Kategori arşivi: Yazılar

İstanbul Modern’de Hitchcock Şöleni

Sinemateklerin varolmadığı şehrimizde bu ihtiyacı karşılamak üzere birbirinden ilginç retrospektifler düzenleyen birkaç kurumdan biri ‘İstanbul Modern’. ‘Hitchcock 9’, D-Smart sponsorluğunda faaliyet gösteren müze sinemasının British Council işbirliği ile gerçekleştirdiği paha biçilmez son etkinliği.

Program, auteur yönetmenlerin en verimlilerinden Alfred Hitchcock’un sessiz sinemanın altın çağı olarak kabul edilen 1925-1929 yılları arasında ülkesi İngiltere’de çekmiş olduğu ilk dönem filmlerinden 9’unu kapsıyor. Nadir görülmüş bu filmlerin pırıl pırıl dijital kopyaları, İngiliz Film Enstitüsü (British Film Institute) tarafından onarılmış, arşivler taranarak eksik bölümler ilâve edilmiş. Hitchcock’un halen izi sürülmekte olan bu dönemden tek kayıp filmi olan ikinci uzun metrajı ‘The Mountain Eagle / Dağ Kartalı’ (1926) haricindeki tüm yapıtlarından oluşmuş retrospektif, İngiltere ve Şangay’dan sonra üçüncü ayağında bizde gösteriliyor. Sinefiller ve sinema öğrencileri için gerçekten kaçırılmaz bir fırsat bu.

Programdaki filmlerin üç tanesi müzik eklenmiş kopyalardan izlenirken, altı tanesi, sessiz sinema döneminin ritüeline uygun olarak canlı piyano eşlikli olarak gösteriliyor. 07 Kasım Perşembe günü programda yer alan ilk film 1928 yapımı ‘Champagne / Şampanya’, İngiliz sinema tarihçisi Ian Haydn Smith’in sunumu ve İngiliz piyanist John Sweeney’nin mükemmel doğaçlama eşliğiyle sunuldu. Sinema dilini geliştirme yolunda sürekli yeni buluşlar peşindeki genç Hitchcock’un bu sekizinci filminin açılış sekansındaki büyütülmüş şampanya kadehinin içinden yansıyan görüntüler, sinemacının ilk dönem yenilikçi deneyleri arasında en ünlülerinden. Hollywood usulü kamera hareketleri eşliğinde screwball tarzına yakın bir deneme ‘Şampanya’. En dramatik sahnelerde Chaplin tarzı mizahtan geri durmayan ve kariyerinde giderek pişen genç ustanın diyalog ve ara yazıları çok aza indirdiği bir çalışma bu.

‘Downhill / Yokuş Aşağı’ (1927) yine Haydn Smith sunumu ardından müzik eklenmiş bir kopyayla gösterildi. Hitchcock’un bu dört numaralı opus’unda, daha önce ‘Der Letzte Mann’ filminin setinde bulunmuş olduğu ‘Nosferatu’ yönetmeni F. W. Murnau ve ışık / gölge kullanımıyla Alman ekspresyonizminin etkileri özellikle finaldeki düş sekansında açıkça belirgin. Hitchcock, sonraki kariyerinde öne çıkacak olan ‘yanlışlıkla suçlanmış adam’ temasına ilk kez bu filmde yer vermiş. Başrolde sonraları daha çok müzisyen olarak ünlenecek çok yetenekli şarkı sözü yazarı ve film müzikleri bestecisi Ivor Novello’nun yer alması ‘Downhill’in bir diğer özelliği.

Hitchcock’un çok zengin kişilerden pek hazzetmediği bilinir. Yukarda sözünü ettiğim ilk dönemine ait her iki film de parasını kaybetmiş ya da kaybetmiş süsü veren Wall Street’in varlıklı karakterleri üzerine kurulu. Bu filmlerin büyük mali bunalımın hemen öncesi çekildiği düşünüldüğünde, Hitchcock’un hınzırca bir öngörüde bulunduğunu düşünüyorsunuz ister istemez.

Haydn Smith ile Hitchcock’un 50 yıllık muhteşem kariyeri üzerine çok keyifli bir söyleşi sonrası günün son filmi olarak, ustanın sessiz döneminin son filmi olan ‘Blackmail / Şantaj’ (1929) gösterildi. John Sweeney’nin canlı piyano eşliğinde izlenen ‘Şantaj’ın kısmen sesli çekilmiş bir ikinci versiyonu da mevcut. Yine programda yer alan 1926 yapımı ‘The Lodger: A Story of the London Fog / Kiracı: Sisli Bir Londra Hikayesi’ ile birlikte Hitchcock’un ilk döneminin en parlak ürünleri, üstada cinayet ve gerilim filmlerinin ustası ünvanını kazandırmış filmlerinin atası sayılıyor bu iki yapım.

Retrospektifte yer alan ilk Hitchcock filmi ‘Pleasure Garden / Zevk Bahçesi’ (1925) ile ‘The Manxman / Aşk Üçgeni’ne (2009) Hasan Ali Toker; ‘Easy Virtue / Hafif Meşrep’e (1928) Erdem Helvacıoğlu; ‘The Farmer’s Wife / Çiftçinin Karısı’na (1928) John Sweeney piyano ile eşlik ediyor. Programın bir diğer yapımı ise, üstadın özgün senaryosunu bizzat kaleme aldığı tek filmi (retrospektifte yer alan filmlerin önemli bölümünün senaryosu Eliot Stannard‘a aittir) 1927 yapımı ‘The Ring / Ring’.

İnsanoğlunun gri alanlarını didikleyen büyük ustanın olgun döneminin ipuçlarını ve kendine özgü deneysel tarzının evrimini incelemek isteyenler 17 Kasım’a kadar devam edecek gösterimleri kaçırmasın. Programın ayrıntıları ve gösterim çizelgesine sitemiz arşivinin 05 Kasım tarihli haberinden veya istanbulmodern.org adresinden ulaşabilirsiniz.

(08 Kasım 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Fast Food Kültürünü Bombardıman Eden Film: Şişir Beni

En az Michael Moore’un “Fahrenheit 9/11”i kadar değerli ve önemli bir belgesel “Şişir Beni”. Üstelik altı milyon dolara malolan “Fahrenheit 9/11”den çok daha ucuza maloldu. Kimi kaynaklara göre sadece 65 ilâ 75 bin, kimilerine göre 300 bin dolarlık bir bütçeyle gerçekleştirildi. “Şişir Beni”, saygınlığı çok yüksek bir festivalde, Robert Redford tarafından kurulan Sundance’de yönetmen ödülüne layık bulundu ve Oscar ödülü adaylığı elde etti. Ödülleri bununla da bitmiyor. MTV ödülünü de kazandı. “Şişir Beni” 7 Kasım 1970 doğumlu yönetmenine, (Luc Besson’un “Leon”unda görev alan Morgan Spurlock) kısaca söylemek gerekirse, dünya çapında bir saygınlık kazandırdı. “Şişir Beni”, “Hamburger Cumhuriyeti” (Yazan: Eric Schlosser) adlı kitap gibi fast food kültürünü otopsi masasına yatırıyor.

Michael Mann’in “Insider-Köstebek”inde Russell Crowe tarafından canlandırılan Doktor Jeffrey Wigand kadar cesur bir işe soyunan yönetmen çok uluslu şirketlerin insan sağlığı konusundaki vurdumduymazlıklarını, bunların ürettikleri pazarladıkları, sattıkları kimyasal olarak işlenmiş, yüksek yağlı, yüksek tuzlu, yüksek şekerli gıdalarla on milyonlarca insanın yaşam sürelerini nasıl kısalttıklarını bütün çıplaklığıyla sergiliyor. Yine bu film fast food endüstrisi ürünlerinin insan beyninde çikolata-eroin ve sigarayla aynı bağımlılık etkilerini uyandırarak on milyonlarca insanın sağlığını nasıl bozduklarını anlatıyor.

Yönetmen, yaşadıkları aşırı kilo ve obezite sorunlarından McDonald’s’ın ürünlerinin sorumlu olduğunu iddia ederek dava açan ve davaları düşen iki genç kızla ilgili haberin izinden gidiyor. Bunun için de bir ay boyunca üç öğün sadece McDonalds restaurantlarından beslenerek bedenindeki değişimi anı anına filme kaydediyor. Böylece deneyin başlangıcında 83 kilo olan ağırlığı, 12 günde yedibuçuk, bir ayda da 11 kilo artıyor. Vücudundaki yağ oranı yüzde 11’den yüzde 18’e çıkıyor. Bir ayda McDonald’s menülerinden 13,6 kilo şeker ve 5,5 kilo yağ alıyor.

Beslenme uzmanlarına göre yönetmen bir ay boyunca günde üç öğün fast foodla beslenerek aslında sağlıklı bir insanın tam sekiz yılda almasında sakınca olmayan fast food ürününü tüketiyor. Yine filmde beslenme uzmanları bulunduğunuz yere şarbon bombası atıldıysa ya da sağlıklı besinleri bulamıyorsanız fast food ürünleriyle beslenebilirsiniz diyorlar. İyi genlere sahip yönetmenin fast food ürünleriyle beslenmeye başlamasıyla birlikte sağlığı bozuluyor. Bunun en büyük göstergelerinden biri de sağlıklı bir insanda 200 puanın altında olması gereken kolesterolünün 160’lardan 230’lara fırlaması.

Yönetmenin cinsel yaşamı da yeni beslenme rejiminden-alışkanlığından payını alıyor. Yataktaki performansı çok ciddi darbe alıyor. Doymuş yağlar cinsel organındaki kan dolaşımını olumsuz yönde etkiliyor. Cinsel isteği azalıyor. Sevgilisi şöyle diyor: “Seviştiğimiz zamanlarda bir zamanlar olduğu gibi enerjik değil. Ben üstte olmazsam hemen yoruluyor.” Sabah – öğlen – akşam, bir ay boyunca müdahale edilmiş fast food ürünleriyle beslenmek yönetmenin karaciğerini de iflâsın eşiğine getiriyor. Yönetmen fast food ürünleriyle beslenen çocukların karaciğer değerlerinin aşırı alkolden dolayı siroz aşamasına gelen kişilerle aynı olduğunu da belirtiyor.

Amerikalılar son dönemde hem El Kaide’ye ve hem de sigaraya karşı savaş açtı. Ama sigara kadar büyük bir tehlike olan obeziteyi önemsemediler. Oysa obezite bir numaralı önlenebilir katil olan sigarayı bile yakında tahtından indirmeye hazırlanıyor. Amerika’da yılda 400 bin kişi şişmanlığa bağlı hastalıklardan erken yaşta yaşamını yitiriyor. Yüz milyon Amerikalının kilo sorunu var. Yani aşırı kilolu ve obezler. Son yirmi yılda obez çocuk sayısı ikiye katlandı. 1980’den bu yana aşırı kilolu ve obez Amerikalı sayısı da ikiye katlandı.

Yine bu belgeselde anlatıldığına göre Amerikalıların yüzde altmışdan fazlası egzersiz yapmıyor. Bir tek Illionis eyaletinde yuvadan 12. sınıfa kadar beden eğitimi zorunlu. Oysa uzmanlar sağlıklı olabilmeleri için insanların günde en az yarım saat egzersiz yapması şart diyor. “Şişir Beni”den obeziteninin tetiklediği en sinsi hastalıklardan biri olan şeker ya da diyabet için sadece Amerikada yılda 100 milyar dolarlık harcama yapıldığını da öğreniyoruz. Şeker hastalığına 15 yaşından önce yakalanan insanlar da yaşam süresi 17 ila 27 yıl kısalıyor. 17 milyondan fazla Amerikalı ikinci tip şeker hastası. Bu beslenme alışkanlıkları aynen devam ettiği takdirde 2000 yılında doğan her üç çocuktan biri şeker hastalığına esir düşecek. “Şişir Beni”nin yönetmeni her dört Amerikalıdan birinin beslenme ihtiyacını karşılayan fast food endüstrisinin amiral gemisi McDonald’s’ı konu almasının nedenini şöyle açıklıyor:

“Bu şirket çok uzun yıllardır istikrarlı bir şekilde, her yaştaki çocuklara yönelik reklâm, promosyon, tanıtım, pazarlama kampanyalarına ağırlık veriyor. Özellikle onları hedefliyor.” Amerikalı bir çocuk yılda on bin kadar reklâmın saldırısına uğruyor. Bunlardan dokuz bin beş yüzü kimyasal işlemden geçmiş yiyeceklere ait. McDonald’s’ın yüzü aşkın ülkede otuz bin restaurantı var. Her gün kırkaltı milyon insan beslenme ihtiyacını McDonald’s’lardan karşılıyor. McDonald’s Amerikada fast food pazarının yüzde kırküçünü elinde tutuyor. “Şişir Beni”de kimi hastahanelerin içinde bile McDonald’s restaurantlarının olduğuna da dikkat çekiliyor. McDonald’s’ın Super Seçim menüsündeki Coca Cola, kızartılmış patates ile Big Mac toplam 1302 kalori ve 44,1 gram yağ içeriyor. Fast food zincirleri genetik olarak göğüsleri büyütülmüş, hormonlu tavukları çok karmaşık işlemlerden geçirerek müşterilerine sunuyor.

McDonald’s ve Pepsi’nin Amerikadaki toplam reklâm bütçesi ikibuçuk milyar doları geride bırakırken sebze reklâmları için bu rakamın binde biri bile harcanmıyor. Amerikada üç milyon kola makinesi var. Benzin istasyonlarında benzinden çok kola ve şeker satılıyor. Amerikan Kongresi bu yıl fast food şirketlerine istediklerini altın tepsi içinde sundu. Artık dokunulmazlık zırhı kazandılar. Yeni yasa onların ürünlerini tükettiğinden dolayı sağlığını yitirdiklerini ileri sürerek şikâyette bulunanlara, hukuki yollara başvuranlara karşı adeta koruyucu bir Çin seddi.

