir. Dava gündeme gelmez, aslen tiyatrocu olan ikilinin çektiği film bitirilerek gösterime girer.]

KANLI PINAR (1954) / Çetin Karamanbey’in çektiği Kanlı Pınar filminin son sahneleri çekilmeyince, filmi Rahmi Kafadar tamamlar, film bu şekilde bitirilir.

KOKULU FİLM (1954) / Sinemamızda uzun yıllar oyunculuk yapan Renan Fosforğlu, yaptığı az sayıda filmden Kokulu Film’i (1954) Cüneyt Örs ile birlikte yönetir. Örs de yapımcılık -bir filmde de yönetmenlik- yapan sinemamız elemanlarındandır.

KÖROĞLU (1945) / Bir halk kahramanı olan ve bir adaşı ile birlikte halk edebiyatında yer alan, kişiliği hakkındaki bilgiler yeteri kadar aydınlığa kavuşmamış Köroğlu sinemamızda çeşitli zamanlarda ele alınmış bir tarihi kişiliktir. Bu filmlerden ilki 1945 yılında Refik Kemal Arduman ve Mümtaz Ener tarafından çekilir. Senaryo Muharrem Gürses’e aittir. Görüldüğü gibi, aslında sinemamızda oyunculuk yapan -başka yönetmenlikleri olan- iki kişi tarafından çekilmiş bir filmdir. Sonraki yıllarda konu Mehmet Dinler ve Atıf Yılmaz tarafından tekrar ele alınacaktır. Bu filmler farklı senaryolara dayandıkları için, Köroğlu öyküsünü temelde (babanın gözlerinin dağlanması – kör edilmesi – alınan intikam…) değişmeyen şekline dayanmalarına rağmen değişik filmlerdir. Köroğlu, çeşitli şekillerde edebiyatımızda da yerini alacaktır. [Arduman – Ener ikilisinin filmi her ne şekilde ele geçti (ve kaldı) ise Tokat’ta Ali Sabri Sineması’nda (bir süre) her Cumhuriyet Bayramında bir gün de olsa gösterilerek, çok ilginç bir olaya da kaynaklık edip yardımcı olmuştur.]

MERHAMET (1959) / Ural Ozon’un senaryosunu yazdığı Merhamet filmini A. Ural Ozon ve Fikret Uçak çekerler.

[MEZARIMI TAŞTAN OYUN (1951) filmi bazı kaynaklarda Atıf Yılmaz’ın ilk filmi olarak gösterilirken, bazı kaynaklarda da Hüseyin Peyda – Atıf Yılmaz tarafından çekilmiş gibi gösterilir. Film, H. Peyda’nın çektiği bir filmdir, A. Yılmaz asistan olarak gösterilirse de -pek- asistanlık yapmamıştır. …Bir kısım kaynaklarda çift yönetmenli olarak gösterildiği için bu film hakkında açıklama gereksinimi duyulmuştur.]

MEZARINI KAZ BENİ BEKLE (1971) / Film Savaş Eşici ve Günay Kosova’yı ortak yönetmen olarak gösteriyor. Özgüç, kitabında Günay Kosova’nın adını Günay K. şeklinde vererek, -biraz- uğraşmamıza neden oldu ise de, sonuçta isim açıklığa kavuştu. Günay Kosova bir başka filmde de farklı bir şekilde yer alacaktır. 1974’de Arda Uskan’ın çekmeye başladığı Gecelerin Ötesi (bu film bitmiş gibi kaynak kitaplarda yerini alır -Erksan’ın aynı isimli filmi ile karıştırılmasın) filmi yarım kalır, daha sonra film yapımcısı tarafından -bazı parçaları kullanılarak- ve tamamen (adı bile) değiştirilerek tamamlanır (yeniden çekilir) ve gösterime (en azından afiş olarak) girer. Film son hali ile İster Sarıl İster Darıl adını alırsa da, bu isimle hiç bir kaynak kitapta yer almaz.

MAHŞERE KADAR (1971) / Lütfi Akad’ın çekmeye başladığı Mahşere Kadar yarım kalınca, filmi O. Nuri Ergün tamamlar.

NASRETTİN HOCA DÜĞÜNDE (1940-43) / Muhsin Ertuğrul, hiç bir filmini yarım bırakmadığını söyler. Oysa 1940’da çekimi başlanan Nasrettin Hoca Düğünde filmi Hazım Körmükçü’nün hastalanması sonucu bitirilememiş, bir süre (3 yıl) sonra Ferdi Tayfur tarafından tamamlanmıştır. Bu filme girmeden önce şunu da söylemek gerekir ki, Muhsin Ertuğrul’un tamamlayamadığı ve bu nedenle yarım kalan bir diğer filmi Mineli Kuş’tur. Nasrettin Hoca Düğünde, Burhan Felek’in yazdığı senaryoda Nasrettin Hoca’nın “Hoca’nın Karısı ile Dilsiz Oyunu”, “Sofrada Çorbadan Ağzı Yanması”, “Kul Taksimi / Allah Taksimi” gibi fıkralarından oluşmakta idi. Nasrettin Hoca’yı oynayan Hazım Körmükçü’nün hastalanması üzerine film yarım kalır, yapımcı (İpek Film) oyuncuyu mahkemeye verir. Bu nedenlerle tamamlanamayan film, daha sonra Ferdi Tayfur’un eklediği sahnelerle tamamlanır: Ferdi Tayfur çektiği sahnelere, Mümtaz Osman’ın (Nazım Hikmet) Düğün Gecesi (kısa film), Hazım’ın (oynadığı?) Karagöz’ün Şairliği, Laurel / Hardy’nin Şeytanın Kardeşleri (Fra Diavolo) filmlerinden parçalar ekleyerek filmi bitirir. Film bu şekilde gösterime çıkarılır, böylece sinemamızda iki yönetmenli ilk film olma özelliğini de taşır. (Muhsin Ertuğrul’un Sineması / Prof. Dr. Â. Ş. Onaran – s. 285 ve devamı…) Yalnız, Tayfur’un çektikleri (!?!) dışında -adı yukarıda belirtilen- filmlerin eklenmesi ile film bir çeşit kurgu-film özelliği taşırsa da, baştan beri -fıkralardan oluşsa da- kurmaca bir film düşünüldüğünden, kurgu-film özelliğini geri plâna alarak filmi ilk birden fazla yönetmenli film olarak kabul edebiliriz.

ÖLMÜŞ BİR KADININ EVRAK-I METRUKESİ (1956) / AYRILSAK DA BERABERİZ (1967) / Bu filmler de Metin Erksan’ın başlayıp sonlandıramadığı filmlerdir. Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi, Erksan’ın askere gitmesi nedeni ile bırakmak zorunda olduğu, bir roman (Güzide Sabri Aygün) uyarlamasıdır. Erksan’ın bırakmak zorunda olduğu filmi Semih Evin tamamlayacaktır. (Erksan, bu filmin filmografisinde yer almasını istememektedir.) Ayrılsak da Beraberiz de (herhalde) Erksan’ın aynı duyguları beslediği bir diğer filmdir. Filmi, yapımcısı Muzaffer Arslan tamamlar ama film tam bir kara sevda filmi olarak Erksan’ın eline daha çok yakışacak bir filmdir, ancak bu hali ile sadece filmlerimiz arasında -önemi olmayan- bir yer tutmaktadır. Bunlara rağmen her iki filmde re-make yapılmıştır. Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi, Erakalın tarafından 1969’da Ölmüş Bir Kadının Mektupları adı ile Ayrılsak da Beraberiz ise Zifaf (1983) adı ile Orhan Aksoy tarafından yeniden yapılmışlardır.

SAFİYE SULTAN (1955) / Bir Türk – İtalyan ortak yapımı olan filmi Enzo D. Martino ile Fikri Rutkay yönetmiştir. Ortak yapım olması nedeni ile filmde her iki ülkeden de oyuncular oynamaktadır. (Mahir Özerdem – Atıf Kaptan – Cahit Irgat – Maria Frau – Mariolino Bova – Bruno Corra – Carla Colo – Carlo Giustini – Enzo Fermonte – Franca Tomantini…)

SEFİLLER (1967) / Victor Hugo’nun romanı sinemanın devamlı ilham kaynağı olmuş, çeşitli kereler uyarlanmıştır. Sinemamız da bu esere bigane kalmamış, 1967 yılında Kemal Film tarafından uyarlaması yapılması plânlanmıştır. Filmi Zafer Davutoğlu yönetecektir ve çekimler başlar, bu arada o günün gösterim koşulları gereği sinemalardan hafta alınır fakat filmin alınan haftaya yetişmeyeceği görülünce, Davutoğlu’nun çalışma günlerinde, o günlerde çekimde işi olmayan aktörler ile kurulan yeni sette Osman Seden çekimlere başlar ve gösterim haftasına film yetiştirilir. Çift yönetmenin bu farklı uygulaması, filmin yarım kalma durumunun dışında yapılan -biraz da zorunlu- bir yöntemdir -sinema tarihimize pek girmedi ise de…

SON MEKTUP (1958) / Son Mektup filmi Şehir Tiyatroları oyuncuları Hâluk Sarıcı ve Necmi Oy’un ortak yönetim çalışması ile oluşturulur. Gerek Şehir Tiyatroları’nda Muhsin Ertuğrul ile çalışmaları ile tiyatrocu özelliği taşıyan bu oyuncular zaman zaman filmlerde de oynamışlardır.

