Kategori arşivi: Yazılar

Beklenmedik Biçimde Belirir Aşk

Amerikan bağımsızlarının en iyilerinden Spike Jonze’un son işi ‘Her’, Sevgililer Günü’ne atıfla ülkemizde ‘Aşk’ adıyla gösterime giriyor. ‘John Malkovich Olmak’ (1999), ‘Tersyüz / Adaptation’ (2002) ve son olarak Maurice Sendak’ın tanınmış çocuk kitabından uyarladığı ‘Where The Wild Things Are?’ (2009) ile gündeme gelmiş olan yönetmen, bu kez kendi yazdığı senaryodan şanına yakışır özgün bir çalışmayla çıkıyor karşımıza.

Yakın bir gelecekte, teknolojinin başdöndürücü gelişimine uyum sağlamış soğuk ve metalik Los Angeles fonunda başlıyor Theodore Twombly’nin hikâyesi. Bitmek üzere olan evliliğinin melankolisini yaşayan genç adamın işi, -çalıştığı firmanın diğer elemanları gibi- engüzelmektuplar.com adresinden kendisine ulaşan, yalnızca fotoğraflardan aşina olduğu müşterilerinin ağzından eşlere, sevgililere, aile bireylerine duygusal mektuplar yazmak. Sosyal bir hayatı olmayan Theodore gökdelen katındaki dairesine döndüğünde üç boyutlu sanal bilgisayar oyunlarıyla oyalanır, telefonda erotik sohbetler aracılığıyla yalnızlığını gidermeye çalışır. Depresif bir iş çıkışı ‘dünyanın ilk yapay zekaya sahip bilgisayar programı’ olarak pazarlanan yeni bir ürünle tanışması hayatını değiştirecektir. OS1 adı verilen model, sıradan bir yazılım değildir. Sezgileri ve bilinci olan bu kusursuz beyin, sahibinin ses tonundan ne istediğini anlar. Ama asıl özelliği deneyimleriyle kendini gelişimini sürdürebilme yeteneğidir. Theodore’un yapay olmayan sınırlı zihni şaşkınlık ve hayranlıkla karşılar yeni arkadaşını. Ve kendisine Samantha adını seçen bu etkileyici sanal varlığın dayanılmaz çekimine kapılır.

Bu kısa özetten anlaşılacağı gibi, son dönemin en yaratıcı fikirlerinden biriyle izleyiciyi kendisine bağlayan son derece sempatik bir film, giderek daha mesafeli ve tekil hayatlar süren çağdaş bireyin onulmaz şefkat açlığını dile getiren hüzünlü bir çalışma ‘Aşk’. Film Jonze’un Oscar’ın favorisi mükemmel senaryosu ve yine Akademi Ödülleri öncesinde yine çok haklı olarak öne çıkmış harika yapım ve set tasarımı ile övgüyü hak ediyor. Çok yakın gelecekteki mekanik dünyanın tasarımı, özellikle teknolojik bağımlılığa esir olmaktan mutsuz ruhlar için hayli ürkütücü. Yeşilin aralarına sıkıştığı gökdelenlerle kaplı bu tuhaf kentte bina girişleri metroya ve alışveriş merkezlerine bağlanmış, ağaçlar asansörlerde dekoratif gölgelere dönüşmüşler. Eşyalar ve özellikle giysiler tek tip. Doğallığını kaybetmiş bu garip dünyada hiç beklenmedik bir biçimde beliriyor aşk. Hepimizi şaşırtıyor, etkiliyor. Çağımızın aykırı aktörlerinden Joaquin Phoenix’in melankolik Theodore’u ile bedensiz Scarlett Johansson’ın üstün performansını alkışlıyoruz hayranlıkla.

(13 Şubat 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Eylül’ün Kayıp Bir Ayı Nereye Gitti?

Bi Küçük Eylül Meselesi
Yönetmen-Senaryo: Kerem Deren
Müzik: Toygar Işıklı
Çizgiler: Erdil Yaşaroğlu
Kurgu: Aylin Zoi Tinel
Görüntü: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Engin Akyürek (Tekin), Farah Zeynep Abdullah (Eylül), Ceren Moray (Berrak), Onur Tuna (Atıl), Serra Keskin (Gülşah), Ege Aydan (Baba)
Yapım: Ay Yapım (2013)

Kerem Deren’in “Bi Küçük Eylül Meselesi”, polisiye filmler gibi ince işlenmiş ve merak duygusunu sonuna kadar koruyan heyecan verici ve estetik bir film. Genç oyuncularına da övgü göndermeli.

Kerem Deren’in yazıp yönettiği 2013 yapımı “Bi Küçük Eylül Meselesi”, bir polisiye film gibi Eylül’ün kayıp bir ayının peşine düşüyor. Senaryo gerçekten iyi ve zekice yazılmış. Boşlukta kalanlar, küçük ayrıntılar ve kurgu dili bu filme, giderek sinemamıza heyecan getiriyor. Diyaloglar çoğu anda iyi yansısa da, bazı anlardaysa yapay kalıyor. Sinemamızın genel meselesi bu. Yönetmenin, yaratıcı senaryolarla filmler ortaya çıkartacağını hissediyorsunuz filmin içinde dolaşırken. Filmin görselliğinin de zengin olduğunu belirtmeli. Sinemamızın önemli kameramanlarından Gökhan Tiryaki’nin sinemaskop çerçeveleri, sinema perdesinde estetik anlamda insanı etkisi altına alıveriyor. Gökhan Tiryaki, Nuri Bilge Ceylan ustanın filmlerinin gözleri daima. İnsan onda Slawomir Idziak’a dokunuyor. Bir kameramanın, gerçek anlamda fotoğraf sanatına yakın durması gerektiğini de hatırlatıyor bu heyecan verici kameraman. Fonda duyulan Toygar Işıklı’nın müzikleri de iyi. Ama duyulan pop şarkıları ruha iyi gelmiyor. Bu şarkılar filmi olumsuz anlamda biraz geriletmiş maalesef.

Bozcaada’ya bir yolculuk…

Eylül, güzel bir genç kadın. Yönetmen öyle öngörmese de, Eylül’ün ruhuyla, Eylül’ün her zaman elinin altında olan gazeteyi bütünleştirmiş. Sanatta metaforun gücü bu işte. Filmdeki bu gazeteyle, Fransızların sağ liberal çizgideki Le Figaro Gazetesi neredeyse ruhen aynı. İkisi de sanat eserlerine yüzeysel yaklaşıyorlar daima. Eylül, magazinsel, aşağılayıcı, ayrımcı, zihni karışık, şizofren ruhlu ve az da olsa suçluluk yaşayan bir insan. Geride kırık bir kalp bırakmış kırmızılar içindeki neşeli Eylül, kendi çevresindeki sevgilisi Atıl’ın dört çekerli cipiyle trajediye de yolculuğa çıkıyor. Kaza, onun belleğininden silinmiş bir ayın peşine de düşmesine neden oluyor. Deştikçe, karanlık labirentte zihinsel ışığı arıyor. O labirentte, sınıfsal anlamda uzak olduğu Bozcaada’ya yerleşmiş sessiz karikatürist Tek, yani Tekin var. Eylül, tanımadığı ama çizgilerine tutulduğu Tek’le evleneceğini düşünmüş. Ama onunla tanışınca, kendince hayal kırıklığı yaşıyor. “Beyaz atlı prens”ler gibi yakışıklı değilmiş Tek. Elbette sınıf farkı da var. Yönetmenin, zeka yüklü senaryosu, zihinsel anlamda seyircilere haz vermeye başlıyor. Gerçekten filmin içinde dolaşırken merak duygusunu da azaltmamalı. Yer yer bu filmden polisiye film tadı aldık. Hikâyenin içindeki boşlukları ve ayrıntıları zihinsel olarak birbirine bağlamaya başladığınızda sinemasal keyfe dönüşüyor bu.

Ön jenerik sürerken, suyun içindeki dolaşan kamera, sudan çıkıyor ve evin içine giriyor. Bu giriş anı filmdeki estetiği de duyuruyor. Yönetmen, kamerayı mekânın içinde kaydırarak dolaştırmaktan hoşlanıyor. Kubrick’in 1957 yapımı “Paths of Glory-Zafer Yolları” savaş filminin tadını verdi bize. Sadece öne çıkan kamera değil filmde. Senaryo yaratıcı ve zekice yazılınca bu kurguya da yansıyor. Gerçekten küçük bir an, küçük bir ayrıntı, zihindek küçük bir boşluk, derinlikte anlamlaşarak insanın zihninde bütünleşiyor. Bozcaada’daki mekânlar, filme sadece turistik anlam katmamışlar. Özellikle gecenin içindeki sokaklar, kasvetli ve Eylül’ün zihniyle de metafor kuruyorlar. Gerçekten çarpıcı fotoğraflar toplanmış bu anlarda. Kıyıda kalmış Tek’in evi de insana tuhaf, kederli bir huzur da veriyor. Korkuluğun simgesel anlamı da var filmde. Bir de Tek’in sarı renkteki “moto guzzi”si, yani “triportör”ü var. Bu üç tekerlekli triportöre binmenin ne kadar keyifli olduğunu da belirtelim. Son olarak genç oyunculara da övgü gönderiyoruz.

(13 Şubat 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Mary Poppins Yazarının Disney Usulü Öyküsü

Hollywood usulü biyografik öyküler sinemaseverlerin yakın ilgisiyle karşılaşmıştır hep. Son dönemin ‘Marilyn ile Bir Hafta’sı, efsanevi yıldızın İngiltere’de çektiği ‘Prens ve Şov Kızı’nın çekim sürecinin perde arkasını öyküler. Keza yakın tarihli ‘Hitchcock’ ve ‘The Girl’, gerilim ustasının ‘Sapık’ ve ‘Kuşlar’ şaheserlerinin yaratım süreçleri üzerinedir. Bu hafta gösterime giren ‘Mr.Banks / Saving Mr. Banks’ bu eğilim doğrultusunda, Disney’nin ölümsüz klasiği ‘Mary Poppins’ ve yaratıcılarını konu alıyor.

İçinde bulunduğumuz yıl 50. yaşını kutlayacak olan bu unutulmaz çocuk klâsiğinin Walt Disney’in yirmi küsur yıllık düşü olduğunu öğreniyoruz önce. Pamela Lyndon Travers’in ilk kez 1934 yılında yayınlanmış ünlü roman serisinin film versiyonu için kızlarına söz vermiş Walt amca. Eserinin Hollywood çarkının dişlileri arasında deforme olacağı kaygısıyla bu teklife uzun yıllar direnmiş İngiliz yazar. Mali sıkıntıya düştüğü altmışlı yılların başlarında, menajerinin de baskısıyla çaresiz inadından vazgeçer Travers. Ancak ağır şartları vardır. İki haftalığına gideceği Los Angeles’ta hazırlanan senaryoyu didik didik inceleyecek, tüm detayları bir bir kontrol edecektir.

