Kategori arşivi: Yazılar

Amerikan Rüyasının Koyu Karanlığında

Milyarder John du Pont ile güreşçi Schultz kardeşlerin tuhaf ilişkilerinden yola çıkan ‘Foxcatcher’ son dönemin en önemli Amerikan yapımlarından. Bizde gösterildiği ismiyle ‘Foxcatcher Takımı’ on yıl içinde çektiği üç filmle çağdaş sinemanın ‘auteur’ isimleri arasında sayılan Bennett Miller’ın imzasını taşıyor.

Klasik spor filmi referanslarının ötesinde Amerikan toplumu üzerine yaman bir gözlem niteliğindeki ‘Foxcatcher’ yönetmenin önceki işleri gibi gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkmış. Üç erkek karakter arasındaki değişen güç dengeleri üzerine kurulu öykü Miller’in daha eğlenceli bir beyzbol draması olan önceki uzun metrajı ‘Kazanma Sanatı / Moneyball’ benzeri bir sporcu filmini çağrıştırmakla birlikte, soğukkanlılıkla işlenmiş bir cinayetin izini süren 2005 yapımı çalışması ‘Capote’nin karanlık atmosferini ödünç almış.

Silah endüstrisi üzerine kurulmuş dev kimya imparatorluğunun varisi ile orta alt sınıftan sporcu kardeşleri buluşturan güreş tutkusudur. Charles Foster Kane’in Xanadu adını verdiği şatosunun bir benzeridir ‘Foxcatcher’ malikânesi. Yurttaş Kane misali sınırsız bir zenginliğe doğmuştur John du Pont. Babasız büyümüş, annesi paha biçilmez atlarını oğlundan üstün tutmuştur. Alt sınıfların uğraşı olarak görülen güreş sporuna annesinin otoritesine inat derin bir tutkuyla bağlıdır. Sevgi arsızı bu eksantrik kişiliğin her ikisi de hem dünya hem olimpiyat şampiyonu olmuş güreşçi kardeşlerle er geç biraraya gelmesi kaçınılmazdır.

Aile kurarak yerleşik düzene geçmiş ağabey David zengin adamın teklifine sıcak bakmaz. İki yaşından itibaren abisinin kol kanat gerdiği özgüven sorunlu tedirgin küçük kardeş du Pont’un çağrısına uyar ve 1988 Seul olimpiyatlarına hazırlanmak üzere kendini bir baba figürü, bir akıl hocası olarak gördüğü zengin milyarderin kollarına teslim eder. Amerikan sağının bu kanlı canlı temsilcisi ile aynı şeyleri düşünmektedir üstelik. Ülke ahlaki değerlerini kaybetmiştir. İkilinin işbirliği ya da baba oğulun çabasıyla kazanılması hedeflenen olimpiyat madalyası Amerikan ulusunun itibarı için çok değerlidir. Mark’ın bu sahte Amerikan düşünden uyanması, başkalarının emeğiyle kendini ispat etmeye çalışan zengin malikane sahibinin beyaz Mandingo’su haline gelmesi uzun zaman almayacaktır. Yeni bir oyuncak peşindeki muktedirin abisini zengin vaadlerle malikânesine çağırmasıyla Mark bunalıma girer. İki kardeş arasında kelimelere dökülmeyen ancak güreş tuttuklarında patlayan kıyasıya rekabete dayalı öfke bir kez daha açığa çıkar. Bundan sonrası üç erkek karakter arasındaki güç dengesinin sürekli yer değiştirdiği sonu trajediye varacak tekinsiz bir yolculuktur.

‘Foxcatcher’ derin karakter analizi ve zengin tema çeşitliliğinin hakkını veren ustaca yazılmış senaryosuyla hayranlık uyandırıyor. Sınıf temelli çok katmanlı sporcu hikâyesini beklenmedik bir sakinlik ve mesafeyle anlatan Miller’in becerisi, farklı disiplinlerden gelmiş yıldız oyuncuları yönetmekteki ustalığı olağanüstü. 40 yaşındaki bakir adamdan milyarder du Pont’a uzanan kariyerinde Steve Carell’in çabası, Channing Tatum’un ve ağabey Dave’de harikalar yaratan Mark Ruffalo’nun performansları övgüye değer. Amerikan rüyasının koyu karanlığında izleyiciyi allak bullak eden filmlerden ‘Foxcatcher’. Kaçırmayın.

(02 Şubat 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Yalnızlık Döngüsü

Aydın, emekli bir oyuncudur; aktörlüğü bıraktıktan sonra Orta Anadolu’da kendi halinde küçük bir otelde çalışarak günlerini geçirir. Kendisine her anlamda uzak ve soğuk olan genç karısı Nihal ve boşanmış olan kız kardeşi Necla ile yaşamaktadır. Kışın bastırması ve kar yağışının artması bu küçük taşrada en çok Aydın’ın sinirlerine dokunur ve onu uzaklara gitmeye teşvik eder.

Nuri Bilge Ceylan, “Kış Uykusu”nda “emek” kelimesinin ne demek olduğunu ve kullanıldığı zaman nasıl muhteşem sonuçlar yarattığını gözler önüne sermiş. İzleyici, filmden ziyade görsel bir şölen ile karşı karşıya kalıyor. Hangi açıdan değerlendirilirse değerlendirilsin bu film gerek oyunculuk açısından, gerek senaryo ve kurgu açısından Altın Palmiye’yi sonuna kadar hak ediyordu. Özellikle estetik açıdan değerlendirdiğimizde, filmde özensiz tek bir sahne yok. Her sahne, renk, ışık, dekor ve atmosfer bakımından senaryoyla özdeşmiş durumda. İzleyici, filmi izlerken büyük bir keyif alıyor.

Işığın kapalı ortamlardaki “loş” kullanımı izleyiciyi konusuyla bütünleştiriyor. Zaman zaman dikkat dağılma probleminin ortaya çıktığı durumlarda, ışık buna izin vermiyor ve konuya yeniden odaklanmamızı sağlıyor. Gölgeler ise yoğun olarak kullanılmış. Dekor ise karakterlerin hayatlarına uygun olarak dizayn edilmiş. Filmin rengi, konusu, karamsarlığı ve mevsimin insan üzerindeki etkisi açısından, içimizde bir kez daha yoğun bir “yalnızlık” duygusu yaratıyor. Görüntü kalitesi, çekim teknikleri, kamera açıları… Filmin belki de % 70’ini kapsayan kısım. Hüzünlü ve yalnız bir kar manzarası ancak bu kadar güzel gösterilebilirdi. Kapadokya’nın eşsiz güzelliği ise Nuri Bilge Ceylan’ın gözünden yeniden kurgulanmış. Koşan atların görkemli görüntüsü, peri bacaları, zaman zaman flu sahneler, zaman zaman ise karakterlerin karmaşık kişiliklerini, muhteşem bir düzen ve uyum içinde sunan o net kadrajlar… Filmin vermek istediği mesaj adına birçok konuşmanın yanı sıra, çekim açılarından da insan onlarca mesaj çıkarabiliyor. Ancak baştan sona verilen o müthiş kar görüntüleri; bizde mutluluk ve aydınlık hissi uyandırması gerekirken filmin ruhu bakımından hiçbir zaman bu hissiyatı yakalayamıyoruz.

Nuri Bilge Ceylan’ın penceresinden anlatılan film, kültürel açıdan değerlendirildiğinde ise, Kapadokya’nın görsel ziyafetinin altında anlatılmak istenen detaylar, Anadolu’yu yine ve yeniden gün yüzüne çıkarıyor. İç Anadolu Bölgesi’nde geçen film, kadınların acıları, değersizlikleri, geçim zorlukları, modernleşme sorunları, psikolojik sorunlar, gelenekler ve arada kalmışlığı bize hem doğrudan hem de çeşitli metaforlarla aktarıyor. Kadınların erkek işlerine el atması, erkeklerin acizliği veya egemenliği, “delikanlılık” adı altında sürdürülmeye çalışılıyor. Hamdi’nin, baldızına odunları ateşe atmasını söylemesi, ardından ise Nihal’in çayını taşıması veya Hidayet’in ağır vazoları Fatma’ya taşıtması, bize tipik Anadolu’nun köylü kadınlarını çağrıştırıyor.

Dünya’nın, her seferinde bizi bu şekilde tanıması hatta doğrudan kendimizi bu şekilde tanıtmamız ne kadar doğru? Bu kısım tartışmaya fazlasıyla açık. Ülke açısından, Anadolu’nun sorunlarını, “geride kalmışlığını” ortaya seren filmler yaptığımız sürece dünya bizi ayakta alkışlıyor. İşte, Nuri Bilge Ceylan sinemasının en büyük dezavantajı burada ortaya çıkıyor. Hep eksik bir Anadolu, hep geride kalmışlık ve sınıf farkını anlatan aynı zamanda da göz dolduran, muhteşem bir film yaratmayı başarıyor.

Filmde çoğu zaman ülkemizin geleneklerini ve kurallarını tanıtan Ceylan, erkeklerin egemenliğini, delikanlılığını ve hâkimiyetini, misafirperverliği, atalarımızı, ataerkil yapıyı, Anadolu’nun simgesi olan atların değerini ve İslamiyet’i filminde fazlasıyla tanıtmış. Nuri Bilge Ceylan aynı zamanda, olan bir durumu olması gerektiği haliyle tartışmış. Aydın’ın ülkemizdeki din adamlarının yanlışlarına değinmesi bu durumu çok net ifade ediyor.

Dekorun kullanımında ise, tipik topraktan, bakırdan vb. yapılma Anadolu eşyaları fazlasıyla kullanılıyor. Örme şallar, eski koltuklar, minderler, çay, kurabiye vb. detaylar kültürümüzün bir parçası olarak hemen hemen filmin tüm sahnelerinde yer alıyor. Dış mekânda ise, doğayı ön plana çıkaran detaylar, avlanma, tüfek, Kapadokya’ya özgü taş evler vb. kullanılmış. İsimlere dikkat ettiğimizde, Yan Karakterlerde; “Hamdi”, “Fatma” vb. Anadolu’ya özgü isimler kullanılırken, Başkarakterlerde , “Necla”, “Aydın” ve “Nihal” gibi modern isimler tercih edilmiş.

Aydın’a baktığımız zaman, kendi yalnızlığında kaybolmuş, mutsuz, yorgun, çabasız ve acı duymaktan zevk alan bir adamla karşı karşıya kalıyoruz. Haluk Bilginer’in canlandırdığı Aydın kimliği ancak bu kadar doğal anlatılabilirdi. Karakteriyle o kadar güzel bir hava yaratıyor ki, izleyici de onunla birlikte aynı duyguları yaşayabiliyor. Düşüncelerini dışa vurduğunda ise, günlük hayatta hepimizin hissettiği ancak bu filmde farkına varabileceğimiz ayrıntıları gözler önüne seriyor. Baştan sona edebiyat kokan filmde, birçok ünlü düşünürden (Çehov, Shakespeare, Tolstoy vb.) alıntılar var. Özellikle Aydın’ın yaptığı alıntılar, filmi daha da sürükleyici bir hale getirmiş. Aynı zamanda o kadar etkileyici ve heyecan verici konular seçilmiş ki, insan izlerken bir yandan da kendi zihniyle o tartışmalara katılabiliyor. Haluk Bilginer’in muhteşem oyunculuğu, filmin başarısında ve renginde en büyük etkenlerden biri. Aynı şey Melisa Sözen ve Demet Akbağ için de geçerli. Yüz mimikleri, diyalogları, tiradları ve kimlikleriyle özdeşleşmeleri, izleyiciyi filmde ki tüm atmosfere hayran bırakıyor. Ve tabii ki Nuri Bilge Ceylan, her zamanki gibi bu konuda da kusur bulmamıza izin vermiyor.

Film, durağan gibi görünse de öykülerin birden fazla oluşu ve muhteşem bağlantıları, insanın her seferinde kendinden bir şeyler bulmasını sağlıyor. Aynı zamanda metaforların kullanımı çok zekice ve etkileyici. Haluk Bilginer’in kendi hayatı, oteli ve misafirleri için ısmarladığı atın bağlanması, ardından da kendi bulunduğu ruhsal durumunun ve kararının sonucunda atı özgürlüğüne kavuşturması, filmin bize dolaylı olarak sonucunu söylüyor.

Her hafta vizyona giren onlarca Türk filmini düşündüğümüzde, insan Kış Uykusu’yla karşılaştırmaya çekiniyor. İşte tam burada “gişe” filminin ve “sanat” filminin ne demek olduğunu ve ne gibi farkları ortaya çıkardığını görüyoruz. Her açıdan düşünülmüş, emek verilmiş, seçilmiş ve iz bırakmayı başarmış bir filmin, sırf kâr amacını düşünerek çekilmiş olan ve her anlamda eksik bir film ile karşılaştırılınca, insan böyle filmleri izlemek için 4-5 sene beklemeyi bile göze alıyor.

Son olarak, Kış Uykusu’nda karşımıza çıkan en önemli özelliklerden biri, Katarsist yapının olmaması. Film, baştan sona durağan bir şekilde ilerlerken ve aynı şekilde sona ererken, aslında hiçbir sorunun bu kadar kolay çözülemediğini ve hiçbir şeyin bu kadar sıradan olmadığını bize anlatıyor. Aynı zamanda bir sorunun anlatılabilmesi için onun sonuçlanması da gerekmiyor. Kış Uykusu’nda yaşanan her sorun hemen hemen günlük hayatımızda hepimizin karşılaştığı ve hiçbir zaman sonuçlanmayan sorunlar. Ceylan, beklentilerimizi minimuma indirmiş ve yaşadıklarımızı “olması gerektiği” şekilde bizlere sunmuş. Sonunda ise, film birçok kapıyı açık bırakarak izleyicilere veda ediyor. Avrupa Sineması’nın en çok kullandığı sistemi, yani “yorumu izleyiciye bırakmak” söylemini biz de, Nuri Bilge Ceylan Sineması’nda görüyoruz.

(01 Şubat 2015)

Nihan Boyar

Kara Kıta’dan Acı Bir Çığlık

Afrika’dan bir çığlık yükseliyor. Kıtanın kuzey batısından, Büyük Sahra’nın güney bölgesinde yer alan Timbuktu şehrinden. Geçmişte Mali imparatorluğunun en önemli ticaret merkezi olmuş, erken İslam’ın kültür hazinelerine ev sahipliği yapan bir zamanların entellektüel merkezinden. Geçmişin bu gizemli şehri bugün baskı ve terörün hüküm sürdüğü lanetli bir beldedir. Yönetimi ele geçirmiş olan İslami cihad örgütü bölgeyi yılların geleneklerinden, kültürel zenginliklerinden kopartarak İslami köktendinciliğin çağımızdaki en berbat örneklerinden biri haline getirmiş. Kara kıtanın sinemadaki önemli temsilcilerinden Abderrahmane Sissako ilk kez geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde görücüye çıkan ve bu tarihi kent ile aynı adı taşıyan son filminde çocukluğunun geçtiği babasının memleketine hüzünle bakıyor. ‘Timbuktu’ bir isyanın, yok edilmiş bir yaşam biçimine ağıdın filmi.

İslam adına estirilen şeriat terörüyle kent baskı altındadır. Müzik dinlemek, futbol oynamak, sigara içmek, sokaklarda zaman geçirmek gibi absürd yasaklar söz konusudur. Kavurucu çöl sıcağında eldiven ve uzun çoraplar giymek zorunda bırakılan kadınlar için hayat daha da zordur. Merkezden uzaktaki geniş çöllük arazide hayat daha yaşanır haldedir. Hayvancılıkla uğraşan Kidane, karısı Satima, küçük kızı ve sekiz sığırlık sürüyü kollayan ailenin ferdi olmuş küçük çoban Issan çöl ortasındaki geleneksel çadır hayatında daha özgür ve mutludur. Lakin genç adamın balıkçılık yapan komşusuyla giriştiği kavga beklenmedik bir biçimde sonuçlandığında Tuareg çoban Kidane’ın kaderini katı şeriat kuralları tayin edecektir.

1919 yılında Devrim Rusyası’nın önde gelen sinemacıları tarafından kurulmuş olan Moskova’daki Devlet Sinema Okulu’ndan (kısaca VGIK olarak biliniyor) mezun olan Sissako sinema öğreniminin ardından Fransa’ya yerleşmiş, daha önce hayranlıkla izlediğimiz filmlerinde olduğu gibi geri bıraktırılmış ülkesinin sorunlarını dile getirmeyi sürdürüyor. 2002 yapımı ‘Heremakono’ (uluslararası dağıtımdaki adıyla ‘Mutluluğu Beklerken / Waiting for Happiness’) ve bir önceki uzun metrajı ‘Bamako’ (2006) küreselleşme, göç temaları üzerinden Afrikalının yabancılaşma sorununu irdeler. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’na itirazların yükseldiği bir tartışma ortamında halkın günlük yaşantısını tüm renkleri ile sergiler.

Annesinin memleketi Moritanya’da çektiği ‘Timbuktu’da daha sert bir politik meseleyi ele almasına rağmen sakin üslubundan, trajediyle iç içe geçmiş absürd mizahından vazgeçmiyor Sissako. Camiye ayakkabıları ve silahlarıyla dalan cihadcıları saygın din adamının sözleriyle yargılıyor. Yaşanan tüm baskılara rağmen insanların inadını vurguluyor. Kadınların direnişini ön plana çıkarıyor. Eldiven giymeye direnen balıkçı kadının isyanını, dansettiği için halk önünde kırbaçlanan kadının dudaklarından dökülen isyan müziğini kutsuyor. Fellini’nin Saraghina’sını andıran (Haitili dansçı ve oyuncu Kattly Noel’in yorumladığı) meczup kadının rengarenk yerel giysileriyle kente zorla giydirilmek istenen kara peçeye itiraz ediyor.