(07 Kasım 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Gençliğe ve Cinsel Özgürlüğe Adanmış Bir Başyapıt

‘Mavi En Sıcak Renktir’ sadece içinde bulunduğumuz yılın değil, son dönemin en etkileyici filmlerinden biri. 66. Cannes Film Festivali’nin tartışmasız galibi olarak ayakta alkışlanan, Steven Spielberg başkanlığındaki Cannes jürisinin, festival tarihinde bir ilk olarak büyük ödül Altın Palmiye’yi yönetmen Abdellatif Kechiche ve iki muhteşem oyuncusu Adèle Exarchopoulos ve Léa Seydoux’ya birlikte takdim ettiği bu soluk kesici başyapıt, birçok yerde olduğu gibi bizde de İngilizce adının (Blue Is the Warmest Color) çevirisiyle gösterime giriyor.

Baş karakterlerden birinin ismini taşıyan özgün adıyla ‘Adèle’in Yaşamı-Bölüm 1 & 2 / La Vie d’Adèle-Chapitre 1 & 2’, iki genç kızın derin aşklarının hikâyesi. Cinsel olgunlaşma sürecindeki liseli Adèle, güzel sanatlar okuyan kendisinden yaşça büyük Emma ile karşılaştığında hayatı değişir. Mavi saçlı Emma ona aşkı ve arzuyu tattıracak, Adèle’i yetişkin bir kadın yapacaktır. Tunus asıllı sinemacı, iki kadının tutkulu birlikteliğini cesur sahneler aracılığıyla anlatırken, eşcinsel aşkı herhangi bir aşk hikâyesi olarak vermeyi seçmiş. ‘Adèle’in Yaşamı’nın Cannes ödülü, aynı günlerde Fransa’da yasallaşmış eşcinsel evliliği onaylayan kanunu protesto eden muhafazakâr direnişe bir şamar niteliğinde görülmüş olsa da, Kechiche’in filmi salt bir lezbiyen aşk hikâyesi tanımlamasının çok ötesinde, gençliğe ve cinsel özgürlüğe adanmış bir çalışma. ‘Tunuslu olduğum kadar Fransızım’ diyen yönetmen Kechiche, Cannes kapanış gecesindeki duygu yüklü konuşmasını, ödülünü kendisine özgürlük ruhunu öğreten Fransız gençliğine ve de kendilerini daha özgürce ifade edebilmek ve özgürce sevebilmek için mücadele veren Tunus’un devrimci gençliğine adayarak bitirir. ‘Tunuslu gençler özgür olma, kendilerini ve aşklarını tam bir özgürlük içinde ifade etme arzusuna sahipler’ şeklinde ifade eder duygularını. ‘Cinsel özgürlük olmadan devrim devrim olmuyor’ şeklinde ilâve eder söyleşilerinde.

Abdellatif Kechiche (soyadı ‘Keşiş’ olarak okunuyor) tüm eserinde kendine özgü ritmini koruyan bir sinemacı. Cannes’daki kapanış konuşmasında, yaptığı her işte ‘vakte ve zamana ihtiyaç duyduğunu’ belirtmişti. Örnek aldığı büyük Japon usta Ozu’nun yapıtları gibi insan doğası üzerine müthiş bir gözlem içeren filmlerinin süreleri oldukça uzun (‘Mavi En Sıcak Renktir’ tamı tamına üç saat sürüyor). Sıkça kullandığı omuz kamerası ve yakın plânlarla karakterlerinin duygu dünyalarını son derece etkileyici biçimde ifade etmesi hayranlık uyandırıcı.

Tiyatro ve sinema oyunculuğundan kamera arkasına geçmiş Kechiche’in Cannes’ı ayağa kaldıran başarısı onun sinema kariyerini takip edenler için hiç de rastlantı değil aslında. Adèle’in hikâyesininin öncülü sayılabilecek 2003 yapımı ‘Kaçak / L’Esquive’de varoş yaşamından hareketle genç kuşakları anlamaya çalışır yönetmen. Bunu çete tecavüzleri, uyuşturucu, peçeli kızlar ya da zorlanmış evlilikler üzerinden değil de, çoğu Müslüman liseli gençlerin Marivaux’nun ‘Le Jeu de L’amour et du Hasard’ (Aşkın ve Tesadüfün Oyunu) adlı eseri sahnelemeleri aracılığıyla yapar. Varlıklı ve seçkin sınıfın zevklerine uygun, ağdalı bir dille yazılmış, aynı zamanda bu üst sınıfın hal ve tavırlarını alaya alan Marivaux’nun metni aracılığıyla sınıf ilişkilerini irdeler, toplumun alt tabakasından gelen gençlerin yüksek kültür ve estetik değerlerle ilişkileri üzerine kafa yorar. Burada aracı edebiyat öğretmenidir. Bu vesileyle, tutkulu performans sanatçıları olarak adlandırdığı öğretmenlere saygı duruşunda bulunur Kechiche.

Yönetmenin Marivaux üzerinden gençlerin izini sürmesi ‘Adèle’in Yaşamı’nda da sürüyor. Charles Baudelaire lisesi öğrencisi Adèle ile arkadaşlarını yine derslerdeki Marivaux tartışmaları üzerinden anlamaya çalışıyor. Adèle’in aşkla büyüme öyküsünü kurgularken, yazarın bir başka eseri (La Vie de Marianne / Marianne’ın Yaşamı) üzerinden, öksüz Marianne ile hayatın ve aşkın getirdiklerine karşı cesaretini yitirmeyen kararlı Adèle arasında paralellik kurduğunu belirtiyor.

Adèle’in Yaşamı’na esin kaynağı olmuş Julie Maroh imzalı çizgi roman karakterinin Clementine olan isminin Arapça ‘Adalet’ anlamına gelen ‘Adèle’ olarak değişmesi de tesadüf değil kuşkusuz. ‘Adalet’, yönetmenin gözde temalarından birisi çünkü. Tüm yapıtı İstanbul Film Festivali programlarında yer almış bulunan sinemacının ilk yönetmenlik deneyimi ‘Kabahat Voltaire’de / La Faute A Voltaire’ (2000), Paris’te zor bir yaşam sürdüren Afrika kökenli yasadışı mülteciler üzerinedir. Voltaire’in torunlarının özgürlük ve insan hakları ülkesi olarak övündükleri çağdaş Fransa ile dalgasını geçerken, Candide’in çağdaşı Tunuslu göçmen Jallel’in apar topar sınır dışı edilmesiyle tartışmaya açtığı özgürlük ve adalet mücadelesinin sözcülüğünü yapmaktadır Kechiche. Daha sonra sırasıyla, 2007 Venedik Şenliği’ni ayağa kaldıran unutulmaz kuskus güzellemesi ‘Balıklı Bulgur / La Graine et Le Mulet’ ile, 35 yıllık hizmetinin sonunda paçavra gibi bir kenara atılmış Kuzey Afrika kökenli göçmen Süleyman’ın şahsında işçi sınıfının çığlığını duyurur. 2010 yapımı ‘Siyah Venüs / La Vénus Noire’, 19. yüzyıl başlarında Londra ve Paris’te ucube olarak sergilenen Güney Afrika’nın ‘Hottentot’ kabilesinden dev boyutlu Saartjie Baartman’ın gerçek öyküsünden hareketle sömürü düzenini kıyasıya eleştiren bir insan hakları manifestosuna dönüşür.

Kechiche’in sınıf ilişkileri üzerine söylemi ‘Adèle’in Yaşamı’nda da sürmekte. İşçi sınıfından bir aileye mensup Adèle’e karşılık, entelektüel bir çevreden gelen Emma’nın çatışması toplumsal baskıdan değil, bireylerin sınıfsal farklılıklarından doğan kültürel ayrılıklardan kaynaklanıyor. Bu da, geçici deli tutkunun, sınıfsal kültürel değerlere çarparak tuzla buz olduğu benzer kırık aşk hikâyelerini getiriyor aklımıza. Goretta’nın ‘Dantelci Kız / La Dentellière’i ya da Fassbinder’den ‘Özgürlüğün Zorbalık Hakkı / Faustrecht der Freiheit’ gibi. Ancak yaşamı ve mücadeleyi seçecek olan Adèle’in hikâyesi daha farklı bir yolda ilerleyecektir. Öğretmenliğe yeni başlayan ve ilk aşkının hüznünü taşıyan Adèle’in geleceği nasıl şekillenecek, bunu henüz Kechiche de bilmiyor. Truffaut’nun Antoine Doinel serisi benzeri, öykünün devamı bir sonraki filminde, üçüncü ve dördüncü bölümlerde belki.

‘Mavi En Sıcak Renktir’ kolay rastlanmayacak güzellikte filmlerden. Gençliğe, aşka, cinsel özgürlüğe adanmış, sınıfsal kodlar, sanat ve iktidar ilişkileri üzerine çok katmanlı okumaya açık sarsıcı bir başyapıt. Beyazperdede izlemeyi ihmâl etmeyin.

(07 Kasım 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bizim Harry Bildiğiniz Gibi

Önce dizi, sonra sinema dünyamızın antikahramanı; 70’lerin ünlü Kirli Harry’siyle de akrabalık bağları bulunan Behzat Ç., onca entrika, küfür ve kıyamet arasında, öncülünün paranoya duygusuna da ortak olarak “derin sularda” yüzmeye devam ediyor.

Ünlü polisimizin serüvenleri, bir paradoksun ürünü aslında. Zamansız tamamlanan yolculuk, biraz da zorunlu biçimde yeni mecrasında yol almakta. Karakterin 21. yüzyıl Türkiye’sinin çok kanallı “çağdaş” TV kanallarında var olmasının olanak(sızlık)ları bir yana, görünümüne “sinemasal bir karizma” kazandırdığı da muhakkak. Bu birinci nokta. Bir diğer unsur ise, Ç.’nin tutmaya çalıştığı safla âlâkalı. Öyle ya, yakın dönemin en tartışmalı toplumsal olaylarından birini fon alacak, bunu “teşkilâttaki çürümeyle” beraber kavramayı deneyecek ve bütün süreci bir kanun adamını özne kılarak irdelemeye çalışacaksınız. Olasılıkla bunu Ç.’den başkası yapamazdı; çünkü o kanunları, olanca kanundışılığıyla temsil ediyor ve bu yaklaşım, geniş kitlelerin gözünde kahramanı kahraman yapmaya yetiyor. Bir başka deyişle Harry, arkasına aldığı 70’lerdeki toplumsal çürümeyi “kendi yöntemleriyle” teşhire soyunurken, Ç.’yi doğuran nedenlerin uzağına düşmüyor. İkincisinin öncülüyle “bireycilik” konusunda girdiği dirsek teması aşikâr; ne var ki “muhalifliği” konusunda ondan bir adım daha ileride olduğu söylenebilir. (Uzun ve çok daha farklı bir yazının konusu olabilecek bu karşılaştırmayı, Ç’nin “direnenlere selâmı” ile noktalayalım.)

Bu tespitler bir yana, kahramanımızın ikinci sinema macerasının bir dizi problem içerdiğini söylemek mümkün. Uzunca bir süredir ortalarda görünmeyen ekip üyelerine duyulan özlemi giderme çabası, senaryonun en büyük zaafını oluşturuyor. Olay örgüsü, gerçekliğini yitirme pahasına, bu serüvende kartona dönüştüklerini üzülerek gözlemlediğimiz ekip
üyelerinin gerisine düşüyor, işlevini yitirme tehlikesi gösteriyor. Gücünü onların varlığından alan ve kimi anlarda -bilinçli bir tercihle- parodiye dönüşen bu mesele (ekibin farklı birimlerdeki serüvenlerini hatırlayalım) ana konunun aleyhine gelişiyor, esas mevzu tam manasıyla işlenemediğinden olsa gerek, izleyiciyi hayrete düşürmesi gereken finalde dahi beklenen etkiyi gösteremiyor. (Behzat’ın olayları bir araya getirerek çözdüğü “büyük mesele”nin seyircinin çoğunluğu tarafından çok önceden farkedilmesi bunun en somut örneği.)

Sözü edilen sorunlar dışında filmin gözardı edilmemesi gereken bir karşılığı da var. İster oryantalist, ister de gerçekçi bir bakışla, sinemamızın genel eğilimlerine “dışarıdan” bir bakış atalım. Son festivaller dolayısıyla bolca tartıştığımız “sanat sinemamızın” hali ortada. Popüler sinemanın ortaya koyduğu tablo ise melodramatik aşk öykülerinden parodi geleneğini bir türlü kıramayan “komik” serüvenlere doğru tanıdık bir seyir izlemeyi sürdürüyor. Bunca toplumsal hareketlilik, gerilim ve kamplaşmalar, siyasetin sokaktaki yansıması, ekonomik gelişmeler ve kültürel kırılmanın karşılığı ise sinemasal zeminde kocaman bir boşluğa tekabül ediyor. Böylesi dönemlerde, kavrayışı yeterince gerçekçi olsun ya da olmasın, derdini tam manasıyla iletsin veya iletemesin ülkenin genel gidişatına yönelik en küçük bir “anlama / aktarma” çabası dahi yeterince saygıdeğer değil mi? Galiba Ç.’deki yeni komiser ve odacısı, hayatını kaybeden eylemci ve hatta kimliği alabildiğine belirsizleştirilmiş “derin” adamlar, böylesi bir sanatsal iklimde lüzumundan çok daha fazla şey fısıldıyor kulaklarımıza.

Bu “küçük” çaba bile Behzat Ç.’yi anlamlı kılmaya yetip artıyor.

(05 Kasım 2013)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

İnsan Endişeden Yaratılmıştır

Euripides’in başlıkta yer alan tümcesiyle açılıyor ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’. Sinemamızın son dönem en yaratıcı isimlerinden Onur Ünlü’nün bu yeni çalışması, Fars dilinin usta şair filozofu Sadi-i Şirazi’nin ‘bir dirhem et, birkaç damla kan, bir yığın endişe’ olarak tanımladığı insanoğlunun varoluş sorunsalı üzerine.