Sert İngiliz leydisinin Amerika serüveni kültürel farklılıklar doğrultusunda her açıdan gerilimlidir. Eski kıtanın sıkı disiplinle yetişmiş yazarı, yeni dünyanın yaşam biçimine, sıcak ve nemli iklimine tepki gösterir sürekli. Nefret eder Los Angeles’tan. Kendini ve eserini Disney’in ellerine teslim edeceği düşüncesi deli eder yazarı. Walt Disney ve filmin yaratım sürecinde devreye giren senaryo yazarı ve müzikleri yapan ünlü Sherman kardeşler ile sürekli ihtilaf içindedir (‘para beni köşeye sıkıştırdı, senaryo tam beklediğim gibi korkunç’). İleri sürdüğü şartlarla yaratım ekibini çılgına çevirir. Mary Poppins’in şarkı söylemesine, dans etmesine rıza göstermez (‘çocukların eninde sonunda karşı karşıya kalacağı karanlık dünyayı şekerden bir paltoyla örten uçarı bir kadın değildir o, duygusal değil gerçekçidir Poppins’). Filmde animasyon karakterlerin, kırmızı rengin kullanılmasına karşı çıkar.

‘Mr. Banks’in senaryosu iki farklı kanaldan ilerliyor. Hollywood stüdyolarında iki zıt kutbun mücadelesine paralel olarak uzun geri dönüşlerle Travers’in Avustralya’da şekillenmiş acılı çocukluğuna şahit oluyoruz. Ve film ilerledikçe, ‘Mary Poppins ve Banks’ler benim kendi ailem, onlara dokunmanıza, dejenere etmenize izin vermem’ diye haykıran Travers’in çocukluk travmalarının terapisi niteliğindeki eserinin, kendisine ‘hayal kurmayı asla bırakma meleğim’ vasiyetini bırakmış babasının anısıyla yüklü olduğunu anlıyoruz. Nitekim kurt Walt kendi çocukluk acılarından yola çıkarak Travers ile iletişim kurabilecek, yazarı ancak bu şekilde ikna edebilecektir. Romanda geri planda yer alan disiplinli ve sert baba Mr. Banks karakteri, çocuklarına ilgi gösteren sevecen bir karaktere dönüşür beyazperde versiyonunda. Walt’ın söz verdiği gibi hayaller onarılır, filmin özgün adında yer aldığı biçimde ailenin babası yüceltilir.

Amerikalı yönetmen John Lee Hancock, ağır psikolojik travmalar içeren hikâyesini Disney usulü iyimser bir üslûpla dengelemeye çalışmış. Travers’te İngiliz oyuncu Emma Thompson’ın, Walt Disney’de bir diğer Hollywood ikonu Tom Hanks’in etkileyici performanslarından aldığı destekle ünlü sinema klasiğinin dokunaklı yaratım öyküsünü ilgiyle izlenilir kılmış. Lâkin gerçek hikâyenin finali Disney usulü versiyondan hayli farklı. P. L. Travers, Poppins uyarlamasının bitmiş halini hiç beğenmemiş, eserine saygısızlık edildiğini belirtmiş. Bu nedenledir ki devam filmlerine hiçbir zaman izin vermemiş.

(13 Şubat 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hoşgeldin Scorsese

Casino’dan sonra, gecikmiş Oscar’ına ulaştığı performansı da dahil olmak üzere heyecanını yitirmişe benzeyen Martin Scorsese, yeni bir başyapıtla kapımızı çaldı. Oliver Stone’un “sert” borsa betimlemesinden farklı olarak, daha “renkli” anlar vaat eden Para Avcısı, yönetmeni sinemanın yaşayan en büyük efsanelerinden biri haline getiren temalara dönüş anlamı da taşıyor.

Sokaklar, Kızgın Boğa, Sıkı Dostlar ve Casino gibi filmlerin izinden giden; çizginin dışına çıkmaya hevesli, hırslı kahramanların yükseliş ve doğal bir sonuç olarak çöküş serüvenlerine odaklanan Para Avcısı, bünyesinde öncülleri gibi kara film dokusunu barındırıyor; ama “suç unsuru”nun niteliğindeki farktan dolayı, filmde yapımda biçimsel değişimler meydana geliyor, olgunun yapısına ve döneme paralel biçimde, yapıma daha aydınlık bir atmosfer egemen oluyor. Ayrıca Para Avcısı’nın gelişme bölümü, -bilinçli bir tercihten kaynaklı olarak- referans filmlerin aksine daha geniş bir alana yayılıyor.

Özellikle mafya merkezli filmlere damgasını vuran “sert adamların dünyası”, yerini genç yüzyılın parlak beyinlerine ve yaşam biçimlerine terkederken, mizahi yaklaşımı daha üst perdede seyreden bir filmle karşı karşıya olduğumuzu anımsatalım. Scorsese, filmin başlangıcında ana karakteri aracılığıyla seyirciyi çok da iyi bilmediği öngörüsü taşıyan bir dünyayla tanıştırıyor. Bu yerinde yaklaşım, aslolanın para evrenindeki işleyiş değil, yeni çağın değerlerini kuşanarak bir çırpıda yükselen yıldızların kişiliklerindeki yansımalar olduğuna işaret ediyor. Bu durum da Para Avcısı ile önceki yapımlar arasındaki akrabalığı güçlendiriyor. Derin analizlere soyunan ve kapitalizmi bildik yöntemlerle eleştiren bir film değil karşımızdaki; tıpkı diğer yapıtlardaki somut derdin mafyayı veya spor dünyasını sorgulamak olmaması gibi.

Malum sona giden yolun hayli uzun olması ve yükselişin yozlaşmayla kol kola yürüdüğü anların sonu gelmeyecekmiş gibi durması, Scorsese’nin yeni sürprizleri olarak nitelendirilebilir. İzleyiciyi rahatsız etmeyi hedefleyen ve filmin ritmini bozma pahasına bunu başaran yönetmen, gücün yol açtığı durumları aktarma bakımından mutlak bir başarıya imza atıyor. Bu bağlamda; feodal bağların (baba-oğul ilişkileri) paranın sıcak yüzü karşısında eriyip gitmesini, epik filmlerden ödünç alınmış gibi duran “gaza getirici” ajitasyonun, bu dünyanın ipliğini pazara çıkarırcasına sahte bir gerçeklik olarak karşımızda belirmesini ve iktidar ile şehvet arasındaki ilişkiyi filmin en güçlü yanları olarak değerlendirmek gerek.

DiCaprio’nun bir başka Scorsese filmiyle, yine en olgun performanslarından birini sergilediği “Para Avcısı”nda Jonah Hill’e de ayrı bir parantez açmak lâzım. Perdede göründüğü ilk andan itibaren seyirciye enerjisini geçirmeyi başaran Hill, önceki filmi Buraya Kadar’da kendisini “Amerikan ailesinin sevgilisi” olarak tanımlıyordu. Mitolojiyi tersyüz etme adına yeni bir adım olan filmde, sınıf atlama yarışının yozlaşmaya meyilli hakiki orta sınıfını başarıyla temsil ediyor oyuncu.

Scorsese cephesinde yeni birşey olmadığına kanıt oluşturan durum ise bir kez daha kadınları içine alıyor. Sert olmamakla birlikte, erkek egemen bir topluluğun kadınları, yine “bağımlı” karakterler olarak “iyi gün dostu” olmanın tüm gereklerini yerine getiriyorlar.

Müthiş bir ön hazırlık evresinden geçtiğini belli eden, kaynak olarak aldığı biyografik eserdeki aksiyon duygusunu kat be kat aşan Para Avcısı’nın başarısında, yönetmenin yeni çağın eğilimlerini ve yeni bireyini çok iyi etüt etmesinin yattığını söylemeliyiz. Artık çok fazla vakti kalmadığını ve bu yüzden, sonraki dönemde de çok iyi projelerde yer almak istediğini vurguluyor Scorsese. Çok da iyi yapıyor!

Kolay yoldan para kazanmanın ve herşeyin aslında ne kadar basit olduğunun filmi olan ve bu basitliğin yarattığı boşluğu doldurmaya çalışan yüzeysel karakterlerin galerisine dönüşen “Para Avcısı”, son tahlilde genel izleyici için hazmı kolay olmayan anlar barındırsa da, nasıl bir dönemden geçtiğimizi sergilemesi bakımından tarihi bir film.

Doğrusu Scorsese’yi çok özlemiştik!

(13 Şubat 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Kurt Satıcının Önlenemez Yükselişi

Formda bir Martin Scorsese bulmak ne keyif. Amerikalıların büyük saygı duydukları usta sinemacı, kariyerini süslemiş suç öykülerinden bir yenisiyle sıcağı sıcağına karşımızda. Bizde ‘Para Avcısı’ adıyla gösterilen filmin özgün adı -Wall Street’in Kurdu anlamına gelen- ‘The Wolf of Wall Street’. Gerçek bir yaşam öyküsünden, seksenli yılların sonlarında finans dünyasının Kâbe’sinde yıldız gibi parlamış borsacı Jordan Belfort’un aynı adlı biyografik kitabından bir uyarlama bu. Kitabı okumadık ama Scorsese’nin çalışması, portföyündeki temposu yüksek filmleri aratmayan nitelikte.

Bir ‘Yurttaş Kane’ edasıyla başlıyor ‘Para Avcısı’. Dağıtımcı ve yapımcı firmalar, Paramount ile Red Granite Pictures’ın hemen ardından MGM’inkine benzer bir arslanın kükrediği Stratton Dakmont’ın logosu beliriyor ekranda. Yapımcı şirketlerden bir diğeri olduğu kanısına kapılıyorsunuz önce. Hemen ardından devreye giren tanıtım filmiyle, logonun Belfort’un milyon dolarlar götürdüğü görkemli şirketine ait olduğunu anlaşılıyor. Daha sonra Belfort kameraya gözlerini dikerek başdöndürücü yükseliş hikâyesini anlatmaya başlıyor.

Bayside Queens’de küçük bir dairede muhasebeci iki ebeveyni tarafından yetiştirilmiş Belfort. Amerikan rüyası küçük yaşlardan içine işlemiş. Kendini bildi bileli hep zengin ve güçlü olmak istemiş. 22 yaşında tutkularına yakışan bir yerde, paranın tapınağı Wall Street firmalarından birinde işe girmiş. Küçük bir rolde devleşen muhteşem Matthew McConaughey’nin canlandırdığı kıdemli broker Mark Hanna’dan almış ilk dersini. ‘Borsada işlem yaparak para kazanmak damardan adrenalin almak gibidir. Bir şey yarattığımız yok, bir şey de inşa etmiyoruz’ diyor feleğin çemberinden geçmiş broker. Hedef yatırımcının kazancını nakde çevirmesinin önüne geçmek, daha fazla kazanması için sürekli yeni hisse alımı önerisinde bulunmak ve onları borsa bağımlısı haline getirmektir. Yatırımcı kâğıt üzerinde zengin olduğunu hayal ederken, borsacı aldığı komisyonlar üzerinden eve ‘peşin para’ götürür. Borsa 7/24 açık bir lunapark gibidir. Gün boyu alınan uyuşturucu ve alkolle bu iş nasıl yürüyor diye sorar Jordan. ‘Kokain ve fahişelerin desteğiyle’ diye yanıtlar Mark Hanna.