SONSUZ İHTİRAS (1970) / Bu film için yönetmen olarak kaynak kitaplarda (bk.: Agâh Özgüç – Türk Filmleri Sözlüğü) Nejat Ocan adı verilmektedir fakat filmin afişlerinde yönetmen olarak Cahit Günal – Enis Olcayto isimleri ter almaktadır. Aynı zamanda yapımcı da olan Cahit Günal’ın yönetmen olarak başka filmleri de vardır fakat Enis Olcayto, sinemamızda -uzun metraj filmlerde- hiç yönetmenlik yapmamıştır, çok az sayıda senaryosu bulunmaktadir. Nejat Ocan adı da, Olcayto’dan daha az bilinen -aslında hiç bilinmeyen- bir isimdir ve sadece bu filmde yönetmen olarak adı geçmektedir. Bu filmin yönetmen sorunu, (Nejat Ocan veya Enis Olcayto’nun yönetmenlik sorunu) tarafımızdan halen çözümlenememiş bir sorundur. (Özgüç, Ocan’ı yönetmen olarak gösterdiği künyede Cahit Günal’ı senaryo yazarı olarak belirtir.)

TARZANLAŞAN ADAM (1960) / Sinemamızın kayıp filmlerinden biridir, Natuk Baytan ve Rahmi Kafadar tarafından yönetilmiştir ama bu bir beraberlik değildir. Rahmi Kafadar’dan söz edince bir filmden daha söz etmek gerekir. Yapımcı Feyturiye Esen’in tek yönetmenlik örneği olarak sinema tarihinde yerini alan Canım Benim (1965) filminin çekilen bölümleri yeterli kalitede olmayınca, Esen’in yardımcısı durumundaki -yapımcı Esen’in diğer filmlerinde yönetmenlik yapmış olan- Rahmi Kafadar bir kısım sahneleri yeniden çekmek durumunda kalır. Canım Benim kayıtlarda belirtilmemesine rağmen bu nedenlerle çift yönetmenli bir film olur.

[Erman Şener, Ses Sanatçılar Ansiklopedisi’nde, Natuk Baytan’ın, beş gün setinde bulunduğu, bir arkadaşının yaptığı, Memiş İş Peşinde filmini yönetmeni bırakınca, filmi tamamlayarak yönetmenliğe başladığını yazıyor ve 1961 tarihini veriyor. Özgüç de Baytan’ı yönetmen göstererek Memiş İş Başında filmini ve 1961 tarihini veriyor. Yönetmenliğinin ilk yılında, Burçak Evren de Memiş İş Başında filmi için 1961 tarihini verirken yönetmen olarak Baytan’ı gösteriyor. Özgüç, filmografisinde filmin adını Memiş İş Peşinde ve yapım yılını 1961 olarak veriyor. Evren, Özgüç’te bulunmayan Tarzanlaşan Adam filmi için Baytan’ı Kafadar ile yönetmen gösterirken, yapım yılı olarak 1960’ı belirtiyor. Burada akla gelen sorulardan önce filmlerimizin yapım yıllarının sağlıklı olmadığını, buradaki gibi -kimi akıl karıştırıcı- bilgilere başka yerlerde de rastlayabileceğimizdir. İkinci bir konu, sözü edilen filmin adının Memiş İş Başında mı (!),Memiş İş Peşinde mi (!) olduğudur. Asıl soru ise, söz konusu filmin -adı her neyse- yapımcısı kimdir; Özgüç’ün verdiği bilgiye göre filmin başrolünde de oynayan Mahmut Arseven’dir. (Ben bu kişiyi aradım ve telefonla ulaştığım kişi ad ve soyadı benzerliği olduğunu, adaşını kendisinin de aradığını söylemiş idi.) Şener’e göre yapımcı Baytan’ın arkadaşıdır fakat isim belirtmiyor. Film, Özgüç ve Evren’e göre Natuk Baytan’ın yönettiği bir filmdir ama Şener, yönetmenin yarım bıraktığı filmi -sette beş gün bulunmuş- Baytan’ın tamamladığını -böylece yönetmenliğe başladığını yazıyor. Filmi yarım bırakan yönetmen kimdir? Bütün bunlar -konuya değinen tüm kaynaklarda belirtildiği gibi- 1961 yılında oluyor ve bu film Baytan’ın ilk filmi. Ama Evren’in Baytan’ı Kafadar’ın yanında -ortak- yönetmen olarak gösterdiği Tarzanlaşan Adam filminin yapım yılı olarak 1960 yılını veriliyor. Yine de kesin olmamakla birlikte vardığımız sonuç: Memiş İş Peşinde (veya Başında) Baytan’ın filmi ise de, Tarzanlaşan Adam -bir çift yönetmenli film- olarak ve 1960 yapımı olması nedeniyle Baytan’ın ilk filmi oluyor.]

ÜÇ TEKERLEKLİ BİSİKLET (1962-64) / Orhan Kemal’in bir film-hikâyesinden, Vedat Türkali’nin yazdığı senaryoyu Lüfti Akad çeker. Film yarım kalınca (*) Memduh Ün (**) tarafından tamamlanır. Bir cinayet işleyen Ali, kaçarken yıllardır yurt dışına giden kocasından haber alamayan çamaşırcı Hacer’in evine sığınır. Ali’nin sığınması Hacer’in ve çocuğunun yaşamını değiştirecektir… Orhan Kemal, bu filmin konusunu, ölümünden sonra yayınlanacak olan Kaçak isimli romanında tekrar ele alacaktır. Fakat romanda, Ali’nin yerini, Vukuat Var / Hanımın Çiftliği romanlarının sonunda çiftliği yakarak kaçan (Habib) alacaktır. Ün, Üç Tekerlekli Bisiklet filmini tamamlamasının dışında Kaçak romanını da sinemaya uyarlayacaktır. Üç Tekerlekli Bisiklet filmini tamamlarken de, Akad’ın çektiği bölümleri seyreden ve çektiği kısa bölümde Akad’ın üslûbuna sadık kalma yolunu izleyen Ün, finaldeki kavga sahnesinde, bu üslûptan ayrılarak -ve bir Akad filminde bulunmayacak- sahneler ile filmi (kendi çekimlerini) bitirecektir.

VATAN VE NAMIK KEMAL (1951) / BEKLENEN ŞARKI (1953) / Bu filmler Sonku Film yapımı olarak sinemamızda yerlerini alırlar. Vatan ve Namık Kemal (1951), Namık Kemal’i de kahraman olarak alan Vatan yahut Silistre oyunu çerçevesinde düzenlenmiş, Talat Artemel ve Münir Hayri Egeli’nin senaryosuna dayanan Sami Ayanoğlu, Talât Artemel, Cahide Sonku üçlüsünün yönettiği filmdir. Konu 1969’da Duygu Sağıroğlu tarafından yeniden çekilecektir. Beklenen Şarkı (1953) ise Zeki Müren’in ilk filmi olarak tanınmış bir film olarak Sami Ayanoğlu, Orhon Murat Arıburnu ve Cahide Sonku tarafından yönetilir. Film ikinci kez 1971’de Ülkü Erakalın tarafından çekilecektir. Her iki filmin ilk versiyonları -dediğimiz gibi- Sonku Film (Cahide Sonku) yapımlarıdır, bir söyleşisinde belirttiği gibi her iki filmde de yönetim ağırlıklı olarak Sami Ayanoğlu tarafından yapılır, ikinci kişiler yardımcı olmuşlardır, üçüncü kişi Cahide Sonku’nun fazlaca bir katkısı yoktur ama filmlerin yapımcısı olunca adını yönetmen olarak yazdırır. Beklenen Şarkı’nın senaryosu Sadık Şendil’e aittir. Daha sonraları tekrar çekilmiştir, yukarıda belirttiğimiz Erakalın’ınki, tekrarının en ilginçlerinden biridir, filmin erkek kahramanına (Zeki Müren’e) cinsiyet değiştirtmiş, Hülya Koçyiğit yapmıştır, ilk filmde Jeyan Mahfi Ayral rolünü ise ikincide Kartal Tibet oynamaktadır. Ölmeyen Şarkı (1977) adlı bir başka uyarlama ise Orhan Aksoy tarafından yapılmıştır.