Mekân bu kez şirin bir Ege kasabası. Ünlü’nün babasının memleketi Akhisar’da yaşayan kasabalıların her birinin olağanüstü güçleri var. Kimi duvarın içinden geçebiliyor, kimisi eliyle ateş ediyor, akıl almak için başvurulan öğretmen ironik bir biçimde görünmezdir vs. Öykünün merkezindeki, yan hakemlik de yapan berber Cemal, duvarların ardını görebilme özelliğine sahiptir. Ancak bu özel güçler, karton Hollywood süper kahramanları gibi huzur getirmez onlara. Yaşamın anlamı ya da anlamsızlığı üzerine derin derin düşünür Cemal. ‘Sen de sonunda ölecek olan birisin. Bu dünyanın derdini çözmenin imkânı yoktur’ gibisinden lâflar eder. Ünlü’nün sözleriyle “İnsan dünyaya fırlatılıp atılmıştır ve çaresizce debelenmektedir. Bundan dolayı temel duygusu ‘ayrılık’ bunun tezahürü de ‘hüzün’dür. İnsan yabancılaşınca güler, ancak anlık yabancılaşma onu hüznünden koparmaz”.

Bu söylem doğrultusunda trajik olanla komik olan iç içedir Ünlü’nün yapıtında. Yönetmen önce kasabalıların hikâyesini kurmuş. Ve dramatürjik açıdan sağlam bu öykünün içine fantastik unsurları yerleştirmiş. Böylece trajik olanla komik olanın birlikte akmasını sağlamış. Fantastik unsurlar filmin görselliğini de büyük ölçüde beslemiş. İnsanoğlunun acıklı ve komik yanını birlikte ele alırken, kendine özgü absürdünden büyük destek almış Ünlü. Ve bu absürdü, metaforların düz anlamıyla kullanılmasıyla gerçekleştirmiş çoğunlukla. Devamlı dert dinleyen doktor İrfan düz anlamda kan ağlıyor. Defne ile Cemal’in başlarına taş yağıyor. Ya da iki sevgili aşık olduklarında mutluluktan fiziki olarak havaya uçuyorlar vs.

Onur Ünlü yönetmen olduğu kadar yazar olarak da önemli bir isim. Bu son çalışması, Shakespeare’in 28 numaralı sonesindeki bir dizeden (‘when sparkling stars twire not thou gild’st the even / yıldızlar kör olduğunda sen aydınlatırsın geceyi’) aldığı isminden başlayarak edebi bir tad vaat ediyor. Örneğin, Cemal’in yetim öksüz fabrika kızı Yasemin’den Shakespeare dizeleriyle özür dilediği sahne ‘Romeo ve Juliet’in balkon sahnesine gönderme. Ancak Cemal’in elinde işkembe torbasıyla sahneye dalması şiirsellik ve mizahın Ünlü usulü kıvamında dengelenmesini sağlamış.

Şehrin çılgın kalabalığından ve gürültüsünden uzakta, olabildiği en kendine yakın halinde, huzurlu ve dingin gözüken bir doğal kasaba ortamında bile varoluş endişesiyle debelenen karakterlerinin hikâyesi için özellikle Akhisar’ı seçmiş Ünlü. Filmin mükemmel siyah-beyaz estetiği yine kendi tercihi. İnsanoğlunun bu komik olduğu denli hüzünlü hikâyesinin karakterleri, dört başı mamur bir oyuncu kadrosu tarafından canlandırılmış. Başta berber Cemal’de harika Ali Atay ve Yasemin’de Demet Evgar olmak üzere, ‘Leyla ile Mecnun’ ekibine ilâveten irili ufaklı yan rollerde gözüken Ercan Kesal, Nadir Sarıbacak, Tansu Biçer, Ezgi Mola gibi önemli isimlerin katkılarıyla toplu bir oyunculuk şöleni izliyoruz. 32. İstanbul Film Festivali En İyi Film, senaryo ve kurgu ödüllü ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’, ülkemiz sinema hasadının bu yılki en parlak örneklerinden biri. Kaçırmayın.

[‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul’da Beyoğlu Beyoğlu; Kadıköy Rexx; Altunizade Capitol Spectrum; Ankara’da Kızılay Büyülüfener Sinemaları’nda; ‘Onur Savaşı / Jagten’ ve ‘Frances Ha’ ile birlikte dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir. Diğer iki filme ait yazılarıma (*) sadibey.com arşivinden ulaşabilirsiniz.]

(*) Onur Savaşı / Frances Ha

(04 Kasım 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Frances’in Tek Kişilik Dansı

‘Frances Ha’ çağdaş Amerikan bağımsız sinemasının güçlü örneklerinden biri. Üniversite eğitiminin ardından New York sokaklarını mesken tutmuş 27 yaşındaki taşra kökenli genç bir kadının büyük şehirde varolma savaşı izlediğimiz. Güvenli aile kucağından uzakta, aynı evi paylaştığı Sophie’ye sırtını dayamıştır Frances. ‘Artık seks yapmayan lezbiyen bir çift gibiyiz’ diye tanımlar birlikteliklerini. İki genç kadının büyük hayalleri vardır. Dünyayı ele geçireceklerdir. Kankasını yalnız bırakmamak için birlikte olduğu erkek arkadaşından bile vazgeçer Frances. Ancak Tribeca’da başka bir evi paylaşma uğruna, Sophie kolayca satar yakın dostunu, daha sonra da kariyeri sağlam adımlarla ilerleyen bir adamla evlenmeye karar verir. Frances kaldığı yerden tek başına devam edecektir. Tutkulu olduğu modern dans kariyerinde yükselmeyi, asistan dansçı olarak çalıştığı performans grubunun asli üyesi olmayı hedeflemektedir. Lakin büyük şehrin rekabeti de büyüktür. Başka dostlukların izini sürer. Parasız kalır. Çok bunaldığında Sacramento’daki aile ocağına sığınır. Ne var ki taşranın huzurlu olduğu denli boğucu atmosferi ona göre değildir artık.

Amerikan bağımsız sinemasının saygın isimlerinden Noah Baumbach, metropolün acımasız rekabet ortamında varolma mücadelesi veren çağdaş genç kuşağın hikâyesini özellikle siyah beyaz çekmiş. Renkli ışıklar altındaki New York’ta gencecik insanların at yarışı misali koşuşturmaları o denli renkli değil çünkü. Biraz mizah, biraz hüzün, çokça da yalnızlık içeriyor. Hikâye büyük ölçüde Frances’i canlandıran Greta Gerwig’in özyaşamsal anılarından beslenmiş. Baumbach’ın bir önceki çalışması, Ben Stiller’lı ‘Greenberg’de (2010) uzun süreli ilişkisinden yeni çıkmış tedirgin Florence olarak izlediğimiz yetenekli genç oyuncu bu defa, en sıkıntılı anlarında bile tebessümü yüzünden eksilmeyen Frances’te harikalar yaratırken senaryonun da ortağı olmuş.

Metropol cangılında uğraş veren genç kuşağın hikâyesi derken, halen Digiturk’te yayınlanmakta olan ve otobiyografik hikâyesi büyük ölçüde yaratıcısı ve baş oyuncusu olan bir başka New York savaşçısı Lena Durham’ın anılarından kaynaklanan ‘Girls’ adlı diziden söz etmemek olmaz. Dizinin ‘Hepimiz, bizi istemeyen bu şehrin gönüllü kölesi olmuşuz’ diye dertlenen Hannah’sı ile Frances bir elmanın iki yarısı gibiler. Lena Durham’ın ya da dizideki adıyla Hannah’nın erkek arkadaşı rolündeki Adam Driver’ın Baumbach’ın filminde Frances’in ev arkadaşlarından biri olarak benzer bir karakterde boy göstermesi ise hoş rastlantılardan bir diğeri.

Siyah-Beyaz ‘Frances Ha’, bağımsız sinemanın atası ‘Yeni Dalga’ akımının benzersiz örneklerine saygı duruşunda bulunmayı da ihmal etmemiş. Truffaut imzalı ‘400 Darbe / Les Quatre-Cent Coups’nun ünlü tema müziği ‘L’Ecole Buissonnière’, aralarında Godard’ın ‘Le Mépris* / Nefret’inden Camille’in temasının da bulunduğu Georges Delerue melodileri ses kuşağında yankılanıyor.

Bunca detayın ardından Frances’in ‘Ha’sı ne anlama geliyor diye merak ettiyseniz o da sürpriz olarak kalsın. Frances’in varolma mücadelesi metaforuna güzelim final sahnesinde kendiniz tanık olun.

(Frances Ha, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul’da Beyoğlu Beyoğlu; Kadıköy Rexx; Altunizade Capitol Spectrum; Ankara’da Kızılay Büyülüfener Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.)

* Küçümseme

(30 Ekim 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Oscar Ödüllerinden Payını Alması Beklenen İki Film: The Wolf of Wall Street ve Butler

Yönetmen dalında yedi kez Oscar adaylığı elde eden ve bir Hong Kong filminin yeni çevrimi olan “Departed-Köstebek”le Oscar’ı kazanan Martin Scorsese yeni filmi “The Wolf of Wall Street”le birçok dalda Oscar adaylığı elde edeceğe benziyor.

“The Wolf of Wall Street”, bir güveni kötüye kullanma öyküsü… Gerçek bir yaşam öyküsüne ve iki anı kitabına dayanıyor. Hırslı, açgözlü, açıkgöz, insanları aldatmaktan daima büyük bir haz duyan Jordan Belfort (1962 doğumlu) yüksek miktarda para sahibi olabilmek için yapmayacağı düzenbazlık olmayan ve bunun bedelini ödemeye de hazır bir borsacıdır. Kanunları çiğneyerek, insanları aldatarak elde ettiği büyük serveti günü gününe harcamayı da ihmal etmez. Uyuşturucu kullanır, lüks hayatın, tatlı hayatın ve saatlik ücreti cep yakan fahişelerin bağımlısıdır.

Oliver Stone’un “Wall Street-Borsa” ile “Wall Street: Money Never Sleeps-Borsa: Para Asla Uyumaz”ıyla ve Steven Spielberg’ün “Catch Me If You Can-Sıkıysa Yakala”sıyla akrabalıkları olan bir yapımla karşı karşıyayız.

“The Wolf of Wall Street” yönetmen Martin Scorsese ve oyuncu Leonardo DiCaprio’nun beşinci işbirliğidir.

“What’s Eating Gilbert Grape” (1993), “The Aviator” (2004), “Blood Diamond” (2006) ile Oscar adaylığı kazanan oyuncu Leonardo DiCaprio bu filmin aynı zamanda yapımcıları arasında.

Oyuncu kadrosunda “The Artist”le Oscar kazanan Fransız Jean Dujardin de var. Bütçe: 100 milyon dolar. Türkiye Gösterim Tarihi: 15 Kasım 2013

Küresel Süperstar Leonardo DiCaprio’nun Film Film Kazançları:

* The Basketball Diaries / 1 milyon dolar
* J. Edgar / 2 milyon dolar
* Titanic / 2 buçuk milyon dolar
* The Beach / 20 milyon dolar
* Catch Me If You Can / 20 milyon dolar
* The Aviator / 20 milyon dolar
* The Departed / 20 milyon dolar
* Blood Diamond / 20 milyon dolar
* Inception / 59 milyon dolar

Scorsese ve DiCaprio’nun Diğer Ortak Filmleri:

* New York Çeteleri-Gangs of New York / Bütçe: 97 ila 100 milyon dolar/Dünya sinema hasılatı: 193 milyon dolar.
* Göklerin Hakimi-The Aviator / Bütçe: 110 milyon dolar/Dünya sinema hasılatı: 213 milyon dolar.
* Köstebek-The Departed / Bütçe: 90 milyon dolar/Dünya sinema hasılatı: 289 milyon dolar.
* Zindan Adası / Bütçe: 80 milyon dolar/Dünya sinema hasılatı: 294 milyon dolar.

Scorsese’nin Ödülleri:

* En iyi filmlerinden “Taksi Şoförü-Taxi Driver”la Oscar ödülüne aday olamaması tam bir skandal olarak kabul edilmektedir.
* “Raging Bull”, “Günaha Son Çağrı-The Last Temptation of Christ”, “Sıkı Dostlar-Goodfellas”, “New York Çeteleri-Gangs of New York”, “Göklerin Hakimi-The Aviator”, “Köstebek-The Departed”, “Hugo”yla Oscar adaylığı elde etmiş ve “Köstebek”le Oscarı kucaklamıştır.
* Cannes Festivali’nde “Geç Saatler-After Hours”la yönetmen, “Taksi Şoförü”yle Altın Palmiye ödülünü kazanmıştır.
* “Geç Saatler”, “Kahkahalar Kralı-The King of Comedy” ve “Alice Artık Burada Oturmuyor-Alice Does’nt Live Here Anymore” adlı filmleri de Altın Palmiye adaylığı elde etmiştir.

Obama’yı Ağlatan: “The Butler”

Başkan Barack Obama’yı hüngür hüngür ağlatan ve otuz milyon dolara malolan “The Butler” adlı filmin 02 Mart 2014’te sahiplerini bulacak Oscar ödüllerinde pek çok dalda adaylık kazanması bekleniyor… Filmin sinema hasılatı bu satırlar yazıldığında 130 milyon doları geride bıraktı.

“The Butler”, 1952’den 1986’ya kadar otuz dört yılda Beyaz Saray’da sekiz başkana hizmet eden Cecil Gaines adındaki uşağın gözünden yakın Amerikan tarihini konu alıyor.

Filmin yapımcıları arasındaki Laura Ellen Ziskin, 2011’de erken yaşta (61) kanserden ölmüştü. “The Butler” yılın en iyi filmi Oscar’ını elde edebilirse Ziskin öldükten sonra Oscar kazanan filmciler arasındaki yerini alacak. Ziskin vefat ettiğinde “Julia” ve “Ordinary People” filmlerinin senaryolarıyla iki Oscar heykelciği sahibi olan Alvin Sargent ile evliydi.