Kara Pazartesi olarak anılan Ekim 1987’deki büyük düşüşün ardından Jordan’ın çalıştığı tarihi L. F. Rochester firması kepenk indirir. Lakin genç girişimcinin hezimete uğramaya hiç niyeti yoktur. ‘Penny Stock’ adı verilen isimsiz firmalara ait ucuz hisselerin el değiştirdiği külüstür bir yatırım merkezinde işe sıfırdan başlar. Kâr marjı çok yüksek bu piyasada kısa sürede büyük paralar kazanır ve yanına topladığı adamlarla kendi şirketi Stratton Dakmont’ı kurar. ‘Kokain, testesteron ve vücut sıvısıyla hırs dolu bir tımarhaneye benzeyen’ ofisinde imparatorluğunu inşa eder.

Borsada işlem yapan herkesin çabucak zengin olmak istediği bir ortamda, 29 yaşında büyük bir servetin sahibidir artık Belfort. Soylu eşi, güzeller güzeli model eskisi Naomi ile devasa malikânesinde yaşar. Miami Vice’daki Don Johnson gibi beyaz Ferrari kullanır. Kendi tabiriyle, hovarda gibi kumar oynar, sünger gibi içer, haftanın her günü fahişelerle düşüp kalkar. Şirketi Wall Street’in amiral gemisi haline gelen Belfort’ın yaşadışı kazançları ve magazin basınına düşen hovarda yaşamı finansal denetim kuruluşları ve FBI tarafından takibe alındığında rüşvet vermeyi ve muazzam servetini gözlerden uzak İsviçre bankalarına transfer etmeyi deneyecektir genç adam.

Herkesin daha zengin ve daha güçlü olmak istediği Amerikan rüyasının bu gösterişli ikonunun serüvenini aynen Belfort’ın yaşamına benzer bir hızla sinemalaştırmış Scorsese. Bu açıdan kariyerinin önemli halkalarından ‘Sıkı Dostlar / Goodfellas’ (1990) ile yakın akrabalığı mevcut bu çalışmanın. Kanun dışı yollardan elde edilmiş devasa servetleri, yüksek dozda uyuşturucu ve toplu seks partileriyle rezilliğin dibine vurmuş yaşamları tüm açıklığıyla üç saat boyunca sergiliyor usta yönetmen. Zıvanadan çıkmış, absürd bir dünya tasvir edilen. Yine Belfort’un deyimiyle ‘normal bir dünyada kim yaşamak istiyor ki’ zaten. Scorsese bir sistem sorunu olarak sunuyor tüm yaşananları. Bu sistem değil midir zenginliği, gücü yücelten. Bu sistem değil midir iyi satıcılığı yücelten. Bu sistem değil midir sıradan Amerikalının gıpta ile izlediği lüks hayatları yücelten.

Çığrından çıkmış kapitalist yaşam düzeninin özendirdiği yoz hayatları başdöndürücü bir estetikle anlatan, yakışıklılığı nedeniyle oyunculuğu hep gölgede kalmış Leonardo DiCaprio’nun hayatının rolünde döktürdüğü başarılı bir Scorsese filmi ‘Para Avcısı’. Ustanın her filmi gibi ilgiyle izleniyor.

(12 Şubat 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Daire

Atıl İnanç’a Adana Altın Koza Film Festivali’nde Film-Yön En İyi Yönetmen Ödülü kazandıran, baş rollerindeki Fatih Al, Nazan Kesal ve Erol Babaoğlu’nun etkileyici performanslarıyla dikkat çeken Daire, Başka Sinema salonlarında vizyondaki yerini aldı.

Her şeyden önce şunu söylemeliyim. Uzunca bir süredir yerli filmlere karşı engelleyemediğim bir ön yargım var. Gişe filmi dediğimiz tuhaf filmleri saymıyorum bile ama şu sanat ya da festival filmi dediğimiz ve günümüz Türk sinemasının asıl resmi olan filmlerimizin pek çok kere hayal kırıklığı yaratması, günümüzde çok değerli olan zamanımızı bir parça çalmak olarak düşündüğüm için bir çoğunu kibarca izlemeyi reddetmeyi alışkanlık edinmeye başlamıştım.

Avrupa filmlerinin ya da Hollywood yapımlarının hepsi muhteşem mi, elbette değil. Hatta son zamanlarda yarısında çıktığım ya da çıkardığım filmlerin sayısını sayamaz olmuştum. Lâfın kısası bu aralar iyi film bulmak zor. Kişisel olarak çok heves edip beni bir izleyici olarak hayal kırıklığına uğratan filmlere açık bir şekilde gıcık oluyorum. Neyseki tüm bu kısırdöngü içinde Daire gibi bir film çıkıverdi karşıma.

Başlarken yine ön yargılarım ve korkularım vardı. Ya film akmazsa, konuşmayan karakterler, uzayan plânlar beni benden alırsa diye… Ama hiç de öyle olmadı. Çünkü bu kez yönetmen, sıradan iki insanın hikâyesini anlatmaya çalışırken, aslında hepimizin hikâyesini anlatmayı layıkıyla becermişti. Günümüz Türkiye’sinde bırakın yaşamayı, hayatta kalmanın, aklı başında tutmanın ne kadar zor olduğunu sade ama bir o kadar da vurucu bir dille anlatıyordu. Ağır ağır ördüğü bir dramın köşelerine serpiştirdiği mizahla da kahkaha da attırmayı biliyordu üstelik.

Türk sinemasında görmeye çok alışık olmadığımız “hayal sahneleri” de pek yakışmıştı filmin atmosferine. Güçlü senaryosu, başarılı yönetimi, etkileyici oyunculukları ve doyurucu görselliğiyle Daire, haftanın kaçırılmaması gereken filmi. Şimdiden iyi seyirler.

Altın Portakal ve SİYAD Ödüllü oyuncu Nazan Kesal yeni filmi Daire’yi Bugün TV’nin Bugün Sanat programında anlattı. İzlemek için tıklayınız.

(11 Şubat 2014)

Gizem Ertürk

Kadın Asla Yenilmez, Ama…

Mr. Banks (Saving Mr. Banks)
Yönetmen: John Lee Hancock
Senaryo: Kelly Marcel-Sue Smith
Müzik: Thomas Newman
Görüntü: John Schwartzman
Oyuncular: Tom Hanks (Disney), Emma Thomson (PL Travers), Colin Farrell (Goff), Annie Rose Buckley (Ginty), Ruth Wilson (Margaret), Paul Giametti (Ralph), Bradley Whitford (DaGradi), B.J. Novak (Robert), Jason Schwartzman (Richard), Kathy Baker (Tommy), Rachel Griffiths (Ellie Teyze), B.J. Novak (Robert), Jason Schwartzman (Richard)
Yapım: Walt Disney (2013)

Amerikalı yönetmen John Lee Hancock’un “Mr. Banks” filmi, Hollywood’a hükmeden stüdyo sahibi Walt Disney’le kadın yazarın eğlenceli mücadelesi.

Film, 1906 yılında Avustralya’da açılıyor. Vince takılı kamera, gökyüzünden sağa doğru kayıyor ve yavaşça çimlerin üzerindeki küçük kıza yaklaşıyor. Final bölümündeyse kamera, aynı mekânda bu defa sola doğru kayıyor ve gökyüzünü gösteriyor. Sinema psikolojisinde bunların anlamını buluyorsunuz. Film, 1961 yılına, Londra’ya gidiyor hemen ve evinde yalnız yaşayan yazar PL Travers’ın şimdiki halini gösteriyor. Hikâye, 1900’lerin başıyla günümüzü, 1960’ları koşut kurguyla iç içe anlatıyor. Amerikalı yönetmen John Lee Hancock’un 2013 yapımı “Saving Mr. Banks-Mr.
Banks”
filminin kurgu dili, Francis Ford Coppola’nın 1974 yapımı “The Godfather Part II-Baba 2” filmiyle neredeyse aynı. Olumlu anlamda söylüyoruz. Hancock, zamanlararası geçişlerde öyle başarılı ki, bu birbirine uzak iki dönem zihinsel olarak karışıklık yaratmıyor insanda. Tersine sıcaklık bile gönderiyor. Hatta çocuklar bile tat alabilir bu anlatımdan. Film gerçekten insanın kalbini ısıtıyor.

Sisin içindeki keşifler…

PL Travers’ın çocukluğu ve şimdiki hali. Kendi adıyla anılan Hollywood’un büyük stüdyolarından birinin sahibi Walt Disney’in en büyük düşü, PL Traveres’ın “Mary Poppins” romanını müzikal-komedi olarak beyazperdeye aktarabilmek. İrlanda kanı taşısa da kendini İngiliz gibi gören PL Travers’ı aşmak göründüğü kadar kolay değil. Walt, bu romanın haklarını alabilmek için tam yirmi yılını vermiş. Parasız kalan PL Travers, menecerinin ikna etmesiyle Los Angeles’a, “düşler fabrikası”na isteksiz de olsa gidiyor. Dıştan, yani Walt’un gözleriyle bakılınca bu kadının kaprisli ve aşılmaz biri olduğunu düşünüyorsunuz. Ama, PL Travers’ın zihninden düşen geçmişin içinde dolaşınca, onun da haklı taraflarının olduğunu fark ediyorsunuz. PL Travers’ın gerçek adı Helen. Kelt olmaktan gurur duyan babası Robert Goff, Ginty diyormuş hep ona. Hayal dünyasının gelişiminde babası ona çok şey vermiş. PL Travers isminde bir gizem var ve bu gizemi sinema perdesinde keşfetmelisiniz. Hatta başka başka gizemler de var. Sona doğru yaklaştıkça, sisler içinde kalanları berrak olarak görüyorsunuz. PL Travers’ın, Los Angeles’taki otel odasında meyve sepetindeki armutları havuza doğru fırlatmasının da bir anlamı var. Gerçekten bu filme dokunurken o gizemli sisin içindeki büyü bozulmamalı. Merak duygusu iyidir.