ZAVALLILAR (1972 – 74 ) / Yılmaz Güney’in başladığı Zavallılar, tutuklanması nedeniyle yarım kalır (1972), filmi daha sonradan, sinemaya başlangıç günlerinde Yılmaz Güney’in asistanlığını yaptığı Atıf Yılmaz tamamlar (1974). Elde (Yılmaz Güney tarafından) yazılmış bir senaryo vardır. Filmin tamamlanmasına karar verilince, eldeki senaryo çekilemeyeceği için Atıf Yılmaz tarafından yeni bir senaryo yazılır. Bu bölümde Yılmaz Güney’in çektiği bölümde üç garibandan ikisi olan Yıldırım Önal ile Güven Şengil yine kendilerini -filmde cezaevinde yatmalarına neden olan suçları işlemeden önce / suçları işlerken- oynuyorlardı. Güney’i ise aynı şekilde oynatmak mümkün değildi, o nedenle bir akrabası Göktürk Demirezen -Güney’in sinemadaki duruş ve davranışlarını çok iyi izlemiş ve özümsemiş olarak- oynuyordu. Film bu şekilde tamamlanır, bu son halinin senaryosu Güney Film tarafından yayınlanır. Burada bir yanılgı vardır, Güney’in senaryosu yayınlanan senaryo değildir, Atıf Yılmaz’ın eklemeler yapmak zorunda kaldığı senaryodur. Güney’in çekebildiği kısımlarda, arkadaşları Güney’i -paraları olmadan yemek yedikleri- lokantada (tuvalete gittiğinde) bırakıp kaçarlar. Güney de, parası olmadığı için karakola götürülünce, orada kendini görüp, yabancı olduğu için sınır dışına çıkarılmak istenilen yabancı bir kadınla evlenmeyi kabul ederek kurtulur. Güney, yabancı kadınla evlenince, kadın Türk vatandaşlığını kazanır, sınır dışı edilmekten kurtulur, para yardımı ile de Güney’i lokantacının kurtarır. Güney’in çekemediği bölüm bu evlilik dönemidir. Kadının zenginliği ile büyük bir rahatlığa kavuşursa da, kadının evinden çıkamaması nedeniyle bir süre sonra -kendisini bırakıp kaçan- gariban arkadaşlarını (avare günlerini) özlemeye başlar. Güney, çekemediği bu bölümler için Avrupa’da yaşayan Romalı Perihan diye ünlenen şov-dünyası kadınını Türkiye’ye getirtmiş ise de, tutuklanması ile film yarım kalınca, Romalı Perihan’ın oynaması gerektiği bölümler çekilemez. Bu ise meskûr kişi tarafından Güney aleyhine kullanılır. Bu filmin en ilginç yanlarından biri: Atıf Yılmaz’ın yıllar önce kendisine asistanlık yapan Yılmaz Güney’in filmini -senaryo da yazarak- tamamlamasıdır. Yılmaz Güney, sonradan Atıf Yılmaz’ın Balatlı Arif (1967), Zeyno (1970) gibi filmlerinde -başrol- oynamasına rağmen, her zaman Atıf Yılmaz’dan “Ustam” diye söz etmiştir.

ZORLU DÜŞMAN / 1966 yılında yapılan Zorlu Düşman filminin künyesinde dört yönetmen adı vardır: Natuk Baytan – Yavuz Yalınkılıç – Bilge Olgaç – Remzi Jöntürk. Film hakkında bilgiye ulaşamayınca, konuyu sorduğumuz sn. Agâh Özgüç, “Yönetmenler filmi bıraktıkça yerine yenileri getirilerek çekimlere devam edilmiş” demişti. Nedenleri kendilerinde saklı (hepsi) rahmetli olmuş dört yönetmenimizi saygı ile analım.

YILMAZ GÜNEY / Çok ilginçtir, Yılmaz Güney, sinemadaki ilk filmlerinde (“Bu Vatanın Çocukları” – “Alageyik”) hem oyuncu, hem senaryo yazılım ekibine katılan biri, hem de filmlerin yönetmeni Atıf Yılmaz’ın asistanıdır. Sinemaya bir süre -zorunlu- ara verdikten sonra, tekrar dönüşünde, filmlerini daha çok Anadolu sinemalarında gösteren ikinci sınıf yapımevlerinin filmlerinde oynar ve -eğer varsa- Yılmaz Güney mitosu, bu filmlerle kurulur. Bu filmlerde öncelikle oyuncudur, birçoğunun senaryosunu da yazar [aslında daha sonraki tutukluluğu sırasında yazdığı ve seçtiği yönetmenlere yönettirdiği filmlerinin içindeki Sürü (Zeki Ökten / 1978) için “ilk senaryomdur” ifadesini kullanır.] Bu filmlerin bir kısım sahnelerini çeken Güney, birçok kaynakta bu filmlerin -tamamının- yönetmeni olarak gösterilir. Daha sonraları Seyyit Han (1968) ile başlayan dönemine kadar ve hatta bundan sonraki bazı filmler içinde bu genel yapının geçerli olduğu düşüncesindeyiz, bunlara “çift yönetmenli filmler” diyemiyoruz ama her türlü eleştiriyi de kabul edeceğimiz bir açıklıkla buraya yazmaktan kendimizi alamıyoruz. Erken yaşta yitirdiğimiz Altan (Küçük) Yalçın’ın Yılmaz Güney Dosyası (Ocak 1974 – Yöntem Yayınevi) adlı kitabının 133. sayfasında (ve devamı) “…bazı sahnelerini çektiğim Benim Adım Kerim” (1967) “… filmine bakıyorum, benim çektiklerim ayrı bölümlermiş gibi duruyor” diyor. Tüm kaynak kitaplarda bu filmin yönetmeni olarak Yılmaz Güney gösterilir. Bu ifadeden anlaşılan o dur ki, Güney bu filmin “bazı bölümlerini” çekmiştir. Bu filmin yapımcısı Nami Dilbazdır. Güney’in aynı yıl yaptığı Bana Kurşun İşlemez filmi için Özgüç, Türk Filmleri Sözlüğü kitabında yapımcı olarak Kadri Kesemen’i verirken aynı Özgüç AFA SİNEMA’da yayınlanan Bütün Filmleriyle Yılmaz Güney (1988) kitabında yapımcı olarak Alaattin Perveroğlu adını vermektedir. Güney’in Benim Adım Kerim filmi için söylediklerini dikkate alırsak, filmin genelinin yönetmeninin başkası olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Bu yönetmen hakkında kaynaklarda hiç bir bilgi yoktur. Buradan -belirsizliğini bizim içinde korumaya devam eden, bir kısık bilgilere (??) göre- vardığımız sonuç, Benim Adım Kerim ve Bana Kurşun İşlemez filmlerinin yönetmeni Alaattin Perveroğlu’dur. Perveroğlu’nun -bildiğimiz kadarı ile- yönetmen olarak başka filmi yoktur. Güney’in sözlerinden, en azından Benim Adım Kerim filminin tek yönetmeni olmadığı sonucuna varıyoruz. Bana Kurşun İşlemez filmi içinde Altan Yalçın yönetmen olarak Güney’in adını vermektedir (sayfa: 274) Bunu Güney’in birçok filmde yaptığına, sezgi yolu ile ulaştığımızı ileri süreceğiz. Burada sayacağımız filmlerin yönetmenleri kaynak kitaplarda ya Güney ya da başka isimlerdir. Bizim görüşümüz ise (tüm) bu filmlerin bir kısım sahnelerini Güney’in çektiği, fakat filmin tamamının başka yönetmenlere ait olduğu düşüncesidir. Güney, kendisini daha sonraki filmlerine hazırlamak için, çekmeyi düşündüğü bazı sahneleri içeren, fakat bir filmi oluşturacak birçok eklenti sahneleri de olan senaryolar yazmış, bunları çevresindeki yönetmenlere çektirmiş, düşüncesindeki sahne gelince de, o sahneyi kendisi çekmiştir. Bunun doğruluk derecesini bilmiyorum ama söyleşilerinden, filmleri hakkındaki düşüncelerinden bu sonuca varıyorum. Bu konuda tamamen yanılabilirim. Yalnız, tamamını kendisinin yönettiği yerli filmler Beyoğlu’na giremezken, Beyoğlu’nda -İstanbul sosyetesine?- gala yaptığı Umutsuzlar (1971) filminin “yanlış” bir film olduğunu kendisi belirtmiş, fakat seyirciyi de filme toplamıştır. Aynı zamanda yapımcı isteği ile değiştirdiği Baba (1971) filmi düşündüğü gibi çekilse idi, şu anda sinemamız tarihinde çok ender görülen talihsizliklere maruz kalan bir film olmanın ötesinde, -ilk düşünülen hali ile- bambaşka bir yerde olabilirdi. Bu aynı zamanda Güney’in sinemasının gerçek boyutlarını hem seyirciye gösterir hem de sinemamız tarihine bırakırdı.

Şimdi Yılmaz Güney’in çekimine katkıda bulunduğu, (bazı sahnelerini çekmiş olabileceği) filmlere geçebiliriz. [Yalnız yukarıda değindiğim gibi, bunlar benim Yılmaz Güney sineması üzerine düşünerek vardığım sonuçlardır, buradaki bilgiler yanlış olabilir, öyle ise bilgi olmaları şüphelidir (!) doğruları için kapımız herkese açıktır.]