“The Butler”da Beyaz Saray çalışanı Cecil Gaines’ı “The Last King of Scotland-İskoçya’nın Son Kralı”ndaki Uganda diktatörü İdi Amin rolüyle Oscar kazanan Forest Whitaker, onun eşi Gloria’yı Oprah Winfrey canlandırdı.

“The Butler”ın Dev Oyuncu Kadrosunda Başka Kimler Var?

* “Julia”yla Oscar kazanan Vanessa Redgrave.
* “Jerry Maguire”la Oscar kazanan Cuba Gooding Jr.
* “Hustle & Flow-Sahne Ateşi”yle (Filmin Türkiye’deki DVD adı) Oscar adaylığı elde eden Terrence Howard.
* “Klute-Fahişe” ve “Coming Home-Eve Dönüş”le iki Oscar kazanan Jane Fonda (Başkan Reagan’ın Karısı Nancy rolünde).
* “Good Will Hunting-Can Dostum”la Oscar kazanan Robin Williams (Başkan Eisenhower rolünde)
* “High Fidelity-Sensiz Olmaz”la Altın Küre’ye aday olan John Cusack (Başkan Nixon rolünde).
* TV dizisi “Rasputin”deki rolüyle Altın Küre kazanan Alan Rickman (Başkan Reagan rolünde)
* James Marsden (Suikaste kurban giden Başkan Kennedy rolünde)
* Minka Kelly (Başkan Kennedy’nin eşi Jacqueline rolünde)
* Chloe Barach (Kennedy çiftinin şu sıralar Japonya’ya ABD büyükelçisi atanan küçük kızı Caroline rolünde)
* TV dizisi “RKO 281”de Orson Welles’i canlandırarak Altın Küre ödülüne aday gösterilen Liev Schreiber (Başkan Johnson rolünde)
* Nelsan Ellis (Afrika kökenli Amerikalıların hakları için mücadele ederken 1968’de suikaste kurban giden Martin Luther King Jr. rolünde)

Amerika Birleşik Devletleri’nin En Etkili Kadını: Oprah Winfrey

Oprah Winfrey, Hillary Clinton ve Barack Obama’nın Demokrat Parti’nin başkan adaylığı için yarışında Obama’yı destekleyerek tarihte ilk kez bir Afrika kökenli Amerikalının Beyaz Saray’a seçilmesinde büyük rol oynamıştı; Winfrey’in tercihi Amerikalıların ilk kadın başkanlarını seçmesini de ileri bir tarihe ertelemiş oldu!

Yaklaşık üç milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zengin 500 kişisi arasında yer alan Oprah Winfrey bu servetini “The Oprah Winfrey Show”a borçlu. Bu program 8 Eylül 1986 ile 25 Mayıs 2011 tarihleri arasında yayınlanmıştı…Winfrey’in programdan yıllık kazancı 315 milyon doları buluyordu…

Oprah Winfrey sinemada da çok seçici tercihler yaptı… 35 bin dolar ücret aldığı ve Alice Walker’ın Pulitzer ödüllü romanının uyarlaması olan “The Color Purple-Renklerden Moru” (kitabı Türkiye’de bu adla okur karşısına çıktı) 11 dalda Oscara aday gösterildi; bu filmdeki oyunuyla Oprah Winfrey de Oscara aday olmayı başardı.

Winfrey’in baş rolünde olduğu, “Silence of the Lambs-Kuzuların Sessizliği”nin yönetmeni Jonathan Demme’in filmi “Beloved-Sevilen” (kitabı Türkiye’de bu adla okur karşısına çıktı) ise Nobel ve Pulitzer ödüllü yazar Toni Morrison’un romanından uyarlanmıştı.

(31 Ekim 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Dağıtım Sorunları ya da Kim Aydınlatacak Geceyi?

Çeşitli yazılarımızda 80 sonrası neoliberal politikaların sinemamıza bulaşma serüveninin arka plânına kısa bir bakış atmış ve son dönemin kalburüstü yapımlarının seyirciyle buluşma noktasında yaşadığı sıkıntıya vurgu yapmıştık. Son olarak “Sen Aydınlatırsın Geceyi” adlı filmiyle İFF’e damgasını vuran Onur Ünlü’nün sinema salonlarındaki tekelleşmeyi protesto ederek ticari gösterimin dışında kalacağını açıklaması, konunun giderek derinleştiğini ortaya koyuyor. Ünlü, Altın Portakal sırasında yaptığımız söyleşide, tavrını, “birkaç (tekelleşen) işletmecinin filmini izleyip, kaç salonda gösterime gireceği konusunda inisiyatif sahibi olmalarına karşı koyuş” şeklinde nitelendiriyordu.

Can çekişen bir sinemayı elinden tutarak doruklara taşıyacağı iddiasıyla ülkeye buyur edilen yabancı sermayenin neyi, nereye, nasıl taşıdığı soruları ortada dururken kapıda beliren yeni sorun, sinyallerini bir süre önce vermeye başlamıştı. Hatırlanacağı gibi sinemamız 1960’lar boyunca ve 1970’lerin ilk yarısında altın dönemini yaşamıştı. Belli formüllere ve kalıplara dayanan bir sinema anlayışının egemen olduğu Yeşilçam Dönemi, Anadolu’nun işletme bölgelerine ve alt bölgelere ayrıldığı yıllar boyunca, rekor sayıda filme ev sahipliği yapmıştı. 80’lerin sonundaki büyük kırılmadan önce film yapımcılığının işleyişine baktığımızda, ortaya şöyle bir tablo çıkıyordu: Bölge işletmecilerinden aldıkları paralarla film çeken yapımcılar, bu filmlerin dağıtımını kendi bölgelerinde yaparak para kazanmaktaydılar. Bölge işletmecisi, aynı zamanda sermaye sahibi olmasının da etkisiyle, filmlere her türlü müdahaleyi meşru görmekteydi. Büyük kentler başta olmak üzere pek çok bölgede hüküm süren bu işletmeciler, proje konusunda mutabakata vardıkları yapımcılara ön ödeme yapmaktaydılar. Filmin zarar etmesi durumunda sonraki yapımlar için avansta kesintiye gidilmekteydi.

Sağlam temellere dayanmayan sinemamız, bu anlayışın etkisiyle uzun vadeli politikalardan uzak kalmıştı. Temel amacın kısa sürede kâr etmek olduğu bir ortamda filmlerin ucuza mal edilmesi eğilimi güçlenmiş, “en iyi film, en az maliyetle en çok iş yapan filmdir” anlayışı egemen kılınmıştı.

Liberal politikaların doruğa çıktığı 80’lerde, ambargonun bütünüyle ortadan kalkması sinemamızı hayati olarak etkileyen kararların alınmasına yol açtı ve Hollywood’un Türkiye pazarındaki yükselişi başladı. Yasal düzenlemelerin ardından ülkede şubeler açan ABD majörleri, kısa sürede sinema salonları sahiplerine çok sayıda izleyicinin geri döneceğine dair güvence vererek pazarı ele geçireceklerdi; ancak gelişmeler bunu doğrulamadı! Yabancı sermayenin film dağıtım sektöründe yarattığı değişim, sinema salonlarının yabancı şirketlerle bağımlı ilişkiler kurması sonucunu doğurduğu gibi, Bölge İşletmecileri’nin filmcilikten sağladıkları kârı yerli yapımlara aktarma dönemini de sonlandırmıştı.

49. Altın Portakal günlerinde, festivalden En İyi Film ödülüyle dönen “Güzelliğin On Par’ Etmez”in genç yönetmeni Hüseyin Tabak, basın mensuplarının gözlerinin içine bakıyor ve sıklıkla “Bu filmin vizyona girmesi lâzım” diye iç geçiriyordu. Gerçekten de, “Güzel Günler Göreceğiz” ve “Geriye Kalan” gibi önceki yılların ödüllü filmlerinin çok uzun bekleme sürelerinin ardından, iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda salonda gösterim şansı yakalamaları inanılacak gibi değildi. Peki, film festivallerinin dar bir grubun beğenilerine hitap eden organizasyonlara dönüşmesi sonucunu doğuran, sinema çevrelerince başarılı bulunan yapımları “lânetli başyapıt” mertebesine ulaştırıp geniş kitlelerle bağlarını koparan bütün bu gelişmeler bize neyi fısıldamaktaydı?

Sinemanın, sermayenin ilgi alanına eklenmesine diyecek söz yok, hatta bu yaklaşımın sanatsal bir kaygı barındırmamasını da sineye çekiyoruz; ama gelinen noktanın seyir tercihlerimize müdahale etmesine itirazımız var.

Sermayenin film yapımı gibi meşakkatli bir yoldan çok daha büyük getirisi olan dağıtım sürecine yöneldiği bugünlerde, sinema salonlarının işletmeciliğinde tekelleşmeye gidilmesi, gelişmelerin seyircinin hayrına olmayacağına işaret ediyor.

Sinemadan kâr elde etme düşüncesi ile bunu sağlamak adına gidişata müdahalenin ortak paydada buluşmasının ne gibi sakıncaları olduğunu; “Yeraltı”, “Tepenin Ardı”, “Zerre” gibi son dönemin önemli yapımlarının kaç salonda gösterim şansı bulduklarını hatırlayarak görebiliriz. Taşrada seyirciyle buluşmaları olanaksız hale gelen bu filmlerin hemen hepsinin ödüle ve övgüye boğulmalarına karşın seyircisiz kalmaları, festivaller ve sinema yazarlarını da işlevsiz hale getirmektedir (Birilerinin, bir yerlerde “Eh, böylesi bir durumda yönetmenler ve eleştirmenler seyirci beğenisine uygun yapımlara yönelirler, fena mı?” dediğini duyar gibi-yim!)

Yakın geçmişte televizyon dizileri ekseninde yürütülen sansür tartışmalarının farklı bir boyutta da olsa yeniden gündeme gelmesi sonucunu doğuracak bu gelişmelerin, gişede tutunma şansı olmayan filmleri devre dışı bırakacağı, işletmecinin ticari kapsama alanına girmeyen yapımların üzerini çizeceği kesin bir gerçekliktir.

Bütün bu tartışmalarla kolkola ilerleyen “filmlere devlet desteği” ve “festivaller” olgusunu da yaşanan gelişmelerden soyutlama olanağı bulunmamaktadır. Varoluş nedenini festivallere katılma şeklinde açıklayan filmlerin son Altın Portakal’da ortaya koydukları performans bir yana, Şükrü Avşar ve Reis Çelik merkezinde yaşanan “destek” sorunu, konunun bu noktada kalmayacağını ve taşların (yedinci sanatın lehine olmayacak biçimde) yerinden oynayacağını fısıldamaktadır. (Hayır, “bağımsız” sinemanın bu “bağımlı” görüntüsünün daha ne kadar devam edeceği sorusu da yanıt bulmamıştır daha. Ve evet, yakın geleceğin en önemli gündem maddesi olmaya adaydır.)

Dijital çağın sinemada anlatım olanaklarını genişleteceği, farklı (ve bir ölçüde sanatsal) bir dil yaratabileceği öngörüsünü de yerle bir eden, reklâma ayıracak bütçesi olmayan bağımsız yapımları yok edecek bu “küçük” ayrıntılar, Onur Ünlü’nün tepkisinin ne kadar anlamlı olduğunu gözler önüne seriyor.

Bakalım “Başka Sinema” adı altında başlatılan girişim, karanlık görünen geceyi aydınlatmaya yetecek mi?

(29 Ekim 2013)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Büyüklerin Dünyasında Arada Kalmış Çocuklar

Çağdaş Amerikan bağımsız sinemasından ilginç bir örnek olan ‘Arada Kalan’, Henry James’in ‘What Maisie Knew’ adlı romanından uyarlanmış. Boşanmış ve sorumsuzca davranan ebeveynlerinin ihmal ettiği hassas küçük kızın bakış açısıyla yazılmış olan üstadın bu minör eseri, ilk kez yayınlandığı 1890’lı yılların geç Viktorya dönemi Londra’sında aile yapısındaki çözülme üzerine ilginç gözlemleriyle bilinir. Scott McGehee ve David Siegel ikilisi, bu kırılgan hikâyeyi günümüz New York’una taşımış. Çağdaş ebeveynler Amerikalı rock yıldızı Susanna (Julianne Moore) ve İngiliz sanat simsarı Beale (Steeve Coogan), Viktorya dönemi öncülleri denli bencil ve birbirlerine karşı öfkeliler. Maisie ikilinin güç kanıtlama objesine dönüşmüştür. Küçük kız ilgi ve huzuru, eski dadısı olan üvey annesi Margo (Joanna Vanderham) ve İsveç asıllı barmen üvey baba Lincoln’ın (Alexander Skarsgard) yanında bulmayı deneyecektir.

Ana akım sinemadan farklı bir kulvarda azimle ilerleyen yönetmen ikilimizin beşinci birliktelikleri bu. Bizde sinemalara gelmemiş 1993 yapımı ilk çalışmaları ‘Suture’ (Dikiş İzi), gerçeküstücü özellikler taşıyan yaman bir kara film örneğidir. McGehee/Siegel ikilisinin kimlik ve aile meselelerine odaklanmış çalışmaları, ana oğul ilişkisi üzerine yoğunlaşan Tilda Swinton’lı ‘Deep End’ (2001), bitmekte olan bir evliliğin entellektüel bireyleri arasındaki gerilimin gözlemcisi Richard Gere ve Juliette Binoche’lu ‘Bee Season’ (2005) ile devam eder. 2009 yapımı ‘Uncertainty’ (2009), hayatın belirsizliği ve seçimlerimiz üzerinedir.