Babaya büyük aşk…

Küçük Helen, bankacı babasına tutkulu. Annesi Margaret sanki bir yabancı gibi. Robert, çoğunlukla ayyaş ve öfkeli. İşinden oluyor ve bir defa dah yol görünüyor aileye. Bu defa çok uzaklara trenle gidiyorlar. Yeni yerde kasabanın dışında çiftlik evine benzeyen bir malikaneye yeleşiyorlar. Burada hayat giderek zorlaşıyor aile için. Çünkü Robert’ın içkisi ve öfkesi çoğalıyor. Robert, baldızı Ellie’den de nefret ediyor. Kuralcı olan Ellie’ye sevgisizliğini alttan alta Helen’e geçiriyor Robert. Ama Helen’in yüreği sevgi dolu ve o küçük kalbinde teyzesine de yer açıyor. İleride yazacağı “Marry Poppins” romanının en değerli karakteri oluyor. Travers, bu romanını, hayal gücünü de katarak ailesinden ve Ellie teyzesinden ilham alarak yazmış. Ama annesi Margaret yok bu romanda. PL Travers, kendine “Mrs Travers” denmesini istiyor. Disney Stüdyosu’nda bu mümkün mü? Patrona bile Walt diyorlar burada. PL Travers, eserinin burada ne hale getirilmek istediğini de kayıt altına aldırıyor makaralı teyple. Bu makaralı teybi bilmeyenler hayatlarında ne kadar çok şey kaçırdıklarını hiç bilemeyecekler. Zeki Walt, katı görünen bu kadının kalbine giden patika yolu keşfediyor. O da, içtenlikli bir empati kurmak. Herkesin bir hikâyesi var çünkü. Walt, PL Travers’ın Londra’daki evinde o yolu buluyor. Walt’un gazete dağıtımcısı babası Elias’tan tutumlu olmayı ve girişimciliği öğrenmiş. Babasına hep saygı duymuş. Walt, psikanlitik yaklaşımla PL Travers’ın suçluluk duygusuna dokunuyor ve onun kalbini yumuşatıyor. PL Travers’ın katılığının yumuşamasında Hollywood’da şoförlüğünü yapan Ralph’un da katkısı olmuştur belki. Senarist Don DaGradi’yle besteci Sherman kardeşler Robert ve Richard da müziklerle o kalbe girmeye çabalıyorlar. Filmdeki müziklere de kulak vermek gerekecek. Stüdyodaki anlar gerçekten de eğlenceli ve sıcak. 1960’ların ruhu ve atmosferi hissediliyor. Bu filmde Disneyland’dan da anlar yansıyor perdeye. Filmde en unutulmaz anlardan biriyse, bizde “Gökten İnen Melek” adıyla bilinen “Mary Poppins” filminin 1964’te Hollywood’daki galasıydı belki de. Filmden anlar yansırken, Julie Andrews’u bir kez daha perdede görmek insanı büyülüyor, aşkı çağırıyor.

Yönetmen Hancock, 1956’da Teksas’ta doğdu. Yönetmen, 2009 yapımı “The Blind Side-Kör Nokta” filmiyle biliniyor. Yönetmen, Clint Eatwood’un 1993’teki “The Perfect World-Kusursuz Dünya” suç-geriliminin senaryosunu da yazmıştı. Büyük oyuncular bu filme anlam ve derinlik katmışlar. Tom Hanks, Emma Thomson, Colin Farrell ve Paul Giametti’yi aynı filmde izlemek kıvanç sunuyor. “Mr. Banks” filminin atmosferini ve sıcaklığını sinema perdesinde yaşamak gerek. Son jenerik sürerken salonu hemen terk etmemeli. Sondaki güzel anları yaşamak gerek.

(10 Şubat 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Tek Gerçek Roma’nın Görkemli Güzelliği

Övgüyle karşılandığı 66. Cannes Film Festivali’ndeki ilk gösteriminden beri hayran kitlesi giderek artan, son olarak en iyi yabancı film kategorisinde Oscar adayı olan ‘Muhteşem Güzellik / La Grande Bellezza’nın ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında izleyici karşısına çıkması sevindirici.

2004 yapımı ‘Aşkın Sonuçları / Le Conseguenze Dell’ Amore’yi izleyen her çalışmasıyla Cannes’ın yarışmalı seçkisinde yer almış olan İtalyan usta Paolo Sorrentino, ülkemizde gösterilmiş olan ‘Olmak İstediğim Yer / This Must Be The Place’ ile Amerika ve çeşitli Avrupa kentlerini dolaştığı -kendi deyimiyle- harika iki yılın ardından anavatanına dönmüş bu kez. Tarihi dokusu acımasızca tahrip edilmekte olan güzel İstanbul’umuz için ah çekerek seyrine daldığımız Roma şehri filmin başrolünde. Artık yaşlanmakta olan tanınmış gazeteci yazar Jep Gambardella’nın iç yolculuğuna, hiçbir yere varmayan entelektüel tartışmalar üzerine yorumlarına, Roma’nın titizlikle korunmuş, kelimelere sığmayan doğal ve kültürel güzelliği eşlik ediyor fonda.

İlk durağımız şehrin batısında yer alan Gianicolo tepesi. Acqua Paola çeşmesinin kemerlerinin altında accapella kadınlar korosu Amerikalı çağdaş besteci David Lang’ın ilahisini seslendirmekte. Japon turistler şehri kuşbakışı gören tepeye akın etmiş. Bunlardan birisi hayran hayran Roma’yı fotoğraflarken şehrin muhteşem güzelliğine dayanamayıp yere yığılıyor. Buradan, Jep Gambardella’nın 65. doğum günü partisi için Coliseum’a bakan görkemli terasında düzenlenmiş partiye konuk oluyoruz. Raffaella Cara’nın ünlü hiti ‘A Far L’Amore Comincia Tu’nın (Sevişmeye Sen Başla) güncellenmiş remix’i eşliğinde kendini dans ve eğlenceye kaptırmış topluluk üyelerini tanıyoruz daha sonra. Oyun yazarları, aktörler, edebiyatçılar, gözden düşmüş eski şöhretler, kısaca Roma entelijensiyasını ağırlamaktadır bu teras. Derken Jep kameraya döner ve bizlere kendinden bahseder.

26 yaşında taşradan Roma’ya lüks yaşamın kralı olmak için adım atmış ve bunu başarmıştır. Gencecik yaşında yazdığı ödüllü ilk ve tek romanı İtalyan edebiyatının başyapıtlarından sayılmaktadır. Aradan geçen 40 yıl zarfında ülkenin en çok okunan gazete ve dergilerinin gözde eleştirmen ve yazarı olmayı başarmış Jep’i ne kendini, ne başkalarını ciddiye alan, dünyaya ve hayata karşı ironiyle bakan bir kişi olarak tanıtır Sorrentino. Beş para değer vermez geçmişine. Yaşadığı hayata katlanabilmekteki gücünü alaycılığından almaktadır Jep. İnsan düşmanı olduğunu söyler. ‘Hepimiz umutsuzluğun içindeyiz. Tam 40 yıldır istikrarlı bir düşüşteyim, bu benim hayatım ve bir hiç sadece’ diye ilâve eder.

Sorrentino’nun baş kişisinin ağzından duyduklarımız, ön jenerikte yer alan Louis-Ferdinand Céline alıntısıyla paraleldir. 20. yüzyılın ses getirmiş nihilist romanı ‘Gecenin Sonuna Yolculuk’da (Voyage Au Bout De La Nuit / 1932) ‘doğumdan ölüme yolculuğumuz tümüyle hayalidir; insanlar, hayvanlar, şehirler, olaylar hepsi birer hayal ürünüdür’ demektedir Fransız yazar.

Kendini etrafında sürmekte olan cümbüşe kaptırmaz Jep, mesafesini korur. Ta ki 104 yaşındaki ermiş rahibe Maria ile karşılaşana kadar. Köklerin öneminden bahseder hayatın tüm sefaletini görmüş, yoksulluğu dibine kadar yaşamış olan yaşlı kadın. Hayatın palavradan ibaret olduğundan, insanoğlunun acımasız sefilliğinden, dünyada olmanın utancından, hayatın ve romanın bir aldatmacadan ibaret olduğundan bahsetmeyi sürdürecektir Gambardella. Köklerine, ilk gençliğine, muhteşem güzelliği gördüğünü düşündüğü ana dönmekten kendini alamayacaktır yine de.

‘Muhteşem Güzellik’, ustaca yazılmış yönetilmiş, Sorrentino’nun gözde oyuncusu Toni Servillo’nun benzersiz performansından büyük destek alan, Fellini’nin ‘Roma’ ve ‘Tatlı Hayat / La Dolce Vita’sı kadar Monicelli, Ferreri ve Scola’dan esinler taşıyan, İtalyan sinemasının altın çağına görkemli bir saygı duruşunda bulunan çağdaş bir başyapıt. Gambardella’nın Roma’nın nefes kesici güzelliğine nazır terasındaki bitmez tükenmez gevezelikler, unutulmaz ‘Teras / La Terrazza’yı çağrıştırıyor. Ettore Scola’nın filmi izlemiş olduğunu, çok beğendiğini öğreniyoruz Sorrentino ile yapılan röportajlardan. Yaşlı ustasının sevgi dolu bakışlarından çok etkilendiğini ilâve ediyor yönetmen.

[‘Muhteşem Güzellik’; İstanbul, Beyoğlu Pera; Kadıköy Moda Sahnesi (eski Moda Sineması); Ankara, Kızılay Büyülüfener; (14.02.2014’den itibaren) Bursa, Cinetech Korupark; (28.02.2014’ten itibaren) Eskişehir, Kanatlı Cinema Pink Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.]

(09 Şubat 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İşte Türkiye Sinemalarında En Çok Seyirci Toplayan 173 Film