– İkisi de Cesurdu (1963 / Ferit Ceylan) Yılmaz Güney senaryosu yazmış ve başrol de oynamıştır, filmin bir kısım sahnelerini yönetmiş olabilir.
– Krallar Kralı (1965 / Bilge Olgaç) Yılmaz Güney, senaryosunu yazmış ve başrolünde oynamaktadır. Güney’in bu senaryosu -hafif değişikliklerle- daha önce de filme çekilmiştir. Ölüme Yalnız Gidilir (1962 / Yavuz Yalınkılıç) Ayrıca Krallar Kralı’nın bazı sahnelerini Güney çekmiştir. Filmin yönetmeni Bilge Olgaç rahatsızlanınca çekimlerin aksamaması için, Olgaç’ın gelemediği günler çekimleri Güney yapmıştır.
– At Avrat Silah (1966 / Hasan Kazankaya) Kaynak Kitaplar bu filmin yönetmeni olarak Yılmaz Güney’i gösterseler de, film aynı zamanda yapımcısı olan Hasan Kazankaya’nın filmidir, bazı sahnelerini Güney çekmiştir (Hasan Kazankaya ile yaptığımız görüşmeden alınan bilgi)
– Pire Nuri (1968) Güney’in ağırlıklı olarak yönetmenliğe başladı filmlerin ilklerinden olan Pire Nuri’de yanına Şeref Gedik’i de alır ve filmin bir kısmının yönetimini ona bırakır, bundan sonra yapacağı Seyyit Han için, prova yapmaktadır adeta…
– Canlı Hedef (Kızım İçin) (1970) Şerif Gören ile
– Piyade Osman (1970) Şerif Gören ile
– Yedi Belalılar (1970) İrfan Atasoy ile
– İbret (1971) Şerif Gören ile
– Kaçaklar (1971) Şerif Gören ile
– Vurguncular (1971) Şerif Gören ile
– Endişe (1974) / Film Şerif Gören’in filmidir. Filmin sadece bir sahnesinde kamyondan inen tarım işçileri içinde Yılmaz Güney -çok kısa bir süre- görülür. Fakat filmin jeneriğini oluşturan bölümü Yılmaz Güney’in çektiği söylenir. [Bu bölümde Adana’ya giren yollarda, Adana’ya tarım işçisi taşıyan kamyon görüntülerinin hemen peşinden (her kamyon görüntüsü sonrasında) kamera, Adana girişlerinde bulunan, Sabancı’lara ait ve hepsinin isimin son hecesinde SA markası bulunan fabrika/işyerlerine zoom yapar, son olarak da kentin girişinde, sonuna tebeşirle SA yazılmış Adana kentine girişi gösteren tabelaya zoom yapılır (=AdanaSA)… jenerik bu şekilde biter (bu bölümü Güney’in çektiği söylenir.)] Endişe filminin tamamını Güney çekecekken, tutuklanma olayı nedeni ile filmi tamamen Şerif Gören çeker. Bu filmler bu yazıda ele aldığımız çift (birden fazla) yönetmenli filmlere ne kadar girer bilemiyorum ama -özel notları ile de olsa- koymayı uygun gördüm.

Buraya kadar belirtilen filmlerde, çekilen filmler değişik nedenlerle yarım kalınca değişik yönetmenlerce tamamlanmıştır -bunun tek istisnası Sefiller filminde görülen çok değişik yönetmen eklenmesidir. Bundan sonraki filmlerde yönetmenlerin birlikte çalıştıkları veya herhangi bir yarım bırakma işi olmadan yapılan çalışmalara değinmek istiyoruz.

ANLAT İSTANBUL (2005) / Birden fazla yönetmeni olan filmlerin içinde en enteresanı hiç kuşkusuz Anlat İstanbul’dur. Bu filmde ne başlayan bir yönetmenin filmi bırakması, ne de iki yönetmenin birlikte başladıkları filmi şu veya bu şekilde birlikte yönetmeleridir. Önce elde, Ümit Ünal’ın yazdığı ve bir tek yönetmenin de çekebileceği bir senaryo vardır, senaryo hem birbirinden bağımsız hem de bağımlı 5 tane dünya edebiyatına girmiş masalından oluşur. Masallardan biri bitip diğeri başlarken, film bitmediği için -film skeçlerden oluşmadığından- biten ve peşinden (bağlantısından sonra) başlayan bölümlerin değişik yönetmenlere ait olduğu seyircinin dikkatini çekmez. Bunu belirtecek bir durumda film içinde yoktur, film devam eder fakat sonuçta her masal bir başka yönetmence anlatılır. Buna göre Fareli Köyün Kavalcısı (Ümit Ünal), Pamuk Prenses (Kudret Sabancı), Kül Kedisi (Selim Demirdelen), Kırmızı Başlıklı Kız (Ömür Atay) ve Uyuyan Güzel (Yücel Yolcu) tarafından anlatılır. Fakat dikkat etmek gerekir ki, masalların hiç biri klâsik hali ile anlatılmaz, hepsi İstanbul’a yerleştirilmiş -günümüz ve farklı mekânların- öyküleridir. Bu hali ile Anlat İstanbul söz konusu masalların filmi olmanın ötesinde hepsini içeren fakat hiç biri olmayan bir anlatı, masalların farklı olarak ve farklı kişilerce işlendiği ilginç çalışmadır.

BENİM SİNEMALARIM (1990) / Füruzan bir öykücümüzdür öncelikle, öykülerle ünlenmiş, roman, oyun ve diğer türlerde de yazmıştır. Kendi yazdığı Benim Sinemalarım, öyküsü yer aldığı kitabına da adını verir. Füruzan kendi yazdığı senaryodan, Gülsün Karamustafa ile birlikte filmde yaparlar, Benim Sinemalarım’ı. Bu bir birlikte çalışma örneğidir, ortaya çıkan film her ne kadar öykü kadar ses getirmese de her iki yönetmeninde -şimdilik- tek sinema çalışmaları olarak kalmıştır. Atilla Dorsay, öykü için yaptığı “Türk edebiyatınca yazılmış en güzel öykülerden biri “, (Özgüç, Türk Filmleri Sözlüğü cilt: 2 s. 370 / alıntı: Cumhuriyet 18.5.1990) değerlendirmesini ne yazık ki film için yapamamaktadır. (“Öykü”, yazın dili başka, “film”, sinema dili başka şeylerdir.)

DÜNDEN SONRA YARINDAN ÖNCE (1987) / Nisan Akman filmini yönetirken -bana ulaşan bilgiye göre- seyahate çıkmak zorunda kalır, filmin çekimlerinin aksamaması için Akman dönene kadar, bir kısım bölümlerini, filmin başrollerinden birinde oynayan kocası (geleceğin yönetmen adaylarından) Eriş Akman çeker… Bu filme şimdi birden fazla yönetmenli film demek ne kadar doğru olur, bilemiyorum ama – ortada bir ikinci kişi olduğuna göre- denebilir gibime geliyor. [Bunun başka örnekleri de var, Ertem Eğilmez, Arabesk (1988) filmini çekerken son sahneleri çekemez, vefat eder, filmi sonradan tek başına yönetmenlik de yapacak olan oğlu Ferdi Eğilmez tamamlar ama bu bölümler ne kadardır, bilemiyorum. Aynı şey aynı yıl içinde Ada (1988) filminin de başına gelir. Yönetmen Süreyya Duru vefat edince son sahneler yönetmenin kızı Dilek (?) Duru ve film ekibi tarafından tamamlanır. Benzer konular eskilere de uzanıyor. Seyfi Havaeri’nin çektiği Damga (1948) filminin bir kısmı flu veya bozuk çıkar, Havaeri kurgu ile bir takım eksiklikleri giderirse de, çekilmemiş (veya düzeltilememiş) çok kısa (bir sekans-lık) bölüm kalmıştır, Erman Film’in ısrarı ile bu bölümü firma muhasebesini yapan Lütfi Akad (Vurun Kahpeye’den önce) çeker.]

HACI BABA (1965) / Yılların oyuncusu Vahi Öz, Hayri Gülnar ile birlikte Hacı Baba’yı (1965 ) yönetirler.

KILIBIK (1983) / Uğur Film’in yapımı olan ve başrolünü Kemal Sunal’ın oynadığı film, o zamanlar firmanın filmlerini çeken Kartal Tibet tarafından çekilecekken, hastalanması üzerine (çok az çalışması veya hiç çalışamaması nedeniyle) asistanları Muzaffer Hiçdurmaz ve Ahmet Sezerel tarafından çekilir. İşin ilginç yanı filmin ilk çıkan afişlerinde yönetmen ismi yoktur, jenerikte ise Uğur İnan gibi bir isim vardır. (Sonradan -kitaplara giren- afişlerde yönetmenler-in isimleri yer alır, belki jenerikte değiştirilmiştir.) Sezerel başka bir filmde yönetmenlik yapmamış, Hiçdurmaz ise 1987 de Çark isimli filmi yönetmiştir.

OKUL (2004) / TV dizilerinde birlikte yönetmenlik yapan Yağmur Taylan ile kardeşi Durul Taylan sinemada da çalışmışlar ve Okul (2004) filmi ile birlikte yönetmenliğin ilk örneğini vermişlerdir. Taylan-lar daha sonra, Küçük Kıyamet (2006) ve Vavien (2009) filmlerini yaparlar, araya sinema sıkıştırarak daha çok televizyon için diziler yapan kardeşler, çift yönetmenliğin en iyi (ve devamlı) örneğini verirken, -setlerde bulunmadığımız için- bunun nasıl paylaşıldığını bilemiyoruz, fakat tek başlarına çalıştıkları zaman bunun belirtildiğini de (“Yıldız Tepe” / Yağmur Taylan / örneğinde olduğu gibi) unutmamak gerek.