‘Arada Kalan’ ikilinin önceki hikâyeleri ile karşılaştırıldığında belki daha hafif ancak daha umut dolu. Yönetmenler, James’in seçimine uygun olarak hikâyeyi küçük kızın bakış açısıyla vermeyi seçmiş. Bunu da çok doğru bir seçimle üstadın incelikli metni yerine kamera açılarıyla çözümlemiş. Maisie’nin göz seviyesine uygun bir şekilde konumlanmış başarılı kamera çalışmasıyla, bu parçalanmış aile hikâyesini Maisie’nin gözünden izleme fırsatı buluyoruz. Ebeveynleri canlandıran güçlü oyunculara ilâveten Maisie rolünde parlak yetenek Onata Aprile’nin varlığı filmin belki de en önemli kozu. James’in edebi metninden yola çıkarak, Brecht’in ‘Analık Davası’, ‘Kramer Kramer’e Karşı’ ya da ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’a uzanan sevgi emektir, çocuk esirgeyip büyütenindir benzeri temaları anımsatan haftanın ilgiye değer çalışmalarından biri ‘Arada Kalan’.

(25 Ekim 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Altın Palmiye’li Hayırsızada Üzerine

63. Cannes Film Festivali’nde yılın en iyi kısa animasyon filmi seçilerek Altın Palmiye ödülü kazanan 15 dakika uzunluğundaki renkli “Barking Island / Chienne d’Histoire / Hundeelend / Hayırsızada” Avustralya’daki Melbourne ve Fransa’daki Clermont-Ferrand Film Festivalleri’nin programlarında da yer almıştı.

Antalya Film Festivali’nde de “Hayırsızada”nın yönetmeni ve senaryo yazarı Serge Avedikian (01 Aralık 1955 Erivan, Ermenistan doğumlu) Kısa Film Atölyesi de gerçekleştirmiş ve burada yönetmenle bir söyleşi de yapılmıştı. Serge Avedikian aynı zamanda Antalya Film Festivali Kısa Film Ödüllleri Seçici Kurulu’nda yer almıştı.

Bu yazımızda (ilerleyen satırlarda) “Hayırsızada” filmine konu alan 1910 yılındaki korkunç olayın/katliamın bir Fransız tanığının çarpıcı izlenimlerini de bulabileceksiniz.

1910 yazında İstanbullara bedava bekçilik ve çöpçülük hizmeti veren 80 bin kadar sahipsiz köpeğin Hayırsızada / Sivriada’ya atılarak öldürülmesini konu alan korkunç olay Toplumsal Tarih Dergisi’nin Ağustos 2010 tarihli sayısındaki “1910’da gerçekleşen Büyük Köpek İtlafı” başlıklı kapak konusunda da işlendi. Dergideki makale Irvin Cemil Schick imzasını taşımaktadır.

Osmanlı Tarihi’ndeki Köpek Katliamları ve Sürgünleri

Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul’da bin kadar köpeğe kıyıldığı, Sultan 1. Ahmed döneminde köpeklerin toplanarak Üsküdar’a sürüldüğü tarihçilerce belirtiliyor. 19. yüzyılda İstanbul’da 40 ila 50 bin sokak köpeği olduğu tahmin ediliyor. Bir İngilizi öldüren bu köpeklerden kurtulmak isteyen ilk Padişah 2. Mahmut olmuş ve bunları toplatarak
Sivriada’ya yollatmak istemiş. Köpekleri taşıyan tekneler karaya oturunca bu olay Allah’ın bu uygulamaya karşı çıktığı şeklinde yorumlanmış ve plândan hemen vazgeçilmiş. Sultan Abdülaziz döneminde de tatbik edilmek istenen plândan kentte çıkan büyük yangınlar Allah’ın yeni bir gazabı olarak olarak yorumlanarak bir kez daha vazgeçilmiş. Alman İmparatoru 2. Wilhelm’in İstanbul seyahatleri öncesinde de (1889 ve 1898) köpek katliamı gündeme gelmiş ve bunu plânlayanlar, 2. Abdülhamit ile onun yakını Doktor Spyridon Mavrogenis’yi aşamamışlar. 1902’deyse Hattat Şefik Seyfi Bey’in İstanbul’un köpeklerinin kurbanı olduğu iddiaları da bulunuyor. Köpekleri İstanbul sokaklarında istemeyenler “Avrupa’nın medeni şehirlerinde başıboş, sahipsiz köpek yok. Bizde de öyle olmalı,” fikrini bıkmadan usanmadan savunmuşlar. Bu azılı köpek düşmanlarının amaçlarına ulaştıkları yılsa 1910 olmuş.

Önce Köpeklere Sonra İnsanlara Kıyıldı

Sivriada Köpek Katliamı’nın olduğu yıl (1910’da) “1909’da tahttan indirilen 2. Abdülhamit avlarda ateşli silâh kullanmayı yasakladığı için, o tarihten sonra İstanbul’da yunus balıklarının sayısının arttığını” yazan Henri Bertrand Bareilles 1918’deyse şunları yazmıştır: “İttihat ve Terakki hükümetinin köpek katliamı ilerideki insan kıyımlarına bir ön hazırlık, bir prova niteliğindeydi.”

Kötü Yönetim Üç Milyon İnsanın Canına Mal Oldu

Yeniçerilerileri ortadan kaldıran, onları salkım saçak ağaçlara astıran Padişah 2. Mahmut’un bir İngiliz vatandaşını öldürdükleri için plânladığı ancak İstanbullulardan gelen yoğun tepkiler üzerine vazgeçtiği sokakların köpeklerden arındırılması plânını gerçekleştiren İttihat ve Terakki hükümeti 1914-1918 arasında Osmanlı’yı Almanya’nın güdümünde Birinci Dünya Savaşı’na sürükleyerek imparatorluk nüfusundan üç milyon insanın ölümüne neden olmuştur.

1910 Sivriada Köpek Katliamı’nın Fransız Tanığı Robert Gillon

35 yıl önceki (Ekim 1975 tarihli) Hayat Tarih Mecmuası’nda “Sürgün Köpekler” başlığıyla 1910 yaz aylarında Sivriada köpek katliamını gören Fransız yazar Robert Gillon’un tanıklığı Eser Tutel’in çevirisiyle yayınlanmıştı. İşte bu yazıdan bazı çarpıcı bölümleri aşağıda bulabilirsiniz:

Hayat Tarih Mecmuası’ndan “Sürgün Köpekler” Makalesi:

”İstanbul’un, sihirli güzelliğinin bütün ihtişamıyla gözler önüne serildiği bir akşam vakti rıhtıma ayak basarken, Galata’daki köpeklerden hiçbirinin ortalıkta görünmediğini fark ederek şaşırdık. Batı’da yayınlanan gazetelerden, yeni Jön Türk rejiminin, şehrin sokaklarının görünüşünü değiştirdiğini, bu arada sokakları dolduran binlerce köpeğin Marmara’daki ıssız adalardan birine atıldığını okumuştuk. (…) Son olarak üç yıl önceki ziyaretimde bakışları insanın kalbine işleyen bu yaratıkların binlercesini görmüş, bu zavallı yaratıkların adeta şehrin bir parçası olduğuna inanmıştım.

Ama gerçek şuydu ki, yanılmıştık. Köpeklerin takibi, Narlıkapı, Yedikule gibi eski semtlerde gerektiği şekilde yapılamadığından ertesi gün daracık eski sokaklarda dolaşırken az köpekle karşılaşmadık. Öte yanda, Eğrikapı ve Tekfur Sarayı’ndan Haliç’e inerken de pek çok köpeğe rastladık.

Nuruosmaniye Camii’nin yakınındaki Tokatlıyan’da öğle yemeğimizi yerken, dostlarımızla İstanbul’daki değişikliklerden bahsediyorduk. Derken söz köpeklerden açıldı.

Masamızdaki dostlardan biri:

“Onların hepsini Sivriada’ya attılar,” dedi. “Sivriada, Hayırsızadalardan biridir, her tarafı baştanbaşa kayalıktır, bu yüzden yeni misafirlerine hiçbir hayat hakkı tanımaz. Sizi Bursa’ya giderken Mudanya’ya götürecek olan gemi, o adaların açığından geçirecektir. Yanınıza kuvvetli dürbünler alın, belki şansınız yaver gider, uzaktan köpeklerin birkaçını görebilirsiniz.”

(…) O akşam Perapalas Oteli’nin salonundaki koltukta, Fransızca resimli mecmuanın sayfalarını karıştırıyordum. Bir adanın kıyısındaki kayalıklarda ufukları gözleyen bir sürü köpek resmiyle karşılaşmayayım mı? Mecmuanın muhabiri, ömründe bu taraflara gelmemiş olacak ki, resmin altına öylesine uydurma, öylesine gerçekten uzak satırlar yazmıştı ki gülümsemekten kendimi alamadım. Tarifine göre köpek dolu bu adalar, Yunanistan açıklarında, Ege denizinin güneyinde bir yerdeydi.

(…) Cuma günü kararlaştırdığımız saatte buluştuk. Bizi Sivriada’ya götürecek istimbotun adı Photica’ydı, sahibi de Rum’du.

(…) Bir saate yakın bir süredir yol alıyorduk. Artık Sivriada iyice şekillenmeye başlamıştı. (…) Tepesi sivri mi sivri, bir kocaman kayalıktı Sivriada. Üzerinde tek bir yeşillik görünmüyordu. (…) Uzakta Büyükada, mor bir dağ biçiminde yükseliyordu. Uludağ ise çok uzaklarda, bulutlar arasında gizlenmişti.

Çok geçmeden Sivriada’nın burunlarından birinin açığından geçtik. O anda da köpek havlamaları duyulmaya başladı. Yüz değil, bin değil, sayılamayacak kadar çoktular! Kıyıdaki çakıllı kumsal üzerinde birbirlerini ezercesine itişip kakışarak koşuşuyorlar, etlerinden et kopartılıyormuş gibi havlıyor, uluyor, haykırıyorlardı!

Az sonra rüzgârla birlikte burnumuza dayanılması imkânsız pis bir koku geldi. Daha doğrusu kendimizi bu kokunun içinde bulduk. Kitleler halinde ölen köpeklerin kokuşmaya başlayan cesetlerinin kokusuydu bu! Dediklerine göre adada bekçiler vardı ve bu köpeklerle bir arada yaşıyorlardı. Adamlar ölen köpekleri kireç kuyularına atıyorlardı ama yine de bu pis kokuya engel olunamıyordu.

(…) Dostum anlatıyor, bizlere bilgi veriyordu. Söylediğine göre, köpekler adaya çıkar çıkmaz, bir tatlı su kuyusu keşfetmişler ve hep birlikte kuyuya atlamışlardı. Bu öylesine ani olmuş ve o kadar çok köpek kuyuya atlamıştı ki, kısa zamanda kuyu köpeklerle dolmuş, hiçbiri kuyudan çıkamamış, sonunda bağıra bağıra ölmüşlerdi!

İstimbotumuz, kıyıya fazla yaklaşmadan çevresinde dönüyordu. Yüzlerce, binlerce köpek havlayarak bize bakıyordu. (…) Koşuyor, atlıyor, havlıyor, kendilerini kurtarmamız için adeta yalvarıyorlardı.

Bir ara garip bir şey oldu. Köpeklerden biri cesaretle denize atlayarak bize doğru yüzmeye başladı. Biz de bu cesaretini, onu istimbota almakla mükâfatlandırdık. Ona teneke bir kap içinde biraz su verdik. Haftalardan beri kireçli sudan başkasını içmemiş olan zavallı hayvan, verdiğimiz suyu kana kana içti. Onu gören bir başkası da bulunduğu kayalıktan kendini denize attıysa da bize kadar yüzemedi. Buralarda sular çok kuvvetliydi, akıntıyla birlikte sürüklendi, gitti.

Artık bu çevrede daha fazla kalamazdık. (…) Zavallı hayvanları kaderleriyle başbaşa bırakarak oradan ayrıldık. Köpekler, şehirden her gün kendilerine yiyecek getiren tekneyi saymazsanız, kimbilir bir daha ne kadar zaman sonra insan yüzü göreceklerdi.”

(24 Ekim 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

 

İbretlik Bir Onur Mücadelesi

Lars Von Trier önderliğinde Danimarka’da ortaya çıkmış ‘Dogma’ akımının en önemli örneklerinden ‘Şölen / Festen’in (1998) yaratıcısı Thomas Vinterberg’in geçtiğimiz yıl 66. Cannes Şenliği’nde beğeniyle karşılanmış son filminin, biraz gecikmeyle de olsa ‘Onur Savaşı’ adıyla bu hafta bizde de gösterime girmesi sevindirici. ‘Şölen’ geçmişte yaşanmış aile içi cinsel tacizin fırtınalı hesaplaşma öyküsünü son derece çarpıcı bir dil ve yenilikçi bir üslupla irdeleyen parlak bir ilk filmdi. Takip eden işlerinde aynı düzeyi yakalayamamış olan Danimarkalı genç sinemacı, özgün adı ‘Jagten’in dilimizde ‘Av’ anlamına geldiği son çalışmasıyla ‘pedofili’ temasını bir kez daha ziyaret etmiş. Ancak bu defa, masum bir yalanın ateşlediği toplu histeri ve yargısız infazla kurban haline gelen suçsuz bir adamın hikâyesi nakledilen.

Mekân, kuzeyin gözlerden ırak küçük bir yerleşim bölgesi. Doğanın yeşilden sarıya, renkten renge büründüğü, sonbaharın yerini kışa bırakmak üzere olduğu günler. Beraber büyüdüğü yöre sakinleriyle eğlenirken, geleneksel geyik avı partilerinde tanıyoruz Lucas’ı. Kasabanın anaokulu eğitmeni, küçüklerin gözde oyun arkadaşıdır genç adam. Eşinden ayrılmış, ergenlik çağındaki oğlunu yanına almak için uğraş vermektedir. Yakın dostu Theo’nun
küçük kızı Klara bir başka türlü bağlıdır Lucas’a. Sürekli tartışan ebeveynlerinden ziyade yanında huzur bulduğu sevecen öğretmeni, küçük kızın ilk masum düşkünlüğüdür de. Kalp şeklinde bir armağan hazırlayarak babasına yaptığı gibi dudağından öpmek ister Lucas’ı. İsteği nazikçe geri çevrildiğinde öfkelenir, ağabeyinde gördüğü cinsel içerikli fotoğraflardan etkilenerek kurguladığı dehşetengiz yalanı okul müdiresine yetiştirir. Bundan daha vahimi, muhafazakâr yöneticinin sorgusuz sualsiz Lucas’ı itham etmesidir. Kasaba sakinlerinin toplu bir histeriye kapılarak genç adamı mahkum etmesiyle iş çığırından çıkar. Kanıt bulunmaması, hatta çocukların yanlış ifade verdiklerinin saptanması sonucunda mahkeme tarafından suçsuz bulunması bile Lucas’ın yakın dostları tarafından aklanmasına yetmez. Mevsim artık kışa dönmüş, Lucas’ın onurunu kurtarma ve elinden alınan hayatını geri kazanma mücadelesi başlamıştır.