* Fetih 1453 / 6 milyon 565 bin kişi.
* Düğün Dernek / 6 milyon 33 bin kişi. (Gösterimi Sürüyor)
* Recep İvedik 2 / 4 milyon 333 bin kişi.
* Recep İvedik / 4 milyon 301 bin kişi.
* Kurtlar Vadisi: Irak / 4 milyon 256 bin kişi.
* G.O.R.A.: Bir Uzay Filmi / 4 milyon bin kişi.
* Eyyvah Eyvah 2 / 3 milyon 947 bin kişi.
* CM101MMXI Fundamentals / 3 milyon 843 bin kişi.
* Babam ve Oğlum / 3 milyon 839 bin kişi.
* A.R.O.G.: Bir Yontmataş Filmi / 3 milyon 707 bin kişi.
* New York’ta Beş Minare / 3 milyon 474 bin kişi.
* Recep İvedik 3 / 3 milyon 325 bin kişi.
* Vizontele / 3 milyon 308 bin kişi.
* Vizontele Tuuba / 2 milyon 894 bin kişi.
* Celal ile Ceren / 2 milyon 853 bin kişi.
* Titanic / 2 milyon 844 bin kişi.
* Issız Adam / 2 milyon 788 bin kişi.
* Evim Sensin / 2 milyon 703 bin kişi.
* Organize İşler / 2 milyon 618 bin kişi.
* Hababam Sınıfı Askerde / 2 milyon 587 bin kişi.
* Eşkıya / 2 milyon 572 bin kişi.
* Güneşi Gördüm / 2 milyon 566 bin kişi.
* Avatar / 2 milyon 482 bin kişi.
* Kahpe Bizans / 2 milyon 472 bin kişi.
* Eyvah Eyvah / 2 milyon 459 bin kişi.
* Nefes: Vatan Sağolsun / 2 milyon 436 bin kişi.
* Aşk Tesadüfleri Sever / 2 milyon 418 bin kişi.
* Yahşi Batı / 2 milyon 323 bin kişi.
* Muro: Nalet Olsun İçimdeki İnsan Sevgisine / 2 milyon 315 bin kişi.
* Allah’ın Sadık Kulu: Barla / 2 milyon 227 bin kişi.
* Kelebeğin Rüyası / 2 milyon 158 bin kişi.
* Selam / 2 milyon 145 bin kişi.
* Av Mevsimi / 2 milyon 116 bin kişi.
* Hababam Sınıfı: Üçbuçuk / 2 milyon 68 bin kişi.
* Beyaz Melek / 2 milyon 32 bin kişi.
* Kurtlar Vadisi: Filistin / 2 milyon 28 bin kişi.
* Kabadayı / 2 milyon 2 bin kişi.
* Berlin Kaplanı / 1 milyon 983 bin kişi.
* Buz Devri 4: Kıtalar Ayrılıyor / 1 milyon 881 bin kişi.
* Asmalı Konak: Hayat / 1 milyon 791 bin kişi.
* Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği / 1 milyon 759 bin kişi.
* Sümela’nın Şifresi: Temel / 1 milyon 731 bin kişi.
* Hokkabaz / 1 milyon 710 bin kişi.
* Truva / 1 milyon 692 bin kişi.
* O Şimdi Asker / 1 milyon 657 bin kişi.
* Sen Kimsin? / 1 milyon 592 bin kişi.
* Hababam Sınıfı: Merhaba / 1 milyon 581 bin kişi.
* Hükümet Kadın 2 / 1 milyon 527 bin kişi.
* Romantik Komedi 2: Bekarlığa Veda / 1 milyon 507 bin kişi.
* 2012 / 1 milyon 497 bin kişi.
* Matrix Reloaded / 1 milyon 470 bin kişi.
* Yüzüklerin Efendisi: İki Kule / 1 milyon 459 bin kişi.
* Buz Devri 3: Dinozorların Şafağı / 1 milyon 433 bin kişi.
* Altıncı His / 1 milyon 428 bin kişi.
* Osmanlı Cumhuriyeti / 1 milyon 423 bin kişi.
* Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti Bölüm 2 / 1 milyon 417 bin kişi.
* Hükümet Kadın / 1 milyon 401 bin kişi.
* Benim Dünyam / 1 milyon 381 bin kişi.
* Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti Bölüm 1 / 1 milyon 379 bin kişi.
* Matrix 1 milyon 347 bin kişi.
* Komser Şekspir / 1 milyon 331 bin kişi.
* Güle Güle / 1 milyon 275 bin kişi.
* Patron Mutlu Son İstiyor / 1 milyon 253 bin kişi.
* Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü / 1 milyon 252 bin kişi.
* Alacakaranlık Efsanesi: Yeni Ay / 1 milyon 243 bin kişi.
* Maskeli Beşler: Irak / 1 milyon 239 bin kişi.
* Her Şey Çok Güzel Olacak / 1 milyon 239 bin kişi.
* Propaganda / 1 milyon 238 bin kişi.
* Su ve Ateş / 1 milyon 212 bin kişi.
* Hobbit: Smaug’un Çorak Toprakları / 1 milyon 208 bin kişi.
* Dedemin İnsanları / 1 milyon 204 bin kişi.
* Anadolu Kartalları / 1 milyon 195 bin kişi.
* Hızlı ve Öfkeli 6 / 1 milyon 180 bin kişi.
* Harry Potter ve Felsefe Taşı / 1 milyon 173 bin kişi.
* Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde / 1 milyon 171 bin kişi.
* Sınav / 1 milyon 161 bin kişi.
* Çok Filim Hareketler Bunlar / 1 milyon 155 bin kişi.
* Şirinler / 1 milyon 149 bin kişi.
* Neşeli Hayat / 1 milyon 125 bin kişi.
* Şirinler 2 / 1 milyon 116 bin kişi.
* Mumya / 1 milyon 113 bin kişi.
* Harry Potter ve Sırlar Odası / 1 milyon 111 bin kişi.
* Cesur Yürek / 1 milyon 111 bin kişi.
* Başlangıç / 1 milyon 103 bin kişi.
* Mustafa / 1 milyon 101 bin kişi.
* Son Osmanlı: Yandım Ali / 1 milyon 87 bin kişi.
* Neredesin Firuze / 1 milyon 64 bin kişi.
* Hobbit: Beklenmedik Yolculuk / 1 milyon 64 bin kişi.
* Deli Yürek / 1 milyon 53 bin kişi.
* 120 / 1 milyon 42 bin kişi.
* Alacakaranlık Efsanesi: Tutulma / 1 milyon 41 bin kişi.
* Da Vinci Şifresi / 1 milyon 28 bin kişi.
* Veda / 1 milyon 28 bin kişi.
* Karayip Korsanları 2: Ölü Adamın Sandığı / 1 milyon 5 bin kişi.
* Keloğlan Kara Prens’e Karşı / 997 bin kişi.
* Akıl Oyunları / 979 bin kişi.
* Karayip Korsanları: Dünyanın Sonu / 970 bin kişi.
* Maskeli Beşler: Kıbrıs / 964 bin kişi.
* Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi / 955 bin kişi.
* Buz Devri 2: Erime Başlıyor / 949 bin kişi.
* Çakal / 938 bin kişi.
* Hırsız Var / 934 bin kişi.
* Çakallarla Dans 2: Hastayız Dede / 929 bin kişi.
* Çanakkale 1915 / 916 bin kişi.
* Matrix Revolutions / 912 bin kişi.
* Şeytan’ın Avukatı / 910 bin kişi.
* Gladyatör / 909 bin kişi.
* Çılgın Dershane Kampta / 899 bin kişi.
* Gönül Yarası / 898 bin kişi.
* Ah Mary Vah Mary / 883 bin kişi.
* Abuzer Kadayıf / 880 bin kişi.
* Bodyguard / 879 bin kişi.
* Kurtlar Vadisi: Gladio / 876 bin kişi.
* Ağır Roman / 873 bin kişi.
* Açlık Oyunları 2: Ateşi Yakalamak / 863 bin kişi.
* Dersimiz: Atatürk / 861 bin kişi.
* Ya Sonra / 849 bin kişi.
* Moskova’nın Şifresi: Temel / 841 bin kişi.
* Okul / 836 bin kişi.
* Aslan Kral / 825 bin kişi.
* Temel İçgüdü / 818 bin kişi.
* En İyi Arkadaşım Evleniyor / 810 bin kişi.
* 300 Spartalı / 807 bin kişi.
* Kutsal Damacana: Dracoola / 802 bin kişi.
* Kara Şövalye Yükseliyor / 799 bin kişi.
* Ocean’s Eleven / 799 bin kişi.
* Harry Potter ve Ölüm Yadigarları Bölüm 1 / 798 bin kişi.
* Harry Potter ve Ölüm Yadigarları Bölüm 2 / 798 bin kişi.
* Dikey Limit / 794 bin kişi.
* Görevimiz Tehlike 2 / 792 bin kişi.
* Çılgın Dershane / 783 bin kişi.
* Maskeli Beşler: İntikam Peşinde / 782 bin kişi.
* Eyyvah Eyvah 3 / 778 bin kişi. (Gösterimi Sürüyor)
* Karlar Ülkesi / 773 bin kişi (Gösterimi Sürüyor)
* Jurassic Park / 766 bin kişi.
* Harry Potter ve Ateş Kadehi / 764 bin kişi.
* Dünya Savaşı Z / 757 bin kişi.
* Evde Tek Başına 2 / 756 bin kişi.
* Hemşo / 756 bin kişi.
* Cumhuriyet / 755 bin kişi.
* Örümcek Adam 2 / 752 bin kişi.
* Ejder Kapanı / 750 bin kişi.
* Örümcek Adam 3 / 737 bin kişi.
* Son / 737 bin kişi.
* Kolpaçino: Bomba / 736 bin kişi.
* Uzun Hikaye / 725 bin kişi.
* Evde Tek Başına / 723 bin kişi.
* Iron Man 3 / 716 bin kişi.
* Sherlock Holmes: Gölge Oyunları / 715 bin kişi.
* Mumya Dönüyor / 714 bin kişi.
* O… Çocukları / 713 bin kişi.
* Bebek Firarda / 709 bin kişi.
* Melekler ve Şeytanlar / 705 bin kişi.
* Çizmeli Kedi / 697 bin kişi.
* Çılgın Hırsız 2 / 692 bin kişi.
* Arabalar 2 / 690 bin kişi.
* Harry Potter ve Zümrüanka Yoldaşlığı / 687 bin kişi.
* Gelibolu / 677 bin kişi.
* Çanakkale: Yolun Sonu / 669 bin kişi.
* Yenilmezler / 666 bin kişi.
* Romantik Komedi / 666 bin kişi.
* Hızlı ve Öfkeli 5: Rio Soygunu / 665 bin kişi.
* Şrek Üç / 663 bin kişi.
* Cennetin Krallığı / 653 bin kişi.
* Açlık Oyunları / 650 bin kişi.
* Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? / 649 bin kişi.
* Transformers: Ay’ın Karanlık Yüzü / 646 bin kişi.
* Dünyalar Savaşı / 643 bin kişi.
* Harry Potter ve Melez Prens / 640 bin kişi.
* Eğreti Gelin / 638 bin kişi.
* Skyfall 007 / 635 bin kişi.
* Döngel Karhanesi / 624 bin kişi.
* Karanlık Dünya / 615 bin kişi.
Bu yazıda, http:// boxofficeturkiye.com/, http:// www.antraktsinema.com/ ve Umut Sanat Ürünleri’nden Metin Ergül’ün biriktirdiği verilerden yararlanılmıştır. Kendilerine çok teşekkür ederim.

(07 Şubat 2014)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Savaş Devam Ediyor

Geçtiğimiz dönemin en heyecan verici sinemasal kitabı Douglas Kellner’in “Sinema Savaşları” (Metis) idi kanımca. Öncelikle, “Jack Ryan / Gölge Ajan”ı seyrettikten sonra Kellner’ın tespitlerinin ne kadar yerinde olduğunu söyleyebilirim. Takip edebildiğim kadarıyla Jake Gyllenhaal’lı “Yaşam Şifresi”nden başlayarak, ‘derdi o değilmiş gibi yapan’ kimi filmler, ABD’nin yakın dönem politikalarını aklama işlevini üstlenmiş gibiler. Müslüman coğrafya ve Koreliler yetmemiş olacak ki, -son “Zor Ölüm”den de hatırlanabilir- Rusya’ya rağbet başladı. Tek kutuplu dünyada yaşamanın verdiği sıkıntının farkında olan Hollywood yapımcıları, bu düşman kıtlığında eski defterleri açmaya pek meraklı görünüyorlar.