ZORRO DİŞİ FANTOMAYA KARŞI / ZORRONUN KARA KAMÇISI (1969) / Aslında tek film olan bu yapım uzunluğu nedeni ile ikiye bölünerek, belirtilen adlarla gösterime girer. Film(ler)i, Feridun Kete ve Alpay Ziyal yönetir. Görüntü yönetmenliğinden gelme Feridun Kete başka filmleri de (yönetmen olarak) varsa da, Alpay Ziyal’ın bu filmlerdeki yönetmenlik çalışması sadece bu filmlerde kalır, tek başına film yönetmemiştir.

Sinemada, yönetmen yanında çalışan yönetmen yardımcıları (asistanlar) vardır. Bazı yönetmenler filmlerinin bazı bölümlerini asistanlarına çektirirler, bunlar filmin içinde önemli yerler tutmayan bölümler olabileceği gibi çok istisnai durumlarda önemli bölümleri de olabilir. Yukarıda (Krallar KralıDünden Sonra Yarından Önce örneklerinde belirttik) bazılarına değindik ama bunların hepsini yazabilmek, sanırım bu yazının boyutlarını aşabileceği gibi gerekli de değildir. Burada iki örneğe değinmeden geçemeyeceğim. Atıf Yılmaz’ın çektiği Güllü (1971) filminde bir sahne vardır: Güllü (Türkan Şoray) dama çıkarak -evlenmek istediği belirten- bir takım sesler çıkaracak, kedi gibi miyavlayacaktır?? Bu sahneyi bu şekli ile oynamak istemez ve yönetmeni (Atıf Yılmaz) ikna edeceğini düşünür ama Atıf Yılmaz o gün sete gelmez, yerine asistanı Zeki Ökten’i gönderir. Şoray, Ökten’in otoriter davranışı nedeni ile yapmayı düşündüğü itirazı yapamaz ve sahneyi oynar, Atıf Yılmaz’ın istediği olur. [Bu ara şunu belirtmek gerekir ki, Zeki Ökten, Yeşilçam’da çeşitli yönetmenlere asistanlık yaptıktan sonra 1963’de Ölüm Pazarı adlı filmi ile yönetmenliğe başlar ama devam etmez, hemen filmin peşinden asistanlığa döner ve 1972 ye kadar, -hemen çektiği bütün filmlerde- Atıf Yılmaz’a asistanlık (yardımcı yönetmen-lik) eder, Güllü filmi de bu dönemde yapılan filmlerden biridir.] Atıf Yılmaz 1961 yılında çektiği Kızıl Vazo filmini 1969’da tekrar -bu kez renkli olarak- tekrar çeker. Bir gün sete gelemez, o günkü çekimleri sete gönderdiği Halit Refiğ çeker. İkinci Kızıl Vazo filmi ne Atıf Yılmaz için bir ortak çekimdir, ne Refiğ için çekimine katıldığı bir film. Benzer bir örneği 1958’de Dr. Alyanak’ın Sokak Çocuğu filminin bir kısım sahnelerini çekerek Memduh Ün verir. 1960 (Kemal Film) yapımı Güzeller Resmigeçiti’ni Mehmet Dinler çeker, filmde yer alan “güzellik yarışması” bölümü, Necati İlktaç tarafından gerçek bir “güzellik yarışması”nda çekilmiştir. Bu bölüme Dinler tarafından filmin oyuncusu Türkân Şoray’ın yer aldığı bir bölüm eklenir -bu güzellik kraliçesi yarışmasında Şoray “birinci” olur. Dinler bir kurmaca filmi çeker, İlktaç’ın çektiği ise bir haber / belge film özelliği taşıyan gerçek görüntülerdir. Üsküdar İskelesi (1960) film Suphi Kaner tarafından çekilir (aynı zamanda başrolü oynar) Ertem Göreç ile bir görüşmemizde Kaner’e filmin çekimlerinde yardım ettiklerinden söz etmiştir -ama bunların ne kadarı yönetime yansımıştır, bunca yıl sonra bunu tespit etmek olanaksız-. Aynı filmin afişinin yer aldığı 5555 adlı kitapda, afişte Suphi Kaner yazmasına rağmen, afiş altındaki bilgide yönetmen olarak Hicri Akbaşlı’nın adı vardır ki, bunun sehven yapıldığını düşünüyoruz. Bunlara benzer, şu veya bu şekilde pek çok örnekler olabilir, bunların tümünü, “birden fazla yönetmenli filmler” olarak değerlendirmenin gerekli olduğu kanısında değiliz. Aşağıda ise son yıllarda görülen -iş bölümünün nasıl olduğunu tespit etmenin pek mümkün olmadığı- örnekleri sıralamakla yetindik. Daha sonraki yıllarda, -afiş ve kaynak kitaplarda- çift yönetmenli filmlerin giderek çoğaldığını -ve bunun yukarıda bir çok örneğini gördüğümüz, bir yönetmenin şu veya bu nedenle filmi yarım bırakması üzerine diğerinin tamamlamasına uymadığını- görürüz:

01 – Sınır (1999): Yönetmenler: Yaşar Güner – Gürsel Ateş
02 – Vizontele (2000): Ömer Faruk Sorak – Yılmaz Erdoğan
03 – Kolay Para (2002): Hakan Haksun – Ercan Durmuş
04 –
Sır Çocukları (2002): Aydın Sayman – Ümit Cin Güven
05 – Güneşte Karanlığa Düşer (2003): Yemlihan Adıgüzel – Mehmet Ali Gündoğdu (***)
06 – Hokkabaz (2006): Ali Taner Baltacı – Cem Yılmaz
07 – Beynelmilel (2006): Sırrı Süreyya Önder – Muharrem Gülmez
08 – Kutsal Damacana (2007): Ahmet Yılmaz – Kâmil Aydın
09 – A.R.O.G: Bir Yontmataş Filmi (2007): Ali Taner Baltacı – Cem Yılmaz
10 – Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi (2007): Hasan Yalaz – Emre Akay
11 – Miras (2007): Aydın Sayman – Tarkan Özel – Cem Özel
12 – Son Ders: Aşk ve Üniversite (2007): Mustafa Uğur Yağcıoğlu – Iraz Okumuş
13 – 120 (2007): Özhan Eren – Murat Saraçoğlu
14 – Kara Köpekler Havlarken (2008): Mehmet Bahadır Er – Maryna Gorbach
15 – Destere (2008): Gürcan Yurt – Ahmet Uygun
16 – Sokak (2008): Yasin Korkmaz – Erhan Sönmez
17 – Orada (2008): Melik Saraçoğlu – Hakkı Kurtuluş
18 – Şeytanın Pabucu (2008): Turgut Yasalar – Hilal Bakkaloğlu
19 – Kaybedenler (2008): Hasan Tolga Pulat – Müslim Yazıcı – Engin Kılıçtan – Emre Kavruk – Cenker Egemen (****)
20 – No Ofsayt (2009): Mehmet Bahadır Er – Maryna Gorbach
21 – Ev (2009): Alper Özyurtlu – Caner Özyurtlu
22 – Süpürrr! (2009 ): Selim Çiprut – Yeşim Sezgin – Tılsım Yıldız
23 – İki Dil Bir Bavul (2009): Özgür Doğan – Orhan Eskiköy
24 – Babamın Sesi (2012): Zeynel Doğan – Orhan Eskiköy
25 – Ada: Zombilerin Düğünü (2009): Talip Ertürk – Murat Emin Eren
26 – Moral Bozukluğu ve 31 (2009): Uluç Ali Kılıç – Ali Yorgancıoğlu – Gönenç Uyanık
27 – Adalet Oyunu (2010): Ali Özuyar – Mahur Özmen
28 – Memleket Meselesi (2010): Murat Onkul – İsa Yılmaz
29 – Zenne (2011): Caner Alper – Mehmet Biray
30 – Qüfür (2013): Arafat Şavata – Mustafa Delazy

(*) Filmin başrol oyuncusu Ayhan Işık, yapımcısı ise Be-Ya Film’dir. Ayhan Işık, firma için belirli bir süre için anlaşır fakat film bu sürede bitirilemeyince, Işık başka filmlerde çalıştığı için, sete gelmez. Ve film (Üç Tekerlekli Bisiklet) tatil edilir, yeniden çekimi gündeme geldiğinde Akad başka projeler ile uğraşmaktadır, izni (ve rızası) ile filmi Memduh Ün tamamlar.
(**) Yarım kalan Üç Tekerlekli Bisiklet filminin çekilen bölümlerini seyreden Ün, Akad’ın filmdeki tavrını anladığını söyleyerek eksik kalan bölümleri çektiğini belirtiyor. Bu arada filmin finalindeki kavgalı sahnenin Akad’ın plânlarında olmadığını, burada Akad’ın görüşlerinin dışında çalışma yaptığını belirtiyor. (Lütfi Ömer Akad’ın Sineması / Doç. Dr. Âlim Şerif Onaran s. 93 – 96 özellikle 3. no.lu dip not)
(***) Sinema filmi olarak gerçekleşti mi? Yoksa video filmi? veya TV filmi olarak mı kaldı?
(****) Çalışma yaşamı ile ilgili bu film, çekim ve çekim sonrası işlemleri nedeniyle tamamlandı mı? Şu veya bu şekilde gösterilebilir duruma gelebildi mi?