‘Onur Savaşı’ çağımızın gizli yarası çocuk tacizi ya da pedofili üzerine tartışma açarken, ön yargı ya da yargısız infazın ölümcül sonuçları üzerine izleyicisini sarsan bir film. Küçük çocukları maruz kaldıkları iğrenç saldırılara karşı korumak için tetikte olmak kadar, onların zengin hayal dünyalarında ne denli farklı kurgulara yer olduğunun da bilincinde olmak gerektiğinin altını çizmesi önemli.

Thomas Vinterberg’in parlak dönüşünü müjdeleyen başarıyla yönetilmiş bir çalışma ‘Onur Savaşı’. Yönetmenin enfes politik drama ‘Borgen’de imzası bulunan Tobias Lindholm ile birlikte yazdığı, masum bir yalanın dehşetengiz bir cadı avını tetiklemesinin hikâyesi ustaca kaleme alınmış. Charlotte Bruus Christensen’in Cannes’da ödüllendirmiş enfes görüntü çalışması, Nikolaj Egelund’un minimal müzik çalışması filmin önemli artılarından.

Ve filmin belki de en büyük kozu, Lucas’ı canlandıran Mads Mikkelsen’in varlığı. Çağımızın en önemli aktörlerinden biri olan Danimarkalı büyük oyuncu, geçtiğimiz yıl Cannes’da kazandığı En İyi Erkek Oyuncu ödülünü sonuna kadar hak eden müthiş bir performans ortaya koymuş. Mikkelsen’in geçtiğimiz Filmekimi’nde bizde de görücüye çıkan bir sonraki çalışması ‘Michael Kohlhaas’ benzer bir hak ve onur mücadelesi veren 15.yüzyıl kahramanının hikâyesi. Filmin yakında sinemalarda ‘Adalet İçin’ adıyla vizyona gireceğini şimdiden müjdeleyelim.

(Bir son dakika haberiyle ‘Onur Savaşı’nın önümüzdeki Oscar ödülleri için ‘en iyi yabancı film’ dalında ülkesinden aday adayı gösterildiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Vinterberg’e ve filmine Oscar yarışında şimdiden başarılar.)

(18 Ekim 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bir Ustadan Unutulmaz Üçleme

Yönetmen Kaplanoğlu’nun sinema tarihinde de özel yeri olan “Yusuf Üçlemesi”nden “Yumurta”, “Süt” ve “Bal” başyapıt filmlerini sinemaseverlerle paylaşmak istedik. Elbette “Meleğin Düşüşü” filmini de unutmadan.

Tarkovski ruhuyla buluşan 1963 İzmir doğumlu Semih Kaplanoğlu, sinemamızda özel yönetmenlerden. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan gibi. 1990’larda filmleriyle bizi kendine bağlayan Reha Erdem ve Zeki Demirkubuz da öyle. Kaplanoğlu’yla, dönemler farklı olsa da İzmir’de aynı sinema okulunda okumak onur veriyor daima. Aynı hocalardan ders görmüş olmak da heyecanlandırıyor. Aynı okuldan Ümit Ünal, senaryolarıyla Yeşilçam’a girdi ve yolu açtı önce. Sinema okullarından çıkanlar O’na gerçekten minnettar. Kaplanoğlu usta, Radikal Gazetesi’nde yazılar yazıyordu önceleri. O’na sıcaklık duymamız mekânlara olan tutkusuydu. O yazılar değerliydi. Sonra filmler çekmeye başladı. İlk filmi 2001 yapımı “Herkes Kendi Evinde”yle bir türlü yolumuz buluşmadı. Hayatımızdaki boşluklardan biri olmayı sürdürüyor bu film. Ustanın “Yusuf Üçlemesi”nden 2007 yapımı “Yumurta”, 2008 yapımı “Süt” ve “Altın Ayı”lı 2010 yapımı “Bal” filmlerine saygı göndermek isterken, değerli “Meleğin Düşüşü” filmine de dokunmak istedik. “Meleğin Düşüşü” filminde, sinemamızda insanı gerçekten ürperten az görülür bir şiddet duygusu var. “Yusuf Üçlemesi”, sinemasevere heyecan veren deneyim de veriyor. Filmi, sondan başa doğru zihninizde kurgulayabiliyorsunuz. İstiyorsanız, her bir filmi bağımsız olarak değerlendirebiliyorsunuz. Üçlemelerin hikâyeleri, filmlerin çekildiği tarihlerde geçiyor, belirtelim.

“Yumurta…”

Yaratıcı yönetmenlerden Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf üçlemesi”, sinema adına heyecan verici bir deneyim. 2007 yapımı “Yumurta”, bu üçlemenin ilk filmi. “Yumurta” filmi, hikâyenin sonu. Yönetmen, bu üçlemesinde bir şairi anlatıyor. “Yumurta”da şairin olgunluk dönemi yansırken, “Süt”te gençliği ve son olarak “Bal”daysa çocukluğu yansıyor. Şairin dizelerini bilmesek de, görüntüler şairin iç dünyasıyla buluşuyor filmde. Yönetmen Kaplanoğlu’nun filmlerinde mekânlar, karakterler kadar önemli. Çünkü Kaplanoğlu’nun filmlerinde mekânların da ruhları var. Yaşanmışlıkları, anıları, acıları, hüzünleri, aşkları ve birçok şeyi, içinde yaşattığı insanlar gibi yaşamışlar bu mekânlar. Evler, sokaklar, şehirler, insanlar gibi yaşlanıyorlar. Şairin annesinin evinde “an”ları yaşayan seyirci kim bilir neler düşünecek!

“Bal” adlı şiir kitabı yayımlanan şair Yusuf (Nejat İşler), İstanbul’da sahaflık yapıyor. Evi ve her şeyi bu sahaf dükkânı onun. Annesinin öldüğünü öğrenen şair, arabasıyla Tire’ye doğru yola çıkıyor. Çocukluğunun şehrinde ne kadar şey unuttuğunu da fark ediyor şair. Annesini kabristanda toprağa verdikten sonra hemen geri dönmeyi düşünen şair, hemen her şeyi geride bırakıp gidemiyor. Yola çıkmayı düşündüğünde hep bir şeyler çıkıyor ve istemeden gidişini erteliyor. Terk etmek kolay mı? Yunanlı büyük şair Kavafis, “Şehir” şiirinde şu dizeleri söylüyordu: “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın/ bu şehir arkandan gelecektir./ Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın./ Aynı mahallede koşacaksın;/ aynı evlerde kır düşecek saçlarına…” Kaplanoğlu’nun şairi de böyle işte. Çocukluğunda hep nefret ettiği bu topraklar bırakmıyor şairi. Kâbusları da var şairin.

Çocukluğunda babasıyla hep su kuyuları açmışlar tarlalarda. Kuyuya düşmüş Yusuf gibi görüyor kendini rüyalarında. Bir de hastalığı var şairin. Ne zaman ve nerede bulacağı belli olmayan sarası, kâbusları gibi hep onu izliyor. Bir de güzel Ayla (Saadet Işıl Aksoy) var. Üniversiteye girmek isteyen bu güzel kız, şairin öldüğünden bile haberi olmadığı dayısının torunu. Elektrikçi genç Haluk (Haluk Bayraktar), deliler gibi âşık Ayla’ya bir de. Şair bunu anlıyor. Şair, bu şehirde birçok şeyi unutsa da, anımsadığı birkaç şey var. Annesinin, ölen yakınları için saksıya diktiği çiçekler. Bir de, lisedeki aşkı Gül (Gülçin Santırcıoğlu).

Şairin hayatından birkaç günü anlatan filmde, Tire ve çevresi de şiirsel gerçeklikle yansıyor perdeye. Dingin ve şiirsel anlatımlı bu filmde, her şey öyle abartısız ve yalın yansıyor perdeye. Filmin adının neden “Yumurta” olduğunu da az çok algılıyorsunuz filmi seyrederken. Nejat İşler ve Saadet Işıl Aksoy’un karşılıklı performansları yönetmenin anlatımına katkıda da buluyor. Yönetmen Kaplanoğlu, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema-Televizyon Bölümü’nden 1984 yılında mezun oldu. “Yumurta”, 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Film”, “En İyi Senaryo”, “En İyi Görüntü” dallarıyla beraber tam altı ödül kazandı. Kaplanoğlu, köpekli sahnede Tarkovski ustanın 1983 yapımı “Nostalghia-Nostalji” filminden ilham almış.

Süt…

Semih Kaplanoğlu, “Yusuf Üçlemesi”nin ikinci filmi “Süt”le şairin ilk gençlik dönemlerine dönüyor. Üniversiteyi kazanamayan Yusuf (Melih Selçuk), dul annesi Zehra’ya (Başak Köklükaya) yardımcı oluyor kasabanın dışındaki evlerinde. Annesi ineklerinin sütünden peynir ve çökelek yapıyor. Yusuf, motosikletiyle annesini de yanına alıp evde yaptıkları peynirleri satıyorlar pazarda. Üçlemenin ilk filmi “Yumurta” gibi “Süt” de Tire’de geçiyor. Kaplanoğlu, yaratıcı bir düşünüşle üçlemesini çocukluk, gençlik ve olgunluk diye sırasıyla anlatmıyor. Tam tersine, sondan başlayarak başa geliyor. Böyle anlatımlar birçok filmde var. Edebiyatta da sondan geriye doğru kurgulanmış hikâyeler var. Bunun yanında sinema tarihinde birçok üçleme de var. Hepsini düşününce yine de Kaplanoğlu’nun bu üçleme tarzına saygı duyuyorsunuz. Kaplanoğlu, yaratıcı ve özgün bir yönetmen. Tarkovski ruhunu da taşıyor. Filmlerinde Tarkovski hüzünleri var. Filmin senaryosunu yönetmen, Orçun Köksal beraber yazmış. Görüntülerse Özgür Eken’e ait.

Yusuf, şiirler de yazıyor. “Düşler” adlı edebiyat dergisinde “Kuyu” adındaki şiiri yayımlanınca dünyalar onun oluyor. Ama, bir zaman sonra annesinin istasyon şefiyle ilişkisine tanık olunca düş kırıklıklarını da yaşıyor. Kaplanoğlu, simgesel anlatımlı bu filmini Yusuf’un dinginliğiyle buluşturmuş. Derinlikli görüntüler ve anlar öylesine şiirsel ki. Bu dinginliğin üzerine Rus hüznü düşmüş gibi. Kaplanoğlu’nun filmlerinde babalar ya yok ya da kötücül. Babalar düş kırıklığı yaratmıyor Kaplanoğlu’nun filmlerinde. Çünkü anne her şey onun filmlerinde. “Yumurta”da annenin ölümüyle “Süt”de annenin bir erkekle ilişkisi, şehre çökmüş kasvetli bir hüzün gibi. Belki de annenin bir erkeğe ilgi duyması doğal bir şey ama, çocuğun gözüyle bakınca koskaca bir düş kırıklığı. Bunun altında anneyi kaybetme, yalnız kalma, terk edilmişlik duygusu ve korku vardır belki de. Sara hastası olduğu için askere de gidemiyor Yusuf.

Filmdeki süt, sadece peynir olup geçim sağlamıyor anneyle oğluna. Yılanları da yeniyor bu süt. Filmin girişi, son zamanlarda seyrettiğimiz filmler içinde en çarpıcı olanlarından biriydi. Köyde, Ali Hoca, yılan yutmuş genç kızın ağzından yılanı kaynamış sütün buharıyla çıkartıyordu dışarı. Filmde yılanlar, ölmüş balık, kuş avı, süt güçlü simgeler. İstasyon şefini motosikletiyle takip eden Yusuf, sazlıkta istasyon şefinin kuş avını dikizliyor. O sırada suda ölmek üzere olan bir büyük balığı yakalıyor ve eve götürüyor balığı. O anda bir düş kırıklığı daha yaşıyor Yusuf. Annesi, şefkat ve sevgiyle istasyon şefi sevgilisinin (Şerif Erol) avı kuşun tüylerini yolarken görüyor Yusuf. Büyümeye başlayan genç şair Yusuf, arada bir süt götürdüğü kendi gibi keşfedilmemiş şair gibi işçi oluyor son bölümde. Bu filmde insanı sinema yönünden etkileyen anlar o kadar çok ki. Aşkın şehri İzmir, sinemamızda en büyüleyici haliyle perdeye yansıyor filmde. Yusuf, askerlik muayenesi için gittiği İzmir’de bir görüşte vurulduğu Semra’yla (Saadet Işıl Aksoy) belki de hayatında bir daha yaşayamayacağı bir aşkı kısacık da olsa yaşıyor. Belki de hiç ulaşamayacağı güzeller güzeli Semra, şiirlerini ve şairliğini etkileyecek. Filmi seyrederken ilk film “Yumurta”yı da düşünmek gerekiyor. Şair, yalnız ve aşksız. Tarkovski’den etkilenen Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu filmlerinde, uzun-plân çekimlerle muhteşem derinlikli panaromik şiirsel görüntüler perdeye yansıyor. Kaplanoğlu’nun bu filminde de “Yumurta”daki gibi kamerayla şiir yazılmış. Kamera, sanki Kaplanoğlu’nun kalemi gibi.