Süper kahramanlar ve sonra da Bond’un yaşadığı ‘içe çekiliş’in tamamlandığına işaret eden yeni görüntüler, farklı bir bellek oluşturma çabasını da işaret ediyor olabilir. Demek ki hafızasından yana dertli olan tek toplum biz değilmişiz bu dünyada!

*****

Kellner; Bush ve Chenney dönemini merkezine aldığı incelemesinde Hollywood’u bir mücadele alanı olarak nitelendiriyor. Michael Ryan ile birlikte, bizde daha önce yayımlanan klâsik eserinde (“Politik Kamera”, Ayrıntı) temellerini attığı tezlere dönüş yapan yazar; terörizm, savaş ve militarizm eksenli film okumaları gerçekleştiriyor. Animasyonlardan belgesel ve kurmacaya bir dizi önemli filmin yer aldığı inceleme, ele alınan süreçte verilen sınavın hiç de başarısız geçmediğini ve Bush’un teşhirinin yeterince sağlandığını iddia ediyor.

Yazarı derhal yeni bir kitaba yöneltmesi gereken günümüz popüler sinemasına bakıldığında ise olgulara iyimser bir bakış atmanın olanaksızlığı dikkat çekici hale geliyor. Paranoyayı tetikleyen onlarca yapım, geçtiğimiz yıl gösterime giren rekor sayıda distopik film yetmezmiş gibi, şimdi de terörizm ve “dış mihrak” söylemi yeniden köpürtülmeye çalışılıyor.

Sıradan görünümlü beyaz kurtarıcının Hollywood tarihiyle yaşıt maceralarına yenisini eklediği bu filmlerde dikkat çeken ayrıntı, ana karakterlerin bir savaş gazisi olması. Irak ya da Afganistan’da dünyanın bağımsızlığına katkı koyan ‘esas oğlanlar’ (!), ülkeleri için yeterince kan ve gözyaşı dökmemiş gibi, sonraki yıllarda da terörle mücadele etmeye çalışıyorlar.

*****

Beyaz Saray’ın bir gün düşeceği veya uzak coğrafyalarda cirit atan teröristlerin (ya da uzaylıların!) işgale yelteneceği korkusunu gündemden düşürmek bilmeyen bu filmlerin, onca kıyamete rağmen ikna edici olamadıkları ise altı çizilmesi gereken en önemli mesele. 80’lerdeki Rocky, Rambo filmlerini hatırlayın lütfen. Olanca karton boyutuna karşın Ivan Drago’yu gözünüzün önüne getirin. “Düşmanın” sahiciliğinden ve hayatın içinde elle tutulur, gözle görülür olmasından olsa gerek, şimdiki düşman imgelerini cebinden çıkarırdı!

Günümüz düşmanları herşeyden önce varlıklarını kanıtlamaları gereken zor bir dönemden geçiyorlar. “Medenî dünyaya” ve ABD’ye husumetlerinde ideolojik / politik tutum devre dışı kalınca, “Jack Ryan”daki gibi kişisel meseleler devreye giriyor; oğlunun / kızının intikamını almak gibi klişelerden medet umuluyor. Yazık!

Söz Rocky’den açılmışken; serinin 3. filminde Clubber Lang (Mr. T), gününü gün eden ve şöhretin tadını çıkaran kahramanımıza “uğrunda dövüşeceği hiçbir şeyin kalmadığını” söylüyor ve sadece bu nedenle de olsa onu yeneceğini haykırıyordu. Cesaretinin altında bir zavallı yatan Lang, Stallone’yi dahi aşan biçimde bütün mücadelenin sınıfsal duruşla alakalı olduğunu haykırıyordu. Böyle düşmana can feda!

*****

Yeni (eski) düşmanlar ve kurtarıcılar cephesinde savaş, hız kesmeden sürüyor sizin anlayacağınız!

(05 Şubat 2014)

Tuncer Çetinkaya

Geçmiş ile Gelecek Arasında

Usta sinemacı Asghar Farhadi’nin 66. Cannes Film Festivali’nde beğeniyle karşılanmış olan son çalışması bu haftadan itibaren ‘Başka Sinema’ programı çerçevesinde gösteriliyor. ‘Geçmiş / Le Passé’, İranlı sinemacının Berlinale’deki Altın Ayı başarısının ardından Cesar, BAFTA, Oscar gibi prestijli ödüllere layık görülmüş 2011 yapımı bir önceki filmi ‘Bir Ayrılık / Jodaeiye Nader az Simin’ gibi aile ilişkilerine odaklanıyor.

Ülkesi dışında ilk kez film çeken Farhadi, geçmiş deyince eskiyi bütün haşmetiyle koruyan Paris’i mekân olarak seçmiş bu kez. Yine de turistik bir işe imza atmama kaygısıyla filmin büyük bir bölümünü kentin eski bir banliyö evinde çekmiş. Dört yıldır ayrı yaşadığı Fransız eşinden resmen boşanmak üzere Tahran’dan Paris’e gelen Ahmad, eski karısı Marie’nin -bir zamanlar babalık yaptığı- Belçikalı ilk eşinden olma yetişkin kızı Lucie ile yaşadığı sorunlu bir ilişki içinde bulur kendini. Marie’nin halen birlikte olduğu -eşi bir intihar girişiminin ardından komada yatmakta olan- Arap asıllı Samir ve küçük oğlunun devreye girmesiyle geçmişin sırları teker teker ortaya çıkmaya başlar.

Farhadi’nin filmi, kırık dökük hayatlarını onarmaya çabalayan bir avuç insanın hikâyesi. Bir gelecek kurmaya çalışırken geçmişten kopamayan, arada kalmış insanlar bunlar. Adam edilmeye çalışılan banliyödeki eski ev ya da Samir’in karısının koma hali bu açıdan zengin metaforlar olarak kullanılmış. Musluk tesisatını onarmak, kapıların boyasını yenilemek, süslü aydınlatma gereçleriyle eskimiş binayı sıcak bir yuva haline getirmek için çabalar Marie ile Samir. Marie’nin karnında büyümekte olan bebek gelecek için bir umut ışığıdır belki. Lakin gönül kırıklıklarıyla dolu geçmişi bir kalemde silmek mümkün müdür. Marie’nin zedelenen bileği, Samir’in yağlı boya temasıyla nükseden alerjisi vazgeçişlere bir direniş değil de nedir. Marie’nin Ahmad’a benzeyen Samir’i bulması, Lucie’nin baba bellemiş olduğu bilge İranlıyla olan bağları geçmişten kopuşun hüznü ile ilişkilidir hep.

İtiraf edilemeyenlerin sinemacısı Farhadi, ‘Bir Ayrılık’ın omuz kamerası kullanılmış tedirgin üslûbuna karşılık, bu kez daha içe dönük temalarının hizmetinde sabit kamera kullanımını yeğlemiş. Çok iyi çalışılmış senaryosuyla karakterlerin iç dünyalarını oya gibi işlemiş. Kiarostami ve Panahi gibi ustalarla da işbirliği yapmış Mahmoud Kalari’nin görüntü çalışması kusursuz. Farhadi oyuncu yönetiminde çok başarılı bir yönetmen. ‘Bir Ayrılık’ın tüm kastı ödüllendirilmişti Berlin’de üç yıl önce. ‘Geçmiş’in oyuncuları da özenle dokunmuş karakterlerini büyük bir başarıyla canlandırmış. Fransızca çekilen filmde, önceleri Marion Cotillard’ın oynaması düşünülen Marie rolünü, ‘Artist’ filmiyle ünlenen Cannes’dan ödüllü, Bérénice Bejo, Ahmad’ı İranlı aktör Ali Mosaffa canlandırıyor. ‘Yeraltı Peygamberi / Un Prophète’in Arap delikanlısı olarak gönüllere yerleşen Tahar Rahim’in çok etkileyici Samir yorumu oyunculuk alanında bir diğer doruk.

Arafta kalmışlık duygusu üzerine sarsıcı bir başyapıt ‘Geçmiş’. Mutlaka görülmeli.

(‘Geçmiş’; İstanbul, Beyoğlu Beyoğlu; Kadıköy Rexx; Altunizade Capitol Spectrum; Haramidere Cinetech Torium; Levent Metro City Cinema Pink; Ankara, Kızılay Büyülüfener; Bursa, Cinetech Korupark ve Eskişehir, Kanatlı Cinema Pink Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.)

(04 Şubat 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dört Dörtlük Bir Aktör

Maximilian Schell’in ölüm haberini duyunca yazısını, yaş icabı, ben yazayım istedim. Bazı şeyleri en iyi onları yaşamış olanlar hatırlıyor. Dört dörtlük bir sinemacıyı, perde-sahne-ekran oyuncusu ve yönetmenini, bir konser piyanistini kaybetmek, sanki onu gençliğimde görüp tanışmışım gibi derin bir kayıp hissi vermişti bana. Sonra Philip Seymour Hoffman’ın halen hazmedemediğim ölüm haberi geldi. O emsalsiz yetenekle, tam yeni bir film yönetmeye hazırlanırken, 46 yaşında ölmek… Üstelik de, kendi eliyle. Çok yazık, çok anlamsız… Gene derin bir kayıp hissi duydum. Bu seferkinin nedeni başka ama: Hoffman’ın adım adım bugüne gelişini, oyuncu olarak olgunlaşmasını izlemiştik hep birlikte, bu yüzden biraz da bize aitti.

Ama ben Maximilian Schell’i yazacağım, çünkü o gençlik arkadaşım. Şahsen ya da sanatın kanatlarını ödünç almak suretiyle tanıdığımız, çok eskiden tanıdığımız insanları kaybettiğimiz zaman, gençliğimizin bir parçası da onlarla gidiyor.

Yıllar, yıllar önce, çok yetenekli ablalarının biraz gölgesinde kalmış iki yakışıklı kardeşi birbirine karıştırma eğilimi gösterirdim. Shirley McLaine’in kardeşi Warren Beatty ile Maria Schell’in kardeşi Maximilian Schell. İkisi de yakışıklıydı, yetenekliydi, biraz da çapkındılar. Özellikle Beatty. Aralarında yedi yaş da fark vardı, Maximilian daha büyüktü. Ablası Maria Schell, sinemanın gelmiş geçmiş en iyi oyuncularından biridir. Çok sayıdaki ödüllerinin arasında Venedik ve Cannes Festivalleri’nden aldığı ödüller de vardır. Oysa kardeşinin arkasından yazılan yazılarda, bahsi geçse bile, bir dönem sinemada adı duyulmuş biri muamelesi görüyor nedense.

Ona bakarsanız, ben Maximilian Schell buraları bırakıp gidince, bir zamanlar dillere destan olmuş bir beraberliğiyle de hatırlanır sanmıştım. Bir baktım ki, onun da hiç bahsi edilmiyor. Belki de şaşmamak gerek. O kişi, yani sabık İran İmparatoriçesi, sonra Prenses Süreyya İsfendiyari de artık hiç yaşamamış gibi silinip gitmiş. Oysa bir devrin en çok kıskanılan kadını, Batı ülkelerinde okumuş genç İran Şahı’nın sevgili karısıydı. Kısır olduğu ve tahta veliaht veremeyeceği anlaşılınca, Şah, genç Farah Diba ile evlenmişti. Güzel gözlü, “mahzun bakışlı” Prenses de jet sosyetenin aranılan bir şahsı olmuştu. Maximilian Schell’le uzun süren bir birlikteliği oldu, arkadaşlık mıydı, daha ileri mi gidiyordu, bilemiyoruz. Basın, bir aşk masalı yazmıştı, tabii. Nereden mi biliyorum? Eh, yaşadık sayılır. En azından, İran Şahı ile Süreyya Beşiktaş’tan geçip Dolmabahçe’ye gidecek diye, şakır şakır yağmur altında, Camlı Köşk’ün karşısında üç saat beklemişliğimiz vardır. Öyle hızlı geçtiler ki, yüzlerini bile göremedik. İlkokul üçüncü sınıftaydım.

Ne var ki Maximilian Schell mazinin cafcaflı dedrikodularından çok daha fazlasını hak eden iyi bir oyuncu, yönetmen ve konser piyanistiydi. Bu yakınlarda ölen Claudio Abbado, Berlin Filarmoni, Viyana Senfoni orkestraları ve Leonard Bernstein ile de birlikte çalışmış, hatta ikincisi ile 1980’lerin başında PBS televizyonunda bir klasik müzik dizisinin sunuculuğunu yapmıştı. Üniversite yıllarında iyi bir kürekçi ve futbolcu olduğu da söylenir.anlaşılınca, Şah, genç Farah Diba ile evlenmişti. Güzel gözlü, “mahzun bakışlı” Prenses de jet sosyetenin aranılan bir şahsı olmuştu. Maximilian Schell’le uzun süren bir birlikteliği oldu, arkadaşlık mıydı, daha ileri mi gidiyordu, bilemiyoruz. Basın, bir aşk masalı yazmıştı, tabii. Nereden mi biliyorum? Eh, yaşadık sayılır. En azından, İran Şahı ile Süreyya Beşiktaş’tan geçip Dolmabahçe’ye gidecek diye, şakır şakır yağmur altında, Camlı Köşk’ün karşısında üç saat beklemişliğimiz vardır. Öyle hızlı geçtiler ki, yüzlerini bile göremedik. İlkokul üçüncü sınıftaydım.

Viyana doğumlu Schell, İsviçreli şair ve oyun yazarı Hermann Ferdinand Schell’in oğluydu. Dört kardeş de Avusturyalı aktris anneleri Margarethe’nin mesleğine heves etmişti. Maximilian için her şey tiyatroyla başladı, on yaşındayken ilk oyununu yazdı. Avusturya Hitler tarafından istila edilince, babası Naziler’in kara listesinde olduğu için Zürih’e göçtüler. İsviçre uyruğuna girdi, sahneye ilk kez Schiller’in “Giyom Tell”iyle çıktı. Avrupa’nın çeşitli tiyatrolarında oynadıktan sonra, 1958’de İra Levin’in “Interlock”unda Celeste Holm ile Broadway sahnesine çıktı, çok beğenildi.

1959’lerin pek çok Alman filminde rol almıştı. Hollywood ile, Marlon Brando ve Montgomery Clift ‘in oynadığı “The Young Lions” ile tanıştı. İkinci filmi “Judgment at Nuremberg”in (1961) silik savunma avukatı Hans Rolfe rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını aldı. Aslında Rolfe yakını sayılır. İki yıl önce onu TV yapımında da oynamıştı. 2000’de ise, bu kez “Judgment at Nuremberg”in baş yargıcı olarak Broadway’e çıktı. Bu filmiyle Oscar, “Stalin” mini dizisinin Lenin’i olarak da Altın Küre alışını internette izleyebilirsiniz. ABD’ye girerken bir gümrükçü niye geldiğini sormuş. “Filmde oynayacağım,” deyince, “Talihin açık olsun, oğlum,” demiş. Kendisine uğur getirdiğini söylüyor. Aslında, filmle ilk Altın Küre’sini de almıştı.

İkinci Dünya Savaşı filmlerinde çeşit çeşit Almanlar’ı oynamama mücadelesi verdiyse de, kurtulduğu söylenemez. Bu arada televizyonu da ihmal etmedi. 1959’da Münih’te çekilmiş üç saatlik TV yapımı “Hamlet”i efsane olmuştur. Emmy ve Altın Küre adaylıkları var. Oscar’a da gene bir İkinci Dünya Savaşı hikâyesi olan “The Man in the Glass Booth” ile En İyi Aktör, 1977’de ise “Julia” ile En İyi Yardımcı Aktör dallarında aday oldu. İkincisini, kendisiyle aynı filmde oynayan Jason Robards’a kaptırdı.

Pek çok filmde oynadı ama Jules Dassin’in “Topkapı”sı hemen akla gelenlerden biridir. Frant Kafka’nın “Şato”sunun film versiyonunun yapımcılığını üstlendi ve baş rolünde oynadı. “The Freshman” onu Brando ile 1990’da yeniden bir araya getirdi. 1984’te Oscar adayı belgeseli “Marlene”, yönetmen yanını gösteren filmlerden biridir. Marlene Dietrich, yıllarca onunla konuşmayı reddettikten sonra nihayet “evet” demişti. Ama görüntü vermediği için, filmde Schell ile ikisinin seslerini duysak da aktrisi görmeyiz. Ancak fotoğraf ve kupürlerle Schell, etkileyici bir hikâye anlatmıştı. 2002’de de ablası için “My Sister Maria” belgeselini çekti. Son yılları sorunlu geçen Maria Schell, bu filmin galasında son kez halk karşısına çıktı. Emmy’ye “Miss Rose White” ile ve ona Altın Küre getiren “Stalin” ile (Robert Duvall oynuyordu) aday oldu. Schell’i belki “Wiseguy” ve “The Thorn Birds: The Missing Years”den de hatırlarsınız. Alman televizyonunda ise üç sezon devam eden ZDF dizisi “Der Fuerst und das Maedchen” (Prens ve Kız) ile 2003-2007 arasında yeniden meşhur olmuştu. Son yıllarında düzenli olarak Avrupa sahnelerine çıktı. En yeni filmi “Les Brigands” ise bu yıl gösterime girecek. Maximilian Schell oyunculuğunu bizimle paylaşmayı sürdürüyor.

(03 Şubat 2014)

Sevin Okyay

Sophia Loren’li İnsan Sesi, Festivallerin Kraliçesi’nde Gösterilecek

Başrolünde Sophia Loren’in olduğu, “yapımcıların yapımcısı” Carlo Ponti (1912 – 2007) ile Sophia Loren’in (1934 doğumlu) oğlu Edoardo Ponti’nin (1973 doğumlu) yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını üstlendiği, Erri De Luca’nın diğer senaryo yazarı olduğu, Jean Cocteau’nun (1889 – 1963) 1930’dan bu yana gündemde olan “ölümsüz” tiyatro oyunundan uyarlanan “La voce umana-La Voix humaine-The Human Voice-İnsan Sesi” ilk kez 2014 Cannes Film Festivali’nde gösterilecek.

“İnsan Sesi” hayatını adadığı erkek tarafından terk edilmiş, aldatılmış, koyu bir yalnızlığa düşmüş bir kadının öyküsü. Angela beş yıllık sevgilisinin kendisini terk ederek başkasıyla evlenmeye karar vermesi üzerine bunalıma girmiştir.

Filmin çekim mekânları: Roma, Napoli ve Ostia.

“İnsan Sesi”nin 1948 uyarlaması olan “L’amore”da Anna Magnani, 1966 uyarlaması olan “The Human Voice”da Ingrid Bergman, 1978 uyarlaması olan “La voce umana”da Anna Proclemer başroldeydi; eser operaya da uyarlandı… 1948 uyarlamasını Roberto Rossellini, 1966 uyarlamasını Ted Kotcheff yönetti. 1948 uyarlamasında Federico Fellini filmin senaryo yazarları ve oyuncuları arasındaydı.

Kısaca Sophia Loren

Sophia Loren, Carlo Ponti’yle 1957’de evlenmiş ve bu evlilikten Carlo Ponti Jr. (1968 doğumlu, orkestra yönetmeni) ile Edoardo Ponti doğmuştu.

1991’de Onur Oscar’ına layık bulunan Sophia Loren, ikisini de Vittorio De Sica’nın yönettiği “La ciociara-Kızım ve Ben” (1960’ın filmi Türkiye sinemalarında 1963’te gösterildi) ve “Matrimonio all’italiana-İtalyan Usulü Aşk”la (1964’ün filmi Türkiye sinemalarında 1970’de gösterildi) Oscar ödülüne aday gösterildi ve “Kızım Ben”le Oscar heykelciğini kazandı.

1970’li yıllarda İtalyan devleti tarafından vergi kaçırmakla suçlanan Sophia Loren 1982’de İtalyan devletinden vergi kaçırmak iddiasıyla 17 gün cezaevinde yattı. Ancak yakın zamanda bu suçlamanın haksızlığı ve Sophia Loren’in vergi kaçırmadığı kanıtlandı.

Sophia Loren’in Film Film Ücretleri:

* “The Pride and the Passion” (1957’nin filmi Türkiye sinemalarında 1959’da gösterildi) Sophia Loren’in Kazancı: 200 bin dolar.

* “El Cid” (1961) Sophia Loren’in Kazancı: 750 bin dolar.

* “The Fall of the Roman Empire-Roma İmparatorluğu’nun Çöküşü” (1964’ün filmi Türkiye sinemalarında 1965’te gösterildi) Sophia Loren’in Kazancı: 1 milyon dolar.

* “Man of La Mancha-Don Kişot” (1972’nin filmi Türkiye sinemalarında 1974’te gösterildi) Sophia Loren’in Kazancı: 750 bin dolar.

Carlo Ponti’nin Yapımcılığını Üstlendiği Efsaneleşmiş Filmler:

* David Lean’in yönettiği “Doctor Zhivago-Doktor Jivago” / Beş Oscar ödülü kazandı / 1965’in filmi Türkiye sinemalarına 1968’de gelebildi.

* “La Strada-Sonsuz Sokaklar” / Yabancı film Oscarını İtalya’ya kazandırdı ve Federico Fellini tarafından yönetildi / 1954’ün filmi Türkiye sinemalarına 1957’de geldi.

* Michelangelo Antonioni’nin yönettiği “Blow Up-Cinayeti Gördüm” / 1966’nın filmi Türkiye sinemalarına 1971’de geldi.

* Michelangelo Antonioni’nin yönettiği “Professione: reporter-Yolcu” / 1975’in filmi Türkiye sinemalarına 1981’de geldi.

(01 Şubat 2014)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Disney’den Feminist Bir Bakış

‘Karlar Ülkesi / Frozen’, efsanevi kurucusunun adını taşıyan Walt Disney Pictures’ın sinemada öncüsü olduğu animasyon türündeki son çalışması. 30’lu yıllardan başlayarak türün unutulmaz başyapıtlarını üretmiş olan büyük Hollywood stüdyosunun çağımız koşullarına uygun bilgisayar teknolojisi destekli üç boyutlu bu yeni işi, 2010 yapımı ‘Karmakarışık / Tangled’ gibi müzikli bir masal uyarlaması. Grimm Kardeşlerin ‘Rapunzel’inin yerini 19. yüzyılda yaşamış Danimarkalı şair ve yazar Hans Christian Andersen ve ünlü masalı ‘Karlar Kraliçesi / The Snow Queen’ almış bu kez. Lâkin, aslına sadık bir uyarlama olmaktan ziyade, bir esinlenme söz konusu bu defa.

Andersen’in taş kalpli buz perisinin kaçırdığı erkek arkadaşını kurtarmak için mücadele eden küçük Gerda’nın serüveni üzerine kurulmuş olan öyküsü, ilk kez Lev Atamanov imzalı 1957 yapımı bir Rus yapımı olarak gündeme gelmiş, orta metrajlı bu uyarlama ‘Çocuk Sineması’ adı altında programa alındığı ülkemizde uzun yıllar gösterilmiş ve çok sevilmiştir. Yaşı tutanların çocukluk anılarını süsleyen bu şirin uyarlamanın 60’lı yıllar popüler genç kız rollerinin gözde oyuncularından Sandra Dee’nin seslendirdiği İngilizce bir versiyonu da mevcuttur.

Disney ekibinden Jennifer Lee’nin, kar ve buz dışında büyük ölçüde yeniden yazılmış güncel senaryosu, ‘Tangled’ ya da ‘Cesur / Brave’ gibi güçlü kadın karakterler üzerine kurulmuş. Arendelle krallığının varisleri Anna ile Elsa’nın nefes kesen maceraları anlatılan. Ebeveynlerini küçük yaşta kaybeden iki kız kardeşten Elsa’nın sihirli bir güce sahip olması birlikte büyümelerini engellemiştir. Dokunduğu her şeyi buza döndürme yetisine sahip büyük kardeş, kapalı kapılar ardında, insanlardan uzak bir nevi hapis hayatı sürer yıllar boyu. Taç giyme günü gelip çattığında ortaya çıkan Elsa, süper gücünü kontrol altında tutamaz ve cennet Arendelle sonsuz bir kışa gömülür. Bundan sonrası uzaklarda kendi buzdan şatosunu inşa eden ablasını bulup durumu düzeltmek için yollara düşen Anna’nın tehlikeli yolculuğu üzerinedir.

Feminist yaklaşımıyla Disney’in öncül masal uyarlamalarından ayrı bir yerde duruyor ‘Karlar Ülkesi’. Gerek masalda gerekse daha önceki sinema ve televizyon versiyonlarında kötücül olarak çizilmiş ‘Kar Kraliçesi’ bu kez farklı yorumlanmış. Elsa sahip olduğu kontrolsüz gücü nedeniyle dışlanmış, ötekileştirilmiş bir karakter olarak çizilmiş. Saraydan uzaklarda kendi buz şatosunu inşa ettiğinde özgürlüğüne kavuşmanın sevinci içindedir genç kız. Başlangıçta ‘ilk görüşte aşk’ hayalleri kuran Anna ise içten pazarlıklı genç prensin tuzağına düşmekten son anda kurtulacaktır. İki kız kardeş, yakışıklı prensin öpücüğüyle değil, kendi iradeleri ve aralarındaki sevgi bağının sınanmasıyla çözeceklerdir sorunu.

‘Karlar Ülkesi’ filmi süsleyen şarkılardan gücünü alan bir yapım. Robert Lopez’in müziği ve Kristen Anderson-Lopez’in sözleriyle filmin en çarpıcı sekansına eşlik eden ve özgürlük coşkusunu dile getiren ‘Let It Be’, Oscar adayları arasına girdi bile. ‘Sefiller’ müzikalinin açılış şarkısını anımsatan koral ‘Frozen Heart’ ya da ‘Do You Want To Build A Snowman’ yine filmin çok renkli şarkıları arasında yer alan ikisi.

Uzun metrajlı animasyon dalında Oscar’ın güçlü adayı olan ‘Karlar Ülkesi’ni, beyaz atlı yakışıklı prens masallarıyla büyütülen kız çocuklarınıza izletmeniz özellikle tavsiye olunur. Ancak, çocuklar kadar yetişkin sinemaseverleri de mutlu kılacak son dönemin en parlak Disney animasyonu bu. Belki de tek olumsuz nokta, sinemalarımızda sadece Türkçe dublajlı kopyaların gösteriliyor olması. Şarkıları yorumlayan Kristin Bell, ya da tanınmış Broadway yıldızları Idina Menzel, Jonathan Groff ya da Josh Gad’ın özgün performanslarıyla tanışmak için filmin DVD’sinin çıkmasını bekleyeceksiniz.

(30 Ocak 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Her Şey Hayatta Kalabilmek İçin

Ülkemizde ‘Düzenbaz’ adıyla gösterime giren ‘American Hustle’ın ana karakterleri orta alt sınıflardan gelmişler, toplumda bir yer edinme uğraşı içindeler. Başlangıç sekansında uzun uzun saç tuvaletini, kelini nasıl gizlediğini izlediğimiz Irving Rosenfeld hayatta kalmayı küçük yaşta öğrenmiş. Camcı babasına çevre dükkânların camını kırmak suretiyle iş çıkaran, kullanılmak yerine kullanıcı olmayı şiar edinmiş bir üç kâğıtçıdır o. Kuru temizleme işi yanında çalıntı ya da sahte sanat eseri alım satımıyla iştigâl eder. Bir havuz partisinde tanıştığı, seçeneklerin sınırlı olduğu küçük New Mexico kasabasından büyük şehre kapağı atmış Sydney, hikâyemizin bir diğer kendini yeniden yaratmak isteyen mücadeleci karakteri. Duke Ellington tutkusunun birbirine bağladığı bu ikili hileli kredi işlerinden birinde FBI görevlisi Richie DiMaso’ya enselenir. Annesiyle birlikte yaşayan silik kanun adamı, üst düzey bürokratları yolsuzluk tuzağına düşürmek üzere sahtekar ikiliyi piyon olarak kullanmak isteyecektir.

‘Düzenbaz’ yetmişler sonlarında geçiyor. Soğuk savaş yıllarının Vietnam hezimeti ve Watergate skandalının dumanı tütmektedir hâlâ. Dolandırıcılığın şaha kalktığı, Irving’den alıntıyla ‘aslında hayatla baş edebilmek için herkesin kendini kandırdığı’ bir dönemdir bu. Bu açıdan, kanuni prosedürü kendi çıkarı doğrultusunda kullanarak isim yapmaya çalışan Richie’nin kirli oyunlarıyla kanun dışı çiftimizin üçkâğıtları arasında pek de fark yoktur.

At izinin it izine karıştığı yetmişler dünyasının keyifli bir hicvi olan ‘Düzenbaz’, bağımsız sinema çıkışlı David O.Russell’ın Amerikan sinema endüstrisinin ödül listelerine damgasını vurmuş olan son filmi. 1999 yapımı ‘Üç Kral / Three Kings’ ile ülkesinin Irak müdahalesini trajikomik bir dille eleştiren Russell, son yıllarda Akademi Ödülleri’nin gediklisi haline geldi. Orta sınıf Amerikan ailesini anlatmayı iyi bilen Russell’ın iki başarılı oyuncusuna (Christian Bale ve Melissa Leo) Oscar kazandırmış 2010 yapımı çalışması ‘Dövüşçü / The Fighter’ aile dayanışması üzerinedir. Keza geçtiğimiz yılın ses getiren çalışmalarından ‘Umut Işığım / Silver Linings Playbook’un sorunlu çifti huzuru yine deli dolu ancak esirgeyen sıcak aile ortamında bulur. Amerikan komedisinin altın çağının gözde türlerinden ‘screwball’ tarzı güldürüye hoş bir göndermedir ‘Umut Işığım’.

Russell’ın New York Film Eleştirmenleri tarafından yılın filmi seçilen, en iyi film dahil üç dalda Altın Küre’li, 10 dalda Oscar adayı yeni filmi, yetmişli yılların deli dolu suç komedilerinden yola çıkmış. Bunu yaparken 70’lerin renkli eğlence dünyası, cinsel serbesti ortamı, ortalığı kasıp kavuran seksi kostüm ve aksesuarları gayet titiz bir çalışmayla birebir yaratılmış. Tom Jones’un ‘Delilah’sından başlayarak, Elton John’ın ‘Goodbye Yellow Brick Road’una, David Bowie’li ‘The Jean Genie’den Dona Summer’ın meşhur disko hiti ‘I Feel Love’a uzanan çok zengin bir soundtrack’in fona özenle döşendiği keyifli bir seyirlik bu.

Özellikle yetmişli yılları yaşamış izleyiciye benzersiz bir nostaljik keyif yaşatacağı muhakkak olan bu fazlasıyla Amerikan öykünün Eric Varren Singer ve Russell imzalı trafiği hayli yoğun senaryosu, yönetmenin önceki yapıtları gibi sinema tarihine geçecek kusursuz çizilmiş karakterleri ile öne çıkıyor. Bir kez daha tümü Oscar adayı çok başarılı bir oyuncu kadrosu hayat vermiş Russell’ın ana kişiliklerine. Irving’de 20 kilo almış Christian Bale, Sydney’de 70’lerin derin dekolteli kıyafetleriyle döktüren Amy Adams, FBI ajanı DiMaso’da perma saçlı Bradley Cooper mükemmel yazılmış rollerini başarıyla icra ediyor. Amerikan sinemasının Meryl Streep ışığı taşıyan gencecik yeteneği, ‘Umut Işığım’ın dengesiz Tiffany’sinde harikalar yaratmış ve geçtiğimiz yıl En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını almış olan Jennifer Lawrence, bu defa daha küçük bir rolde, Irving’in belâlı karısı Rosalyn’de ışıl ışıl parlıyor. Hızlı geçişlerle uzun süresine rağmen temposu düşmeyen karakter ağırlıklı bu şirin güldürünün bir diğer güzel sürprizi de bu defa çok kısa bir kompozisyonda döktüren usta oyuncu Robert De Niro’nun varlığı.

(22 Ocak 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com