(19 Haziran 2013)

Orhan Ünser

Hangi Yönetmenin Kaç Çocuğu Var?

* Charlie Chaplin: On bir Çocuklu
* Ken Russell: Sekiz Çocuklu
* Ingmar Bergman: Sekiz Çocuklu
* John Boorman: Yedi Çocuklu
* Steven Spielberg: Altı Çocuklu
* William Wyler: Beş Çocuklu
* Ken Loach: Beş Çocuklu
* Elia Kazan: Beş Çocuklu
* Robert Altman: Beş Çocuklu
* Robert Redford: Dört Çocuklu
* James L. Brooks : Dört Çocuklu
* Mustafa Akkad: Dört Çocuklu
* Blake Edwards: Dört Çocuklu
* Stanley Kramer: Dört Çocuklu
* Milos Forman: Dört Çocuklu
* Laurence Olivier: Dört Çocuklu
* Mel Brooks: Dört Çocuklu
* James Cameron: Dört Çocuklu
* Cecil B. DeMille: Dört Çocuklu
* George Roy Hill: Dört Çocuklu
* John Cassavetes: Üç Çocuklu
* David Lynch: Üç Çocuklu
* Ridley Scott: Üç Çocuklu
* Ivan Reitman: Üç Çocuklu
* Oliver Stone: Üç Çocuklu
* Sydney Pollack: Üç Çocuklu
* Karel Reisz: Üç Çocuklu
* Mike Nichols: Üç Çocuklu
* Francis Coppola: Üç Çocuklu
* Nicholas Ray: Üç Çocuklu
* Philip Noyce: Üç Çocuklu
* John Huston: Üç Çocuklu
* Vittorio De Sica: Üç Çocuklu
* Shohei Imamura: Üç Çocuklu
* Stanley Kubrick: İki Çocuklu
* Victor Fleming: İki Çocuklu
* Andrei Tarkovski: İki Çocuklu
* Tim Burton: İki Çocuklu
* Erich Von Stroheim: İki Çocuklu
* John Frankenheimer: İki Çocuklu
* John Ford: İki Çocuklu
* Sofia Coppola: İki Çocuklu
* Peter Jackson: İki Çocuklu
* Akira Kurosawa: İki Çocuklu
* Nagisa Oshima: İki Çocuklu
* Billy Wilder: İki Çocuklu
* Tony Scott: İki Çocuklu
* Arthur Penn: İki Çocuklu
* Anthony Minghella: İki Çocuklu
* Vincente Minnelli: İki Çocuklu
* Franklin J.Schaffner: İki Çocuklu
* François Truffaut: İki Çocuklu
* Guy Ritchie: İki Çocuklu
* Roman Polanski: İki Çocuklu
* Ang Lee: İki Çocuklu
* Baz Luhrmann: İki Çocuklu
* Sidney Lumet: İki Çocuklu
* Martin Scorsese: İki Çocuklu
* John Milius: İki Çocuklu
* Paul Schrader: İki Çocuklu
* Joseph Losey: İki Çocuklu
* Otto Preminger: İki Çocuklu
* John Carpenter: Bir Çocuklu
* David Lean: Bir Çocuklu
* Bob Fosse: Bir Çocuklu
* Bertrand Tavernier: Bir Çocuklu
* Satyajit Ray: Bir Çocuklu
* Ronald Neame: Bir Çocuklu
* George Stevens: Bir Çocuklu
* Ken Hughes: Bir Çocuklu
* Volker Schlöndorff: Bir Çocuklu
* Margarethe Von Trotta: Bir Çocuklu
* Alfred Hitchcock: Bir Çocuklu
* Federico Fellini: Bir Çocuklu
* George Lucas: Bir Çocuklu
* Sam Mendes: Bir Çocuklu
* Elem Klimov: Bir Çocuklu
* Larisa Shepitko: Bir Çocuklu
* William Friedkin: Bir Çocuklu
* Philip Kaufman: Bir Çocuklu
* Walter Salles: Bir Çocuklu
* Steven Soderbergh: Bir Çocuklu
* Fred Zinnemann: Bir Çocuklu

(16 Haziran 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Aman, Dikkat

23 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul Sultanahmet Meydanında, tarihi, büyük bir protesto mitingi yapılır. Amaç, İzmir’in Yunan-lılarca işgâlini protesto etmektir. Bu mitingde (kara çarşafı ile / yüzü açık) Halide Edip (Adıvar) Hanımefendi de konuşur. Bu miting Malûl Gaziler Cemiyeti adına Cemil (Filmer) Bey tarafından belgesel olarak filme çekilir. O günlerden söz eden birçok kitapta yer alan Halide Edip’in mitingdeki konuşmasının fotoğrafı -sanırım- bu filmden alınmadır. Tarihi bir belge olan bu filmin saklanması ve korunması milli bir görevdir.

Dört yıl sonra -1923 de- Kurtuluş Savaşı bitmiştir, savaş içinde yazılan (yine) Halide Edip’in Ateşten Gömlek filmi (ilk kez) Muhsin Ertuğrul tarafından filme çekilir. (İkinci çevrim 1950’de Vedat Örfi Bengü tarafından yapılacaktır.) 1919’da Sultanahmet Mitingi’nde çekilen film bir belgesel, tarihsel bir filmdir. Sanmıyorum ki o film üzerinde oynanarak, kurgusal olarak değişiklikler yapılmış olsun. Böyle bir müdahale filmi zedelemekten başka bir şey değildir. (Belgesel ve kurmaca olan her iki filmde sessizdir.)

Aradan yıllar geçer, sinemamız gelişir, bir ara doğrudan sesli filmlerde yapılırsa da, sonradan dublaj ile seslendirilmiş filmlerle, 1960 yılına gelinir. 1960 yılının 28 / 29 Nisan günleri öğrenci olayları başlar ve 26 Mayıs 1960 tarihine kadar sürer, o gece, ertesi gün yeni şeylerin olması beklenirken, beklenilmeyen (belki de beklenen ve “geliyorum” diyen) Ordunun yönetime el koyması gerçekleşir. 27 Mayıs sabahı, tüm dengeler değişmiş, öğrenciler meydanlara rahatlıkla çıkmışlardır. 27 Mayıs bir süre Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlanır, sonraları sorgulanmaya başlanan 27 Mayıs Bayram olmaktan da çıkarılır. Ordunun yönetime el koymasından birkaç gün sonra gazetelerde de yer alan bir haberde, 28 Nisan günü başlayan öğrenci hareketleri ve buna bağlı olarak 27 Mayıs’ta sonlanan toplumsal olaylarla ilgili olarak Kanlı Perşembe ismi ile bir film yapılacağı yazıyordu. Bu filmi heyecanla bekledim, fakat hiç bir zaman yapılmadı. Sinemamızın güncel olayları filmleştirmede inanılmaz bir tembelliği vardır, dolayısıyla Kanlı Perşembe de filmleşememiştir. (Çok da iyi olmuştur) Nasıl yapılacaktı, sonraki yıllarda açıktan açığa tartışılan konulara filmde nasıl yer verilecekti?

Yıllar ilerledikçe sinemada (özellikle Televizyon filmlerinde) 27 Mayıs çok sert eleştirilerle ele alınacak, o zaman suçlanan yöneticiler demokrasi kahramanı ilân edileceklerdi. 27 Mayıs’tan hemen sonra başlayan Yassıada Duruşmaları, orduda görevli muvazzaf Muh. Alb. Nusret Eraslan tarafından iki filmlik bir belgesel ile (Düşükler Yassada’da ve Düşüklerin İçyüzü) sinemalaştırılacaktı. Bu filmler -belgesel olmalarına rağmen- (o günlerde bu tarz filmlerin sinemalarda gösterilmesine pek rastlanmazken) sinemalarda gösterilmiştir. (Sonradan bu tutum da 27 Mayıs ile birlikte eleştiri konusu yapılacaktır.) 27 Mayıs günü tutuklanan yüzlerce kişi, mahkemeler sonunda mahkûm olsalar da, sonradan çoğunun tutukluluk / hükümlülük hallerine son verilmiştir. İnfaz edilen üç idam cezası hâlâ tartışılan bir konudur. Bu durumlar karşısında toplum içinde, zamana bağlı olarak çok farklı gözlerle görülen olaylar hakkında -hele sıcağı sıcağına- film yapmak çok riskli bir şeydir.

İmdi, Gezi olaylarının sürdüğü günlerde görüştüğüm sinema ile ilgili bir kişiye orada film çekilip çekilmediğini soduğumda, “çekiliyor” şeklinde cevap aldım. Sinemanın bugün geldiği noktada, kameraların özelliği ile aynı olayı çok farklı şekilde görültülemek mümkün. Gezi sakinleri kendi kameraları ile mutlaka oradan çeşitli görüntüler almışlardır. Profesyonel sinemacıların da bu işi yaptığını düşünüyorum. Hükümetin hazırladığı bir filmde sadece polisin yaptığı temizlik eylemlerinin filme alındığı belirtiliyor, resmi kayıtlara girecek bu film gezi eylemcilerini suçlamak için kullanılacaktır. Aksi görüntüler ise, bazı televizyonlara yansıyan, yabancı kanalların çektiği filmler ise aksi sonuçları doğurabilecektir. Bütün bunlardan sonra bu olayların belgesel filmi yanında mutlaka kurmaca filmlerinin de yapılması yanındayım. AMAN DİKKAT diyorum, çok hassas olan bir konuda olumlu veya olumsuz abartmalarla yapılacak bir (veya bir kaç) film tartışmaların devamından başka bir işe yaramayacaktır.