Sinemamızın iyi kadın oyuncularından Başak Köklükaya, annede gerçekten etkileyici bir performans ortaya koymuş. Nejat İşler’e bir hayli benzeyen genç oyuncu Melih Selçuk, sinemamıza iyi ki gelmiş. Elbette Saadet Işıl Aksoy. Filmde kısacık görünse de büyüsünü bırakıyor perdeye bu oyuncu. Diğer yan karakterler de filme gerçekten zenginlik katıyorlar. Tire de yer yer belgesel gibi yansımış filmde. İç ve dış mekânlar, ışık düzenlemeleri, çok az hareket eden kamera kullanımları filme ruh katmış. Semih Kaplanoğlu, filmleri özlemle yolu gözlenen yönetmenlerden.

Bal…

Bu film üçlemenin son filmiydi. Ama, hikâyenin de başıydı. “Bal” filmi, şair Yusuf’un çocukluğunu anlatıyor. Hikâye, 2009 sonbaharında Karadeniz dağlarında geçiyor. Yusuf’un (Bora Altaş) babası Yakup (Erdal Beşikçioğlu) bal toplayıcısı. Arılar terk etmeye, ölmeye başlıyor. İklim değişiyor. İlkokula yeni başlayan Yusuf, babasını çok seviyor, ama annesine (Tülin Özen) biraz uzak gibi. Onun için anne demek sevmediği süt demek. Yusuf’un sütle “aşkı” çok hoştu. Film, Yakup’un beyaz katırıyla ormana gelişiyle açılıyor. Yakup ağaca iple tırmanırken, ipin bağlı olduğu dal çatırdıyor ve sonra ön jenerik yazıları perdeden yansıyor. Filmin senaryosunu yönetmenle beraber Orçun Köksal yazmış. Dingin ve estetik fotoğraflarsa Barış Özbiçer’e ait. Filmde müzik yok. Filmde doğal sesler duyulur çoğunlukla. Hatta sessizliğin sesi de. “Bal” filmine perdede dokunamamanın eksikliğini de hissediyoruz. “Bal”ı yazarken zorlanmamızın nedeni bu olabilir.

Film, Karadeniz’in muhteşem bir ahşap evinde hikâyesine başlıyor. Derinde baba Yakup uzanmış yatarken, küçük Yusuf da, atmacaya baktıktan sonra yeni öğrendiği okumayı sökmeye çabalıyor sonra. Hayali, sınıfta öğretmenine çalıştığı yeri okuyup o kırmızı kurdeleyi yakasına takabilmek. Filmi çoğu anda Yusuf’un gözleriyle izliyor film. Sınıf anları gerçekten insana huzur veriyor. Çocukluğunuzu düşünüyorsunuz. Gerçekten öyleydi birçok şey. Yönetmen, günlük doğal yaşamı da neredeyse belgesel gibi yansıtmış. Her şey ve her gün aynı akıp gidiyormuş gibi. Kaplanoğlu, filminde kamerayı sabit açıda kullanmış. Bu da filme bambaşka duygu veriyor. Hayatın ve mekânların dinginliğine şiirsel dokunma fırsatı buluyorsunuz adeta. Yusuf’un babasına yardım ettiği sahnelerde geleneksel balcılığın içine giriyorsunuz. Yakup’un malzemelerini hazırlayışı, tutkulu dokunuşu, insana yaptığı işe sevgisini ve saygısını gösteriyor. Onun iple ağaçlara tırmanıp tepedeki kovanlardan bal toplayışı az görülür keşif. Bunları, gerçekçi-toplumsal şiir gibi izliyorsunuz sanki. Şair Yusuf’un dizeleri nasıldı, diye de düşünmeye başlıyorsunuz. Bu filmde dini gelenekler de yansıyor. Yakup namaz da kılıyor maneviyat için. Bu anlarda, ülkemizin dini bir devlete dönüşemeyeceğini hissediyorsunuz. Anadolu bambaşka bir yer çünkü. Bu filmi izlerken, Anadolu’nun ruhuna dokunuyorsunuz. Yayladaki pazar-panayır yerleri de muhteşem. Karadeniz’in içinde dolaşıyorsunuz o anlarda. Sadece bu anlarda değil. Alpleri çağrıştıran zümrüt yeşili puslu dağlar da etkileyici fotoğraflarla yansıyor. Filmde çok özel bir an vardı: Yusuf’un teneffüste okul koridorlarında dolaştığı sahne gerçekten büyülüyor. Yusuf, üst sınıflardan birinden şiir okuyan bir kız öğrencinin sesini duyuyor. Bu hayatında duyduğu ilk şiir onun. Kız öğrenci, şair Rimbaud’nun “Özlem” şiirini okuyordu. Bir şairin doğuş anıydı bu belki de. Yusuf’un sara hastalığı babasından geçmiş. Bu onu sürekli takip ediyor.

Yakup, yakınlardaki ağaçlarda bal olmayınca uzaklardaki ağaçlara gidiyor ve ondan haber alınamıyor. Küresel ısınma ve çevrenin bozulması arıların ölümüne ve oraları terk etmeye zorlamış. Evde annesiyle yalnız kalan Yusuf, süt de içmek zorunda kalıyor. Onu kurtaracak babası yanında yok. Çay bahçesinde çalışan annesiyle hiç konuşmuyor Yusuf. Çocuk ruhunda ona karşı sanki isyan var. Anne, her anne gibi şefkatli ve sığınılacak bir liman. Sınıfta son kırmızı kurdeleyi yakasına takan Yusuf, heyecanlı mutlulukla eve geldiğinde yasla karşılaşıyor. Anlıyor sanki. Ormana, babasına gitmek istiyor. Bu üçleme gerçekten çok özel ve yıllar geçtikçe değeri daha da çoğalacakmış gibi bir his veriyor. Usta, iyi ki bu üçlemeyi yapmış. Bora Altaş’a da selâm göndermek gerekiyor. Küçücük omuzlarında koca filmi alıp götürüyor. Yönetmen çoğu anda kamerayı onun bakış açısı hizasında tutuyor. Tülin Özen’e de saygı göndermeli. Oyunculuğuyla ilham veriyor sinemaya.

Meleğin Düşüşü…

İkinci filmi 2004 yapımı “Meleğin Düşüşü”yle kendi sinema dilini ve üslûbunu oluşturmaya başlayan Semih Kaplanoğlu, zihinsel anlamda sinemanın sınırlarını zorluyor. Kamerayı, Zeynep’in zihninde gezdiren yönetmen, genel anlamda birçok şeyi Zeynep’in iç dünyasıyla yansıtmış. Fonda duyulan senfoniler bile zihinde çalıp duran tınılar gibi. Mekânların yansıyışı ve o mekânlara düşen ışıklar, grenli görüntüler hepsi Zeynep’in bakışlarıyla, zihniyle yansıyor sanki. Zeynep ve babasının yaşadığı ev, tüm bitkinliği ve sakinliğiyle Zeynep’in iç dünyasıyla özdeşleşmiş. İlk filmi “Herkes Kendi Evinde”deyi mekânlara adayan Kaplanoğlu, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü’nden mezun olmuştu.

Bir otelde oda hizmetlisi olarak çalışan Zeynep’le (Tülin Özen) ilgilenen bir ofisboy genç var ve Zeynep, bu gence soğuk davranıyor, kendinden uzaklaşmasını istiyor hep. Çünkü Zeynep’in onurunu ve kişiliğini hiçleyen bir şeyler oluyordur evde. Geceleri Zeynep için ölüm demek. Gecenin bir yerinde odasının kapısı açılıyor, iyice içmiş babası odaya giriyor, yatağın kenarına oturuyor ve uyuduğunu sandığı Zeynep’i okşayarak cinsel tacizde bulunuyor. Ön jenerik öncesinde ilk defa Zeynep’le, makaraya sarılı ipiyle ormanda yürürken karşılaşıyor seyirci. İpi, her kopuşunda yine ağaca bağlar genç kız. Belki de bu filmin ne olduğu bu anda saklıdır. Çünkü, makara ve iplik filmde önemli bir metafor. Zeynep’le babasının diyalogları birbirleriyle yok denecek kadar azdır. Babasının tacizleri kesilince bir baba-kız olabiliyorlar. Zeynep’in işten eve banliyö treniyle geliş gidişleri zihinsel anlamda bir kısır döngü. Hayatı, her günü hep aynı biçimde akıp gidiyor Zeynep’in. Belki oruç ayıdır diye iftar çadırına gidip yemek yemesi bile onun için bir daha kolay ele geçmez bir armağan gibi. Makaradaki ipliği boşaltarak hep dua ediyor Zeynep. Babasının kuşattığı günahlarından arınmak için belki de.

Filmin bir anında, hikâyeye Selçuk da (Budak Akalın) giriveriyor evlerinden bir cenaze çıkarken. Hüzünlü ve yaslı anlar sürerken, Zeynep, Selçuk’un dairesine gelir ölünün bavula konmuş elbiselerini alır ve gider. Aralarında sorun olan karısı Funda (Yeşim Ceren), Selçuk’u ve evi terk eder sonra. Selçuk kendisiyle ilgilenmediği için soluyordur Funda. Funda, bu terk edişin ardından trafik kazası geçirir ve ölür. Elbiseler yine bavula konur ve Zeynep bavulu alır gider. Bu ikinci bavul Zeynep’in trajedisini de hazırlıyor. Selçuk, bir anlamda Zeynep’in kaderi oluyor. Ses teknisyeni Selçuk, üst üste gelen ölümlerden sonra ölmek istiyor, ama çok geçmeden gözlerini hastanede açıyor ve onun için hayat devam ediyor bir anlamda. Filmin final bölümünde, ofisboy gencin bekâr evinde geçen anlar Rus sineması tadı vermiş filme. Son jeneriğin hemen öncesinde Zeynep’in çırılçıplak balkona çıkıp şehre karşı duruşu (açık uçlu son olsa da), sanki Zeynep’in kendi zihninden dışarı çıkması gibi. Acaba “melek” aşağı düşüyor muydu? Her anlamda. Kaplanoğlu’nun filmi gerçekten özel ve psikanalitik açıdan da bakılmayı hak ediyor. 41. Antalya Film Festivali’nde tam altı dalda “Altın Portakal” ödülü alan filmde belki de en heyecan verici olay, Tülin Özen’in “En İyi Kadın Oyuncu” seçilmesiydi.

(16 Ekim 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Yabancıların Arzuları Üzerinden Şekillenen Hayatlar

Dünya sinemasının en üretken yönetmenlerinden Woody Allen’ı izlemek her zaman keyiflidir. Hele hele edebiyatla haşır neşir olduğu çalışmalarında. Bunların şimdilik sonuncusu olan ‘Blue Jasmine’, Tennessee Williams’ın ünlü oyunu ‘Arzu Tramvayı / A Streetcar Named Desire’dan yola çıkmış. Ancak birebir uyarlama olmaktan ziyade, Williams’ın oyununun ölümsüz karakterleri ile benzerlikler içeren, olay örgüsüyle ince ince flört eden bir deneme bu. Aslına uygun koyu bir dram olmak yerine, Woody’nin mizahından nasibini almış yaman bir burjuva sınıfı eleştirisi. Tepetaklak bir düşüş öyküsünün ardında, çağdaş kapitalizmin güdüsünde gözü doymak bilmez insancıkların bitmez tükenmez statü ve lüks tutsaklığı üzerine hınzır bir taşlama.

Kızkardeşi Ginger ile birlikte evlâtlık olarak yetiştirildiği orta sınıf ailenin gözbebeği olmuş çekici Jeannette, fiziksel özelliklerinin de yardımıyla kendisine sınıf atlatacak zengin bir koca bulmuş, alelâde ismini ‘Jasmine’ olarak değiştirdikten sonra, parlak ve gösterişli bir hayatın hanımefendisi oluvermiştir. Gün gelir, finansçı kocasının dolandırıcılığı ortaya çıktığında ise tüm ihtişam elinden kayıp gider.

‘Blue Jasmine’, Park Avenue’nün mağrur güzelinin San Fransisco’nun ücra mahallelerinde yeni bir hayat kurmak, daha ziyade kaybettiği görkemli yaşamı geri kazanmak üzerine verdiği savaşım üzerine. Williams’ın Blanche Dubois’sı gibi Jasmine’in hayatında da gerçeklere yer yoktur, mucizeler ve tatlı hayaller peşindedir. Kendini erkeği üzerinden var etmiş genç kadın, kaybetmiş olduğu rüya yaşamını statü sahibi başka erkekler üzerinden geri almayı deneyecektir.

Tek bir karakterin bütüne egemen olduğu nadir Allen filmlerinden biri ‘Blue Jasmine’. Bu da daha önce Williams’ın oyununu sahnede Liv Ullmann yönetmenliğinde başarıyla sergilemiş olan Cate Blanchett’e müthiş bir performans sunma olanağı sağlamış. Kendi ayakları üzerinde duramayan mağrur Jasmine’in umutsuz mücadelesini ve derinleşen nevrozunu ustalıkla aktarıyor Avustralyalı mükemmel oyuncu. Herkesin defalarca yazdığı gibi, Blanchett isminin başta Oscarlar olarak bilinen Akademi Ödülleri olmak üzere önümüzdeki aylarda açıklanması beklenen ödül listelerinde sıkça geçeceğini tahmin ediyorum ben de. Yazımı noktalamadan, usta oyuncuya eşlik eden diğer mükemmel yorumculardan da söz etmek isterim. Oyunun özgün Stella’sına kıyasla daha sevecen ve insaflı kız kardeş Ginger’da yetenekli İngiliz oyuncu Sally Hawkins, yine oyunun buyurgan ve şiddet yüklü Stanley Kowalski’si yerine Andrew Dice Clay’in çok daha evcil ve sevimli Augie’si filmin önemli kozlarından. Henüz izlememiş olanlar için lezzetli bir bayram şekeri kıvamında ‘Blue Jasmine’. Kaçırmayın.