‘Mavi En Sıcak Renktir’in yaratıcısı Abdellatif Kechiche’in değişmez görüntü yönetmeni Tunus asıllı Sofian El Fani’nin ışık ve kuma bulanmış görüntüleri ve yine Tunuslu besteci Amine Bouhafa’nın müziği eşliğinde Afrika insanına özgü yavaş ve sakin ritmini özenle oluşturuyor Sissako. Ajitasyondan uzak duran sineması anlamsız yasak nedeniyle topsuz oynanan futbol maçı ve göl kıyısında sonu cinayetle biten kavganın uzak tek bir planla siluetler halinde verildiği şiirsel iki bölümle doruğa çıkıyor. ‘Timbuktu’ 30 Ocak’tan itibaren Başka Sinema programı kapsamında gösterilmektedir.

(31 Ocak 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kederli Timbuktu Şehrinde İslam

Timbuktu
Yönetmen: Abderrahmane Sissako
Senaryo: Abderrahmane Sissako-Kessen Tall
Müzik: Amine Bouhafa
Görüntü: Sofian El Fani
Oyuncular: Ibrahim Ahmed (Kidane), Abel Jafri (Abdülkerim), Toulou Kiki (Satima), Layla Walet Mohamed (Toya), Mehdi A.G. Mohamed (Issan), Hichem Yacoubi (Cihatçı), Kettly Noël (Zabou), Fatoumata Diawara (Şarkıcı Fatou), Adel Mahmoud Cherif (İmam), Mamby Kamissoko (Cihatçı), Yoro Diakité (Cihatçı), Cheik A.G. Emakni (Omar), Zikra Oualet Moussa (Tina), Weli Cleib (Yargıç), Djié Sidi (Yargıç), Damien Ndjie (Abu Jaafar)
Yapım: Les Films du Worso-Dune Vision (2014)

Abderrahmane Sissako’nun Afrika’nın antik şehrinde geçen filmi “Timbuktu”, İslamcı terörü tam kalbinin içinden yansıtıyor. Bu film, Cannes’da iki ödül birden kazanan değerli bir yapıt.

Moritanyalı yönetmen Abderrahmane Sissako’nun Mali’nin antik şehri Timbuktu’da halkın, İslamcı teröristlerin İslamcı kuşatması altında yaşadıklarını yansıtıyor. Kara mizah ve trajedi yüklü bu film. Onca acının ortasında gülünebilecek bir şeyler olabilir miydi? 21. yüzyılda, asırlarca öncesinin kurallarını uyguladığınızda ortaya ne çıkardı? İslamcı teröristler, renkli ve güzel Afrika halkları üzerinde İslamcı katı kuralları getirirken, günümüz teknolojisinden de bolca faydalanıyorlar. O teknolojiler, onların deyişiyle “kâfirler”in değil miydi? “Kâfirler”in son model pikap arabalarını, otomatik tüfeklerini, cep telefonlarını da kullanıyorlar bolca. Hayata hiçbir şey katmamış bu katı dinciler, katı kurallarıyla kara bulut gibi çöküyorlar bu güzel insanların üstüne. Avrupa’da Ortaçağ gerçekten karanlıktı. Engizisyon toplumlara neredeyse nefes aldırmıyordu. Ama bir şey oluyordu. O da, sanatın ve bilimin alttan alta gelişmesiydi. Rönesans aydınlanmasıyla beraber bu altyapılar yukarı fışkırdı ve Kilise’yi olması gereken yere itti. İslam Ortaçağı’nda, Hıristiyanlık Ortaçağı’ndaki gibi bir aydınlanma olma ihtimali var mıydı? Karanlıktan neyin çıkacağı hiç bilinmez. Ama bir şey fark ediliyor. İslam’ın asla Afrika’nın rengarenk ruhuyla buluşmadığı. İnsanlığın da doğduğu bu topraklar, renkli ve coşkulu insanlarıyla kendilerini nasıl mutlu hissediyorlarsa öyle yaşaması gereken topluluklar. Köle oldular, faşist yönetimler altında ezildiler, Batılıar tarafından iliklerine kadar sömürüldüler, katledildiler. Ama, hep renkli ve coşkulu kaldılar. İslam bile onların renklerini ve müziklerini bu yeryüzünden silemeyecek. Afrika, Ortadoğu’nun çölleri değil çünkü.

İslamcı katı kurallar…

Moritanyalı yönetmen Sissako, 1961 yılında Kiffa’da doğdu. Ailesi Mali’ye göç etti. Moskova’da sinema okudu. 1990’ların başından beri de Fransa’da yaşıyor. Sissako’nun 2014 yapımı sinemaskop “Timbuktu” filmi, 2014 Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarıştı. Festivalden “Ekümenik” ve “Jüri” ödüllerini kazandı. Sissako’nun “Timbuktu” filmi ayrıca “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar’a da aday oldu. Çok değerli bir film bu. Trajedenin içerisinden mizahı da çıkartan bu filmde zaman zaman korkudan titriyorsunuz. “Beni sokmayan yılan çok yaşasın” diyemiyorsunuz. Bu kara yılan çok yakınlarda.

Film, çölde bir antilobun korkudan kaçışı üstüne açılıyor. Sonra bir otomatik tüfek yerli halkın küçük heykellerine kurşun yağdırarak paramparça ediyor. Ardından kulağa aşina gelen müzik tınıları duyuluyor fonda. İslamcı terör örgütü, yerli halk ve çeşitli ülkelerden cihatçılarla Timbuktu’da İslamcı kuralları uygulamaya koymuşlar. Megafonlarla da ne yapmaları gerektiği sürekli haykırılıyor. Kadınlar asla çarçafsız ve eldivensiz sokağa çıkmamalı. İslamcılar kadınlardan niye bu kadar korkuyorlar? Bu korkularının nedeni neydi? Kadınlar, silgiyle silinen şey miydi? Kadınları eve hapsederek yaşamın dışında bırakınca faşizmlerini kolayca toplumun üstüne yağdırabilirlerdi. Kadınlardan korkuyorlar, çünkü onlar güçlü ve cesur. Kadınlar dört duvar arasından çıkmasın ve bebek doğurma fabrikasına, kuluçka makinesine dönüşsünler istiyorlar. Kadınlar güçlü oldukça başaramayacaklar. Sissako’nun bu filminde, balık satan kadınla şarkı söyleyen kadın Fatou hayat için umuttu. Kızların başörtüsününü savunmuştum üniversitede okuyabilsinler diye. Her şey başlarda yumuşak yumuşak mı geliyordu? İnsan hakları ve demokrasi her şeyden değerli değil miydi? İslamcılar futbolu bile yasaklıyorlar müzik gibi. Penaltı atışı sırasında eşek kalenin önünden geçiyor. Mizahın doruk anıydı bu. Bu eşek arada bir şehrin sokaklarında görünerek kendini hatırlatıyor seyircilere. Bir de Haiti’deki depremden sonra bu topraklara sığınmış “deli” kadın Zabou da var. Çatısız evde yaşıyor. Can yoldaşı da bir horoz.

Film hikâyesini, dincilerden uzakta duran sığır çobanı Tuareg Kitane ve ailesi üstünden anlatıyor. Kitane, çöldeki çadırda karısı Satima ve 12 yaşındaki kızları Toya’yla beraber yaşıyor. Kız babası olmaktan da mutlu Kitane. Bir de sığırlarını güden 12 yaşındaki yetim çocuk Issan var. Kitane ve ailesi bu yetimi çok seviyorlar. Kitane şehre indiğinde Ortadoğulu cihatçı Abdülkerim de hemen çadıra damlıyor. Abdülkerim, yanındaki cihatçı gençten araba sürmesini öğrenirken, yasak olan sigarayı da gizli gizli içiyor çölde. Abdülkerim, katı dini kurallar uygulayan bu örgütte zina bile yapmaya bile hazır. Satima ona yüz verirse eğer. Satima, bu filmdeki diğer kadınlar gibi güçlü ve cesur.

Öfke anından sonra…

Yoksulluğun ve geleceksizliğin sürdüğü bu toplumda bir sığır ve balık tutmak için bir ağ çok şey. Issan, sığırları nehirden geçirirken, hamile olan GPS adını verdikleri inek balıkçının ağına dolanıyor. Balıkçı mızrağıyla ineği boynundan yaralıyor ve çok geçmeden inek ölüyor. Issan koşarak çadıra geliyor ve Kitane’ye olayı anlatıyor. Tabancasını alıyor. Satima tabancasız gitmesini söylüyor, çünkü geride kızları var. Öfke trajediler yaşatıyor. Cihatçılar Kitane’yi tutuklayıp uyduruk mahkemelerinde yargılıyorlar.

Başka bir yerde başka bir trajedi yaşanıyor. Şarkı söyleyen kadın tutuklanıyor. Yargılanıyor ve kırbaç cezasına çarptırılıyor. Kırbaçlanırken şarkısını da söylemeyi sürdürüyor. Bu sahnede kadınlara saygınız çoğalıyor. Balık satan kadını da eldiven takmadığı için tutukluyor cihatçılar. Kadın onlara direniyor ve güçlü bir sesle kurallarının saçmalığını dile getiriyor. Sokakta cep telefonuyla konuşan kız da var. Onu uyaran cihatçı kıza göz koyuyor ve bir malmış gibi kızı annesinden istiyor. Haremini genişletecek herhalde. Filmdeki imamın bilge yaklaşımı Batı’ya karşı olumlu bir yansıma. Çünkü dindarla dinci çok farklıydı.

İlginç tesadüfler…

Kitane infaz edilmeden önce, motosikletli bir tanıdıkları Satima’yı infaz yerine götürüyor. İkisi de trajedilerini yaşıyorlar cihatçıların kurşunları altında. Geride kalan Toya ve İssan’a ne olacaktı? Filmde recm de gösteriliyor. Yani taşla infaz etme. Kuma gömüyorlar, başı da dışarıda bırakıyorlar. Halk da taş atıyor. Çok korkunç ölüm. Taşlamayla öldürme Yahudi geleneklerinde vardı. İsa, Maria Magdalena’yı Yahudilerin taşlarından kurtarmıştı. İnsanın kafası karışıyor. Yahudilerde olan bazı gelenekler Müslümanlara da yansımış sanki. Yahudiler, şabat günlerini, yani cumartesi günlerini kutsal sayıp hiçbir iş yapmıyorlar. Yapanlara da ceza veriyorlarmış kadim zamanlarda. Müslümanlarda da cuma günleri kutsal. Domuz eti yememe, oruç tutma, sünnet olma vs. ortak noktaları var bu iki dinin. İnsanın aklı epeyce karışıyor.

Filmin görselliği ve kurgusu, hem sade hem de çarpıcı. Sissako, filminin kurgusunu milimetrik yapmış. Her şey ölçüsünde. Sissako’nun bu filmindeki kurgu alıştırması ilham verici. Kamerayı hareketlerini de çoğunlukla sahnenin ruhuyla buluşturmuş. Bu filmindeki kamerayla ve kurguyla zihinsel sıçrama yaptırabiliyor yönetmen. Filmin müzikleri de muhteşem. Bu müzikleri ve şarkıları duyduğunuzda, Afrika müziksiz ve şarkısız kalmasın diyorsunuz. Sonda iki çocuğun belirsiz geleceklerine koşuşları da insanı gerçekten etkiliyor.

“Timbuktu” filmini gördükten sonra büyük Atatürk’e minnettarlığınız daha da çoğalıyor laik cumhuriyeti kurduğu için. Laiklik oksijendi. Bu değerli filmi görmeye çabalayın. Afrika’dan her daim filmler uğramıyor bu taraflara.

(29 Ocak 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

* Kopenhag Kriterleri ve sol “Umut”, her zaman. Soylu Yunan halkına merhaba!…

Christian Marclay / The Clock

24 saat boyunca kesintisiz devam eden film, aslında adıyla da ironi içindedir. “Zaman” kavramının bütün bir film boyunca ele alınıldığı düşünüldüğünde, gerçekte asla sonlanmayan bir iş ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir. Topluma dayatılan programlanmış ve sürekli işleyen “saat” sisteminin insanların hayatında belli başlangıçlar ve sonlandırmalar içerdiği algılanıyor. Ancak bilinçaltında yatan ve 24 saat dolduğunda bir şeylerin sona ermesi gerektiğine inanan kişi, zamanın aksine yeniden ve yeniden sürdüğü ve sadece belirli sayıların bu olguyu adlandırmaktan öte geçemediğini bize aktarıyor. “Saat” veya “zaman” kavramının, sinema’nın içine girdiğimizde bitmek bilmeyen ve aslında her şeyin yeniden başladığını söyleyen kurgusal bir anlatı olduğunu görüyoruz. The Clock, zamanı işlerken bir yandan da “gerçek” zaman sistemiyle oynayan bir iştir.

Sanatçı

Christian Marclay, İsviçreli görsel sanatçı ve bestecidir. Heykel, yerleştirme ve performans sanatçısıdır. Çocukluğundan beri müziğe ilgisi olan ve müzikle ilgilenen bir kişidir. Marclay’in
çalışmaları ses, gürültü, fotoğraf, video ve film üzerinedir. Aynı zamanda ses kolajları oluşturmak için sıklıkla müzik aletleri olarak gramofon kayıtları ve plak çalarları kullanır. Christian Marclay, ses üzerine yoğunlaşmış işler yapmıştır. John Zorn, Elliott Sharp, Fred Frith gibi müzisyenlerle çalışmış ve kışkırtıcı müzikleri kendine has teknikler kullanarak yeniden yorumlamıştır.

İş

The Clock, gerçek zamanla senkronize edilmiş ve birbiriyle bağımsız olan filmlerin “zaman” kavramı ele alınarak yeniden kurgulanmış halini gösterime sunmaktadır. 24 saat boyunca süren film, konuları yeniden tekrarlayarak izleyici üzerinde bitmek bilmeyen “aldatıcı bir imge” yaratır.

İş Nasıl Maddeleştirilmiş?

İşin maddeleştirilmesi “video” ile gerçekleştirilmiştir. Tekniğinde ise “tarih-toplum-hafıza” kullanılmıştır. İşte, birbirinden bağımsız filmlerin “zaman” kavramını ele alarak yeniden kurgulanma işlemi yapılır. Eski veya yeni olarak harmanlanmış filmlerin tarihsel süreçleri ve toplumun bu süreçlere uyma ilişkileri 24 saat süren bir videoyla, sergi salonlarında “sinema ortamı” yaratılarak sergilenmektedir.

Kavramsallaştırma

Kavramsallaştırma bu işte, zaman ve tarihsel sürecin nasıl işlediği üzerine kuruludur. Christian Marclay temelde, “tarih-toplum-hafıza” üzerinden işini 24 saat süren ve güncel hayatın aslında tamamen belirli saat aralıklarına bağlı kalarak yürüdüğünü anlatmaya çalışmaktadır.

Performansla İlgili Yorum

Toplum, mutlaka bir şeyleri başlatmak veya sonuçlandırmak için belirli zaman dilimlerine ihtiyaç duyar. Bu durum güncel hayatta sistematik ve “dakik” bir şekilde ilerlemektedir. Hayat, zamanla eşdeğerdir. İnsanların bir yere yetişebilmek için “zamanı” kollaması veya birini öldürebilmek için “saatini” beklemesi kabullenilmiş bir sistemdir. Toplum, tüm bu koşulları yerine getirebilmek için çaba sarf ederken aslında bir yandan da bu sisteme sorgusuzca ayak uyduruyor. Saat 5 olunca bir kişinin mesaisinin bitmesi ve hayatını bu düzene göre kurgulaması, The Clock işinin de güncel hayatla senkronize edilerek “sinema perdesi” üzerinde aynı doğrultuyu taklit etmesi ciddi bir çelişki yaratıyor.

Günümüzdeki ve geçmişteki filmler birbiriyle ilişki içine geçirilmeye çalışılmış. Buradaki amaç ise, geçmiş ve şimdiki zamanda yaşananların değişmediği ve süregelen zaman diliminin hala “24 saat” olduğunu anlatmaya çalışmasıdır. Aynı zamanda tüm dünya’nın ve tabii ki “tüm dünya sinemasının”, konuları ne kadar farklı açıdan anlatılmaya çalışılsa da, temelde değişen ve gelişen
zaman diliminde aktarılmak istenen, yaşanılan her şeyin sıradan ve değişmez bir senaryodan ibaret olduğudur. Günümüzde çekilmiş olan bir filmin, geçmişteki herhangi bir kült film ile bağlanması da buna en basit örnektir. Zaten güncel hayatta uyulmaya çalışılan “saat” kavramına en iyi örnekte “sinema” sektörüdür. Hem çekim aşamasında, hem de kurgu aşamasında her şeyin zaman üzerinden ilerlemesi ve hemen hemen her filmde “saat sahnesinin” mutlaka yer alması, The Clock işinin kendini rahatlıkla izleyiciye aktarmasını sağlar.

Aynı zamanda bir film izlenmeden önce mutlaka süresine bakılır, sinopsisi okunur veya fragmanı izlenir. Tabii ki bir de sonuçlanması beklenir. Toplumda alışılagelen sonuçlanma arzusu bu işte izleyiciye, hiçbir şekilde o arzuyu tattırmıyor. İzleyici, farklı bir biçimde yansıtılan “kendi hayatını” sinema perdesinde bulduğunda ise, fragman veya sinopsisin bu duruma aykırı bir şey olduğunu anlıyor.

(25 Ocak 2015)

Nihan Boyar

Davulcunun İktidar Mücadelesi

Tam bir yıl öncesinin Sundance Film Festivali’nde başladı ‘Whiplash’in önlenemez yükselişi. Amerikan Bağımsız Sineması’nın en önemli destekçisi olarak Hollywood üretim tarzına alternatif sunma amacı güden Sundance’in ardından Cannes Film Festivali seçkisinde ilgiyle izlenen filmin son durağı ironik bir biçimde Hollywood mitinin kutsandığı Akademi ödülleri oldu. Tam beş dalda Oscar’a aday gösterilen ve başrol oyuncularından J. K. Simmons’un en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında ödüle ulaşacağına kesin gözüyle bakılan ‘Whiplash’in bu denli heyecanla karşılanmasının nedenleri ne olabilir.

New York’taki ünlü Juilliard School’dan esinlenmiş gözde bir müzik okulunda caz bateristliği eğitimi gören 19 yaşındaki Andrew ile sıra dışı eğitmeni arasındaki fırtınalı ilişki Amerikan anaakım sinemasının şablonlarından pek farklı değil. ‘Subay ve Centilmen’ ya da Kubrick ustanın unutulmaz klâsiği ‘Full Metal Jacket’de katı disiplini ve acımasız yöntemleriyle erleri eğiten çavuşlardan pek farklı bir yerde durmuyor eğitmen Fletcher. Öğrencisinin
mükemmele ulaşması yolunda manevi baskı yanında fiziksel şiddet uygulanmaktan çekinmiyor. Tedirgin gencin özgüven eksikliğiyle oynuyor ve onu kendine özgü yöntemlerle manipüle ediyor. Acımasız rekabet ve kişisel başarı üzerine odaklanmış çağdaş Amerikan toplumunda muktedirin gözüne girmek için her şeye katlanıyor orta sınıftan gelme Andrew. Eğitimini aksatacak arkadaş ilişkilerinden, sosyal hayatından vazgeçmeye kadar gidiyor iş. Bu varolma mücadelesi giderek bir iktidar savaşına dönüşüyor ve yükselen bir düelloyla savaş kızışıyor.

Akademi’nin gözünden kaçmayacağı çok aşikâr bu başarı öyküsü filmin yönetmeni Damienne Chazelle’in kişisel deneyimlerinin izini taşıyor. Benzer bir okulda benzer bir eğitmenle caz bateristliği üzerine çalışan genç adam yeteneğinin sınırlarını farkederek müziği bıraktığını açıklıyor söyleşilerinde. Yine de bir caz
trompetçisinin aşk hikâyesini anlattığı ilk filmi ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ (2009) ya da senaryo ortaklığını yaptığı ve bir konser piyanistinin sahne korkusu üzerine şekillenen ‘Grand Piano’ (2013) hep müzik çevresinde gelişen hikâyeler. Halen üzerinde çalıştığı ve Emma Watson ile ‘Whiplash’in savaşçı genç davulcusu Miles Teller’ın başrolleri paylaştıkları yeni işi ‘La La Land’ bir kez daha bir caz piyanisti ile oyuncunun aşkına odaklanmış.

Adını klasik cazın ünlü bestecisi Hank Levy’nin aynı adlı eserinden alan ‘Whiplash’ caz üstadlarından hayli eleştiri aldı. Fletcher’ın militarist eğitim tarzının cazın ruhuna aykırı olduğu ya da sürekli dile getirdiği caz tarihinin en büyük davulcularından Jo Jones’un saksafon üstadı Charlie ‘Bird’ Parker’a zil fırlatarak onu daha kusursuz çalmaya teşvik etmesinin yanlış yorumlandığı söylendi. Ancak cazseverleri mest edecek, ilgi duymayanlara cazı sevdirecek harika ses bandı bir yana, ‘Whiplash’i caz üzerine bir
film olmaktan ziyade yönetmenin geçmiş travmalarının bir terapisi olarak değerlendirmek daha doğru. Chazelle psikodramatik bir yaklaşımla geçmişte yaşadığı hayal kırıklıklarını yeniden ve farklı bir biçimde inşa ederek kendi yaralarını sarıyor. Başarıya odaklanmış çağdaş kapitalist düzeni sorgulamamıza aracı oluyor. Sanat çevrelerindeki rekabetin acımasızlığını vurguluyor. Jazz Band’i bir kenara iterek unutulmaz iki oyuncusunun yakın planlarıyla iki farklı kuşağın iktidar mücadelesini öne çıkarıyor. Ve finalde caz davulcusunun tüm enerjisini ortaya koyduğu Juan Tizol bestesi ‘Caravan’ eşliğinde değme western’e taş çıkartan muazzam bir final düellosu armağan ediyor sinemaseverlere.

(25 Ocak 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Aşkın Üçgenleri: François Truffaut

Fransız “Yeni Dalda” akımının öfkeli yaratıcı yönetmeni François Truffaut’yu, “Unutulmayan Sevgili” ve “Evlenmekten Korkmuyorum” filmlerini paylaşmak istedik.

“Unutulmayan Sevgili…”

Sinemanın büyük yönetmenlerinden François Truffaut’nun 1962 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Jules et Jim -Unutulmayan Sevgili”, bohem ruhlu üç insanın sonu trajediyle buluşan beraberliklerini coşkulu ve kederli bir sinema diliyle yansıtıyor. Bu bir aşk üçgeniydi Fransız ruhuyla buluşan. Aşk denen şey karmaşık ve çoğul muydu? Fransız yazar Henri-Pierre Roché’nin (1879-1959) biyografik özellikler taşıyan romanından senaryoyu Truffaut’yla beraber Jean Gruault yazmış. Gerilimli, kederli ve coşkulu müzikleri George Delerue (1925-1992) bestelemiş. Filmdeki müzikler, hem de dönemlerin hem de karakterlerin ruhlarıyla buluşabilmiş. Zaman zaman müzikler sessiz dönem ruhunu da hissettiriyor. Delerue, müzikleriyle sinemaya çok şey katmış bestecilerden, büyük ustalardan. “Yeni Dalga”nın ruhu olan Raoul Coutard’ın üç insanın coşkusu ve kederiyle buluşan kamerası da bu filmi anlamlaştırmış. Filmi, Les Films du Carosse sunmuş. Yoğunlukla izlenimci estetik taşıyan bu filmin gerçek anlamda ruhu Jean Renoir’la buluşuyor. Filmde çoğunlukla zincirlemeli, bindirmeli ve kaşlı stil alıştırmaları da yapılmış. Hatta “şok zum”lu çekimler de öne çıkmış. Filmde nostaljiye ve yaşanmışlığa her an dokunabiliyorsunuz. Zumlu çekimler, daha yoğun 1960’lı yıllardan itibaren kullanılmaya başlamıştı. Truffaut, “Unutulmayan Sevgili” filminde, 1960’ların teknolojisini hem de geçmişin estetiğini hissettirmek istemiş. Filmi seyrederken kültür şoku da yaşanıyor. Hem geçmişin hem de şimdinin (1960’lar) estetiğini içi içe geçmesinden.

Bu film ülkemizde “Unutulmayan Sevgili” adıyla biliniyor. DVD’de “Jules ve Jim” adıyla yayımlandı, maalesef. Ama Türkçe dublajının çok iyi olduğunu belirtmeliyiz.

Ön jenerik öncesi Catherine’in dış sesi duyuluyor siyah fon üstünde. Catherine, “Bana, ‘Seni seviyorum’ dedin. Ben sana ‘Bekle’ dedim. ‘Al beni’ diyecektim. Sen bana ‘Git’ dedin” diyor. Ardından ön jenerik yazıları, filmin derinliğindeki bazı anlar üstüne düşüyor. Fonda da Hitchcock filmlerini çağrıştıran gerilimli müzik duyuluyor.

1912 yılıyla açılıyor film. Anlatıcının (Michel Subor) kelimeleriyle filmin içinde dolaşılıyor. Bu anlatıcının kelimeleri, sanki yazarın içeriden ve dışarıdan yorumu gibiydi. Avusturyalı Jules’le (Oskar Werner) bıyıklı Fransız Jim (Henri Serre) tesadüfen karşılaşıyorlar, dost oluyorlar ve hayatlarını etkileyen bir kadına tutku ötesi bağlanıyorlar. Jules, Almanya’dan Paris’e gelmiş ve güzel Fransız kadınlarıyla olmak istiyor. Jim bu konularda sıkıntı çekmiyor. Jules’e kız arkadaşlar bulsa da Jules’ün ruhu buluşmuyor onlarla. Jules ve Jim, sanat üstüne tartışan, edebiyat ve tiyatroya tutkun iki bohem genç. Elbette kadınlar da var. Gecenin derinliğinde duvara yazı yazan öfkeli anarşist Merlin’le (Bernard Largemains) takılan güzel ve özgür Thérèse (Marie Dubois), neşeyle onun yanından
kaçıyor, atlı arabadaki Jules’le Jim’e sığınıyor. Belki Jules için heyecan verici aşk olabilirdi Thérèse. Ama Thérèse, erkeklerden ve mekânlardan sıkılan bohem ruhlu bir kız. Jule ve Jim kafede Shakespeare üstüne tartışırken ortadan kayboluveriyor Thérèse. Onun ortadan kaybolmasını hissetmeyen iki dost, yetenekli genç ressam ve heykeltıraş Albert’in (Cyrus Bassiak) mekânına gidiyorlar. Cyrus Bassiak takma adını kullanan roman ve tiyatro yazarı, ressam Serge Rezvani, 1928’de Tahran’da doğdu. Slayttan gördükleri antik dönem kadın heykel başından etkileniyorlar. Belki de en çok belli belirsiz gülüşünden. Böyle bir kadınla karşılaşabilecekler miydi? Sanki canlıymış gibi geliyor bu kadın heykel başı onlara. Slayttan peş peşe yansıyan kadın heykel başı, insana öncü Rus yönetmen Sergey Ayzenştayn’ın 1925 yapımı siyah-beyaz ve sessiz “Bronenosets Potyemkin-Potemkin Zırhlısı” filmindeki mermer aslan görüntüsünü çağrıştırıyor estetik anlamda.

Heykelse, Adriyatik’teki bir adada bulunuyor. Jules ve Jim, gökyüzü altında canlıymış gibi duran bu kadın baş heykelini keşfetmek için adaya gidiyorlar. O gizem yüklü gülümseyişi en çok onları çeken. Anlatıcı, görüntüler üstüne bu olayı anlatırken
kamera da tüm coşkusuyla bu anları belgeliyor. Truffaut, kadın baş heykelini yansıtırken, kamerayı geriye doğru, objektifi de zum olarak öne kaydırıyordu. Truffaut, bu çekimle Hitchcock’a saygı gönderiyordu. Hitchcock’un 1958 yapımı renkli “Vertigo-Ölüm Korkusu” filminin final bölümündeki merdivenli sahneye selâm göndermiş. Truffaut, bu aşk üçgeninde her şey boşlukta diyor.

Jules ve Jim Paris’e dönüyorlar. Spor salonunda eskrim oynadıktan sonra Jim, bir biyografi yazdığını söylüyor Jules’e. İkisinin dostluklarını anlatan biyografi bu. Jules de Almancaya çevirmek istiyor bu eseri. Ama gülümseyen kadın heykel başı ikisinde de etkisini sürdürüyor hâlâ. Böyle gülümseyen bir kadınla karşılaşabilecekler miydi? Böyle bir kadın gerçeklikte olabilir miydi? Jim’in kuzinleri Paris’e ziyarete geldiklerinde bu ikisinin de hayatını derinden etkiliyor. Çünkü yanlarında Catherine’i de getiriyorlar. Catherine (Jeanne Moreau), kadın heykel başı gibi gizemli gülümsüyor. Bu anı Truffaut, kaşlı görüntüyle yansıtıyor. Siyah fonun solunda dairesel görüntü Catherine’i gösterirken,
ardından görüntü perdeyi kaplıyor. Sanki Jules’le Jim’in kalplerini kaplar gibi. İkisi birden âşık oluyorlar ona. Ama Jules’ün daha çok ihtiyacı var aşka. Üçünün bohem dostlukları gelişiveriyor birden. Beraberce eğleniyorlar. Hatta Catherine erkek kılığına girip daha çok eğlence saçıyor etrafına. Köprüdeki yarışma anı ikonik ve sinema tarihine geçmişti. Sarsıntıyla öne ve geriye kamerayla heyecan ve ilham saçılıyordu etrafa. Sinemada az görülür bir coşkuydu bu. Catherine’in babası avukat, annesiyse öğretmenmiş. İngiliz-Fransız karışımı Catherine. Ona hayranlığı ve aşkı her an büyüyor Jules’ün. Sabah Catherine’in kaldığı yere gidiyor Jim bisikletiyle. Catherine mektupları yakıyor. Yalanları yaktığını söylüyor. Valizine vitriol da koyuyor erkeklerden korunmak için. Suyu andıran sıvı zehri lavaboya döktürüyor Jim.

Birden deniz kıyısı yansıyor. Güneydeler. Paris’ten sıkılan Catherine, ikisini de buraya sürüklüyor. Kırlarda dolaşıyorlar, eğleniyorlar, yüzüyorlar. Jules ona evlenme teklifi yapıyor
cesaretini kaybetmeden. Catherine, tüm gizemiyle gizemli cevap veriyor Jules’e. Kır evinde yaşıyorlar komün gibi. Bisikletlerle gezi yapıyorlar. Jean Renoir ustanın izlenimci ruhuyla tüm doğa görüntüleri. Fotoğraf sanatına da katkı sunuyor bu film. Mutluluklar, Catherine’in sunduğu kadar.

Yağmur yağınca sıkılan Catherine, onlarla Paris’e dönüyor. Araya giren belgesel görüntüleriyse Lumiere tadı veriyordu. Jim, Jules’le Catherine’i ziyarete gidiyor. Onlara resim tablosu ve şapka hediye ediyor. Artık beraber Catherine ve Jules. Tiyatro tutkunu Jules, Jim ve Catherine’i, İsveçli bir yazarın yeni oyununa götürüyor. Tiyatrodan çıktıktan sonra hikâye ve karakterler üstüne tartışıyor Jules ve Jim. Elbette kadınlar üstüne de. Jules, şair Charles Baudelaire’in (1821-1867) sadakat üstüne sözlerinden alıntı yapıyor Catherine de duysun diye. Baudelaire, “Bir çiftin hayatında önemli olan kadının sadakatidir. Erkeğinki ikincildir” demiş. Baudelaire, “Kadın doğaldır. Yani korkunçtur” sözünü de söylemiş. Ayrıca Baudelaire genç kızlar hakkında da, “Baston korkuluğu, canavar, sanat katili, küçük kaltak” demiş ve eklemiş: “En büyük aptallıkla, en büyük sapıklığın birleşmesi…” Baudelaire, bu sözlerle kadınlara öfkesini yollamış. Baudelaire bu öfkesini, “Kadınların kiliseye sokulmasına hep şaşırmışımdır” diye yukarı çıkarmış ve ardından eklemiş: “Kadınlar, Tanrı’yla ne konuşabilir ki?..” Hınzırca Jules ve Jim’i dinleyen Catherine, beklenmedik bir şey yapıyor. “Aptalsınız” diyor ve kendini Seine Nehri’ne atıyor. Kadınlar, kalıplara sokulamazdı, tarif ve tahmin edilemezlerdi belki. Ertesi gün Catherine kafede Jim’le konuşmak istiyor. Belki de büyük kararını vermeden önce. Jim kafede saatlerce onu bekliyor ve gelmiyor. Jim kafede Thérèse’le karşılaşıyor. Thérèse, yine erkekleri ve mekânları değiştirmeye devam ediyormuş. Jim gittikten sonra Catherine geliyor kafeye. Belki de bu kaderin kırılmasıydı. Belki de kaderin kendi tragedyasını sahnelemesi. Her şey değişiyor.

Birinci Dünya Savaşı başlıyor. Jim onların izini kaybediyor. Jules Alman, Jim Fransız cephesinde. Jules, evlendiği Catherine’e sürekli mektuplar yazıyor cepheden. Jules’ün en büyük korkusu Jim’i vurmak. Karşı karşıya gelmemeyi umuyor Jules. Savaştan görüntüler belgesel olarak yansıyor bu filmde.

1920’ler… Bıyıklarını kesmiş Jim Paris’te nişanlısı Gilberte’le (Vanna Urbino) beraber yaşıyor. Kitaplar yazıyor, gazetede çalışıyor. Mektupla Jim’e ulaşan Jules onu, Ren bölgesine çağırıyor. Jules ve Catherine’in altı yaşlarında Sabine (Sabine Haudepin) adında kızları da olmuş. Sabine, Jules’den mi, yoksa başka bir erkekten miydi? Muamma olarak kalıyor. Catherine, evli bir kadın olmasına rağmen bohem ruhunu yaşayan özgür bir kadın. Jules’le beraberken başka erkeklerle de olabiliyor. Hatta yakın arkadaşları sanatçı Albert’le bile. Albert onunla evlenmek istiyor, bunun hayalini kuruyor. Jules, Catherine’in kendine âşık olmadığını hissediyor. Hatta Jim’e Catherine’le evlenmesini bile istiyor. Jim de Catherine’e deliler gibi âşık. Böylece Catherine onun uzağında olmayacak. Catherine, varoluşuyla erkekleri müptela gibi kendine bağlayan bir kadın. Etrafında hep erkekler olmalı ve o, bağımlılık yaratmalı. Bir atmosfer gibi kuşatan mutsuzluk Catherine yüzünden. Jules, kendini doğaya adamış, yazılar yazan etrafında Catherine’in olmasından mutlu olan biri sadece. Tek korkusu Catherine’i bir daha görememek. Bir de Thérèse var. Aynı erkeklerle aynı mekânlarda sürekli kalamayan biriydi. Bir de Jim’in aşkını sabırla bekleyen Gilberte de var. Bu filmdeki tüm kadınlara selâm gönderiyoruz. Biliyorsunuz, doğaya vahşice ve zalimce davranan toplumlar, aynısını kadınlara da yapıyorlar. Doğa ve kadın saygıdeğerdir.

Jules, sevdiği oynayan sandalyesinde “dişil” ve “eril” kelimeler üstüne konuşuyor. Jules, “Kelimeler eşdeğer olarak” diyor, “Lisandan diğerine cinsiyeti değişiyor. Fransızcanın tersine ‘savaş’, ‘ay’, ‘ölüm’ Almancada eril” diye vurgu yapıyor. “Almancada ‘hayat’ nötr bir kelime” deyince Jim şaşırıyor. Catherine belki de Jules’ün bunalımlarından sıkılıyordur. Belki de onun “sadakat” üstüne fikirlerine acı çektirmek istiyor Catherine. Alman olanın önde olması da belki onu fazlasıyla sıkıyordur. Bira ve şarap üstüne tartışmada, sanki Alman-Fransız kültürü çarpışıyordu. Şarap ve bira insanlığın önemli buluşlarından olmalı. Bira, Eski Mısır’da beş bin yıl önce bulunmuştu. Kırlara doğru koşan Catherine’in peşinden giden Jim’e Catherine, “Kendini anlat bana” diyor. Sanki onu yeni tanıyormuş gibi. Belki de yanlış erkeği seçtiğini düşünüyor. Aslında Catherine, Jules’ü bunalımlarından kurtarmak için evlenmiş onunla. Çok geçmeden Albert de geliyor kır evine. Salonda bestelediği “Le Tourbillon” (Kasırga) bestesini gitarla çalıyor. Catherine de şarkıyı söylüyor. Şarkı, “Parmağında yüzük vardı / Kollarında bilezikler / Şarkı söylerken sesi / Beni büyüledi / Gözleri, zümrüt gözleri içime işledi / O şiddetli yüzü beni esir etti / Tanıştık, bir daha tanıştık / Ayrıldık, bir daha ayrıldık / Konuştuk, ısındık birlikte / Sonra ayrıldık / Herkes kendi yoluna gitti / Hayatın burgacında…” diye sürüp gidiyor.

Jim, Jules ve Catherine’le biraz daha kalıyor kır evinde. Catherine, Jim’den Goethe’nin “Gönül Yakınlıkları” romanını istiyor birden. Catherine mutsuz. Jim’e yakınlık gösteriyor ve ilk defa onu öpüyor. Fonda duyulan müzik sanki Jules’ün kederini hissettiriyor. Jim, Jules, Catherine ve Sabine kır evinin önünde masada mutluluk yemeği yiyorlar. Truffaut bu anda da Hitchcock ustanın “Vertigo-Ölüm Korkusu” filmine selâm gönderiyor. Hitchcock’un filminde James Stewart ve Kim Novak öpüşürken, kamera da onların çevresinde dönüyordu. Bu iki filmde de bu estetik alıştırmanın anlamı final bölümünde anlamlaşıyordu. Sonra Jim Paris’e, Gilberte’e dönüyor. Jim, fedakâr nişanlısıyla evlenmek istiyor. Bu hemen olabilir miydi? Jim, Jules’den mektup alıyor ve trenle Renn’e gidiyor. Catherine ortadan kaybolmuş ve Jules mutsuz. Ama bu Catherine, beklenmedik bir anda dönüveriyor. Jim’e sığınmak istiyor Catherine. Bu film, melodram kıyılarında dolaşsa da Hollywood’un derin melodramlarının içine düşmüyor. Hatta Alman karamsarlığına da düşmüyor. Trajedi olsa bile her şey bitmiyor ve hayat devam ediyor.

Jim Paris’e dönmek için tren garına giderken Catherine de onu uğurlamak istiyor. Jim bilet bulamıyor. Kır evine dönüyorlar. Ertesi gün trenle Paris’e dönüyor Jim. İlişkilerinin bittiğini düşünüyor Jim. Mektuplaşmalar da sürüyor Catherine ve Jim arasında. Catherine’in son mektubunda kamera havada uçarken, zincirlemeli kurgu “bindirmeli” çekime dönüşüveriyor. Çerçevenin sağında Catherine’in görüntüsü, doğa ve mektup üstüne yansıyor. Seyirci, mektubu Catherine’in sesinden duyuyor. Truffaut bu filminde sinema tarihinde o ana kadar bulunmuş tüm teknik buluşları filminde anlam yaratarak kullanmış. Biliyorsunuz, havadan fotoğraflar ve görüntüler ilk defa Birinci Dünya Savaşı’nda bulunmuştu. Truffaut bu buluşu, diğer teknikler gibi estetik değer olarak kullanıyor sıkça filminde. Elbette Jim’in Gilberte’le evlenme isteği bir süre daha gecikiyor bu mektuplaşmalarla. Jim, Catherine’in sıcaklığına düşmeyi hâlâ hayal ediyor çünkü. Catherine, salında Gilberte’i kıskanıyor. Hatta depresyona giriyor ve yemek bile yemiyor.

1930’ların başı… Catherine’in artık bir otomobili de var, Paris dışında Seine kıyısında bir kır evine yerleştikten sonra. Jim onlarla sinema salonunda karşılaşıyor. Sinemada, Nazilerin kitapları yakışının belgeseli gösteriliyor. Truffaut, Ray Bradbury’nin romanından 1966 yapımı renkli “Fahrenheit-Değişen Dünyanın
İnsanları”
bilimkurgusunu yapmıştı. Truffaut, kendi kendinin öncülü oluyor. Jules ve Catherine, yine hayatına giriyor Jim’in. Ama hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Jim, Catherine’le sevişse de. Hatta bebek sahibi bile olmak istiyorlar. Giderek Catherine’in psikolojisi bozuluyor ve depresyon onu ele geçiriyor. Jim’in Gilberte’le evlenmemesi için onu tabancayla vurmayı bile deniyor. Sonunda trajediler yaşanıyor ve Jules bu hayatta yapayalnız kalıyor. Onun sondaki kederli yürüyüşü insanı gerçekten bir boşluğa düşürüyor.

Filmde her şey klasik romanın giriş, gelişim ve sonuç tarzıyla oluşuyor. Ama filmi seyrederken, anlardan parçalar gibi yansıyor her şey. Bunda kurgu ve kamera hareketlerinin yardımı oluyor. Truffaut eski zamanlardaki teknik buluşları da kullanıyor bu filminde sıkça. Truffaut, sinemanın öncü yönetmenlerinden Georges Melièse’e de selâm göndermiş kaşlı görüntü tekniğiyle. Biliyorsunuz Melièse, “zincirlemeli” ve “bindirmeli” teknikleri de bulmuştu ayrıca. Bazı anlarda görüntüler donuyor ve fotoğrafa dönüşüyor. Bu bir nostalji ve bir yaşanmışlık hissi veriyor. Filmde yoğun olarak “kararma” tekniğinin de kullanıldığını belirtmeli. Truffaut’nun bu filminin, “Yeni Dalga” akımının temel filmlerinden biri olduğunu da hatırlatmalıyız.

“Evlenmekten Korkmuyorum…”
François Truffaut’nun 1969 yapımı renkli ve sinemaskop “La Sirène du Mississipi-Evlenmekten Korkmuyorum” filmi, bir kadının güzelliğine mağlup olan ve suça bulaşan bir adamın dramını anlatıyor. United Artists’in sunduğu film, William Irish’in “Waltz into Darkness” (Karanlığın İçine Vals) polisiye romanından uyarlanmış. Bu roman ülkemizde 1973 yılında Akba Yayınevi’nce “Sonsuz Vals” adıyla yayımlanmıştı. Senaryoyu Truffaut’nun kendisi yazmış. Gerilimi de yaşatan müzikleri Antoine Duhamel bestelemiş. Çarpıcı fotoğraflarıysa kameraman Denys Clerval yansıtmış. Truffaut’nun bu filmi ülkemizde mart 1971’de “Evlenmekten Korkmuyorum” adıyla vizyona çıkmıştı.

Film, gazetelerin evlenme ilanları üstüne açılıyor kırmızı ön jenerik yazıları geçerken. Dış ses ada hakkında bilgi veriyor önce. Reunion, Hint Okyanusu’nda küçük bir ada. Şubat 1507’de Diego Ferandez de Pereira tarafından keşfedilen ada, sırasıyla Santa Mascareigne, sonra da Bourbon adını almış. Haritada adanın
Saint-Denis bölgesi gösterildikten sonra siyah-beyaz belgesel askeri tören yansıyor. Dış ses, “1848’de Konvansiyon Hükümeti, Bourbon adını Reunion’la değiştirdi. 10 Ağustos 1792’de Tuillenes Sarayı’nı korumakla görevli ulusal muhafızlarla Marsilyalıların birleşmesinin anısına” diyor. Ardından Truffaut, bir ara yazıyla bu filmini büyük usta ‘Jean Renoir’ya ithaf ettiğini yazıyor. Uçan kamera adanın kıyılarını yansıtıyor sonra.

Truffaut bu filmini Renoir ustaya adasa da filmin birçok anında Hitchcock ruhu dolaşıyor. Filmin içine girildiğinden itibaren gizem de her yeri kuşatmaya başlıyor. Ama, usul usul. Üstü açık 1962 model Renault R4 Fourgonnette Vitrée arabayla, Louis Mahé’nin ortağı Jardine (Marcel Berbert), adanın yollarında Louis’nin (Jean Paul Belmondo) geçici kaldığı otele doğru gidiyor. Truffaut çoğunlukla kamerayı özellikle arabanın arka koltuğuna yerleşmiş kamera, seyirciye yolculuk hissi veriyor hep. Otel odasında giyinen Louis’yi heyecan sarmış. Bugün önemli ve heyecanlı bir gün onun için. Gazete ilanıyla tanıştığı Julie Roussel’le ilk defa karşılaşacak. Julie, bugün “Mississipi” adındaki gemiyle adaya geliyor. “Sirène”, yani “siren”, Eski Yunan mitolojisinde “denizkızı” anlamına geliyor. Louis’nin elinde sadece bir fotoğraf ve mektuplardaki Julie var.
Limanda gemiden herkes iniyor Julie inmiyor. Umutsuzca üstü açık 1960 model Peugeot 403 Cabriolet arabasına doğru yürüyen Louis’ye, elinde kuş kafesi olan güzel sarışın bir kadın sesleniyor. Kendisine Julie (Catherine Deneuve) olduğunu söylüyor genç kadın. Bu Julie fotoğraflardaki Julie’ye hiç benzemiyor. Louis sorgulamıyor. Karşısında bembeyaz tenli ve üstelik sarışın güzeller güzeli var. Onunla hemen kilisede evleniyor. Bir an önce bu güzellikle sevişmek istiyor Louis. Julie, sanki kaderin armağanı gibi geliyor Louis’ye. Truffaut, usul usul kutuyu açıyor. Ama bu gizemi daha da çoğaltıyor. Ama önceleri her şey mutluluk içinde geçip gidiyor Louis’nin malikânesinde. Ya açılamayan tahta valiz? Fransa’dan Julie’nin ablası Berthe’den (Nelly Borgeaud) bir mektup alıyor Louis. İçine biraz kuşku düşse de pek üstünde durmuyor. Çok geçmeden ve birdenbire her şey değişmeye başlıyor. Jardine arabayla yoldan geçerken, Julie’nin tanımadığı bir adamla,
Richard’la (Roland Thénot) tartıştığını görüyor. Malikâneye dönen Louis, tahta valizi açtığında gerçeği anlıyor. Louis daha önce banka hesabının Julie tarafından kullanılması için vekâlet de vermişti. Arabasında kederle giderken, dış ses olarak Julie’nin banka hesabını boşalttığı anlar duyuluyor. Başka şeyler de. Gerçek Julie’nin ablası Berthe adaya geliyor. Louis, Berthe’yle beraber özel dedektif Comolli’ye (Michel Bouquet) başvuruyorlar sarışını bulması için. Louis sonra Fransa’ya doğru uçuyor. Kara film ruhu da her yeri kuşatmaya başlıyor. Gerilim, merak duygusu ve macera çoğalıveriyor. Kendine Julie diyen sarışın, kara filmlerdeki “femme fatale”, öldüren kadın mıydı? Yolculukta uçak tutuyor ve gözünü güneyin incisi Nice şehrinde bir hastanede açıyor Louis. Hastanede diğer hastalarla televizyon izlerken, Julie diye bildiği sarışını fark ediyor Louis. Sarışın, St. Tropez’de “Phoenix” adındaki bir gece kulübünde revü dansçılığı yapıyor.

Gece… Louis, önce bir tabanca satın alıyor, sonra sarışının kaldığı oteli buluyor. Sarışın gece kulübüne gittikten sonra, gizlice onun odasına giriyor, sarışının gelmesini bekliyor. Sarışın çok geçmeden geliyor. Karşısında Louis’yi görünce sarışın, hem şaşırıyor hem şaşırmıyor. Sarışın, asıl adının Marion Vergano
(Catherine Deneuve)
olduğunu söylüyor. Yetimhanede büyümüş, ıslahevlerinde yatmış. Hayatta en büyük korkusu da parasızlıkmış Marion’un. Bir de hapse girmekten korkuyor. Karanlıktan korkusunun nedeniyse, ıslahevinde geceleri açık ışıkta uyuyorlarmış. Richard’la Louis’ye nasıl tuzak kurduklarını da anlatıyor. Richard, gemide gerçek Julie’yi öldürüp cesedini denize atmış. Sonra parayı alan Richard ortadan kaybolmuş. Gece kulübünde para biriktirip Paris’e gitmeyi istiyormuş Marion.

Gündüz… Louis Nice’te, ikinci el üstü açılır-kapanır 1965 model kırmızı Oldsmobile F-85 Cutlass araba satın alıyor ve yola düşüyorlar. Filmdeki arabalar Peugeot’nun yılları farklı 403 serisinden. Özel dedektif Comolli de Fransa’ya, güneye gelmiş araştırmasını sürdürüyor. Marion, Aix-en-Provence şehrine gidiyor. Şehir dışında müstakil bir ev kiralıyorlar. Louis, hayatında bir daha bulamayacağı bu sarışınla bol bol sevişerek anın sunduğu
mutluluğu yaşıyor. Ya para? Para olmazsa bu sarışın yanında durur muydu? Aix-en-Provence şehri, pembe roze şarabı demek. Rozeyi suyla karıştırıp, içine buz attığınızda Akdeniz’in sıcağında insanın içi serinleyiveriyor birden. Aix-en-Provence’ta kış sürüyor. Şehirde dolaşırken Comolli’yle karşılaşıveriyor Louis. Kafede onu atlattıktan sanıyor. Peşinden gelen Comolli, sarışını kendisine teslim etmesini istiyor. Hayatında Marion gibi bir sarışını kaç defa bulabilirdi ki Louis? Marion’u kaybetmemek için tabancasıyla Comolli’yi vuruyor Louis. Cesedi de mahzene gömüyor. Artık aşk cinayeti işlemiş bir katil Louis. Kâbuslar da görmeye başlıyor.

Gündüz… Lyon şehrine gidiyorlar arabalarıyla. Rhône Nehri’nin ikiye böldüğü ve nehir limanı olan bu şehir, Romalıların ruhunu da taşıyor. Paraları da bitiyor, ama kiralık bir yere yerleşebiliyorlar. Hatta sinemaya bile gidiyorlar. Nicholas Ray’in 1954 yapımı renkli feminist wesrerni “Johnny Guitar-Dişi Kartal” filminden çıkıyorlar. Para olmayınca Marion’un da olmayacağını bilen Louis, Reunion’a dönüyor ve hissesini ortağı Jardine’e devrediyor. Lyon’daki Marion, umutsuzlukla kayıt stüdyosunda Louis’ye mektup yazar gibi plak
kaydediyor. Yolda elinden düşürdüğü plak kırılınca kendini kadere bırakıyor. Truffaut, Louis’nin dönmeden hemen önce Marion’un tüm güzelliğini gösteriyor herkese. Antik Yunan kadın heykellerini kıskandıran marion’un mermer gibi beyaz teni ve dişi manzarası bir an büyü saçıyor. Louis’nin, bu güzellik karşısında mağlubiyeti anlaşılıyor bir nebze. Louis döndüğünde yatakta uzanmış sarışının tarif edilemez düzgün beyaz bacaklarını nazikçe okşuyor, kocaman el yukarı doğru kayıyor ve mutluluk saçan anlar yaşanıyor. Truffaut sevişmeyi göstermese de zihinlerde yüzyılın sevişmesi olduğu hissediliyor.

Gündüz olduğunda çantanın içine konan paraları evde saklayan Louis ve Marion beraber restorana gidiyorlar. Louis gazetedeki haberi okuyor. Aix-en-Provence’ta su baskını olmuş. Polis, mahzende gömülü Comolli’nin cesedini bulmuş. Lyon’dan gitme vakti geliyor. Evde bir çanta dolusu parayı almak zorlaşıyor. Polis kaldıkları yeri de buluyor. Marionn para olmadan onunla gider miydi? Parasızlıktan çok korkan Marion, parasızlığı sıradanlık olarak görüyor.

Louis ve Marion, karlar altındaki Rhône-Alpes’te köy dışında bir kulübeye sığınıyorlar. Sınırı geçip bu cehennem durumdan kurtulabilecekler miydi? Parasızlık Marion’u endişe içinde bırakıyor. Louis’den kurtulabilmek için Louis’yi fare zehriyle hastalandırıyor. Kadınlar yavaş mı öldürürdü? Louis farkına varıyor. Aralarındaki bu kısa gerilimin ardından karlar içindeki yola düşüyorlar. Louis, güzelliğine mağlup olduğu bu sarına, “Çok güzelsin. Seni seviyorum” diyor. Louis ve Marion, karlı yolda bilinmeyen geleceklerine doğru yürüyüp gidiyorlar. Para yoksa Marion da yok ama…

(25 Ocak 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Bir Dâhinin Filmleriyle: Orson Welles

Sinemaya hem görsel hem de içerik anlamda yeni bakış açıları sunan sinemanın gerçek dâhisi Orson Welles ustanın “Yurttaş Kane”, “Şanghaylı Kadın” ve “Dava” filmlerinin atmosferinde dolaşmak istedik. Ayrıca 2015 yılı, Welles ustanın doğumunun 100. yılı. Ölümününse 30. yıldönümü.

Orson Welles, 6 Mayıs 1915’te Kenosha-Wisconsin’de doğdu, 10 Ekim 1985’te Los Angeles-Kaliforniya’da öldü. Üç evlilik yaptı. Bunlardan en ünlüsü, 1943’te evlendiği ve 1948’de boşandığı büyük oyuncu Rita Hayworth’tu. Oscar kazanamadı. Yüzü kızaran Akademi, 1976’da ona “Onur Ödülü” verdi. İki yaşında konuşmaya başlayan Welles, radyo tiyatrosuyla Amerika’yı ayağa kaldırmayı başarabilmişti. 1938’de, H. G. Wells’in “Dünyalar Savaşıyor” bilimkurgu romanını radyoya uyarladı ve Marslıların dünyayı istilâ ettiğini anlattı. Böylece de olanlar oldu. 1941 yılında henüz 26 yaşındayken sinemanın gidişini değiştiren “Citizen Kane-Yurttaş Kane” filmini çekti ve gelecek filmleriyle de sinemanın daima taze anlatım yolları olduğunu keşfettirdi.

“Yurttaş Kane…”

Orson Welles’in 1941 yapımı siyah-beyaz “Citizen Kane-Yurttaş Kane”, anlatım ve estetik yönden sinemanın ufkunu açan bir filmdi. RKO’nun sunduğu bu filmin senaryosunu Welles, Herman J. Mankiewicz’le ortak yazmıştı. Zaman zaman gerilimi arttıran müzikleri de, sonradan Hitchcock filmlerine de destek verecek Bernard Herrmann bestelemişti. Elbette görüntüler. Fransız asıllı Gregg Toland, sinemada devrim yapan mercekler geliştirdi bu filmde. Rönesans devrinde resim sanatındaki “perspektif” kadar önemliydi. Toland, “alan derinliği” veren kısa odak uzaklıklı objektifi buldu. “Yurttaş Kane” filminde buna somut olarak dokunuyorsunuz. Öndeki özne ve nesne büyük görünürken, gerideki şeyler derinliğine göre yansıyordu. Bu teleobjektif ve geniş açılı objektiften daha geliştiriciydi. Yani görüntüde, tıpkı resimdeki gibi perspektif yaratılabiliyordu. Filmin kurgusu da çarpıcı ve ilham vericiydi. Welles, bilinen anlamda geriye dönüş olarak filmini kurgulamamış. Anlatılanları anlatanların zihninden değil, anlatılanları dinleyen gazete muhabiri Thompson’ın algılarıyla yansıyor perdeye. O mekânlar öyle miydi? Ya insanlar? Hiçbir zaman bilinemeyecek. Welles Thompson’ın yüzüne daha az ışık düşürürken, çoğunlukla onu yandan gösteriyor ve yüzü de insanın zihnine pek yerleşmiyor. Gölge anlatıcı gibiydi.

Medya tröstü William Randolph Hearst, Welles’in bu filmine büyük savaş açtı. Ama onu yok etmeye gücü yetmedi. Bu film dokuz dalda Oscar’a aday oldu sonra. Film, yönetmen (Welles), senaryo (Welles-Mankiewicz), görüntü (Toland), erkek oyuncu (Welles), kurgu (Robert Wise), müzik (Herrmann), sanat yönetmenliği-dekor (Perry Ferguson – Van Nest Polglase – A. Roland Fields – Darrell Silvera), ses (John O. Aalberg) dallarında Akademi tarafından ödüle aday gösterildi. Sadece senaryo dalında Oscar kazanabildi.

Film, ölen 37 gazetesi ve bir radyosu olan bir medya tröstü Charles Foster Kane (Orson Welles) üstüne bir belgesel – haberle açılıyor. 1941 yılında ölen Kane’in hayatı göz önünde olsa da çoğu şey bilinmeyen megaloman zengin bir adam. Onun için kimileri faşist, kimileri de komünist demiş. Xanadu malikânesinde, son sözü ”rosebud” (goncagül) olan Kane için bu kelime neyi ifade ediyordu? Bir gazete editörü, muhabiri Jerry Thompson’ı (William Alland) bu kelimenin neyi ifade ettiğini öğrenmesi için görevlendiriyor. Kane, bu barok malikâneye Xanadu adının vermesinin nedeni Kubilay’dan dolayı. Xanadu, dışarıdan silüet olarak yansıdığında gotik bir yapıya dönüşüyordu. Muhabir, korku filmlerini andıran devasa Xanadu’ya, Kane’in şimdi alkolik ikinci eşi Susan Alexander Kane’le (Dorothy Comingore) işe başlıyor. “Rosebud”ın anlamın neyi ifade ettiğini öğrenemiyor. Thompson, Philedelphia’daki Thatcher Kütüphanesi’ne gidiyor. Oradaki arşivi okurken, Kane’in yoksul çocukluğu yansıyor. Küçük Kane karda kızakla kayarken, bankacı Walter Thacher (George Coulouris) vasiliğini annesi Mary (Agnes Moorehead) ve babası Jim Kane’den (Harry Shannon) alıyor ve Charles Foster Kane zengin bir hayatın içine düşüyor. Altın madeni miras kalmış. Bankanın gözetiminde eğitimini alacak küçük Kane, 25 yaşına gelince ancak sonsuz gibi görünen servetine kavuşabilecek.

Thompson, adıyla karşılaştığı şimdi ihtiyarlamış sadık Bernstein’ın (Everett Sloane) yanına gidiyor. Kane, sosyal yardımlara önem veriyor önceleri. Avrupa seyahatinden, Amerikan Başkanı’nın yeğeni Emily Monroe Norton’la (Ruth Warrick) nişanlanmış olarak dönyor. Aklındak fikri de söylüyor. Bir gazete satın almak. En uygunu da Inquirer adındaki küçük bir gazete. Emily’yle de evlenen Kane, gazeteye tüm coşkusunu yansıtıyor. Yayın ilkeleri de yayımlıyor. En büyük rakip olarak da Cronicle adındaki çok gazeteyi görüyor Kane. Sonradan o gazeteyi de bünyesine katıyor. Avrupa’dan sürekli sanat eserleri alan ve koleksiyon yapıyor hep Kane. Thompson’ın yolu, ihtiyarlıktan artık hastanede olan Jedediah Leland’a (Joseph Cotten) gidiyor. Jedediah, Kane’in sadece kendine inandığını söylüyor Thompson’a. Ama, inancı olmayan bir adamdı diyor. Bu hayattaki en iyi dostu tiyatro eleştirmeni Jedediah ama Kane onu da kolayca yolunun üzerinden atıyor. Kane, New York’un ıslak sokaklarında
yalnız dolaşırken, dişi ağrıyan güzel şarkıcı Susan Alexander’la (Dorothy Comingore) tanışıyor, belki de hayatındaki ilk sıcak iletişimi kuruyor. Susan önce Kane’in metresi oluyor, sonra karısı. Valiliğe aday olan Kane’in yolsuzlukla suçladığı siyasi rakibi Jim W. Gettys (Ray Collins), Kane’in “ahlâk dışı” ilişkisini Emily’ye kanıtlıyor Susan’ın dairesinde. Susan’ın dairesindeki çekimler büyüsüyle insanı hâlâ heyecan veriyor. “Alan derinliği” denen estetik fotoğrafların ritüel gibi. Susan’dan ayrılmayı reddeden Kane, Emily’den ayrılıp Susan’la evleniyor ve seçimlerde Amerikan ahlâkına mağlûp oluyor. Seçim bürosunda Jedediah’ın Kane’e söyledikleri insanlara ibret olabilir miydi? Şu ana kadar olmadı. Kane gibiler, önceleri her şeye insani yaklaşıyorlar, yoksullardan yana olduğunu propagandasını yapıyorlar ve gcü ele geçirdiğinde seçmenleri, etrafındaki insanları malı gibi görüyorlar. Jedediah’ın davranışları ve yaklaşımları Kane’e bir şey ifade etmiyor. Jedediah, hayata alaycı bakan, sürekli içen bir sanat insanı.

Kane, dünyanın en kötü selsi opera şarkıcısı Susan’dan bir diva yaratmaya çabalıyor. Onun için Şikago’da opera binası bile inşa ettiriyor, dersler aldırtıyor. Gazetelerinde övgüler yazdırıyor. Bir tek Jedediah gerçekleri yazıyor eleştiri anlamında. Yeteneksizliğinin farkındaki Susan, tek teselliyi içkide buluyor Xanadu hapishanesinde. Thompson, yine Xanadu’ya, Susan’ın yanına geliyor son olarak. O da Kane’i anlatıyor Thompson’a. Salonda kederler içinde yapboz oynarken, derinlikte Kane görülüyor. “Alan derinliği” estetiğinin en ucunda bir andı bu. Sadece görsel anlamda değil, içerik anlamında da. Kameraya yakın Susan görünürken, Kane derinlikte küçücük yansıyor perdeye. Susan, bu oyundan
sıkıldığından intiharı bile deniyor. Sonunda büyük tartışmanın ardından ayrılıyorlar. Bernstein, Jedediah ve Susan’ın anlattıkları da Thompson’ın “rosebud”a ulaştırmıyor. Kane’in çıkarcı uşağı, Thompson’a “rosebud”ın kar yağıyormuş hissi veren cam küre olduğunu söylüyor. Xanadu’da eşyalar toplanırken, Thompson, Kane’in ölürken söylediği “rosebud”ın, hiç ele geçiremediği veya kaybettiği şey, olduğunu söylüyor. Vince takılı kamera öne doğru kayıyor ve yakılan eşyalar arasında “rosebud”ı gösteriyor. “Rosebud” yanarken, Kane’in özlemi de kül oluyor. Kane, gerçek anlamda sahip olduğu tek şeydi. “Rosebud”, en başından en sonuna kadar merak duygusunu ayakta tutuyor. Bu yüzden anlamını söylememeli. Hem Welles’e hem de filmine büyük saygıdan dolayı. Filmin sonunda oyuncular tek tek yansıyordu. Mercury Tiyatrosu’nun saygın oyuncularıydı onlar. Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi filmi olarak değerlendirilen “Yurttaş Kane”, daima ilham verecek.

Welles’n bu filmindeki Xanadu malikânesi de Hurst’ün, Kaliforniya’da Pasifik kıyısında ve 1 Nolu Karayolu üzerinde kondurulmuş devasa şatoya benziyor. Discovery’deki “Aerial America / Havadan Amerika” dizi belgeselinin Kaliforniya bölümünde gösterilmişti. Bu devasa yapının bitişini göremeyen Hurst, inşaatı biten yerlerde Hollywood’a çılgın partiler vermiş bu şatoda. Welles’in bir de Hurst’ün yeteneksiz sinema oyuncusu metresi Marion Davies’i, yeteneksiz opera şarkıcısı Susan Alexander karakteriyle yansıttı bu filminde. Yine Discovery’de yayımlanan “The Mistress / Metres” dizi belgeselinde altı çizilmişti bunun. Filmin Türkçe dublajının da muhteşem olduğunu belirtmeliyiz.

“Şanghaylı Kadın…”

Orson Welles’in, Sherwood King’in “If I Die Before Wake” (Uykudan Önce Ölürsem) romanından uyarladığı 1947 yapımı “The Lady from Shanghai – Şanghaylı Kadın”, sinema anlatımı ve anlarıyla sinemanın özel kara filmlerinden. Welles filmin senaryosunu William Castle, Charles Lederer ve Fletcher Markle’la beraber yazmış. Jenerikte yönetmen olarak Welles’n adı geçmiyor. Welles nedense yönetmen olarak adının geçmesini istememiş jenerikte. Zaman zaman insanı geren müzikleri de Heinz
Roemheld bestelemiş. Sinema tarihine armağan siyah-beyaz fotoğrafları yansıtan da Charles Lawton Jr. Welles bu filmi yaparken bütçe sıkıntısı yaşayınca, Hollywood’un büyük stüdyolarından Columbia’nın kurucusu ve o zamanki sahibi Harry Cohn’a başvuruyor. Filmin başrollerinde Columbia’nın “kızıl kraliçesi” Rita Hayworth (1918 – 1987) olunca Cohn’u ikna ediyor ve bu film Columbia’nın oluyor. Welles ve Hayworth bu film çekilirken evliydiler. 1943’te evlenip beş yıl evli kalmışlardı. Evliliklerine vesile olansa büyük oyuncu Anthony Quinn’di. Welles, bu film için Hayworth’un uzun kızıl saçlarını kısacık kestirmiş ve sarıya boyatmıştı. Bu yüzden de epeyce tepki de almış elbette.

“Kara İrlandalı” lâkaplı denizci Michael O’Hara (Orson Welles), New York’ta Central Park’ta dolaşırken, faytondaki sarışın Elsa’yla (Rita Hayworth) nasıl bir maceranın içine düşeceğini tahmin edemiyor. Elsa, Kaptan Michael’ı kendi yatında çalışmaya ikna edemiyor. Çapkın Michael, Elsa’nın evli olduğunu öğrendiğinde önceki kadınlar gibi macera yaşayamayacağını hissediyor. Denizcilerin takıldığı lokale, Elsa’nın iki bastonla yürüyen engelli ünlü savunma avukatı olan Arthur Bennister (Everett Sloane) geliyor ve zorla da olsa Michael’ı yatına kaptan olmayı ikna ediyor. Uzun bir yolculuk Michael’a bekliyor. Panama Kanalı’ndan
Karayipler’e, oradan Brezilya açıklarına kadar. Elsa, tüm güzelliğini mayosuyla kayalar üstünde sergilerken, hikâyeye Arthur’un ortağı avukat George Grisby (Glenn Anders) giriyor ve her şey değişmeye başlıyor. George, Michael’dan bir anlaşma karşılığı öldürmesini istiyor. Karşılığında da beş bin dolar vermeyi vaat ediyor George. Aslında öldürmeyecek, polis George’un ölü bir adam olduğuna ikna olması gerekecek. Plan basit. Ama derinlerde başka planlar yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlayınca hiçbir şey tasarlandığı gibi gelişmiyor. Michael, İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçiler tarafında Franco’ya karşı savaşmış bir insan. Savaşta, Franco tarafından bir muhbiri öldürünce İspanya’da hapis yatmış.

Bu filme dokunurken hassas olmak gerekecek. Gizemler ve merak duygusu azalmamalı bu polisiyede. Çok eski klasik bir film olmasına rağmen. Brezilya kıyılarındaki piknikte, Elsa, Arthur ve George’a, kendi başından geçen ürpertici köpekbalığı vakasını anlatıyor Michael. Brezilya açıklarında oltayla balık avlarken,
oltasına bir köpekbalığı takılıyor Michael’ın. Başka köpekbalıkları da geliyor ve çoğalıyorlarmış birden. Büyük mücadele sonunda köpekbalığı kurtulsa da yaralanıyormuş. Kan kokusu denize yayılınca diğer köpekbalıkları çılgına dönüp birbirleri katletmeye başlıyorlarmış Michael’ın anlattığı vakada. Sonuçta hiçbir köpekbalığı sağ kalmamış bu savaşta. Michael’ın anlattığı bu vaka, filmdeki karakterler için trajik bir metafor. Finale doğru zihninizde anlamlaşıyor Michael’ın bu anlattıkları.

Filmin kurgusu ve görselliği aslında sinema yoluna düşeceklere ilham verici. Filmde, önde anlatılanlardan çok, arkada ve görünmeyen olaylar hikâyeye güç katıyor. Welles, perdede gördüklerinizi değil, asıl derinlerdeki hikâyeyi anlatsaydı her şey sıradanlaşabilir miydi? Evet, sıradanlaşma ihtimali vardı. Tüm çatışmalar ve kurulan planlar hiç görmediğiniz yerlerde. Seyirci filmde sonuçları görüyor. Final bölümünde zihindeki o boşluklar doluyor ve her şey anlamlaşıyor.

Her şey San Fransisko’da çözümleniyor. Geride iki cinayet var ve tek sanık da Michael. Filmdeki mahkeme sekansı çok iyiydi ve üstelik de yer yer eğlenceliydi. Michael’ın savunmasını Arthur üstleniyor. Michael, daha önce George’la yazılı anlaşma yapıyor ve George’u öldürdüğünü itiraf eden itiraf yazıp imzalıyor. Bu itirafname George’un öldürülmesinden sonra polisin eline geçince,
elbette tutuklanıyor ve mahkemede yargılanıyor Michael. Jüri kararını açıklamadan önce, Arthur’un haplarından birkaçını yutan Michael, çıkan kargaşada firar ediyor. Sığındı yerse Çin Mahallesi’ndeki bir tiyatro oluyor. Elsa onu tiyatroda buluyor ve Michael, bayılmadan hemen önce gerçekliğe yaklaşıyor seyirciler gibi. Elsa, Çinli adamlarının yardımıyla Michael’ı Play Land Lunaparkı’na götürtüyor. Bu mekândaki anlar sinema tarihine geçti. Hem anlam hem de görsel açıdan. “Aynalar koridoru” diye anılan bu sahnede bir kaos yaşanıyor ve köpekbalıkları birbirine giriyor. Filmdeki akvaryum sahnesi de güçlü ve etkileyiciydi, hatırlatalım.

Filmi, Michael’ın iç sesiyle ve çoğunlukla onun bakış açısıyla takip ediyorsunuz. “Şanghaylı Kadın”, sinema tarihinin hâlâ en özel filmlerindendir. Filmin estetiği de büyüleyici. Karanlık, filme gizem katarken, kara filmlerdeki o etkileyici atmosferin oluşmasına da katkıda bulunuyor. Filmin ışık düzenlemeleri de dışavurumcu estetik taşıyordu. Fonda duyulan müziklerse, gerilime ve merak duygusuna katkıda bulunmuş.

“Dava…”

Orson Welles’in Almanca yazan büyük Çek yazar Franz Kafka’nın romanından uyarladığı 1962 yapımı siyah-beyaz “The Trial – Dava”, yabancılaşmanın ustası Kafka’nın ruhuyla buluşan dışavurumcu bir başyapıt. Yapımcı Alexander Salkind’in sunduğu Fransız, İtalyan ve Alman ortak yapımı filmin senaryosunu da Welles yazmış. Dışavurumcu görselliği perdeye Edmond Richard yansıtmış. Filmin girişindeki ve final bölümündeki illüstrasyonları Alexander Alexeieff tarafından çizilmiş. Fonda çoğunlukla hüzünlü tınılar duyuluyor.

Film, illüstrasyon yansımaları üstüne avukat Albert Hastler’in (Orson Welles) düşen dış sesiyle açılıyor. Ses, kanun kapısında duran kapıcıyla taşradan gelmiş bir adamın yıllar boyu süren iletişimsizliğini anlatıyor. Kapıcı, kapıdan geçmek isteyen adama izin vermemiş. Yıllar geçmiş. Adam yıllar boyunca ne yapsa da kapıcıyı ikna edemiyor. Yaşlılıktan gözleri körelen adam, kanun kapısında bir parıltı fark etmiş. Ölmeden önce adamın tüm hayatı bir tek soruya dönüşmüş. Hayatında daha önce hiç sormadığı soruymuş: “Her insan kanun kapısından içeri girmek ister. Öyleyken, neden bu kapıdan girmek isteyen benden başka kimse olmadı?..” Yaşlılıktan kulağı iyice sağırlaşan adama kapıcı bağırarak: “Senden başka hiç kimse bu kapıdan giremezdi, çünkü bu kapı sadece senin içindi…” Hastler, uzun anlatımından sonra, “Bu hikâyenin mantığının düşlerin mantığının aynı olduğu söylenir. Veya kâbusların” diyor. Sanki bu hikâyeyi filmin içinde Josef K ve seyirci paranoyayla yüklenmiş kâbuslarla.

Tutuklama… Josef K (Anthony Perkins), sabahın köründe Bayan Grubach’ın (Madeleine Robinson) pansiyona dönüştürdüğü dairesindeki odasında kâbusun içine düşüyor. Görüntü, uyuyan Josef’in yüzünde açılıyor. Odaya pardesülü ve şapkalı bir adam giriyor. Uyanan Josef, çeride yabancı birini görünce şaşırıyor. Adam kim olduğunu söylemiyor. Başka bir adam daha geliyor odaya. Kim olduklarını söylemeyen adamlar Josef’i sorguya çekerlerken, Josef de giyinmeye çabalıyor sabahın ilk ışıklarında. Dedektiflerden biri, odanın içindeki bir çıkıntıya anlam yüklerken, Josef, Bayan Grubach’ın kocasının dişçi koltuğunun bulunduğu yer olduğunu söylese de dedektifler tam bir paranoya atmosferinde her şeye, her davranışa, her kelimeye anlam yüklüyorlar. Davası olduğunu söyleyen iki dedektif gittikten sonra Bayan Grubach da Josef’e kahvaltı hazırlıyor, mahkeme için teşvik ediyor onu. Çünkü ondan kaçmak mümkün değil. Bayan Grubach, kabarede çalışan, sabahın köründe yatmaya gelen Marika Bürstner’den de hoşlanmıyor. Marika (Jeanne Moreau), geliyor ve Josef onunla gelen dedektifleri konuşurken, yatağa sere serpe uzanmış Marika’nın güzelliğine mağlup oluyor ve onu öpüyor. Josef’in hayatında pek kadın yok. Çalıştığı bankada önemli bir yerde olan Josef, kadınlara ulaşamıyor mu? Onlar çok uzaktalar mı? Film boyunca Josef’in karşısına kadınlar çıkıyor. Avukat Hastler’in yardımcısı ve metresi Leni (Romy Schneider), güzelliği ve zarafetiyle bir an başını döndürüyordu Josef’in. O, yalnız, aşksız ve trajedisine giden biri. Kanun kapısından girip gerçeği öğrenemeyen biri de Josef. Seyirci de Josef gibi suçun ne olduğunu arayıp duruyor. Gerçeğe ve anlama ulaşmak basit miydi? Belki de basitti. Otoriteryen yönetimler için gerçeklik, sadece paranoya ve kaos. Yönettiklerini iddia ettikleri halksa onların malları oluyor. Bürokrasinin kuşattığı bu tuhaf atmosferde, bir dolu dosya, daktiloyla yazılmış bir dolu kâğıt parçası, bitmek bilmeyen kalabalık duruşmalar… Tam bir cinnet ve cehennem… Josef işe, bankaya gidiyor. Bir dolu memur, devasa işyerinde masalarının başında oturmuş, daktilolarıyla dosyalar için yazılar yazıp duruyor. Büroya, hiç sevemediği 15 yaşındaki kuzini Irmie (Naydra Shore) geliyor. Irmie’yi yaşına göre ahlaklı bulmuyor muydu Josef? Welles, sadece küçük bir kuşku bırakıyor belli belirsiz.

İlk Sorgulama… Akşam tiyatroda arkasındaki koltuktaki kadın ona bir not veriyor. Yerinden kalkan Josef, bakınıyor, sonra da salondan dışarı çıkıyor. Bir polis müfettişi (Arnoldo Foa) görüyor ve peşlerinden gidiyor. Dışavurumcu tuhaf mekâna geliyorlar. Yoğun parçalı ışığın düştüğü yer burası. Yoğun parçalı ışık düzenlemeleri kasvet duygusunu veriyor perdede. Mahkeme binası, öylesine devasa olmasına rağmen, sanki dosyalar raflardan taşıyor. İnsan bu tuhaf dışavurumcu mahkeme binasında yolunu kaybedebiliyor. İsmi açıklanmayan oteriteryen yönetim görkemini ve şaşaasını malı olan halka her daim hissettirmek istiyor. Faşizm, en büyüğünü, daha büyüğünü propaganda araçlarıyla halkın üstüne yağdırıyor her zaman. Josef’e sorgulanacağı yerin adresini veriyorlar önce. Josef adrese gidiyor. Üstleri çıplak ve numaralı insanlar görüyor. Nazi kampı hissi veriyor burası. Oradan geçip binaya giren Josef, çamaşır yıkayan bir kadını görüyor. Metaforu güçlü bir an bu. Kapıyı açıyor ve mahkeme salonuna giriyor. İçerisi kalabalık. Burada duruşması yapılıyor Josef’in.

Dayakçı… Bürosuna giden Josef, kendisini izleyen üç polisi fark ediyor. Josef bir odaya giriyor ve tuhaf bir manzarayla karşılaşıyor. Sorgulanan insanlara dayak atıyorlar dayakçılar. Cinnetin içinden kaçan Josef, tam anlamıyla bir kâbusun içine düşüyor. Bürosunda amcası Max’ı (Max Häufler) görüyor ve amcası onu avukat Hastler’e götürüyor. Kaotik mekânda güzel Leni’yle göz göze geliyor. Her insanı güzelliğiyle mağlup edebilecek biri o. Hastalıkla cebelleşen, ama kayıtsız gibi duran Hastler, davayı alıyor. Leni, Max’la Hastler’i baş başa bıraktırıp Josef’i dosyların raflardan taştığı tuhaf mekâna götürüyor ve dişiliğiyle Josef’i büyülemeye çabalıyor. Josef’in, kadınlarla deneyimi var mıydı? Onlara ulaşma yollarını mı bilmiyordu, yoksa otoriter yöneticiler gibi kuşkucu muydu? Ama bir gerçek vardı. Kadınlar, onun için ne kadar yakınında olsalar da uzaktaydılar. Zihinsel olarak yakınlaşamıyordu belki de. Leni ona, “İtiraf edersen kanunun pençesinden kurtulursun” diyor. Josef neyi itiraf edecekti? Suç neydi? Filmin içinde dolaşırken, bir an kendinizi rüyanın içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Şimşek çakıyor ve ardından bardaktan boşalır gibi yağmur yağmaya başlıyor.

Sonra başka bir yere geçiyor Josef. Her şey birbiriyle bağlantılıydı bu mekânlarda. Salonda dikiş diken bir kadınla karşılaşıyor Josef. Ardından duruşma salonuna giriyor. Adı Hilda (Elsa Martinelli) olan kadın da peşinden geliyor. Hilda, mahkemede görevli bir adamla evliymiş, yardımcı olacağını söylüyor. Yargıcın kendisine karşı zaafını biliyormuş Hilda. Hukuk öğrencisi Bert (Thomas Holtzmann) adam onlara yaklaşıyor. Bert, Josef’i kalem odasına götürüyor. Josef, sanıklarla dolu koridordan geçiyor, çıkışı arıyor. Josef ve seyirci, gerçek anlamıyla kayboluyorlar bu devasa labirent binada. Başı dönüyor. Gözlüklü bir kadın (Paola Mory) ona yardımcı oluyor ve çıkışı bulabiliyor. Bu kadın, Josef’in güvenebileceği, sığınabileceği, uzlaşabileceği şefkatli bir kadın gibi sanki. Dışarıdan görkemli görünen ama içi kaos dolu devasa bina görkemiyle insanı etkiliyor.

Avukat Hastler’e gidiyor sonra Josef. Onun davası için bir şey yapmamasından dolayı işi bırakmasını istiyor. Öncesinde, davalardan dolayı çökmüş Bloch’la (Akim Tamiroff) tanışıyor. Oradan ayrılan Josef başka bir yere giriyor. Orada kız çocukları var. Merdivenlerden çıkan Josef, ressam Titorelli’yle (William Chappell) karşılaşıyor. Josef, ressamın yanından ayrılır ve bir kaotik labirentte kayboluyor. Peşinde de kız çocukları. Kamera, öne ve geriye hızlı kayarak, Josef ve seyirci için kaotik atmosfer yaratıyor perdede. Dışarı çıkabiliyor. Bir ses duyuyor Josef, Bir rahibi (Michael Lonsdale) görüyor. Rahip, davanın kötü seyrettiğini söylüyor ona. Sonra Hastler’le karşılaşıyor Josef. Perdeye, filmin
girişindeki illüstrasyonlar yansırken, aynı alegorik konuşmayı yapıyor Hastler. Oradan çıkan Josef’in karşısına yine rahip çıkıyor ve ona “Oğlum” diyor. Josef tepkiyle, “Senin oğlun değilim” diyor öfkeyle. Sonra iki adam gelip Josef’i kollarından tutup, banliyö binalarından geçip bir araziye götürüyorlar. Josef’i küçük kraterin içine bırakıyorlar. Josef soyunmaya başlıyor. Ona, intihar etmesi için bıçak vermeye çalışıyorlar. Bu Romalılardan gelme bir gelenek. Josef bıçağı reddedince iki cellât, çukura dinamit atıp Josef’i infaz ediyorlar. Dumanlar, atom bombasının dumanlarındaki mantar gibi havaya kalkıyor. İnsanlığın sonu gelirken, Jodef’in suçu hiçbir zaman öğrenilemeyecek. Ortada suç var mıydı? Evet, paranoya… Elbette yabancılaştırma… Filmin sonunda Welles oyuncularını görüntülüler eşliğinde tek isimlerini de okuyordu.

Eserlerini Almanca yazan Çek yazar Kafka’nın “Dava” romanı, ülkemizde Can Yayınları’ndan 1999 yılında çıkmıştı.

(24 Ocak 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

2014 Yılının En İyi Filmleri

Biten bir yılın ardından geleneksel en iyi filmler seçkisini bu defa biraz gecikmeli olarak paylaşıyorum siz okurlarla. Bu seçki geçtiğimiz yılın filmleri olmasına karşılık dağıtımcı tercihleri doğrultusunda gösterimleri bu yıla sarkmış ya da çeşitli nedenlerle gösterime girememiş ancak yurt içi festivallerde izlenmiş filmleri de kapsamaktadır. Listede yer alan yapımlara ilişkin sitemiz arşivinden ulaşabileceğiniz yazıların tarih ve başlıkları parantez içinde belirtilmiştir.

Kişisel seçimlerim doğrultusunda 2014 yılının en iyi 10 filmi şöyle sıralanıyor:

1 – Tarihin Sonu / Norte, Hangganan Ng Kasaysayan

Lav Diaz geçtiğimiz yılın en önemli keşiflerinden biriydi. Filipinli yönetmen 33. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen sondan bir önceki filminde Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sından yola çıkarak, benzersiz mizansenler, uzun planlar, renkler aracılığıyla kurduğu dünyasında ulusunun çileli tarihini irdeliyordu. (18.04.2014 / ‘Festivalin En Güzel Sürprizi’)

2 – Leviathan / Leviafan

Rus sinemacı Andrey Zvyagintsev’in metaforlarla örülü sineması devlet, din ve vatandaş üçlü arasındaki erk mücadelesine ışık tutuyor. Büyümüş ve çürümüş Devlet’i kıyıya vurmuş dev balina iskeleti aracılığıyla görselleştiriyor, hafızalara kazıyor yönetmen. Yeni Rusya’da olan bitenin ülkemizde yaşanmakta olan ahlaki, hukuki çöküntüyle paralelliği ayrıca ilgiye değer. (16.01.2015 / ‘Merhametli Yüce Tanrı’nın Sessizliği’)

3 – İtiraf 1 – 2 / Nymphomaniac 1 – 2

Ülkemizde yıllar sonra hortlayan sansür uygulamasıyla basın gösterimi yapıldıktan sonra sinemalarda oynatılması engellenen, ancak festivallerde ek gösterimlerle geniş bir izleyici kitlesine ulaşan son Lars von Trier filmi, cinselliğe ve insan ruhunun en karanlıklarına uzanan benzersiz bir yolculuk.

4 – İnsanları Seyreden Güvercin / En Duva Satt Pa En Gren Och Funderade Pa Tillvaron

Roy Andersson imzalı ‘Yaşayanlar’ üçlemesinin yedi yıldır beklenen son ayağı yaşam ve ölüm üzerine eşi bulunmaz bir deneme. İsveçli ustanın ustanın sabit kamerası, birbirini takip eden soluk renkli tablolardan oluşan kendine özgü mizanseni yine çok etkileyici. Filmin özgün adının ilham kaynağı olan ‘bir dala konmuş varoluş üzerine düşüncelere dalan güvercin’ üstadın ta kendisi. (28.12.2014 / ‘Varoluşa Kafa Yoran Güvercinin Gözünden’)

5 – Dingin Sular / Futatsume No Mado – Still the Water

Tanınmış Japon yönetmen Naomi Kawase’nin Doğu Çin Denizi’nde mercanlarla çevrili Amami Oshima adasının eşsiz ekosistemini fon alan son filmi, yaşam, ölüm ve yeniden hayat bulma döngüsününün romantik bir büyüme hikâyesi eşliğinde sunulduğu büyüleyici bir başyapıt. Kawase’gelenekler ve yabancılaşma üzerinden Japon toplumunu ustaca analiz etmiş.

6 – Kış Uykusu

Nuri Bilge Ceylan’ın Çehov, Dostoyevski, Shakespeare, Voltaire alıntılarının kullanıldığı, tiyatro ve edebi lezzet taşıyan uzun diyaloglarla yüklü son eseri üstün bir yönetmenlik becerisi. Ceylan’ın değişmez görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin emeğini taşıyan kusursuz sinematografisi de eksik değil bu güzel filmde. (12.06.2014 / ‘Ayazda Kalmış Yüreklere bir Neşter Daha’)

7 – Rüzgar Yükseliyor / Kaze Tachinu – The Wind Rises

Canlandırma sinemasının büyük ustası Hayao Miyazaki’nin veda filmi olduğu söylenen son çalışmasını Küçük Prens’imiz Berkin Elvan’ı düşünerek kederle izlemiştim. Miyazaki insanlığa umudunu koruyarak bitiriyor filmini. Paul Valéry’nin dizelerini ödünç alarak: ‘Rüzgar Yükseliyor!… Yaşamaya Çalışmalıyız!’ (16.03.2014 / ‘Miyazaki’den Berkin’e…’)

8 – Yıldız Haritası / Maps to the Stars

Kanadalı usta sinemacı David Cronenberg’in Bruce Wagner’in ustaca yazılmış senaryosundan yola çıkarak çektiği son filmi acımasız bir Hollywood taşlaması, sert bir düzen eleştirisi. Bu filmin ardından yaklaşan Oscar ödülleri seremonisi farklı bir gözle izlenecek. (11.01.2015 / ‘Hollywood Ateşinde Yanmak’)

9 – Çocukluk / Boyhood

Amerikan Sineması’nın gerçek anlamda bağımsızlarından Richard Linklater aynı oyuncu kadrosuyla 12 yıla yayılmış bu benzeri olmayan çalışmasıyla büyüme üzerine sinema tarihinin en özgün yapıtına imza atarken çağdaş Amerikan toplumu hakkında incelikli bir gözlem sunuyor. Ülkemizde sinemalarda gösterilmeyen film festivaller, DVD ve paralı televizyon kanallarından izleyiciyle buluştu.

10 – İnce Buz Kara Kömür / Bai Ri Yan Huo – Black Coal Thin Ice

Çin Sineması’nın yeni kuşağından Diao Yi’nan’ın son filmi sosyal gerçekçilik motiflerini film noir ile özgün bir biçimde buluşturan modern bir sinema örneği. Yönetmen türün kalıplarıyla hınzırca oynuyor, klişeleri tersyüz ediyor. (17.07.2014 / ‘Bu Havai Fişekler Kaybedenler İçin’)

(21 Ocak 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Merhametli Yüce Tanrı’nın Sessizliği

Andrey Zvyagintsev’in Sovyet sonrası düzenle hesaplaşması devam ediyor. Bu hafta gösterime giren ‘Leviathan’ yönetmenin semboller ve metaforlarla yüklü sinemasının son görkemli örneği. Dönüş / Sürgün / Elena üçlemesi ile sinemaseverlerin gözdesi haline gelen Rus sinemacının ‘Yeni Rusya’ üzerine daha öfkeli bir politik söylem tutturduğu yeni çalışması, mikro bir olaydan yola çıkarak Putin yönetiminin yozlaşmış kurumları üzerine çarpıcı bir tanıklığa dönüşüyor.

Ülkenin en kuzeyindeki balıkçı kasabasında yaşananlar günümüz Rusya’sının çürümüş otokratik düzenine ışık tutacak cinsten. Dalgalar kıyıyı döverken fondan yükselen Philip Glass’ın ‘Akhnaten’ operasının görkemli prelüdüyle büyük bir fırtınayı haberler gibidir yönetmen. Aile yadigarı toprağı elinden alınmak istenen kasabanın yerlisinin bürokrasi ile mücadelesini izlemeye başlarız daha sonra. Kolya’nın sahildeki değerli arazisinde gözü vardır belediye başkanının. Dededen kalma mülk değerinin altında istimlâk edilecek, yaklaşan seçimler öncesinde kamunun ortaklığında karlı bir yatırımın temelleri atılacaktır. Moskova barosundan avukat arkadaşın okkalı bir yolsuzluk dosyasıyla çıkagelmiş olması dahi durdurmaz rant peşinde gözü dönmüş belediye erkanını. Bölge mahkemesinin temyiz talebininin reddine ilaveten devreye sokulan mafyatik yöntemlerle Kolya’nın haklı itirazı susturulur. Devir tüm yolsuzluklarına rağmen üstlerinin çıkarlarına hizmet eden bürokratların devridir ne de olsa. Afili kilisesinde boy gösteren bölge papazı da muktedirin destekçisi olmayı seçmiştir. Tüm olanların Tanrı’nın izniyle gerçekleştiğinin altını basa basa ifade etmek suretiyle.

Eyüp Peygamber’in ‘dürüst insanlar neden acı çeker’ sorusundan yola çıkarak günümüz Rusya’sında ahlaki yozlaşmayı cesurca irdeleyen ve Kremlin’le polemiğe girmeyi göze alan Zvygagintsev’in metaforları filminin adından başlıyor. Tevrat ve İncil’deki kötülüğü temsil eden deniz canavarının ismi olan ‘Leviathan’, İngiliz felsefecisi Thomas Hobbes’un 17. yüzyılda kaleme aldığı aynı adlı ünlü eserinde mutlak güç ve yetkilere haiz Devlet’i ifade eder. Egemenliğin gökteki Tanrı’dan alınarak yeryüzündeki insani unsurlara dayandırılması üzerine kuruludur Hobbes’un metni.

Devlet, din ve vatandaş üçlüsü arasındaki erk mücadelesine ışık tutan Zvyagintsev, önceki filmlerinde daha kapalı biçimde değindiği kilise ile hesaplaşmasını bu kez ön plana çıkarmış. Devlet bürokrasisi ile kilise’nin çıkar ortaklığını tüm ayrıntılarıyla sergilemiş. Bir sahnede umutsuzca ‘merhametli yüce Tanrı’n nerede?’ diye soruyor Kolya. Talihsiz bir aşk üçgeniyle iyice dağılmış adamı, karısı ve avukat arkadaşıyla birlikte denizde batmış üç kayıkla betimlerken, büyümüş ve çürümüş Devlet’i öykünün geçtiği kuzey kıyılarına vurmuş dev balina iskeleti aracılığıyla görselleştiriyor, hafızalarımıza kazıyor yönetmen.

Devletin otoritesini kullanarak bireyler üzerinde tahakküm kurması, menfaat tiranlıkları oluşturması, yaşama ve mülkiyet hakkını gasp etmesi ise günümüzde yalnızca Rusya’nın sorunu değil kuşkusuz. Andrey Zvyagintsev’in yoz bir bürokratın arazisini ele geçirmeye uğraştığı otomobil tamircisinin başına gelenlerle işaret ettikleri, ülkemizde yaşanmakta olan ahlâki ve hukuki çöküntüyle paralellik kurduracak cinsten. Bu karanlık dönemden gün ışığına çıkabilmek için bizlerin de Hazreti Eyüp gibi uzun yıllar sabretmesi gerekmeyecektir umarım.

(16 Ocak 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hollywood Ateşinde Yanmak

David Cronenberg’in bizde de vizyona giren son filmi adını Hollywood ünlülerinin ikametgahlarının yer aldığı rehber broşürlerden alıyor. ‘Yıldız Haritası / Maps to the Stars’ tam da Kanadalı sinemacıdan beklenebilecek cürette bir Hollywood taşlaması. Hatta taşlamadan da öte son derece sert bir düzen eleştirisi.

Beden deformasyonu üzerine kafa yormuş olduğu bir dizi ilginç çalışmasıyla tanıyıp sevdiğimiz Cronenberg 2000’li yıllarda Amerika’da (History of Violence / 2005) ve Kıt’a Avrupası’nda (Eastern Promises / 2009) insan kaynaklı şiddetin kökenlerini kurcalamış, bir önceki Don DeLillo uyarlaması ‘Cosmopolis / 2010’de çağdaş kapitalizminin ürünü genç borsa milyarderinin hipnotik yolculuğu boyunca yeni yüzyılın teknoloji destekli güç ve iktidar tutkusunu mercek altına yatırmıştır. Bu serüvende Cronenberg’in yolunun çağdaş kapitalizmin en gösterişli vitrinine, bugün artık dev medya imparatorluklarının çarpıştığı eğlence endüstrisinin tapınağı Hollywood diyarına düşmesi kaçınılmazdı. Hele bu konuda tam teşekküllü bir yazar dosta sahipse.

‘Yıldız Haritası’ Hollywood’un içinde büyümüş Amerikalı yazar, oyuncu, yapımcı ve yönetmen Bruce Alan Wagner’ın özgün senaryosundan yola çıkmış. Hollywood ünlülerine limuzin şöförlüğü de yapmış olan Wagner bir dizi romanıyla bu yıldızlar beldesinden detaylı portreler çizer. Kimi eleştirmenlerin deyimiyle bir ‘Hollywood Satyricon’unu resmeder. Wagner’in sarkastik olduğu denli acımasız ve öfke dolu metni Cronenberg gibi aşırı uçlara açılmaktan çekinmeyen bir sinemacının elinde adresini bulmuş gibi görünüyor.

Bir Amerikan rüyasıyla açılan ‘Yıldız Haritası’ aşama aşama bir kabusa dönüşüyor. Florida’dan ünlülerin dünyasına sızmak için gelen Agatha’nın sır dolu geçmişini öğreniyoruz film ilerledikçe. Küçük yaşta kazandığı şöhretle dengesini kaybetmiş Justin Biebervari çocuk yıldız Benjie ve oğullarının sırtından büyük paralar kazanan ailesi, genç yaşta ölmüş oyuncu annesiyle hesaplaşması bitmemiş yaşlanmakta olan bir başka yıldız oyuncu ve onu sakinleştirmeye çalışan terapisti/gurusu, yapımcılar, yönetmenler, menajerler bu bildik düzenin aktörleri olarak resmi tamamlıyor.

Başta Robert Altman’ın ‘Oyuncu / The Player’ı (1992) olmak üzere bu eğlence imparatorluğu üzerine yapılmış birçok taşlamanın ötesinde çok yargılayıcı ve öfkeli bir bakışla sunuluyor Hollywood. Şeytani krallığın aktörlerini en iğrenç, en komik, en rezil, en bencil halleriyle göstermekten imtina etmiyor yazar ve yönetmen. Tüm bunlar bu kukla bebeklerin aslında birer kurban olduğu gerçeğini görmemizi engellemiyor yine de. Acımasız sistemin çarkına kapılarak ışığa koşan pervaneler gibi yanmaktan kurtulamıyor sonuçta hepsi. Havana’nın annesi bir yangında ölüyor. Benjie’nin annesi cehennem ateşinde kavruluyor. Tipik bir Cronenberg figürü olan Agatha’nın vücudu yanık izleriyle dolu. Paul Eluard’ın İkinci Dünya Savaşı’nda Fransız direnişçilerine destek olmuş ‘Liberté / Özgürlük’ şiirinden başka sığınılacak bir şey kalmıyor bu kabus yüklü evrende.

(11 Ocak 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Doğa Verir, Doğa Alır

‘Mısır Adası / Simindis Kundzuli – Corn Island’ yaşam döngüsü üzerine harikulade bir şiir. Yönetmen George Ovashvili’yi bir önceki filminden mimlemiştik zaten. Gürcü yönetmenin anavatanına adamış olduğu 2009 yapımı bol ödüllü ilk uzun metrajı ‘Öbür Kıyı / Gagma Napiri – The Other Bank’ Sovyet sonrası Güney Kafkasya’da yaşanan insanlık dramını 12 yaşında bir erkek çocuğun gözünden anlatır. Komşu Gürcü ve Abhaz halkları arasında 1992’de patlayan kanlı çatışmalarla yerinden yurdundan olmuş kimsesiz çocukların simgesidir küçük Tedo. Tarkovski’nin İvan’ı gibi acı çeker, etnik savaş cehenneminde babasının izini sürer.

Ovashvili’nin dört yıllık bir finansman arayışı sonucunda Eurimages desteğinin yanı sıra geniş katılımlı bir ortak yapım olarak (Gürcistan / Almanya / Fransa / Çek Cumhuriyeti / Kazakistan / Macaristan) çektiği bu ikinci uzun metrajı güncel askeri ve politik çatışmaların süregeldiği bir iklimde insan / doğa ilişkisini öne çıkarıyor. Gürcistan ile Abhazya arasındaki bin yıllık
doğal sınır teşkil eden Inguri nehri üzerinde oluşmuş, taşan nehrin dağlık araziden kopup getirdiği alüvyon adacıklardan birinde geçiyor hikâye. Abhaz yaşlı köylü doğanın hediyesi bu bereketli toprakları yaz ayları boyunca işleyerek kışlık mısırını yetiştirmek için kullanır. Çatışma halindeki komşu toprakların ortasında tarafsız bir bölgedir bu ada. Yaşlı adam keşfe çıktığı küçük toprak parçası üzerine keresteden kulübesini kondurur, sazla kaplı damın altında genç kızlığa yeni adımını atan torunuyla birlikte mevsimlik üretimine koyulur.

‘Mısır Adası’ anaakım sinemayla farklı bir kulvarda yol alan atraksiyondan uzak sade bir yapım. Günlük çatışmaların ötesinde insan / doğa ilişkisini sorgulayan duru bir sinema örneği. Doğa hem bereketli, hem de acımasız. Nehir verdiği gibi yok edebiliyor da. Gürcü yönetmen bu ezeli ebedi mücadeleyi aktarırken çok az diyalog ve müzik kullanıyor. Filmin benzersiz ritmi insan / doğa ilişkisinin bazen sakin bazen gerilimli ilişkisinden oluşuyor. Deneyimli Macar görüntü ustası Elemer Ragalyi’nin ellerine teslim
edilmiş sinematografi ise kusursuz. Başroldeki usta oyuncumuz İlyas Salman’ın etkileyici yorumundan da büyük destek alan bu çok uluslu yapımın genç oyuncusu Mariam Buturishvili beş bin küsur aday arasından seçilmiş. Malum finansman zorlukları dışında filmin çekim aşamasında da güçlükler yaşanmış. Nehrin oluşturduğu sahipsiz toprak alanda çekim yapmanın zorlukları ve Ragalyi’nin benzersiz kamera hareketlerine imkan vermesi açısından suni bir gölde insan eliyle yaratılmış filme mekân olan küçük ada. Üç mevsim boyunca büyüyen ve olgunlaşan farklı uzunluktaki mısır ekinleri kıyıdan adaya taşınarak yerleştirilmiş.

Harcanan emek karşılığını bulmuş ama. Karlovy Vary Film Festivali büyük ödülü Kristal Küre’nin ardından şimdi de yabancı film kategorisinde Oscar aday adayı dokuz film arasına girmeyi başardı ‘Mısır Adası’. İnsan / Doğa ilişkisinin bu şiirsel tasvirini kaçırmamaya çalışın.

(06 Ocak 2015)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

2013 ve 2014 Yılı Film Festivalleri Değerlendirmesi

Türkiye’de 2013 ve 2014 yıllarında yapılan film festivalleri veya yarışmalar çerçevesinde belgesel, kısa film ve animasyon yarışmalarında 2013 ve 2014 yapımı filmlerin aldığı ödüller hakkındaki rapor aşağıdaki linkte ilginize sunulmaktadır.

http://www.kameraarkasi.org/festivaller/makaleler/2013-2014_yili_festival_degerlendirmesi.pdf

Nasıl Kullanılabilir?

Diyelim ki birisi size “Bu yıl en iyi belgesel, kurmaca, deneysel, animasyon filmleri hangileri” diye sordu. Deneysel film çekmek isteyen bir kısa filmci, ülkemizde çekilen ödüllü deneysel filmleri öğrenmek ve seyretmek istedi. Bir öğretim üyesi dersinde güncel ve ödüllü filmleri örnek vermek istedi. Bir televizyon kanalı veya programı ödüllü filmlerden bir seçki göstermek veya bir sinema programında göstermek istedi.

Bugüne kadar hiç bir kamu kurumu, dernek veya kuruluşun hazırlayamadığı işte bu liste size referans olacaktır. İlk defa film çekecekler için örnek olarak gösterebileceğiniz bir film listesi. Festivallerin veya sinema kulüplerinin gösterim seçkileri için iyi bir referans. Okuldaki veya kişisel film arşiviniz için seçki listesi. Televizyon programlarına konuk olacak yönetmen ve film tercihlerinde yardımcı olabilecek bir araştırma.

Jüri üyeleri için acaba seçimimde ne kadar başarılıyım, yılın en iyi filmlerine ben ne oy vermişim sorusunun cevabı. Festival yöneticileri için jüri üyeleri ne kadar başarılıydı cevabı. En fazla jüri üyeliği yapan tecrübeli jüri üyelerinin listesi.

Kısacası ülkemiz sineması için dönüp arkamıza bakabilecek verilerin olduğu, bu yıl biz ne yaptık sorusuna cevap olabilecek bir kaynak.

Bu araştırma Hayri Çölaşan tarafından oluşturulan ve kameraarkasi.org sitesinde yer alan veri tabanı çalışmasından çıkan sonuçtur.

(06 Ocak 2015)

Hayri Çölaşan
http://www.hayricolasan.com
hayri.colasan@gmail.com

Kamera Arkası
http://www.kameraarkasi.org
kameraarkasi.org@gmail.com

80. Yıl Anısına: Halit Refiğ’i Hatırlamak…

44. Altın Portakal henüz sona ermişti. Yollarını aşındırmaktan yorulduğum AKM’de (Antalya Kültür Merkezi) düzenlenen yeni bir proje için, gönülsüzce de olsa mekânın yolunu tuttum: Güzel Sanatlar Lisesi Müzik Bölümü öğrencileri, “Ahmet Adnan Saygun’u Anma ve Anlama” konulu bir konferansa katılacaklar ve sanatçı hakkında bilgiler edineceklerdi. Saygun’u, başta Yunus Emre Oratoryosu olmak üzere çeşitli çalışmalarından tanımakla birlikte, bu etkinlik için neden bir Müzik eğitimcisinin görevlendirilmediğini düşünürken, etkinlikte konuşma yapacaklar arasında Halit Refiğ’in de bulunduğunu öğrendim. Daha on gün öncesinde, onu Altın Portakal’da göremediğim için yakınırken, fırsat ayağıma gelmişti!

O tarihte, üçüncü sayısını henüz çıkardığımız Modern Zamanlar’ın ilk sayılarıyla birlikte, konferansı sonuna kadar izleyip, soluğu ustanın yanında aldım. Tanışmamızın ardından, beni büyük bir ilgiyle dinlediğini, İstanbul dışındaki bir kentte, -özellikle de Antalya’da- sinema yayıncılığı adına birşeyler yapıldığını işitmekten büyük bir memnuniyet duyduğunu ifade ettiğini hatırlıyorum. Bunlar samimi düşünceleriydi: Dergileri uzun uzadıya inceleyip, o dönemde “Yumurta” ile Altın Portakal kazanan Semih Kaplanoğlu ve genel olarak “minimalist” sinema ile ilgili düşüncelerimi sormuştu.

İlk sayımız için kaleme aldığım manifestonun girişi “Onat Kutlar’a…” notuyla başlıyordu. Sonuna kadar okuduğu bu metni gayet başarılı bulduğunu söylemiş ve doğal olarak, yaşamımın bir dönemine damgasını vuran tartışmaların odağında olan Kutlar’la ilgili bir yorumda bulunmamıştı. Üçüncü sayıda yer alan ve küçük bir fotoğrafının da yer aldığı “Festival Tarihi” değerlendirmemizin onu mutlu ettiğini de sözlerime ekleyebilirim. Yıllar sonra, notlarıma baktığımda, -ilk sayılarımızın temasını oluşturan- Chaplin veya Antonioni gibi yönetmenlerin sinemaları hakkında binlerce makalenin yazıldığı; bizim sinemamız söz konusu olduğunda, yapılan araştırmaların halen çok yetersiz kaldığı tespitini yaptığını görmüştüm. Başlıca ilgi alanımızın Türk Sineması olması gerektiğine işaret ediyordu Refiğ Usta.

Yaklaşık bir saate sığdırmak zorunda olduğumuz ilk sohbetin ardından görüşmelerimizi çoğu zaman telefonla ve e-posta aracılığıyla sürdürdük. Ülke gündemine damgasını vuran konular hakkında söylemek istediği çok şey vardı. Sinemadan kopmak durumunda kaldığını, yapımcı döneminin sona ermesinin, yeni projelerini hayata geçirmesine olanak tanımadığını söylüyor, “yeni” sinemayı anlamaktan uzak olduğunu belirtiyordu. 2008 Güz’ünde, yedinci Modern Zamanlar’da bir bölümüne yer verdiğimiz söyleşi, ilginç ayrıntılarla doluydu. Uluslararası festivallerde yeni yeni keşfedilmeye başlayan sinemamıza şu yorumu getirmişti usta yönetmen:

“Bugüne kadar dünyada sinema ticaretine hakim ülke Amerika’dır. Amerika ile yalnız dünya pazarlarında değil, kendi ülkesinde de rekabet edemeyen Fransızlar alternatif bir yol açmışlardır. Sinemanın yalnızca bir endüstriyel eğlence ticareti olmadığını, ayrıca bireysel bir sanat eseri de olabileceğini savunurlar. Onlara göre, yönetmenin en kısıtlı imkânlarla kendi iç dünyasını yansıtabildikleri, seyredeni kendi iç sıkıntılarına ortak edebildikleri filmler, sanat filmleri, ‘auteur’ sineması örnekleridir. Fransa Kültür Bakanlığı himayesinde Cannes Film Festivali Fransızların bu düşüncesinin bir ödüllendirilme alanıdır. Avrupa’da Amerikan ticari sinemasıyla rekabet edemeyen birçok ülke, Fransızların bu görüşünü paylaşmakta, onlar da bireysel film yapımlarını tercih edip, bunların ödüllendirilmesi için Cannes Festivali benzeri şenlikler düzenlemektedirler. Bu filmlerde esas olan, yapıldıkları ülkelerin temel gerçekleri değil, filmin yönetmeninin yaşama bireysel bakışıdır. Bu yaklaşımın halkla buluşması, çok seyirci toplaması aranan bir şart değildir. Bu tarzın Türkiye’de de adından çok sözedilen temsilcilerinin olduğu malumdur.”

70’lere damgasını vuran tartışmalarla 2000’lerin sinemasal ortamı arasında paralellik kuran Halit Refiğ, sinemamızda son dönemlerde kayda değer gelişmelerin yaşandığına hak verirken, bir özeleştiriyi de beraberinde getiriyordu:

“Uzunca bir zamandır kendimi sinemadan kopmuş hissediyorum. Her halde yaşımın ilerlemesi ve film seyretmeye karşı oluşan doygunluk, hatta bıkkınlık duygusundan ötürü. Bu sebeple artık uzak olduğum bir alan hakkında çok fazla fikir yürütebilecek durumda değilim.”

Film yaptığı 1960’lı, 70’li yılları (kendi deyişiyle televizyon öncesi Türk sineması / Yeşilçam), dağıtımcı ve işletmeciler yoluyla seyirciden gelen talepleri karşılayabilecek filmler dönemi olarak ele alan Refiğ, günümüzde film yapmaya girişen her yönetmenin kendi şartlarını kendisinin yaratmak zorunda olduğu gerçeğinin de altını çiziyordu:

“Sermaye sağlanmasından, bütçe hesaplarından, yapım şartlarından, pazarlama ve dağıtıma kadar bütün işlemler, yapımcı / yönetmenin kendi gayreti ve becerisine bağlı artık…”

İlk tespitlerinden ve kaleme aldığı ünlü “Ulusal Sinema Kavgası” adlı eserinin üzerinden geçen uzun yılların ardından, kuramına nasıl baktığını sorduğumda ise, yine bir durum tespiti ile söze giriyor ve umutsuz bir sonuca ulaşıyordu:

“Bugün için ulusalcılık revaçta olan bir düşünce ve davranış değil. Resmi kurumlarımıza ve toplumun seçkin kesimlerine hakim olan düşünce tarzı keskin bir ‘Batıcılık’. Avrupa Birliği’ne üye olmak Türkiye için temel amaç haline getirilmiş durumda. Bu duruma karşı koyan ve ulusalcı davranış gösterenler cezalandırılma yoluna gidiliyor. Böyle bir ortamda ‘Ulusal’ bir sinemanın varolması mümkün mü?”

Yine de “Ulusal Sinema” tezlerinin izlerini, o dönemde gişede yıldızı parlayan (Cem Yılmaz, Recep İvedik vb.) komedileri kendi sinema anlayışının temsilcisi olmadıklarını vurgulamasına rağmen, “…adı geçen filmlerin Türkiye’de Amerikan filmlerinden çok daha fazla seyirci toplamalarını çok büyük bir takdirle karşılıyorum” ifadelerinde yakalamak mümkündü.

Bu bakış, sinemadan koptuğunu iddia etmesine karşın, son dönemde izlediği yapımlar arasında öne çıktığını düşündüğü film ya da filmleri sorduğumuzda da kendisini gösteriyordu:

“Artık pek az film seyrediyorum ve sağlıklı bir genel değerlendirme yapabilmem mümkün değil. Ama gördüğüm filmler arasında ‘Kurtlar Vadisi Irak’ı çok beğendim. Toplumsal bir sinema olayı olarak, yalnız Türk sinemasının değil, dünya sinema tarihinin de en çarpıcı filmlerinden biri. Amerikan filmlerinden başka bir ülke sinemasında, bu kadar mülevves, namussuz, alçak Amerikalı tipler gösteren bir film hatırlamıyorum. Bu film 2003 yılında Kuzey Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçiren Amerikalılara karşı Türk toplumunun ortak tepkisinin bir ifadesi. Bütün kamuoyu araştırmaları dünyada Amerika nefretinin, % 90’lara varan bir ölçüde, en yüksek Türkiye’de olduğunu gösteriyor.”

Polat Alemdar’ın maceralarına getirdiği yorum bizleri çok şaşırtsa da, konu dergi sayfalarında kapanmış görünüyordu. Ne var ki, bir yıl kadar sonra, büyük gazetelerden birine verdiği röportajın manşeti hazırdı tabii… Modern Zamanlar okurlarının çok daha önceden öğrendiği konu, geniş kamuoyunun da ilgisini çekmiş ve nedenleri üzerine bir süre kafa yorulmuştu yanlış hatırlamıyorsam.

Aynı zamanda ülkenin ilk film eleştirmenleri arasında sayılan Halit Refiğ, 21 Temmuz 1956 tarihinde, dönemin ünlü Akis Dergisi’nde “Türk filmciliğinin kurtulmasını, Türk seyircisinin daha iyi filmler görmesini istiyorsak bu konuda film tenkitçileri ve sinema yazarlarına ağır görevler düşmektedir. Artık Türk sinemasının hayrı için birleşilmeli, birlikte savaşılmalıdır.” ifadelerini kullanmıştı. Yönetmenlik serüveni başladığında ise -ilk dönemler dışında- sinema yazarlarıyla yıldızının barışmadığı bilinmekteydi. Ülkedeki sinema eleştirisine dair gözlemlerini sorduğumuzda verdiği yanıt hayli manidardı:

“Dünden bugüne eleştiri anlayışında da büyük bir değişim olduğunu söyleyebiliriz. Benim sadece ilk filmim ‘Yasak Aşk’ genelde çok olumlu eleştiriler almıştı. Ondan sonra, Giovanni Scognamillo’nun bazı yazıları dışında, benim filmlerim hakkında olumlu birşey yazıldığı çok enderdi. Öbür meslektaşlarım için de durum pek farklı değildi. Bugün yapılan filmler hakkında yazılanlara baktığımda, olumsuz bir yaklaşıma rastladığımı pek hatırlamıyorum. Genelde çok iyi şeyler yazılıyor. Demek ki günümüz sinemacıları bizim yetersizliklerimizi çok aşmışlar. Ne iyi. Ülkemiz için ne kadar sevindirici bir durum.”

Refiğ, bir sinemacı olmanın dışında, bir düşünce insanı olarak da Türkiye’nin kültür birikimine önemli izler düşürmüştü. Görüşleri kimi zaman büyük fırtınalar koparsa da, entelektüel düzlemde yankı yaratmayı başarmıştı. Peki günümüz Türkiye’sine nasıl bakıyordu ve genç sinemacılara neler söylemek isterdi:

“Dünyanın geleceği oldukça karanlık görünüyor. Bu çerçeve içinde bir umut varsa o da bana göre Türkiye. Bunun nedenini, niçinini ‘Tek Umut Türkiye’ adlı kitabımda anlatmaya çalıştım. Bir kitap konusunu benim için bir soru karşılığına sığdırmam mümkün değil. Ama şunu söyleyebilirim ki, genelde bütün sanatlarımız, özelde sinemamız, ülkemizin gerçeklerinden kaynaklandıklarında, çok özgün ve ilginç sonuçlara varabilirler. Genç kuşak kardeşlerime özellikle Batı’ya takılıp kalmamalarını, kendi ülkelerinin gerçeklerini kavramaya çalışmalarını öneririm.”

2007’nin sonbaharında başlayan dostluğumuz, vefatına kadar devam etti. Çoğunlukla kültürel ve siyasal gelişmeleri masaya yatırdığımız uzun telefon sohbetlerini -ki Refiğ Hoca, sık sık “bizi şu anda dinleyen arkadaşlarımız da unutmasınlar ki…” türünden cümleler sıkıştırırdı araya- aklımdan hiç çıkarmadım. Edindiğim genel izlenim, söyleyecek sözlerinin tükenmediği ve daha da önemlisi çok iyi bir dinleyici olduğu yönündeydi. Bu arada öğrencilerimden birinin yaptığı portre desenini çok beğendiğini söylediğini ve genç ressam Yasemin’e selamlarını ilettiğini anımsıyorum.

Özellikle Sinematek Dönemi’ne ilişkin yaşanan tartışmalar ve karşılıklı suçlamalara ilişkin bakış açımı çeşitli dönemlerde kaleme almış, bu kapsamda yapılan geniş bir incelemenin de editörlüğünü üstlenmiştim. Tek üzüntüm, görüşlerinin önemli bir bölümüne katılamadığım Halit Refiğ’le o dönemi derinlemesine tartışamamaktı. Sanatçı da, “Ulusal Sinema Kavgası”nın dışında, nehir söyleşiler ve çeşitli yayınlarda o yıllara yeniden bakmaya pek hevesli görünmemişti. Buna karşın, kültürel ikliminin giderek kirlendiğine inandığım 2000’ler Türkiye’sinde hayata, yedinci sanata ve düşünsel birikimimize sağladığı katkılardan dolayı ona minnet duyuyor, anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

(03 Ocak 2015)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Varoluşa Kafa Yoran Güvercinin Gözünden

‘İnsanları Seyreden Güvercin / En Duva Satt Pa En Gren Och Funderade Pa Tillvaron’ Roy Andersson’un ‘Yaşayanlar’ üçlemesinin yedi yıldır beklenen son ayağı. 2000 yılında ‘İkinci Kattan Şarkılar’ ile başlayan macera İsveçli üstadın yaşam ve ölüm üzerine benzersiz zenginlikte yeni denemesiyle devam ediyor.

Andersson insanları kuşlara benzetiyor. Filmin özgün adının ilham kaynağı olan ‘bir dala konmuş varoluş üzerine düşüncelere dalan güvercin’ İsveçli üstadın ta kendisi. İnsan denen varlık kuşlar gibi kırılgan ve savunmasız. Öleceğini bilmesi en büyük trajedisi. Dolayısıyla ölüm korkusu Andersson’un bu son opus’unun da ana teması. Nitekim film boyunca farklı karakterler telefonla konuşurken ‘iyi olduğuna sevindim’ cümlesini kuruyor sürekli. Eşi bulunmaz yaratıcı yönetmenimiz varoluşun temelinde yatan bu hüznü, insanoğluna özgü bu melankoliyi absürd bir mizah ve şakaya bulayarak anlatıyor yine.

Andersson’un kamerası yine sabit. Birbirini takip eden soluk renkli tablolardan oluşan kendine özgü mizanseni yine çok etkileyici. Ölümle üç buluşma adını verdiği bölümle başlıyor bu kez. Bir numaralı tabloda, dışarıda lapa lapa kar yağarken özenle
hazırlanmış yemek masası önünde inatçı şarap tıpasıyla boğuşurken kalp krizi geçiren adamın ölümünü, ikincisinde ölüm döşeğindeki yaşlı kadının tüm takıları ve birikmiş parası bulunan çantasıyla cennete gitme inadını, bir diğerinde yere yığılmış yaşlı adamın ölmeden önce sipariş verdiği ve parasını ödediği yemeği kimin yiyeceği hakkındaki trajikomik tartışmaya tanık oluyoruz.

Bir söyleşisinde ‘hakkında şaka yapabilirseniz ölüm korkutucu bir şey olmaktan çıkar’ diyen Andersson filmlerini izleyenlerin eğlenirken rahatsız olmalarını da istiyor. Tedirgin kuşlar göründüğü kadar masum değiller çünkü. Bir maymuna reva görülenler gözlemci yönetmenin objektifinden kaçmıyor. Vücuduna elektrik verilmek suretiyle deneye tabi tutulan ‘homo sapiens’ atasının çığlıklarına aldırmadan telefon sohbetini sürdürüyor laboratuvar çalışanı.
İsveçli sinemacının ülkesinin sömürgeci tarihiyle hesaplaştığı bölüm ise çok daha etkileyici ve yaralayıcı. Bu rüya sahnesinde Afrikalı kölelerin demirden dev silindir içinde ateşe verilmesi Nazi soykırımına rahmet okutacak cinsten. Yüksek burjuvaziden davetlilerin kadeh tokuşturarak üzerinde İsveç’in ünlü madencilik şirketi ‘Boliden’in amblemi bulunan ölüm çarkının dönüşünü izlediği sahne, çalan müzikle daha da absürdleşen bir zalimlik gösterisi. ‘Tarihin suçlarıyla bağımızın kopmadığını, hâlâ suçluluk duymamız gerektiğini’ vurgulamak istedim diyor Andersson.

Geçmiş ile günümüz iç içe geçiyor zaman zaman. 18. yüzyıl başlarının mağrur kralı XII. Karl’ın Rus korkusunu, Poltava savaşı bozgunu sonrasındaki perişanlığını gösteriyor bize yönetmen. (Hikâyenin bundan sonrası bizim tarihimizi de ilgilendiriyor, bu
parantez içinde biraz bilgi verelim: Ruslara yenildikten sonra güneye kaçarak Osmanlıya sığınan İsveç kralı beş yıl boyunca ülkesini dışardan yönetmek zorunda kalmış, bu uzun sürmüş misafirliğinden ötürü Yeniçeriler tarafından ‘Demirbaş Karl’ olarak anılmış. Etkin bir Rus karşıtı propagandayla Osmanlının Ruslara duyduğu nefreti bileyen Karl’ın Baltacı Mehmet Paşa’nın Deli Petro’ya yenildiği Prut savaşının tetikleyicisi olduğu da söylenir).

İsveçli sinemacı büyük bölümünü Stockholm’deki stüdyosunda çektiği bu son çalışmasında, bisikletçi dükkânı önünde birikmiş insancıkların sıkıntısını resmederken absürd tiyatronun başyapıtlarından Beckett’in ünlü oyunu ‘Godot’yu Beklerken’e selam göndermeyi de ihmâl etmemiş.

(28 Aralık 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com