Olmaması gereken olaylar olmuştur, tabi bunun görselleştirilmesi gerekir, bunlardan yapılacak her tür film ise dediğimiz riskleri taşır. Kimseyi, özellikle “orantısız güç kullanan” güçlerden yana bir yorum (çıkarılabilecek) bir yapımın, olayın -ki tarihte ki yerini almıştır- yanlış değerlendirmesine neden olacağı unutulmamalıdır.

(16 Haziran 2013)

Orhan Ünser

Argo ve Skyfall’dan Sonra Cehennem’in Çekimleri de İstanbul’da Gerçekleştirilecek

Kitapları çok satan Louis de Bernieres’nin “Kanatsız Kuşlar” adlı romanı Türkiye’ye dünyanın her yanından insanların akın akın gelmesine yol açmıştı…

Dan Brown’un yeni romanı “Cehennem”in büyük bölümünün İstanbul’da ve Ayasofya’da geçmesi, üstüne üstlük romanın yakında sinemaya uyarlanacak olmasıysa İstanbul’a ve Ayasofya’ya adeta turist yağdıracak.

“Da Vinci Şifresi” romanı ve filmi de konunun geçtiği Paris’teki Louvre Müzesi’nin ziyaretçi rekoru kırmasına neden olmuştu… Aynı etkileşim “Ramses” serisi romanlarında da yaşanmış ve Mısır’a gelen turist sayılarında tüm rekorlar kırılmıştı.

Türkiye’ye 2012’de 31 milyon 800 binin üzerinde yabancı turist geldiği ve Ayasofya’yı yine geçen yıl 3 milyon 250 bin kişinin ziyaret ettiği açıklanmıştı.

Dan Brown’ın romanları 52 dilde okurlara sunuldu, dünya çapında 300 milyona yakın sattı ve onun kitaplarının sinema uyarlamaları olan “Da Vinci Şifresi-The Da Vinci Code” ve “Melekler ve Şeytanlar-Angels & Demons” dünya sinemalarında 1 milyar 243 milyon dolar hasılat elde etti.

Dan Brown’un yarattığı Harvard Üniversitesi Simgebilim Profesörü Robert Langdon karakteri “Da Vinci Şifresi” ve “Melekler ve Şeytanlar” filmlerinde iki Oscar’lı oyuncu Tom Hanks tarafından canlandırıldı… Tom Hanks bu karakteri “The Lost Symbol-Kayıp Sembol” ve “Inferno-Cehennem” filmlerinde de canlandırmaya devam edecek… Hatta “Cehennem”in kadrosuna Oscar ödüllü Roberto Benigni’nin dahil olması için görüşmeler sürüyor.

Böylece, “Argo”, “Skyfall”, “Taken 2”, “The International” ve “Tinker Tailor Soldier Spy”dan sonra “Cehennem” de İstanbul bir kez daha uluslararası filmlerin gözde mekânı olacak.

Tom Hanks’in “Melekler ve Şeytanlar”dan Kazancı

Tom Hanks sadece “Melekler ve Şeytanlar” filminden 50 milyon dolar elde etmişti.

“Cehennem”in Kapıları Türkiye’ye Açılıyor!

Sanat eserlerini, şifreleri ve sembolleri büyük bir titizlikle araştırarak tüm dünyada fırtınalar koparan eserleri yaratan Dan Brown okurlarını “Cehennem” ile karanlık ve gizemli bir dünyaya sürüklüyor.

“Cehennem”in Konusu:

Harvard Üniversitesi Simgebilim Profesörü Robert Langdon başından vurulmuş bir halde hastane odasında gözlerini açar. Ne buraya nasıl geldiğini ne de nasıl vurulduğunu hatırlamaktadır. Camdan gördüğü manzara karşısında alt üst olan profesör, evinden binlerce kilometre uzakta, Floransa’da olduğunu anlar. Yaşadığı korkunç baş ağrısına eşlik eden tek şey; sürekli kâbuslarında gördüğü kan kırmızısı bir nehrin karşısından kendisine seslenen gümüş saçlı güzel bir kadın ve toprağa baş aşağı gömülü can çekişen bedenlerdir.

Langdon gördüğü kâbusları anlamlandırmaya çalışırken kadın bir suikastçı tarafından takip edildiğini, kendine tedavi uygulayan doktorlardan biri gözlerinin önünde vurulunca anlar. Hastanede görevli diğer doktorlardan biri olan Sienna Brooks’un o ölüm kalım anında kendisine yardım etmesiyle hayatta kalır.

Simgebilim profesörü kendini bir anda ipuçlarını Dante’nin cehenneminde bularak çözmesi gereken korkunç bir senaryonun içinde bulur. Floransa’nın tarih kokan dar sokaklarından Venedik’in muazzam bazilikalarına uzanan semboller zinciri Langdon’ı insanlık tarihini sonsuza dek değiştirebilecek bir mekâna sürükler.

Burası üç imparatorluğun merkezi olmuş, insanlık tarihi kadar eski, dünyanın incisi İstanbul’dur. Ve bu şehirde ya insanlık tarihi baştan sona yeniden yazılacak ya da bunu yazacak hiç kimse kalmayacaktır…

(15 Haziran 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Dünya Çapında En Çok Hayranı Olan Türk Yönetmen Nuri Bilge Ceylan Gezi Parkı Eylemlerini Destekliyor

Gezi Parkı eylemleri ve zaman zaman ortaya çıkan orantısız polis şiddeti Türkiye sinemasının dünya çapında en çok tanınan yönetmeni ve senaryo yazarı Nuri Bilge Ceylan’ın Twitter hesabından “İktidar, kendi sonunu hazırlıyor” notunu yazmasına neden oldu… Nuri Bilge Ceylan, Twitter hesabında Rus düşünür Nikolay Berdyayev’den (1874-1948) alıntı yaparak onun “İktidar, onu kullananı da, ona boyun eğeni de özgürlükten yoksun kılar” sözlerini hatırlattı. Nuri Bilge Ceylan’a göre “Bir ülkede bazı şeyler aynı anda olmaya başlamışsa çok #ACİLDEMOKRASİ’ye ihtiyaç var demektir.”

Metin Erksan’ın Berlin Film Festivali’nde 1964’te büyük ödül Altın Ayı’yı kazanan “Susuz Yaz” adlı filminin yönetmen Martin Scorsese tarafından kurulan “World Cinema Foundation-Dünya Sinema Vakfı” tarafından onarılmış kopyasının “Klâsikleşmiş Filmler” bölümünde gösterildiği 61. Cannes Film Festivali’nde (2008) “Üç Maymun” adlı filmiyle ödüllendirilen Nuri Bilge Ceylan “Bu ödülümü, yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum,” demişti.

Nikolay Berdyayev’den Özgürlük Üzerine Düşünceler

“Özgürlük nihai olandır: herhangi bir şeyden doğamaz, herhangi birşeye eşdeğer olamaz.” Nikolay Berdyayev

“Sıradan insanın özgürlüğü sevdiği şeklinde düşünmek hata olurdu. Bundan daha büyük hata ise özgürlüğün kolay bir şey olduğunu varsaymaktır. Özgürlük güç birşeydir. Köle olarak kalmak daha kolaydır.” Nikolay Berdyayev

Şu An Dünya Çapında En Çok Saygı Duyulan ve Hayranı Olan Film Yönetmenimiz: Nuri Bilge Ceylan

Hülya Avşar, Kenan İmirzalıoğlu ve İlker Aksum, Nuri Bilge Ceylan’ın kendilerine bir rol yazmasını, yönetmenin filmlerinde yer almayı sabırsızlıkla bekleyen yüzlerce oyuncudan sadece birkaçı…

“Uzak” (2003), “İklimler” (2006), “Üç Maymun” (2008) ve “Bir Zamanlar Anadolu’da” (2011) adlı filmleri Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye için yarışmaya hak kazanan yönetmen ve senaryo yazarı Nuri Bilge Ceylan’ın Mayıs 2014 Cannes Film Festivali’nde yeni filmi “Kış Uykusu”yla da büyük ödül Altın Palmiye için yarışması da sürpriz olmayacak.

Türk, Fransız-Alman ortak yapımı olan ve Kapadokya’da çekilen “Winter Sleep-Kış Uykusu”nun “şanslı oyuncuları”ysa Haluk Bilginer, Demet Akbağ ve Melisa Sözen… Bu film Avrupa Sineması’nı destekleyen Eurimages Fonu’ndan 450 bin Euro almaya da hak kazanmış bulunuyor…

Üstelik Nuri Bilge Ceylan “Mayıs Sıkıntısı” adlı filmiyle de Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı adaylığı elde ettiğinden Türk sinemasındaki tüm meslektaşlarından birkaç adım ötede bir kariyere sahip bulunuyor.

Oscar Ödülüne de En Çok Nuri Bilge Ceylan’ın Filmi Yaklaştı

Türk sineması temsilcileri 1964 yılından bugüne kadar yabancı film dalındaki Oscar ödülüne aday adayı olarak 19 film seçti ve bunları yarışması için Los Angeles’a yolladı. 1964’ten bugüne kadar 30 kez Oscar seçmelerine film göndermedik. İlk 19 filmimiz aday olmayı ne yazık ki başaramadı. 19 film arasında Oscar adaylığına en çok yaklaşan Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun”u oldu ve elene elene ilk 9 yabancı film arasına girmeyi başardı…

Nuri Bilge Ceylan’la Cannes Festivali Arasında Eşsiz Bir Aşk İlişkisi Var!

* “Uzak” Cannes’da büyük jüri özel ödülüne ve erkek oyuncu ödülüne (Muzaffer Özdemir ve Emin Toprak) layık bulundu.
* “İklimler” Cannes’da FIPRESCI (film eleştirmenleri) Ödülü’nü elde etti.
* “Üç Maymun” Cannes’da Yönetmen Ödülü’nü kazandı.
* “Bir Zamanlar Anadolu’da” Cannes’dan Büyük Jüri Ödülü’yle döndü.

Nuri Bilge Ceylan’ın En Beğendiği Filmler ve Yönetmenleri:

(Ceylan’ın Eylül 2012 tarihli Sight and Sound Dergisi için hazırladığı liste)

1 – “Mirror-Ayna” / 1975; Andrey Tarkovski (1932-1986)
2 – “Andrey Rublev” / 1966; Andrey Tarkovski
3 – “Tokyo Story” / 1953; Yasujiro Ozu (1903-1963)
4 – “Late Spring” / 1949; Yasujiro Ozu
5 – “A Man Escaped” / 1956; Robert Bresson (1901-1999)
6 – “Au Hasard Bathazar” / 1966; Robert Bresson
7 – “Shame” / 1968; Ingmar Bergman (1918-2007)
8 – “Scenes from A Marriage” / 1973; Ingmar Bergman
9 – “L’Avventura-Serüven” / 1960; Michelangelo Antonioni (1912-2007)
10 – “L’eclisse-Batan Güneş” / 1962; Michelangelo Antonioni

(12 Haziran 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Çam Ağaçlarının Ötesinde Üç Perdelik Trajedi

Derek Cianfrance’in son çalışması ‘Babadan Oğula / The Place Beyond The Pines’, 32. İstanbul Film Festivali’ndeki ilk gösteriminin ardından bu hafta sinemalarda. Amerikan bağımsız sinemasının günümüzdeki en önemli isimlerinden biri olarak kabul ettiğim Cianfrance ile tanışmamız üç yıl öncesine rastlar. Bizde ‘Aşk ve Küller’ adıyla gösterime girmiş bir önceki çalışması ‘Blue Valentine’, 2010 yılının en kayda değer filmlerinden biridir. Şimdiden klâsikleşmeye namzet bu unutulmaz film, kendilerinin bile farkında olmadığı tükenmiş bir evliliği sürdüren çiftin ayrılık hikâyesini, flashback (geriye dönüş) tekniğini ustaca kullanarak aktarır. Yönetmenin ilk filmi değildir ‘Blue Valentine’. Sinemacılık eğitimi aldığı öğrencilik yıllarından ilk denemeleri övgüyle karşılanmış, henüz 23 yaşındayken çektiği 1998 yapımı ‘Brother Tied’, ilk kez görücüye çıktığı Sundance Film Festivali’nde bağımsız sinemanın gelmiş geçmiş en heyecan verici ilk filmlerinden biri olarak alkışlanmıştır. Benzersiz başrol oyuncuları Ryan Gosling ve Michelle Williams’ın maddi manevi katkılarıyla (her ikisi de filmin yürütücü yapımcıları arasındadır) kotarılmış ‘Blue Valentine’ın ardından merakla beklenen yeni filminde yine gözde oyuncusu -Gezi Parkı direnişini sosyal ağ yoluyla ilk günden desteklemiş- Gosling ile çalışmış Derek Cianfrance. (Teşekkürler ‘Ryan’ diyelim, yazımıza devam edelim.)

‘Babadan Oğula’ New York eyaletine bağlı küçük bir yerleşim bölgesi olan Schenectady’yi mekân almış. Bölgeye asıl sahipleri Mohawk’lar tarafından konmuş bir isim bu. Ve filme özgün adını veren ‘çam ağaçlarının ötesindeki yer’ anlamına geliyor. Yönetmen bu zorla gaspedilmiş topraklarda iki kuşak baba oğulun Yunan tragedyalarını andıran pişmanlık ve intikam hikâyesini anlatıyor bu kez. 17 yıla yayılmış uzun bir hikâye bu. Öykü ve senaryo özgün, ilk akla geldiği gibi hacimli bir roman uyarlaması değil izlediğimiz.

‘Blue Valentine’da bir aşkın doğuş ve tükeniş öyküsünü neredeyse bir belgeselci titizliğiyle yorumlamış olan Cianfrance, bu defa çok katmanlı bir suç hikâyesine soyunmuş. Uzaktan bakıldığında huzurlu görünen topraklarda, farklı sınıflardan iki babanın trajik çatışmasının, babaların günahını miras olarak taşıyan bir sonraki kuşağın hikâyesini anlatırken, hırsızlar ve polislerin, kahramanlar ve kötü adamların belirsizleştiği, intikam ve pişmanlığın kesiştiği bir dünyayı başarıyla çizmiş.

‘Blue Valentine’ın sadeliğine zıt bir biçimde, karmaşık bir tema zenginliği var karşımızda bu kez. Bir suç hikâyesi, adalet sistemindeki yozluklar, kuşaklararası hesaplaşma ya da babalık davası gibi yüklü temalar 140 dakikalık bir süreye sığdırılmaya çalışılmış. Zaman zaman bu ele alınanların tümünün hakkından gelinemediği duygusu uyansa da, bir cana kıymanın dayanılmaz ağırlığını yürekten hissettirebilen, anaakım sinemaya göz kırpan, ancak klâsik Hollywood sinemasının tuzaklarına düşmeyen haftanın iyi seçeneklerinden biri ‘Babadan Oğula’. Klâsik müzikseverlere de bir armağanı var. Estonyalı büyük çağdaş besteci Arvo Pärt’in farklı müzik enstrümanlarınca seslendirilmiş tanınmış eseri ‘Fratres’, dokusuna ustaca yerleştirildiği filme çok şey katıyor.

(09 Haziran 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Belçim Bilgin, Behzat Ç.nin İkinci Sinema Filmini Tercih Etti

Göz kamaştıran yükselişini sürdüren Belçim Bilgin (31 Ocak 1983 doğumlu; kova burcu) kariyerini en iyi plânlayan ve yönlendiren oyunculardan biri…

“Hatırla Sevgili”den “Keşanlı Ali Destanı”na kadar çeşitli televizyon dizilerinde de rol alan oyuncu 1.70 boyunda ve 55 kilo…

Çok seçici bir oyuncu olan Belçim Bilgin, Pana Film’in “Ben Onu Çok Sevdim” adlı televizyon dizisindeki Başbakan Adnan Menderes’in opera sanatçısı sevgilisi Ayhan Aydan rolünü geri çevirdikten sonra 2013 yaz aylarında “Behzat Ç.” televizyon dizisinin ikinci sinema filminde rol almaya hazırlanıyor.

1 Kasım 2013’te gösterime sunulması plânlanan “Behzat Ç.: Ankara Yanıyor” ilk “Behzat Ç.” sinema filmi gibi Adam Film yapımı olacak.

Ancak ikinci filmin dağıtımını Fida Film yapacak.

Bilindiği gibi, 28 Ekim 2011’de gösterime çıkarılan, Serdar Akar’ın yönettiği “Behzat Ç.: Seni Kalbime Gömdüm”ü Özen Film işletmiş ve bu filmin Türkiye sinemalarındaki seyirci sayısı da 528 bine ulaşmıştı.

Belçim Bilgin’in Diğer Filmleri

Belçim Bilgin, uluslararası yıldız Monica Bellucci’nin de kadrosunda bulunduğu “Gergedan Mevsimi”nde de başrollerden birini üstlenmişti.

Bilgin, Beren Saat ile “Hatırla Sevgili”, “Güz Sancısı” ve “Gergedan Mevsimi”nde bir araya geldi.

Bilgin, eşi Yılmaz Erdoğan ile “Kelebeğin Rüyası” ve “Gergedan Mevsimi”nde kamera karşısına geçti. Erdoğan “Kelebeğin Rüyası”nın aynı zamanda senaryo yazarı ve yönetmeniydi.

Belçim Bilgin’in Rol Aldığı Filmlerin Türkiye Sinemalarındaki Seyirci Sayıları:

* Aşk Tesadüfleri Sever / 2 milyon 418 bin kişi.
* Kelebeğin Rüyası / 2 milyon 41 bin kişi.
* Kurtuluş Son Durak / 583 bin kişi.
* Güz Sancısı / 576 bin kişi.
* Gergedan Mevsimi / 65 bin kişi.

(09 Haziran 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com