(16 Ekim 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Onur (!) Ödülleri

Ülkemizde yer yıl çeşitli film festivalleri yapılıyor. Bunların içinde, Antalya Altın Portakal gibi 50. yılını kutlayanlar da var, her yıl pıtırak gibi yeni başlayanlar da. Bu festivallerin en önde gelen ortak özelliği hepsinde Onur Ödülleri verilmesi. Kimlere veriliyor bu ödüller? Çoğunluğu -hepsi demekte mümkün- Yeşilçam döneminde bir takım filmlerde oynamış, son dönemde televizyonlara boy gösteren veya gösteremeyen, eski sinema oyuncularına… Çoğunu şimdiki zaman seyircisi (!) perdede (beyazperdede!) hiç görmemiş, bir çoğunun adı, genel seyirci için -unutulmuş demiyorum- hatırlanmayan fakat bazı festival kervanlarına (ne demekse) katılan eski kuşak sinemacılar. (“Yeni kuşak sinemacı” diye bir grup ortaklıkta yok… Her filmde yeni yeni isimler -içinde reklâmdan, televizyondan gelen de, yapımcının, yönetmenin akrabası olan da- ortaya çıkıyor.)

Hollywood, Charlie Chaplin’e yıllarca ödül vermedi; filmleri hâlâ saygıdeğer, Hollywood’un ödül (Oscar) verdiği bir çok filmden daha çok… Chaplin, geri dönmemeye karar vererek A.B.D.’den ayrıldı, kökeni olan eski kıtaya, Avrupa’ya döndü. 20 yıl sonra Hollywood’a davet edilen Chaplin’e “bir özel Oscar” verildi, bu doğal ki bir onur ödülü idi.

50. yılını kutlayan Altın Portakal, sinemamız tarihinde yerini almış kimi kişilere yapılan anma gecesinde onur ödülleri verdi. İlk “altın portakal”ı alan oyunculara (Türkân Şoray – İzzet Günay) ödülleri “tekrar” verildi. (Antalya Altın Portakal Festivali’nde bu yıla gelince kadar, ne filmlere, hangi oyunculara hangi filmleri ile ödüller verildiğine “kimse” değinmedi -gerek var mı idi?-)

Yukarıda değindiğimiz gibi yapılan tüm festivallerde -eski Yeşilçam oyuncularına (yaşamda olanlara, filmlerine hiç bakılmadan)- ödüller veriliyor, hem de en az 3 – 4 kişiye. Yakında Yeşilçam filmlerinde şöyle veya böyle oynamış -başrol (!) ile sınırlı mı?- onur ödülü almamış oyuncu kalmayacak. Festivaller yine devam edecek. Onur ödülü alanlar kitaplara -konu olmak değil ama- girecek. Peki aklıma gelen soruyu sorayım, “onur ödülü” almak için, sinemada eski-miş olmak (veya eskiden bir kısım filmlerde oynamış olmak) yeterli mi? (Hele “onur ödülü” gecesinin festival başlamadan önce yapılması, törenle bu 3 – 4 kişiye “övgülerle (!)” ödüller verilmesi gelenek hale gelmişken bize ne kadar laf düşer?)

[Bu gün gazetede okudum, 13.sü (?) yapılan Frankfurt Türk Film Festivali’nde (!?) de onur ödülleri verilecekmiş, Frankfurt Anakent Belediyesi ve Hessen Eyalet Başkanlığı tarafından. Bu kurumlar (ın temsilcileri), bizim son 10 – 15 yıldır film çekimine katılmayan, bu eski oyuncularımızı nereden biliyor-lar (tanıyorlar) da ödül veriyorlar.]

(16 Ekim 2013)

Orhan Ünser

50. Altın Portakal’ın Kısa Öyküsü

Türkiye’nin en köklü sanatsal etkinliği, peşinde sürüklediği bir dizi sinemasal tartışmayla ve ülkenin kültürel tarihine düşürdüğü yarım yüzyıllık derin izlerle sona erdi. Tarihi boyunca “Sinema, yalnızca sinema değildir” deyişini doğrulayan nice örnekle karşımıza çıkan festivalin 2013 serüvenine kimi temel başlıklar halinde yaklaşmak istedik.

Köklere Dönüş

50. Portakal’ın genel çerçevesi çizilirken ilk Altın Portakal’ın eksen alınması yerinde bir karardı. Hafta boyunca 1964 Şenliği’ne damgasını vuran yapımların hatırlanması, dahası çeşitli etkinliklerle dönemin ve yaratıcılarının hatırlanması da öyle… Yalnızca bir şerhle: Açılış Gecesi’nde Safa Önal’ın da işaret ettiği gibi, “Acı Hayat” ve “Gurbet Kuşları” eksenli “mizahi yorumun” (özellikle Refiğ’in filminin günümüzün popüler TV oyuncuları tarafından birebir yeniden canlandırılması) neye hizmet ettiği sorusu boşlukta kaldı.

Yeşilçam’a ve Portakal’ın köklerine saygı duruşu; belgesel, kitap, söyleşi ve panellerle yolculuğunu sürdürürken, olgunun kültürel yaşamımızda ne kadar önemli bir tanık olduğunun hatırlatılması, 50. Festival’in en büyük artısıydı kuşkusuz. Behlül Dal Sinema Müzesi’nin açılması ise çok geç atılmış bir adım olmakla birlikte, önemli bir boşluğu doldurmaya talipti. Bu aşamadan sonra, Müze’yi içerik olarak da güçlendirmek gerektiği unutulmamalıdır. (Bütün bu çalışmalara çok da uzun olmayan bir süre önce başlandığı hatırlandığında, kimi eksiklikler doğal karşılanacaktır. Buna, bu satırların yazarı tarafından kaleme alınan “Altın Portakal’ın Öyküsü” adlı kitap ve birkaç noktada vahim hatalar içermekle beraber, iyi niyetli bir çabanın ürünü olan 50. Yıl Belgeseli de dâhildir.)

Ön Jüri’ler… Ana Jüri’ler…

Dile kolay, 68 filmin başvuruda bulunduğu bir Festival’den söz ediyoruz ve ortaya 10 filmlik böylesi bir seçki çıkıyor. Festival tarihindeki kimi kırılmaları göz önünde bulundurduğumuzda “50 yılın en kötü seçkisi” şeklindeki abartılı ifadelere katılmamakla beraber, mevcut tablonun pek de iç açıcı olmadığını söyleyebiliriz. Portakal’ın tarihinde, film yarışmasına böylesi bir yoğunlukta başvuru olmadığı da hatırlandığında gelinen nokta daha iyi anlaşılabilir. Yıl içinde gösterime girecek (ya da büyük çoğunlukla giremeyecek) filmler hakkında bilgiye eriştikçe daha sağlıklı yorumlarda bulunabiliriz; ama ulusal yarışmanın neden sadece 10 filmle sınırlandırıldığını sormak hakkımız diye düşünüyoruz. Ayrıca yıllar önce Engin Ayça’nın söylediği gibi, Ön Jüri’lerin sadece oy verme mekanizmasının dışına çıkarak, gerekçeli kararlarla çalışması gereken kurumlar olduğu tespitini masaya yatırma zamanının geldiğinin de altını çizelim.

Bu yıl, gözlerden ırak tutulmaması gereken olgulardan biri de Ana Jüri’nin oluşumuyla ilgiliydi. Görüş ayrılıklarının ilk kez bu derece yalın olarak gözlemlendiği basın toplantısını hatırlayalım. Şükrü Avşar, yarışmacı filmlerin gösterim olanağı bulup bulamayacaklarına ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün parasal yardımlarına odaklanırken, Jüri’deki arkadaşı yönetmen Reis Çelik, sözünü ettiği kurulun etkin bir üyesi değil miydi? Bağımsız yapımlara küçük yardımlar yerine “büyük” filmlere “büyük” paralar verilmesi gerektiği önerisi alınan kararlarda nasıl bir rol oynadı vs. Bağımsız yapımlar ve gişe filmleri üzerine bitmek bilmez bir dizi tartışmanın odağında bulunan bir Jüri’nin hangi tartışmalardan geçerek bu sonuçlara ulaştığını öğrenmek, hiç kuşkusuz sinemamızın bugününe de ışık tutacaktır. Umudumuz, önceki yıllarda kimi kararları (çoğunlukla haklı olarak) eleştiren Ümit Ünal ve değerli yazarımız Burçak Evren’de sizin anlayacağınız…

Sözün kısası, ön ya da ana jüriler susmasın, pek çok zenginliği de içerdiğini düşündüğümüz kararların nasıl alındığına ya da olası karşı koyuşlarına açıklık getirsin. Çok şey mi istiyoruz? Sanırım evet…

Filmlere ve Sonuçlara Dair

Seçiciler Kurulu’nun kararları bir bütün olarak ele alındığında, “Sev Beni”, “Uvertür” ve “Kısa Film” dışında yer alan tüm filmlerin irili ufaklı ödüllere ulaştığı görülebilir. Bu bağlamda, Jüri’den Yeşilçam öykü sineması ya da onun izdüşümü sayılabilecek diziler ekseninde bir yorum bekleyenleri “ters köşeye yatıran” başlıca filmin “Sev Beni” olduğu söylenebilir. “Kısa Film”in çıkış noktasındaki özgün yapının, 62 upuzun dakikada (!) nasıl yerle bir olduğunu ya da “Uvertür”de hemşireye bitmek bilmez nutuklar atan işverenin, elenen filmleri acilen görme isteği uyandırmasını da geçelim ve diğer sonuçlara göz atalım.

Başarılı; ancak değeri ilk anda anlaşılamayan ilk filminin ardından gündeme gelen “Kusursuzlar”da Bergmanvarî bir yoruma kapı aralayan Ramin Matin; gerek oyuncu yönetimi, gerek de teknik başarısıyla diğer yapımlar arasından sıyrılabilecek bir filme imza atmıştı. Senaryodaki kimi belirsizlikler filmin eksi hanesine yazılsa da, bu yapım ile diğerleri arasındaki makasın hayli geniş olduğu söylenebilir. Yönetmen ödüllerinin de sahibi olan filmin, En İyi Film Ödülü’nü “Cennetten Kovulmak” ile paylaşması, Jüri’nin en büyük yanılgısıydı kanımca. Yalnızca Çocuk Oyuncu dalında ödül alıp, diğer hiçbir temel dalda düşünülememiş bir filme böylesi bir paye vermek şaşırtıcıydı. Ferit Karahan’ın, Kürt sinemasının onca öfkesiyle şu ana dek hemen hiç yanına uğramadığı “meselenin sınıfsal yorumuna” ucundan da olsa yaklaşması anlamlıydı elbette; ama sonraki gelişmeler, subjektivizmin bildik sularına yelken açılmasıyla anlamını yitiriyor gibiydi.

Söz öfkeden açılmışken; teknik aksaklıklarına rağmen önemli bulduğum bir film olan “Mavi Ring”, salonu dolduran “hazır kitlenin” film sonrası ve söyleşi esnasındaki heyecanıyla yelkenlerini şişirmiş gibi görünüyordu, ne var ki bu coşku, filmin lehine ol(a)madı. Söyleşide Semir Aslanyürek tarafından dile getirilen ve yönetmenin filmde karşıt konuşlanmış tutsaklar ve askerlere “mesafeli” yaklaştığı vurgusuna ise tam olarak katılamadığımı belirterek konuyu noktalayacağım. Gerisi vizyona…

Türkan Şoray’ın Başkanı olduğu bir Jüri’nin “Meryem”e kayıtsız kalamayacağı öngörüsü bir bakıma doğru çıkmıştı; “Selvi Boylum Al Yazmalım”la başlayıp, 80’lerin video furyasıyla buluşan “Uzun Yol” ise iki oyunculuk dalında ödüle uzandı; ama Yardımcı Erkek dalında Murat Muslu’nun unutulması, pek unutulacak gibi değildi.

Kararı oybirliğiyle alan üç değerli sinema yazarının elinden çıkan SİYAD Ödülü’nün ve “Kutsal Bir Gün”ün yorumuna şimdilik girmeyeceğim. Yalnızca sonucun benim için bir parça şaşırtıcı olduğunu söylemek istiyorum. “Mavi Dalga”yı ise yolun başında duran iki yönetmen adına heyecan verici bir başlangıç olarak nitelendirebiliriz. Öykünün sınırlarına ve karakterleri ele almadaki bazı belirsizliklere rağmen…

En İyi İlk Film’in “Mavi Dalga”, En İyi’lerden birinin ise (yine bir ilk film olan) “Cennetten Kovulmak” olmasını, son yıllarda iyice belirginleşen Portakal şakalarının bir devamı olarak nitelendirip, bu kadar çok İlk Film’in bulunduğu bir yarışmada, söz konusu ödülün nasıl bir anlam taşıdığı sorusuyla bahsi kapatalım.

Son Bir Parantez

Son paragrafı, Biket İlkan’ın daha önce Adana’da yarışan ve Portakal’da Özel Gösterimi yapılan “Yarım Kalan Mucize”si için açmak istedim. Filme getirilen eleştirilere oranla başarılı bulduğum ve sinemada çok daha fazla işlenmesini arzu ettiğim bir konunun, bir gazetede “Ce Ha Pe’ye destek Adana’dan geldi!” başlığıyla ele alınmasından dolayı şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Atıfta bulunulan diyalogun filmde (bu haliyle) yer almasında soru işaretleri bulunsa da, “dogmatik, dışlayıcı ve eleştiriye kapalı olmak” durumunun “Yarım Kalan Mucize” için değil, böylesi bir yorumu öne çıkaran yazar arkadaşım için geçerli olduğuna inanıyorum. Benzer şeyler, İlhan’ın “aydın kibrine kapıldığı” ifadesi için de geçerli. Kimi zaman “kibirli olmak”, filmi dört kelimeye indirgeyen sinema eleştirisi için de geçerli olabiliyor demek ki.

(12 Ekim 2013)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü