Kategori arşivi: Yazılar

Sansürün Böylesi…

Türk Sinemasının -başlangıçtan beri değil ama- ezeli dertlerinden biri sansür-dür. Konu, iki kapsamlı “doktora tezi”nde ele alınmıştır. (Sinematoğrafik Hürriyet / Dr. Jur. Âlim Şerif OnaranMukayeseli Hukukta ve Türk Hukukunda Sinema Filmlerinin Sansürü / Dr. Özkan Tikveş.) Bu tez-ler, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde savunulmuş ve sahiplerine “hukuk doktoru” ünvanı kazandırmışlardır. Sn. Onaran, daha sonra yazdığı Lütfi Ömer Akad’ın Sineması isimli kitabı ile “doçent” ve Muhsin Ertuğrul’un Sineması isimli kitabı ile de “profesör”lük ünvanları alarak sinemamızın ilk profesörü olmuştur.)

Yılmaz Güney’in Umut filmi tamamlandıktan sonra, sansür-le başı derde girmiş bir süre gösterime çıkamamıştır. O zamanlar Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenci olduğumdan ve Yılmaz Güney’i yakından izlediğimden bu filmi görmek istiyordum.

Film, vizyona çıkmadan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde gösteriminin yapılacağını öğrendim. Gösterim günü ODTÜ’ne gittim ama gösterim salonunun girişinde uzun kuyruklar vardı. Uzun süre bekledim, sanırım gösteri de yapılmadı, çaresiz geri döndük.

Sonradan, filmi Hukuk Fakültesi Sinema Kulübü’nün göstereceğini öğrendim (dört bilet aldım, kendime, anneme ve kuzenlerime ) gösterime gittik. Gösterim öncesi As. Uğur Mumcu elinde Tikveş’in kitabı ile kürsüye çıktı ve kısa bir konuşma yaptı.

Söylediği, o zamanlar filmlerin denetlenmesinin yapıldığı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ve ona dayanan Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne dair Nizamname’nin 7. maddesinde sayılan 10 bentteki, film yasaklama nedenlerine girmeyecek herhangi bir filmin olmadığı idi. Yeter ki, filmi yasaklama niyetiniz olsun, bu maddelerden herhangi birine sokmak -yorumlamaya dayanarak- mümkündü.

Şimdi, o zamanlar gösterime çıkan filmlere bakıp, bu madde (hiç) uygulanmamış demek, abes bir şeydir, o maddeye dayanarak yasaklanan filmleri düşünmek, o günleri yaşayanlar için (belki) bir hicrandır ama bunun lâfını etmek, bugünkü kuşak için hiç bir şey ifade etmez.

Bu gösterime hazırlanan yerli filmler için böyle idi, tabii ki bunun kapsamına yabancı filmler de giriyordu. Filmlerin tamamen yasaklanması yanında, kesilerek gösterimine izin verilenlerde aynı madde kapsamında işlem görüyordu.

Yapılan sansür uygulamaları ile, yalnızca bir örnek vereceğim. Stanley Kubrick’in Paths of Glory (1957) isimli filmi ülkemizde yasaklanır. Yasak nedenini söylemeden önce açıklanması gereken bir şey var, film siyah/beyaz-dır. Bu önemli mi denemeyin, bazı kişiler için önemlidir*.

Film (Paths of Glory), kendi ülkesinde (A. B. D.) gösterilirken biz yasakladık. Neye dayanarak? FFSKN.nin 7/G maddesine dayanarak. Bu madde ne idi: “Askerlik şeref ve haysiyetini kıran ve askerlik aleyhine propaganda yapan…” 7/G işte bu idi.

Film, 1. Dünya Savaşında Fransız ordusunda yaşanmış bir olaya dayanıyordu. Savaş sırasında taarruz etmeyen bir -küçük- birlik, bu nedenle askeri mahkemede (divan-ı harp!?) yargılanır ve mahkûm edilirler. Bu olayı anlatan film, sansürümüzce, “askerlik aleyhine propaganda” yapması nedeni ile ticari sinemalarda gösterilmesi yasaklanır, yıllar sonra ise tek kanal televizyonda (TRT) gösterilir!

Sansür hakkında yazılacak çok şey var, aslında bir yazı boyutunu da aşar. Zaten bu yazının konusu genel bir araştırma yapmak değil, kalktığı söylenen (!!) sansürün postmodern bir uygulama örneğine dikkat çekmek.

Filmin adı, Nymphomaniac, yönetmeni Lars von Trier. Lars von Trier değil de filmi Dogville denildiği zaman, oturuyorsam ayağa kalkıp ceketimi ilikliyorum. Film beni öyle etkiledi. Sonradan von Trier’in başka filmlerini de gördüm, hatta Dogville’nin devam bölümünü bile ama hiç biri beni Dogville kadar etkelemedi.

Şimdi, Nymphomaniac filminin yasaklandığını gazetelerden okuyorum, tepkileri de ama hepsinden ilginç olan şey, filmin ticari sinemalarda yasaklanması fakat Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterilebileceği.

Şimdi düşünelim, festivalde filmleri kim seyreder? Sinema Yazarları (SİYAD üyeleri) zaten filmi basın gösteriminde izlediler, (maalesef ben izleyemedim). Festivalde -zaman ve seans bakımından- kısıtlı gösterimlerinde, bilet bulabilen herkes filmi izler. Peki bu yasak kime?!!!

Zaten -istisnai filmler hariç- sinemanın belirli bir seyircisi var. Bazı filmler için bu seyirci kitlesi genişleyebilir. Ayrıca ne gösterirse göstersin, von Trier herkesin zevk alabileceği bir sinemacı değil! (Yukarıda Dogville hakkındaki düşüncemi söyledim, sinema ile ilgilenen bir arkadaşım ise “o tarz filmler “i beğenmediğini -sinemasını beğenmediğini- söylüyordu.)

Tüm bunlara rağmen, Lars von Trier’in filmini genel sinemalar için yasaklayıp, festivalde gösterim izni vermek, -son yıllarda iktidar sahiplerinin yaptıkları gibi- toplum içinde ayrımcılık yapılmasının son (ve -güya- değişik) bir örneği. Onun için bu yazının başlığı SANSÜRÜN BÖYLESİ… Bizim gibi normal kişilerin düşünebileceği bir yöntem değil, pozisyonum gereği -sadece seyirciyim- herhangi bir hukuki girişim yapmak durumum var mı? İlgililer mutlaka yapmalı!

“Sansürün böylesi” derken, sansürün şimdiye kadar olmayan bir kulvara girdiğini söylemek istiyorum. Yoksa çok farklı, değişik sansür uygulamaları olduğu gibi, film engellemelerinde (ve bunların çözümlenmelerinde ) farklı görünümler olmuş ve bunlar (nerede ise) sinemamız tarihi ile özdeşleşecek olan sinemamızdaki sansür tarihine gömülmüştür.

“Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür – İnsan belleğinin unutmak gibi maluliyeti (kusuru) vardır.” Toplumumuzun bu kusuru, sinema (sansürü) konusunda da geçerlidir ama unutmayalım ki, tarih (sinema bir kültürel olay-dır), kültürel tarih, hiç olmayacak zamanlarda kendini, üstü örtülmek istenen şeyleri hatırlatır. Hatırlanmalıdır da.

(14 Mart 2014)

Orhan Ünser

Duvarların Parçaladığı Hayatlar

‘Omar’ ya da bizdeki adıyla ‘Ömer’ bu haftanın en dikkate değer filmi. Orta Doğu’nun çileli topraklarında dünyaya gelmiş Hany Abu-Assad’ın bu yeni çalışması, Filistin halkının yaşadıklarına içerden etkileyici bir bakış. 2005 yapımı ‘Vaat Edilen Cennet / Paradise Now’ filmiyle tanıdığımız Abu-Assad, kendi kaleme aldığı senaryodan çektiği son filmiyle bir kez daha daha tüm dünyada büyük ilgi gördü. 66. Cannes Şenliği’nin saygın ‘Belli Bir Bakış’ seçkisinde kazandığı Jüri Ödülü’nün ardından, En İyi Yabancı film dalında Oscar adayları arasına girmeyi başardı.

Batı Şeria’da işgâl altında yaşamayı ölmekle eşdeğer tutan Said ve Halit, İsrail’e karşı verilen mücadelede kararlı bir biçimde canlı bomba olmayı seçmişlerdi ‘Vaat Edilen Cennet’te. İsrail askerinin giderek artan keyfi zulmü altında ezilmiş aynı toprakların çocukları Ömer, Tarık ve Emcet silâhlı mücadelede kararlılar bu defa. ‘Sessiz kaldığımız hergün işgâl devam ediyor, seyirci kalarak özgürlük savaşçısı olunmaz’ diyerek ifade ediyor düşüncesini Ömer. Özgürlük mücadelesi sürerken, yüksek duvarlarlarla izole edilmiş tutsak Filistin köyleri arasında ‘Örümcek Adam’ misali mekik dokuyor genç adam. Komşu yerleşim bölgesinde yaşayan çocukluk arkadaşı Tarık’ın kızkardeşi Nadya’ya tutkundur çünkü. Doğu topraklarında gizli saklı yaşanan bu sevda, duvarlarlarla, tel örgülerle parçalanmış topraklarda ayakta kalabilecek midir. İhanet ve entrika duvarına çarpıp ziyan olup gidecek midir yoksa.

Yönetmen Abu-Hassad, merkeze oturttuğu Ömer karakteriyle, Filistin gençliğinin çıkmazını çok etkileyici bir biçimde vurgulamış. Mücadelenin ortasında akan gündelik hayatın renklerini, kaotik bir ortamda inadına yeşeren duru bir aşkın inceliklerini başarıyla aktarmış. Farklı örgütlerin ve muhbirlerin cirit attığı tekinsiz bir dünyayı ince ayrıntılarla işlemiş. Şeker tuzağıyla tutsak edilen Afrikalı maymunların hikayesiyle İsrail yönetiminin ‘böl ve yönet’ politikasını ustalıkla kaynaştırmış. Türlü vaat ve şantajla yaratılmış bir korku ve ihanet imparatorluğunun bunalttığı Filistin halkının paranoyasını başarılı bir dille yansıtmasını bilmiş.

Abu-Assad’ın ustalıklı senaryosu ve işlek anlatımıyla soluk soluğa izlenen bir çalışma ‘Ömer’. Ehab Assal’ın Batı Şeria’nın dar ve tekinsiz sokaklarını ustaca kullanan kamerası ve başta Ömer’i canlandıran Adam Bakri olmak üzere oyuncuların parlak performansları bu ilgiye değer filmin artılarından.

[‘Ömer’, ‘Başka Sinema’ projesi kapsamında İstanbul, Beyoğlu Pera; Levent Metro City Cinema Pink; Kadıköy Moda Sahnesi (eski Moda Sineması); Ankara, Kızılay Büyülüfener Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.]

(10 Mart 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı

Bizde ‘Sınırsızlar Kulübü’ adıyla gösterime giren ‘Dallas Buyers Club’ bu yılın Akademi Ödülleri listesinde öne çıkan filmlerden biri. 5.5 milyon dolarlık bütçesiyle pahalı stüdyo yapımlarına toz attıran bu küçük bağımsız yapımın önlenemez yükselişi sürpriz değil aslında. Başarısı, sayısı 6 bine yaklaşan Amerikan Akademi üyelerini tavlamaya yönelik formülleri maharetle uygulamasında.

‘Dallas Buyers Club’, HIV virüsünün yol açtığı çağın vebası AIDS’in kaotik ilk yıllarını gerçek bir kişilik üzerinden anlatıyor. Ron Woodroof’un hikâyesinin beyazperdeye yansımış haline itirazlar gelse de, anaakım Amerikan sinemasında 1993 yapımı Philadelphia’dan beri pek fazla işlenmemiş olan AIDS kâbusu filme yeterince güçlü bir dramatik malzeme sağlıyor. Bir rodeo kulisinde iki kadınla yaşadığı kaçamak esnasında virüsü kapan Woodroof güneyli tipik bir kovboy. Üstelik ırkçı ve homofobik. Eşcinsel hastalığı olarak bilinen AIDS’e talihsizce yakalanmış olmasına ve maço dostlarının kendini dışlamasına isyan ediyor. Doktorlar sadece 30 günlük ömrü kaldığını bildirince isyanı daha da büyüyor. Hayatta kalma dürtüsüyle halen deneme aşamasında olan ve karaborsa olarak zor temin edilen AZT’nin peşine düşüyor önce. Toksik yan etkileri yüksek bu ilâç yerine, Mexico’da araştırmaları süren alternatif tedavi yöntemlerini deniyor daha sonra. Kendi üzerinde başarılı olan ve ömrünü uzatan vitamin, protein ve mineral ağırlıklı tedavi setinin ticaretine koyuluyor en sonunda. Ülkenin farklı eyaletlerinde devreye giren ‘tüketici kulüpleri’ hastalığın pençesinde kıvranan yüzlerce kişinin cankurtaran simidi haline geliyor. Bu olaylar sırasında travesti Rayon ile gelişen dostluğu, güçlü ilaç şirketlerine meydan okuyan maço kovboyun eşcinsellere bakış açısını da değiştirecektir.

Orta karar çalışmalarıyla bilinen Kanadalı Jean-Marc Vallée imzalı yapım, Amerikan sinema izleyicisi ve Akademi mensuplarının pek sevdiği birden çok temayı beceriyle kaynaştırmış. Dramatik hikâyesine, dev şirketlere kafa tutan başarılı küçük girişimci modeliyle geleneksel ‘Amerikan Rüyası’ sihri eklemiş. Onlarca kilo kaybetmiş ve yine çok başarılı bir makyaj çalışmasıyla farklı karakterlere bürünmüş iki yıldız oyuncusu, Oscar’ı hedefleyen parlak performanslarına iyice asılmış. Senaryosundaki eksik gediğini, karakter oluşturmadaki yetersizliğini, vasat yönetmenlik çalışmasını, gerek hikâyenin gerekse (oyuncu tabiriyle alabildiğine ‘dişi’ roller yakalamış) Matthew McConaughey ve Jared Leto’nun albenisiyle kapatmayı becerebilen ‘Sınırsızlar Kulübü’, çok şey beklememek kaydıyla ilgiyle izlenen filmlerden.

(10 Mart 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Edebiyatımızın FOSFORLU CEVRİYE’si / Sinemamızın FOSFORLU CEVRİYE- leri / ve Metin Erksan Çıkışlı, Türk Sinema Tarihi’ne Bir Belge

Suat Derviş (1905 – 1972) bir yazar. Fosforlu Cevriye, romanlarından birisi. Dorsay, kitaba yazdığı “sunuş” yazısında romanın 1940’larda popüler bir gazetede (!) yayınlandığını yazıyor. Elimde, kitabın MAY Yayınları tarafından 1968 yılında yayınlanmış bir baskısı var. (8.5.1979 tarihinde almışım, herhalde bir sahaf kitapçıdan.) Dorsay, kitabın İthaki Yayınları’ndan 2013 tarihi basımına “sunuş” yazısı yazmış. Atilla Dorsay ve Turhan Gürkan (Gürkan “yerli sinema” bölümlerini hazırlamış) ikilisinin hazırladığı Sinema Ansiklopedisi’nin 144-147. sayfalarında yer alan “Türk Sinemasında Edebiyat Uyarlamaları” bölümünde Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye romanının 1959’da Aydın Arakon tarafından sinemaya uyarlandığı yer alıyor (s. 145). Ayrıca, Fosforlu Cevriye filminin iş yapması nedeni ile çevrilen devamlarının da (Kıtıpiyoza Tuzak “Fosforlu’nun Oyunu” / Fosforlu Oyuna Gelmez) Suat Derviş’in yapıtından hareketle yapıldığını belirtiyor. Bu arada Nejat Saydam’ın 1969’da yaptığı, Aydan Arakon’un Fosforlu Cevriye filminin ikinci çevrimi olan fakat ismi Fosforlu Cevriyem’e dönüşmüş olan filmi de Suat Devriş kaynaklı bir sinema uyarlaması olarak listesine alıyor.

Fosforlu Cevriye’yi, Dorsay da uyarlama olarak sayıyor. 1978’de, Memduh Ün’ün hikâyeyi (hikâye değil roman) yeniden ele aldığı, ciddi telif sorunlarıyla karşılaştığı için adını Cevriyem yaptığının altını çiziyor.

Öncelikle şunu söylemeliyiz ki ne Aydın Arakon’nun ne de Nejat Saydam’ın yaptığı Fosforlu Cevriye(“m”)’ler, Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’sinin uyarlaması değildir. Arakon’un filmin iş yapması üzerine yaptığı Kıtıpiyoz’a Tuzak (Fosforlu’nun Oyunu) ve Fosforlu Oyuna Gelmez’in de Suat Derviş’in romanı ile ilgisi yoktur. Bunlardan sonra İbrahim Tatlıses başrollerden birinin kendisinin oynadığı Fosforlu (1989) filmi de Derviş’in romanı ile ilişiksizdir. Bu filmler içinde yalnızca Ün’ün Cevriyem filminin, Derviş’in romanı ile ilişki kurulacak bölümleri vardır. Hele hele Halit Refiğ’in “Karakolda Ayna Var” ve “Kız Kolunda Damga Var” filmlerinin, ilişkisi romanın ilk iki bölümünün başlığını ad olarak almaktan başka bir bağlantısı yoktur, bir de filmde kullanılan şarkıyı kullanmak…

Bu arada belirtmek isterim ki, Dorsay “sunuş” yazısı yazdığı romana en çok yaklaşan uyarlamanın Ümit Elçi’nin bir televizyon dizi olan ve aynı adı taşıyan uyarlamasından hiç söz etmemektedir. Bu dizinin “müzikal” olması uyarlamayı ne kadar başardığı, sorusunu cevaplamak, yeniden izlemeyi gerektirir. Şunu belirtmenin gerekli olduğunu düşünüyorum, ne Arakon’un ne de Saydam’ın yapıtlarında ne jenerikte ne de afişte filmin Suat Derviş’ten uyarlama olduğuna dair bir kaynak gösterimi yer almamaktadır.

Horizon International’ın hazırladığı Türk Filmleri Kataloğu’nda Arakon’un Fosforlu Cevriye’si için kullanılan, filmin orjinaline ait bantta her hangi bir “ibare” yer almamasına rağmen, altına yazılan açıklamada “Suat Derviş’in romanından” ibaresi yer almaktadır (s.286), hemen bir sonraki sayfada Acar Film’in (ilk versiyondan sonra yaptığı 2. versiyonun) afişinde de Suat Derviş adı yer almamaktadır (s. 287).

Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’sinin sinemaya uyarlamasının yapılmamış olması, romanla aynı taşıyan filmin (filmlerin) tamamen farklı olayları konu alması, Türk Sinemasında yapılan edebiyat uyarlamalarını konu alan Kelimelerden Görüntüye isimli kitabımıza, Suat Derviş’i yazar (edebiyatçı ) olarak almamamıza neden oldu. Belki Memduh Ün’ün filmi için, Derviş kitap kapsamına alınabilirdi ama alınmamasını, yine de filmin romandan izler taşısa da tam bir uyarlama olmaması (?) ile açıklayabiliriz. (Konu, Dorsay’ın “sunuş” yazısında belirttiği gibi romanın, 1940’larda bir gazetede tefrika edilmesi olayı varsa, -yani romanın 1940’larda “veya daha öncesinde?” yazıldığı kabul edilirse-, filme aktarılmış ve yapımcı ağırlığı ile değiştiriliş şekli, romanla uyumsuzluklar taşımaktadır. bak.: Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor / Vadullah Taş’ın hazırladığı basım – Kabalcı / 2009) (Yine de kitabıma alıp almama konusunu düşüneceğim.)

Şunu da belirtmek gerekir 1989 yılı bir TV yapımı olan Ümit Elçi’nin uyarlamasında, yönetime bir ortak ekleniyor: (Sürpiz bir isim: Gülriz Sururi.) Bu ne derece doğrudur bilemiyorum, aynı bilgi içinde Cevriye rolünde Gamze Gözalan’ın oynadığı da yer alıyor, bu bilgilerin başka bir kaynaktan da doğrulanması, tarafımızı daha da rahatlatacaktır. (Bilgiler Google sisteminden alınmıştır.) Sistem, içinde ayrıca 2000 yılında, Suat Derviş’in de adı zikredilerek romanı Mustafa Altıoklar’ın da TV dizisi olarak uyarladığıdır. Fosforlu’yu bu uyarlamada Yeşim Salkım oynuyor-muş. Verilen özet, Ün’ün Cevriyem filmine çok yakınlık içeriyor.

Ün’ün filmi 1978, Altıoklar’ın ki ise 2000 yılı yapımı olurken, bu benzerlik kabul edilebilir oluyor fakat her ikisinde de romandan temelde ayrılan bir husus var. Romanda, Cevriye’yi hasta ve yorgun olarak bir kayıkta bulan kişi (romanda adı konulmamıştır ve hiç bir şekilde belirtilmez, bu kişinin Nazım Hikmet olduğu şeklindeki yorumlar da, oldukça tartışma götürür, bize göre, olmaması gerekir.) tarafından evine götürülür ve bir süre bakılır, adını hiç bir zaman söylemeyen bu kişinin polis tarafından arandığını Cevriye öğrenirse de, suçunu hiç zaman öğrenemez.

Ün’ün ve Altıoklar’ın filminde (ve dizisinde) ise, kayıkta yaralı kişiyi Cevriye bulur ve evine götürür -romanda Cevriye’nin evi hiç bir zaman olmamıştır ve yoktur- ve yarasını tedavi ettirir (yaralı kişinin silâhını, tedaviyi yapana karşı tehdit unsuru yapar.) Bunlar, Derviş’in romanına tamamen ters durumlardır.

İmdi, burada Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’sinden söz etmek gerekiyor. Derviş’in romanı, Dorsay’ın kitabı “sunuş” yazısında belirttiği üzere 40’lı yıllarda bir gazetede tefrika olarak yayınlanmış. “İstanbul sokaklarında büyümüş, evsiz, barksız, anasız, babasız Cevriye; yaşamın kendisine verdikleri ile yetinmiş, gözü yukarılara kaymamış, erkeklere istediklerini “sadece” bir defa vermiş, ikinci kez aynı kişi ile ilişkiye girmemeye özen göstermiş, çevresindeki -kadın, erkek bütün yasaya uymadan yaşayan- kişilerce tanınan ve tanıyan biri. Bir gece, bir kayık içinde uyuyup kaldığında, ceketini üzerine örtüp, elindeki ağır paketlere rağmen onu belinden kavrayıp, taşıyarak, evine götüren, sıcak bir oda, bir yatak, -hatta çay- verip, yattığı yatakta yanında yer açtığında gelmeyerek, divanda yatan, en önemlisi ilk kez ona “siz” diye biri… Cevriye, evinde (yatağında) bir hafta geçirdiği, adını, kim olduğunu hiç bir zaman öğrenemediği bu kişiye, ilk kez, onbeş yaşında el değmemiş bir kızın saflığı ile aşık olacaktır, yılların (sokaklarda büyümüş) fahişesi, aşkın ne olduğunu bilmeden. Ayrılacakları zaman, o adam, “bir daha kendisini aramaması, burada gizli kaldığını, kendisinden kimseye söz etmemesi” söyler. Cevriye ketumdur. Bu söze uyar. Fakat zaman zaman oraya, O’na gitmeye karşı koyamaz. Yine ona gitmeye hazırlandığı bir gece, çevresindeki yasadışı kişilerden birisi tarafından eline tutuşturulan eroin paketi ile yakalanınca, önce tutuklanır, bir yıl hapis cezası alır ve cezası sonrası Bolu’ya sürgün’e yollanır. Bu süre içinde O’nu göremediği gibi, O’ndan kimseye söz de etmez. Bolu’da sürgün süresini doldurmadan, ilişki kurduğu bir kamyon şoförü tarafından İstanbul’a getirilir. Şimdi hem kaçak, hem de -ismini bile bilmediği- O’nu kimseye bir bilgi vermeden aramaya çalışır. (Zaten kendisi de fazla bir şey bilmemektedir.) Görüşmelerinin son zamanlarına katılan Kerim’den (O’nun saklandığı hanın kapıcısı) yardım ister. Cevriye’nin öğrendiğine göre “O” gıyabında ölüm cezası giymiş biridir ve -suçunun ne olduğunu söylememekle beraber- bu nedenle saklanmaktadır. Cevriye, ölüm cezasını öğrendikten sonra, iyice hırçınlaşır, yinede kimselere bir şey söyleyemez, yalnız Kerim’den, O’nun -daha hafif bir cezayı gerektiren- başka bir suç nedeni ile tutuklandığını ve -ölüm cezası için- teşhisini kolaylaştırabilecek bir takım eşyadan kurtulmalarını sağlarsa, “kendisi ile iftihar edeceğini” söyler. O’nu kurtarmak fikri ile Cevriye teklifi hemen kabul eder, bir gece -kayıkla denize açılarak- bir kısım “ağır” paketi denize atacaklardır. Anlaştıkları gibi Kerim ile buluşmaya giderken, peşine bekçinin -ve diğerlerinin?- düşmesi üzerine, Cevriye, Kerim’i beklemeden kayıkla denize açılır ve yakalanacağını anlayınca, paketi denize atarken dengesini kaybedip kayık içinde düşerken başını vurması ile bayılarak denize düşer. Çok iyi yüzebilen Cevriye düştüğü denizden bir daha çıkamayacaktır.”

Suat Derviş’in elimde bulunan Fosforlu Cevriye kitaplarının 1968 ve 2013 baskılarını paslaşarak her iki kitaptan birden okudum. Eski baskı 302, yeni baskı 268 sayfa. (Yenisi biraz daha uzunca, kitap boyu olarak) Farklı bir yanları yok; farklar, sinemamızın Fosforlu Cevriye- lerinde. Peşi sıra öncelikle -herkesin romanın filmi olduğunu söylediği- Aydın Arakon’un Fosforlu Cevriye’sine ve onun re-make’ki olan Nejat Saydam’ın Fosforlu Cevriyem’ine… öncelikle romandaki Cevriye sokaklarda büyümüş, sokaklarda geçen çocukluğunu ender zamanlarda hatırlayan, deniz ve İstanbul sevdalısı, bir defa ilişki kurduğu bir erkekle ikinci ilişkiden özellikle kaçınan, küçük bir dilber…

Arakon’un (ve Saydam’ın) Fosforlu’su (sırası ile Neriman Köksal ve Türkân Şoray) zengin (en azından burjuva) bir ailenin kızı. Babasının -kendisinin de pek bilgisi olmadığı- zenginlikleri (sratejik bir madde madeni gibi?!) yüzünden öldürülmesi ve kendisinin de öldürülmek istenmesi üzerine evden, denize kaçar… bir kayıkçı / balıkçı tarafından kurtarılır. Adını Kıtıpiyoz olarak anan bu kişi, Fosforlu’ya hem babasının öldürülüşündeki sırların açıklanmasında, hem de söz konusu edilen (ve babasını öldürenlerin de peşine olduğu) madenlere ilişkin evrakın bulunmasında yardım eder. Türlü vartalar atlatırlar, bu arada Fosforlu silâh ve bıçak atmasını, yumrukla dövüşmeyi ve argo konuşmayı öğrenir, (oysa romanın Fosforlu’su argodan başka türlü konuşmayı sonradan öğrenecektir.) Sonunda evrak bulununca, Kıtıpiyoz evrakı alarak Fosforlu’yu terk eder. Fosforlu, babasının öldürülmesinden (ve başından geçen onca vartadan) çok Kıtıpiyoz’un kendisine yaptığına üzülür, sevmeye başladığı bu adamın yaptığını hazmedemez ve arkadaşına ağlar, bu şikâyetlerini de dillendirir. Bir gün yine böyle ağlarken, postacı resmi bir mektup getirir, İstihbarat Teşkilatından gelen mektupta, Fosforlu’ya gönderdiği evrak için teşekkür edilmektedir. Fosforlu şaşırır, bu sırada dışarıdan Kıtıpiyoz’un sesi gelir, hem heyecanlanan hem şaşıran Fosforlu, Kıtıpiyoz döndü diyerek odadan koşarak çıkar, bir deniz subayı ile karşılaşır, adının Çetin olduğunu söyleyen ve kendisini asker selâmı ile selâmlayan bu kişi Kıtıpiyoz’dan başkası değildir.

Arakon’un ve Saydam’ın Fosforlu Cevriye’si budur, Cevriye (bu) filmlerde ölmez (ki Arakon sonradan iki tane film daha yapacaktır.) Roman ve film (lerin) kısaca özetleri böyle, şimdi bu filmlerin bu romandan uyarlandığını -rahatlıkla- söyleyebilir misiniz?

Ün’ün yaptığı Cevriyem ise, hareket noktası olarak Derviş’in romanını alır ve senaryo da buna göre yazılır. Romanda adı anılmayan ve “O” diye anılan kişinin Nazım Hikmet olduğu düşüncesi ile film yapılmak istenir, tabiidir ki bu düşünce kamufle edilecek ve (anlayanlara) sezdirilecektir. Romandaki “O” da, Nazım’ın kamufle edildiği düşünülmektedir.

Gerçek hayatta Suat Derviş’in adı Saadet Derviş’tir, evlilik ile (Reşat Fuat Baraner) Saadet Baraner olur ama yazı hayatında Suat Derviş adını kullanır. (Babası Tıp Fakültesi profesörlerinden İsmail Derviş Bey’dir) (O günlerde bir çok kadın yazarımızda kullandıkları gerçek / takma isimlere bir de erkek adı ilâve ederek eserlerini o şekilde vermişlerdir… Kerime Nadir, Muazzez Tahsin, Mükerrem Kâmil… Cahit Uçuk gibi…)

Suat Derviş, 1944 tutuklamalarında kocası Reşat Fuat Baraner’i sakladığı ve Türkiye Komünist Partisi’ne üye olduğu için yargılanır ve bir yıl hapis cezası alır. Romanında 40’lı yıllarda bir gazetede tefrika edilmesi hatırlanırsa, romandaki saklanmanın Cevriye tarafından organize edilmediği, sadece bir saklanma ve kimliğini gizleme olgusu ortaya çıkar. Bunun için Derviş’in Fosforlu Cevriye’si film yapılacaksa, romanda “O” diye söz edilen kişinin Nazım Hikmet olarak sezdirilmesi yanlış bir durum olurdu, çünkü romanın kendisi, olduğu gibi sinemaya yatkın bir romandır (başarabilene!) Ama yapımcı hem romana, hem de romandan yapılacak filme getirilmek istenilen havaya karşı çıkınca, romandaki Cevriye tipi -biraz- (buna “biraz” demek zorundayım ) korunarak, romanda bakıma muhtaç Cevriye’nin gizli (saklanılan) yere götürülerek, saklanan ve kimliğini gizleyen kişi tarafından bakılması; kız kardeşini iğfal eden adamı öldüren ve yaralı olarak kaçan kişiyi Cevriye’nin evine götürerek bakması şekline dönüştürülmüştür. Bu ise filmin, roman ile tamamen ters noktalarda gelişmesine neden olur. Yine de, yukarıda da dediğimiz gibi -en azından- Fosforlu tipinin verilmesi bakımından romana en yaklaşan film, Ün’ün Cevriyem’idir. (Buna uyarlama denilebilir mi? Sinemamızdaki “uyarlama” mantığına göre denilebilir.)

İbrahim Tatlıses’in Fosforlu’su hakkında söyleyebilecek herhangi bir sözüm yok ama bir Derviş uyarlaması olmadığını söyleyebilirim. Ümit Elçi’nin televizyon uyarlamasını (dizi! – 4 bölüm) müzikli olması bakımından da, izlemeden herhangi bir şekilde irdeleyemeyeceğim.

TV.ye bir diğer uyarlama, müzikal olmayan bir Fosforlu Cevriye’dir, bu kez yönetmen Mustafa Altıoklar. Ana Britannica, Suat Derviş adı ve babası hakkında söylediklerinden başka, eserlerinide saydıktan sonra, Fosforlu Cevriye’nin hem sinemaya hem televizyona uyarlandığına değiniyor. (28. cilt s. 366) Dorsay ise “sunuş” yazısında Derviş’in, Avrupa eğitimli olduğuna, hepsi toplumun tanıdığı dört evlilik yaptığına, Nazım Hikmet’i kendisine aşık ettiğine değinirken, böyle bir kadının toplumun alt kesiminden kadınları tasvirine, ilginç bir yaklaşım yapıyor.

Kemal Sülker’in “Nazım Hikmet’in Gerçek Yaşamı” (6 cilt) isimli kitabında Nazım Hikmet ile Suat Derviş’in ilişkisini bir kısım olaya da değinerek daha farklı bir noktaya getiriyor.

Bu arada 21.12.1989 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde, bir yazım yayınlanır:

“Televizyonun birinci kanalında yayını tamamlanan Fosforlu Cevriye müzikali nedeni ile sinemamızda çeşitli kereler işlenmiş olan ‘Fosforlu Cevriye’ filmleri birlikte anılır oldu. Burada açığa kavuşturulması gereken bazı noktalar olduğu kanısındayım. TV.de yayınlanan müzikal Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye romanından alınmıştır. Bu roman 1968 yılında May Yayınevi tarafından yayımlanmıştır. Yeşilçam’ın ürettiği ilk Fosforlu Cevriye (Aydın Arakon) ise 1959 yılı yapımıdır. Kaldı ki Arakon’un Fosforlu Cevriye’si ile Suat Derviş’in romanı arasında uzak yakın herhangi bir ilişki yoktur. İsminde her ‘fosforlu’ kelimesi geçen her filmi Suat Derviş’in romanı ile birlikte anmak gibi bir mantığı anlamaya olanak yoktur. Yeşilçam’ın ürettiği filmlerden hiç biri, Suat Derviş’in romanından kaynaklanmamıştır; ancak Memduh Ün’ün 1978 yapımı ‘Cevriyem’ hareket noktası olarak esinler taşımaktadır. Ümit Elçi’nın TV dizisinin içerik ve biçiminin tartışılması yanında, geride kalan, kitabın bu kadar filme kaynaklık yapmış gibi hepsi ile birlikte anılması, yanlış birikimlere neden olacaktır. Şu günlerde İbrahim Tatlıses yeni bir Fosforlu Cevriye çevirmektedir, bunun Suat Derviş’in kitabından çok Arakon-Saydam’ın filmlerinden izler taşıması olasılığı daha çoktur. Belki değişik (fakat mutlaka türkünün içinde yer aldığı ) bir yapıt olacaktır. İsim benzerliğinden kalkarak, bazı ‘yapıtların’ başkaca kaynaklara dayandığı, peşin görüşünden toplumca vazgeçmenin zamanı gelmiştir.” – ORHAN ÜNSER.

Bu yazı 21.12.1989 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde “Yine Fosforlu Cevriye” ismi ile yayınlandı. 1.1.1990 günlü Cumhuriyet Gazetesi’nde, aynı sütunlarda Metin Erksan imzalı, “Fosforlu Cevriye’nin Tarihi Kaynakları” isimli şu yazı yer alıyordu:

“Yıl 1953… 1950 yılından beri senaryo yazarı, 1952 yılından beri rejisör ve senaryo yazarı olarak Atlas Film’de çalışıyorum. Atlas Film o zamanlar Türkiye’nin en büyük film şirketidir. Birçok ünlü tarihi romanın yazarı Abdullah Ziya Kozanoğlu, Atlas Film’in sahipleri ve yöneticileri olan Sayın Nazif Duru ve Murat Köseoğlu’nun beğenileri ve istekleri uyarınca, film yapılmak üzerine Atlas Film’e uzun bir öyküsünü sattı. O zamanlar öykünün adı ‘Serseriler Kraliçesi’ idi. Şirketin yöneticileri bana ve A. Z. Kozanoğlu’na, Kozanoğlu’nun uzun öyküsünden ortaklaşa bir senaryo oluşturmak için görev verdiler. A. Z. Kozanoğlu ile uzun bir süre çalışarak ortaklaşa bir senaryo yazdık. Senaryonun bitiminde, senaryonun veya filmin üç yeni adını da oluşturduk. ‘Kız Kolunda Damga Var’, ‘Fosforlu Cevriye’, ‘Kadın mı – Erkek mi?’ Senaryonun veya filmin seçimini şirketin sahipleri yapacaktı. Ben senaryonun ve filmin adının ‘Kadın mı – Erkek mi?’ olmasını istiyordum. ‘Fosforlu Cevriye’ adı, deyişi, kavramı ve simgesi senaryonun oluşma aşamasında, ünlü İstanbul şarkı-türküsünün içerik ve anlamının konu ile bağdaşması ve özdeşlemesi sonucu gündeme geldi. A. Z. Kozanoğlu’nun uzun öyküsünün kadın kahramanı, ruhsal bir dengesizlik sonucu erkeklik ve kadınlık eğilimleri gösteren, fakat aslında kadın olan iki kişilikli ve evli bir kadındı. Gerçek kişiliğini sonradan sevgilisi ve ikinci eşi olan psikiyatrist yardımı ile bulan bu yabansı (garip) kadın, özgür, bağımsız ve başkaldıran bir yaşam biçimini, yasadışı bir ortam içinde, olağanüstü bir serüven dizisi olarak sürdürüyordu. Kadın ve erkek giysileri içinde değişken iki kişilik, değişken iki görünüm. Kadın kimliğinde kolunda ki ‘damga’nın, erkek kimliğinde kulaklarındaki küpe deliklerinin varlığının oluş nedenlerini ruhsal bunalımlar içinde anlamaya çalışma. Kadın ve erkek kimliğinde aşırı boyutlarda romantik ve cinsel aşk ilişkileri. Ara sıra uysal, sakin ve erdemli bir davranışla eşe ve sevgiliye bağlılık. Ara sıra da sınırsız bir özgürlük, tutkuyla azgın cinsel bir başkaldırma. Ara sıra trajik ve çarpıcı bir biçimde kişiliklerin karışması. A. Z. Kozanoğlu’nun uzun öyküsündeki ve senaryodaki kadın kahramanın nitelikleri aşağı yukarı bunlardı. A. Z. Kozanoğlu ile birlikte yazdığımız senaryoda ‘argo konuşmalar’, ‘külhanbey raconları’ yoktu. Rejisör olarak ben, kadın oyuncu olarak Cahide Sonku, Sezer Sezin veya Heyecan Başaran’ın düşünüldüğü bu senaryo film olarak gerçekleşmedi. 1956 yılında Atlas Film ortaklığı sona erdi. A. Z. Kozanoğlu ile birlikte yazdığımız bu senaryo, ayrılan ortaklar arasında yapılan bir anlaşma sonucu, yeni oluşan Acar Film – Murat Köseoğlu’na verildi. 1959 yılında, değerli meslektaşım, unutulmaz yaratıcı varlığını her zaman hatırladığım, sevgili arkadaşım Aydın Arakon, A. Z. Kozanoğlu ile ortaklaşa yazdığımız bu senaryoyu, çok doğru bir davranış ve özgün bir yaratış üretkenliği ile yeniden yazıp, değiştirerek ‘Fosforlu Cevriye’ filmini Acar Film için gerçekleştirdi. Suat Derviş, ‘Fosforlu Cevriye’ adlı romanını 1968 yılında yayınladı . Türk Sinema Tarihine belge olur umuduyla.” – METİN ERKSAN.

Benim acemice (ve daha önce olanlardan hiç bir bilgimin olmadığı bir durumda) yazdığım yazıya Sn. Metin Erksan bu cevabı (ben cevap diyorum) vermişti, aslında dediği gibi Fosforlu Cevriye (öncelikle filmi, sonra romanı) hakkında Türk Sinema Tarihine (Edebiyat tarihine de) bir katkı, bir belge. (Ama gazete sütunlarında kaybolan bir belge !!!)

Sn. Erksan’ın yazısını -yıllar sonra tekrar okuyarak ve bu sütunlarda yer alması zorunluluğunu duyarak- aktarıyor ve yukarıda uzun uzun yazdıklarımın, yeni bir şey olmadığı düşünüyorum… ama yine de son söz olarak diyeceğim. “Arakon’un Fosforlu Cevriye’si ile Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’sinin herhangi bir ilişkisi yoktur.” (Sn. Erksan’ı bir kez daha, “tekrar” ediyoruz.) (Yapılan iş hem Arakon’a, hem Derviş’e haksızlık gibi geliyor bana.)

Hatırlayanlar olacaktır, Fosforlu Cevriye rolünü ilk kez Neriman Köksal oynamıştı, (ilk filmden sonra ki devam filmlerinde de), sonraki re-make çekimde ise rol Türkân Şoray’a verildi. Ün’ün çektiği Cevriyem filminde de rol Türkân Şoray’ın… Köksal, -romanın aksine- erkeksi kadın rolünde, rolüne oturuyordu ama buna tam “erkeksilik” demek yanlış olur, “kadın”lığını terk etmeden “erkeksi” oluyordu. Şoray’ın ise -re-make’de- kadınsılığı, Köksal kadar da erkeksiliğe dönüşmüyor, yine kadınsı kalıyordu. Romanda ise bunlar önemli özellikler değildi, Cevriye, “erkeksiden” ziyade bir sokak kadını idi ama kendine has bir sokak kadını, Şoray, Ün’ün filminde “sokak kadınlığına” daha iyi yakışıyor, üstesinden geliyor, “sokak kadınlığı”na, romanın da belirttiği “dişiliği” de ekliyor ve Saydam’ın Fosforlu Cevriyem’inden daha çok Cevriye oluyor (tabii sinemadaki Fosforlu Cevriye-leri romanı uyarlaması kabul edersek).

Erksan, ‘Kadın mı – Erkek mi?’nin senaryosunu yazdıktan sonra rol için Sonku, Sezin ve H. Başaran’ı düşündüklerini söylüyor. Bunlar içinde bana en uygun isim olarak Sezin (Sezer Sezin) geldi. Sezin, sinemamızın bir diğer erkeksi kadın tiplemesi Şoför Nebahat’i başarı ile canlandırmıştı. (Şoför Nebahat / Metin Erksan – 1960) (bu filmin senaryosunu Erksan ile birlikte Attila İlhan ve Atıf Yılmaz yazmışlardır. Duru Film yapımı olan bu filmin devam filmlerini Süreyya Duru çekmiştir. (Şoför Nebahat ve Kızı / 1964 – Şoför Nebahat Bizde Kabahat / 1965 -S. Duru, Erksan’ın Şoför Nebahat’ının re-make’ini de çekecektir. -1970- re.make’de Şoför Nebahat’ı sinemamızın -zaman zaman erkeksi rollerinde üstesinden gelen Fatma Girik oynayacaktır.)

Sezer Sezin’in oynadığı bir diğer erkeksi kadın rolü Lütfi Akad’ın Dişi Kurt (1960) filmidir. (sen.: Attila İlhan – Bülent Oran) [Sezer Sezin, bir başka erkeksi (balıkçı) kadını, Rüzgar Zehra – 1961 / Nişan Hançer -sen.: Attila İlhan- oynayacaktır.] Sorun, erkeksi kadın tipi ise, buna Arakon’un (ve Saydam’ın) Fosforlu Cevriye(m)’(ler)i için “evet” denirse de, Derviş’in Fosforlu Cevriye’si için aynı sonuca varmak, doğru bir yargı olmaz.

Erksan’ın açıklamasından ise -yapılmayan- film (ve senaryo) ortada olmadığı için, bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Bu senaryonun değiştirilmiş -yeni baştan yazılmış- hali ise, Arakon’un filmi ile değerlendirmeyi gerektirir. Ün’ün filmindeki tip ise erkeksilikten çok, kadınsallığı -sokak kadınlığını- ortaya koyan bir tiptir.

Ün’ün filmi Cevriyem, belirtildiği gibi Suat Derviş’in romanından uyarlanmış olsa bile, o kadar değiştirilmiştir ki, romanla ilişiği kalmamış gibidir. Romanda adı belirtilmeyen; kendisinin, gıyabında idama hüküm giydiğini söylediği kahraman, düşünüldüğü gibi Nazım Hikmet değildir. Romanın değiştirilerek Cevriyem filmine dönüştürülmesi bu gibi bir nedene dayansa bile, haklılığı yoktur. Öncelikle Nazım Hikmet, 1938 de tutuklanır, nedeni Deniz Harp Okulu’nda -davet üzerine- öğrencilerle görüşmüş olmasıdır. Oysa o sırada kendisi sağlık nedenleri ile askerlik görevinden ayrıltılmıştır. Ölüm cezasına çarptırılması, bu nedenle saklanması söz konusu değildir.

Sinema piyasasında çalışmakta, çoğunlukla katma isimlerle senaryolar yazmaktadır, bunlar çoğunlukla, yabancı film uyarlamaları veya halk hikâyeleridir. İçinde orijinal senaryolar da vardır ki, bunlardan birisini de (Güneşe Doğru) kendisi yönetir. N. Hikmet ayrıca kısa belgesel (görsel) filmlerde yapmıştır. Ayrıca yabancı filmlere dublaj yönetmenliği yaptığı gibi, bazen bizzat kendisi dublaj (seslendirme) yapar. Suat Derrviş’in romanının bu adsız kahramanı Nazım Hikmet olamaz. Eğer bu nedenle, romandan hareketle yazıldığı belirtilen senaryoda; romanda olmamasına rağmen Nazım Hikmet kanısı uyandıracak göndermeler var ise bu yanlıştır, yok da, böyle bir değerlendirme ile senaryo değiştirildiği ise, bu oto sansürün bir başka boyutudur.

Her halükârda, Cevriyem filmi, (son halini almış ve gösterime çıkarılmış hali ile) film olarak, çok değiştirilmiş hatta ters yüz edilmiş bir Fosforlu Cevriye romanıdır. Başlıkta dediğimiz gibi, edebiyatımızın “bir” Fosforlu Cevriye’si vardır, sinemamızın ise “Cevriye-leri” Aynalı karakollara düşen, kolları damgalı, kara sevdası gözlerinden belli – Cevriye…

Not: Behçet Necatigil’e göre (Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü / 11. baskı 1983) pek çok romanı gazetelerde yayınlanmış tefrika halinde kalmış yazarın kitap halinde yurdumuzda çıkmış romanları şunlardır: Kara Kitap (1920 ) / Ne Bir Ses, Ne Bir Nefes (1923 / 1946) / Hiçbiri (1923) / Ahmet Ferdi (1923) / Behire’nin Talipleri (1923) / Fatma’nın Günahı (1924) / Ben mi? (1924) / Buhran Gecesi (1924) / Gönül Gibi (1928) / Emine (1931) / Hiç? (1939) / Çılgın Gibi (1945) / Fosforlu Cevriye (1968) / Ankara Mahpusu (Önce Fransa’da yayınlandı) Yalının Gölgeleri… (sayfa 128-129) Son dönemde Fosforlu Cevriye’den başlayarak Derviş’in kitaplarının basımları tekrarlanmaktadır.

Bende bulunan kitapları ise: Emine (1931) / Ankara Mahpusu (1968) / Fosforlu Cevriye (1968 / 2013) / Çılgın Gibi (1996) / Aksaray’dan Bir Perihan (1997) / Hiçbiri? (2004) (“Hiç” romanı ile “Hiçbiri” romanı aynı romanlar olabilir – mi?)

(07 Mart 2014)

Orhan Ünser

Çatısı Uçmuş Evler, Miras Mutsuzluklar

Bizde ‘Aile Sırları’ adıyla gösterime giren koyu melodramın özgün adı ‘August: Osage County’, hikâyenin yer ve zamanını belirliyor. Ağustos ayının bunaltıcı günlerinde, Oklahoma eyaletine bağlı Osage yöresindeyiz. Geniş toprakların ilk sahibi Osage Kızılderili topluluğundan alıyor adını belde. Yerli halkın sistematik bir biçimde yok edildiği petrol zengini topraklarda kök salmış bir ailenin öyküsü izlediğimiz. Anne Violet kanser hastasıdır. Ağzında oluşmuş yaralara rağmen sigara düşmez elinden. Sayısını hatırlamakta güçlük çektiği kutu kutu hapı, hastalığının ötesinde koyu mutsuzluğuna katlanabilmek için tüketir. Weston ailesinin babası Beverly de yorulmuştur hayattan. Yemek ve ev işleri, bir de Violet’i kemoterapiye götürmek üzere tuttuğu Cheyenne asıllı Johnna ile sohbetinde TS Eliot’ın dizeleriyle dile getirir sıkıntısını. ‘Yaşam çok uzun der Eliot. Bunu ilk söyleyen ya da düşünen değil elbet, ama yazıya döken ilk kişidir’ diye ilâve ederek.

Bir öğle sonrası kaybolur Beverly. İçkisi ve son sığınağı kitaplarını yanına almış balığa çıkmıştır diye düşünürler önce. Evin boğucu ortamından uzaklaşıp biraz kafa dinlemek istemiştir belki. Lakin geri dönmez yaşlı adam. Babanın ölümüyle dağılmış aile bir araya toplanır. Kızlar doğup büyüdükleri aile ocağına döner yıllar sonra. Herkes üzgün, herkes kederlidir. Lakin cenaze töreni sonrasında kurulan yemek sofrası, gizlenmiş sırların, bastırılmış duyguların ortaya döküldüğü öfke yüklü bir aile hesaplaşmasına dönüşecektir.

‘August: Osage County’ Amerikalı tanınmış yazar Tracy Letts’in Pulitzer ve Tony ödüllü ünlü oyunundan sinemaya aktarılmış. Senaryo yazımını da başkalarına bırakmamış Letts. Doğup yetiştiği Oklahoma özelinde güneyin sıkıntısını çok etkileyici bir dille kaleme almış olan yazar, geçtiğimiz yıl sinema versiyonu bizde de gösterilmiş, bizde halen Engin Hepileri’nin kurmuş olduğu ‘Tiyatro.in’in göz alıcı oyuncu kadrosunca sahnelenmekte olan ‘Katil Joe’ oyununda olduğu gibi işlevini yitirmiş bir aile öyküsü anlatmayı sürdürüyor ‘Aile Sırları’nda. Tennesse Williams, William Faulkner, Jim Thompson gibi yazarların eserlerinden ilham almış Letts’in metni bu defa o denli karanlık ve şiddet yüklü değil. ‘Katil Joe’nun ahlâk ve vicdandan nasibini almamış, insanoğlunun koyu kötücüllüğünü umutsuzca taşıyan ‘red neck’ karakterlerinden farklı orta sınıf mensubu mutsuz Oklahomalılar bu kez izlediğimiz. Filmin afişinin de vurguladığı gibi çatısı uçmuş bir yuva sergilenen. Bireylerin koyu mutsuzluğunun kökeninde geçmişin acı soykırımının lâneti yatıyor olsa gerek.

ER, The West Wing, Shameless gibi çok tutmuş televizyon dizilerinin yazarı ve yapımcısı olarak bilinen yönetmen John Wells’in son ekonomik krizin ardından işini kaybetmiş beyaz yakalıların dramını işleyen ‘The Company Men’i (2010) takip eden bu ikinci uzun metrajının, özgün metne sadık klâsik anlatımının ötesinde en büyük kozu parlak oyuncular topluluğu. Violet kompozisyonuyla onsekizinci Oscar adaylığını alan muhteşem Meryl Streep’in yanı sıra, Beverly’de Sam Shepard, Mattie Teyze’de Margo Martindale, kuzen Little Charles’ta Benedict Cumberbatch göz alıcı kadronun öne çıkan isimleri oluyor.

(01 Mart 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Costa-Gavras Çağdaş Diktatörlere Karşı

32.İstanbul Film Festivali’nin önemli konuklarından biri de Yunan asıllı sinemacı Costa-Gavras idi. Büyük usta son filmi ‘Kapital / Le Capital’in Beyoğlu Atlas Sineması’ndaki gösterimi öncesinde festivalin ‘Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ ile onurlandırıldı. Teşekkür konuşmasında, 1982 yılı Cannes Film Şenliği’nde büyük ödülü paylaştığı yakın dostu Yılmaz Güney’i anmasıyla duygusal anlar yaşatan Gavras’ın Kapital’i ‘Başka Sinema’ programı çerçevesinde yaygın gösterimine başlıyor bu haftasonu itibarıyla.

Filmografisi boyunca her türlü baskı rejimine ve diktatörlüğe karşı duran filmler çekmiş olan Gavras, bir roman uyarlaması olan ve kendisini gayet formunda bulduğumuz yeni filminde bu kez günümüzde demokrasiye en büyük baskıyı uygulayan uluslararası finans sistemini sorguluyor. Yazar Stéphane Osmont’un bankacılık ve finans sektörü özelinde çokuluslu şirketlerin çağımız dünya ekonomisini ve siyasetini yönlendirmeye yönelik kapalı kapılar ardında oynanan oyunları üzerine bu son derece ilginç metni, 2008 dünya ekonomik krizi öncesinde kaleme alınmış. Amerika ve Avrupa’da eşzamanlı patlayan kriz üzerine filmini çekmeye karar vermiş Gavras.

‘Kapital’ Fransızların önde gelen finans kuruluşlarından Phenix Bank’in yeni CEO’su Marc Tourneuil’ün önlenemez yükselişinin, Şekspiryen güç ve iktidar savaşımında ayakta kalma mücadelesinin hikâyesi. Lakin bu kez -benzer örneklerinde görüldüğü gibi- silâhlar konuşmuyor, kan dökülmüyor, bitmek tükenmek bilmeyen araba takipleri de yok. Aksine, Fransız patronların sermayeyi Amerikalılara kaptırmamak için verdiği mücadele müthiş bir kara mizah içeriyor. Tourneuil’ün eski tüfek amcasına, hayalini kurmuş olduğu enternasyonalizmin günümüzde çok uluslu şirketlerin egemenliği olarak gerçekleştiğini söylediği sahnede doruğa çıkan acı bir mizah bu. Peki kaybedenin her zaman olduğu gibi tüm dünyanın yoksulları olduğu bu kurt dövüşü nasıl sonuçlanacak. ‘Sistem kendi kendini havaya uçurup yok edene kadar’ diyor Costa-Gavras, Tourneuil’ün ağzından. Ve devam ediyor, o zamana kadar zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul kılmaya devam edeceğiz, bizler bankacıyız çünkü’.

[‘Kapital’; İstanbul, Beyoğlu Pera; Kadıköy Moda Sahnesi (eski Moda Sineması); Eskişehir, Kanatlı Cinema Pink Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.]

(28 Şubat 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Şahan Gökbakar’a Birkaç Söz

Aslında bu yazı, Şahan Gökbakar’ın İzzet Çapa’yla yaptığı söyleşi olmasa kaleme alınmayacaktı. Bu durum, -Gökbakar’ın iddialarının tersine- günümüz sinemasında önemli bir duruma işaret eden ve korkarım ki bir süre daha devam edecek olan Recep İvedik olgusunu önemsememekten kaynaklanmıyor; aksine geniş yığınlar ile yedinci sanat arasındaki kitlesel işbirliğinin en önemli dışavurum alanının mizah olduğunu gayet iyi biliyorum. Ne var ki oyuncunun iki ana başlıkta toplanabilecek düşüncelerinden ilki, sinema yazarlarının / aydınların İvedik tiplemesiyle (dolayısıyla da kendi üretimleriyle) arasının açık olmasına yol açan durumla ilgili. Gökbakar’a göre yarattığı “halk kahramanı”na duyulan öfkenin sosyolojik bir arka plânı var:

“Türkiye’de sosyal, ekonomik, kültürel dengesi birbirinden ayrı insanlar yaşıyor. İkon olarak Recep İvedik’i ortaya koyarsak; onun simgelediği her şeyden nefret edenler var. Bu adamlar; yaşadıkları toplumdan da, o toplumun beğenisinden de, siyasi tercihlerinden de, kısacası her şeyden tiksiniyorlar. Sokakta bu tip bir adamı görünce ‘ıyyy’ diyorlar.”

Bir başlangıç noktası bulmak zor olmakla birlikte, Gökbakar’ın konjonktürel siyasetten bağımsız ele alınamayacak bu sözleri, sinemasal bir figür üzerinden Türkiye okumasına kadar genişleyebilir; ancak oyuncunun unuttuğu bir şeyler var. Öncelikle İvedik’in temsil ettiği sosyal kişiliğe tepki duyulması söylemi oldukça havada kalıyor; çünkü böyle bir temsiliyet yok! Recep İvedik, alabildiğine karikatürleştirilmiş, karton haline dönüşmüş marjinal bir imge. Sinema tarihine damgasını vuran komik figürler gibi, yanında saf tuttuğu kesimlerin (son filmdeki yeşil alan savunuculuğu da dahil olmak üzere) eli, ayağı, dili olma gibi bir derdi yok. Evet, daha sessiz dönemlerde makinelerla savaşa giren Keaton’dan eser yok onda; Chaplin gibi paranın karşısına sokağı da çıkarmıyor; ya da Harold Lloyd’un metropol kabusunu paylaşmıyor. Tati gibi takıntıları yok; Peter Sellers’ın, Jerry Lewis’in masumiyetinin yanından bile geçmiyor. Örnekler bizim sinemamızla sürdürülebilir; örneğin kendisinden önceki son komik kahraman olan Şaban’ın temsiliyetinin yanına dahi yanaşmıyor; politik okumalara çok daha açık Bilo (İlyas Salman) ise çok daha uzak bir kıtada…

Şaban’a sahip çıkanlar, şimdi yerinde AVM’lerin, gökdelenlerin olduğu o sevgi dolu mahallelerde yaşayanlar, 70’ler / 80’ler Türkiye’sinde, yanıbaşlarında öyle bir karakterin olması için neler feda etmezdi ki? Bir de benzer bir vurgudan hareketle, sokağına sahip çıkıyor gibi görünen Recep İvedik’i düşünelim. Hoyratlığın son kalesi gibi duran “kahramanımız”, olanca ölçüsüzlüğüyle mahalleliye kan kusturmak için orada bulunuyor gibi; hatırlayınız, amacı ne kadar kutsal gibi görünse de, zabıtaya, kahvedeki vatandaşlara, ev hanımlarına hatta çocuklara çektirdiği azap ve çok daha önemlisi adadaki maceraları.

Sizin anlayacağınız, sinemada “kahraman” olma iddiası taşıyan evrensel komiklerin tarihini ve hayata karşı duruşlarını unutmamızı ve önümüze koyduğu üretimi koşulsuz kabullenmemizi istiyor Gökbakar. Hadi, önceki filmlerde otel sorumlusu ile garsona uyguladığı orantısız şiddeti (yoksa orantısız zekâ mı demeli!) bir an için gözden kaçırdık diyelim; peki, adadaki tek dostunu adeta köleliğe zorlamasına ya da kilolu olması dışında hiçbir davranışıyla antipati uyandırmayacak bayan yarışmacıyı eline / diline dolamasına ne diyeceğiz? (Serinin son filminde upuzun bir süreye yayılan takım seçmelerini hatırlayın ve Gökbakar’ın güldürme noktasındaki tercihini gözden geçirin lütfen.) Bir güldürü unsuru olarak “kaba komedi”, olsa olsa ancak bu kadar kaba ele alınabilirdi.

İvedik’in toplumun beğenisine sahip olduğunu yalnızca gişe sonuçlarından çıkaran oyuncunun buradan derin Türkiye analizine soyunması ve aydın / halk ilişkileri hususunda fikir beyan etmesine söylenecek tek söz, “halkın kahramanının” zamana ne kadar direnebileceği ve onunla ilgili son kararı tarihin vereceği olmalı kanımca. Zira sinema tarihinde gişe rekorlarına imza atıp günümüzde hiçbir anlam ifade etmeyen birçok film olduğu gibi, zamanında değeri anlaşılamamış pek çok başyapıt bulunmaktadır. Yine de Recep İvedik’e ‘ıyy’ diyenlerin sadece belli bir toplum kesimi olmadığını, tiplemenin yanında gibi durduğu geniş kesimlerin de benzer duygular taşıdığını söylemekle yetinebiliriz. Burada söz konusu olan, Gökbakar’ın iddia ettiği gibi filme gidenlerin hor görülmesi veya aşağılanması değil, onun sinemasının, taşıdığı iddiaların tersine, neye, hangi oranda hizmet ettiğinin sorgulanmasıdır. Bu durum, yalnızca Gökbakar’la ya da onun üretimleriyle alakalı olmayıp, kitlesel olan hemen hemen tüm yapımlar için geçerlidir.

Sonsöz olarak oyuncunun, sanatçı ve muhalefet ilişkisine getirdiği yorumun “sahici” olduğunu söyleyebiliriz:

“Bu kişinin dünyaya bakış açısına göre değişir. İçinde muhalif olup, işlerine bunu yansıtmayabilirsin.”

Doğrusu, başta Gezi süreci olmak üzere tutum ve davranışları hakkında bolca fikir sahibi olduğumuz Gökbakar’ın “içinden” muhalif olup olmadığına dair birşeyleri sorgulamak istemeyiz; ama oyuncunun bunu “dışa” yansıtmama hususundaki yorumu gerçeğe uygun görünmektedir.

(23 Şubat 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Söz Kölelikten Açılmışken…

Howard Zinn, ünlü klâsiği “Amerika Birleşik Devletleri Halkları Tarihi”nde, dünyadaki köle ticaretinin Kolomb’dan yaklaşık yarım asır önce, binlerce Afrikalı’nın Portekiz’e satılmasıyla başladığına işaret eder. Kısa zamanda olgunun başkentine dönüşecek olan Amerika’da ise 1619’da Jamestown’a getirilen 20 kadar Afrikalı, sürecin başlangıcında önemli rol oynar.

Rakibin dişli olmasından ve kendi topraklarında bulunmasından dolayı Kızılderilileri köleleştirmeyi bir türlü başaramayan “uygar beyaz adam”ın Kara Kıta’ya yönelmesi bir bakıma kaçınılmaz olmuştur. Bu bakımdan kölelik, yalnızca psikolojik / ahlâkî bir yönelim olarak açıklanamamakta, ekonomik boyutuyla birlikte ele alınmaktadır. Kolonilere gelen ve tarlalarda çalışan beyaz sayısının işgücünü karşılamaktan uzak olduğu bir dönemde köleliğe yönelmek, büyümeyi hedefleyen ABD ekonomisi için kaçınılmazdır. Nitekim 1700’lerin ortasında, sayıları yüzbinleri aşan köleler, tarihin akışını değiştirecek bir unsur haline gelmeye başlamıştır.

Beyaz Amerikalıların desteğiyle büyüyen kölelik karşıtı hareketlerin görece başarıya ulaşması için 1830’ları beklemek gerekmiştir. Bu dönemde Kuzey’de 100 bini aşan sayıda siyahî özgürlüğüne karışırken, 30 yıl sonra Başkan seçilen Lincoln, süreçte önemli bir rol oynar; ama…

“Mücadeledeki amacım köleliği sürdürmek veya yok etmek değil, birliği korumaktır. Eğer herhangi bir köleyi özgürleştirmeden başarabilirsem, bunu yaparım…”

Bu sözlerin sahibi, günümüzde kölelik düzenine başkaldırının simgesi olarak gösterilen Lincoln’den başkası değildir. Beyazların belirlediği koşullarda özgürlüklerine kavuşabilecek olan köleler, ancak Kuzey’in siyasi ve ekonomik ihtiyaçlarının gündeme geldiği bir dönemde sürecin öznesi olurlar. Gerçekte de kölelik karşıtı bir tutum benimsemekle beraber, insanların eşit olması gerektiği düşüncesine muhalif olan Lincoln’un uygulamaları, İç Savaş sonrasında daha da açığa çıkacak; örneğin Güney’deki arazilerin Konfederasyon ailelerine geri verilmesiyle birlikte (sözde) özgürlüğe kavuşan kölelerin beyaz adama ekonomik bağımlılığı kaçınılmaz olarak sürecektir. Eğitim ve oy hakkından başlamak üzere, iniş çıkışlı bir kazanım sürecinin Ku Klux Klan gibi terörist / faşizan örgütlerin duvarına çarpması, böylesi bir bağımlılığın sonucu olarak karşımıza çıkar.

Siyahilerin sinemada ele alınışında başlangıç noktası Griffith’in “olağanüstü” faciası Bir Ulusun Doğuşu olmuştur. Hayal öğütme fabrikasının erken dönem örneklerinde Hallelujah gibi iyiniyetli yapımlara rastlansa da siyahiler için rol, kalın konturla çizilmiştir. İlk kez Oscar’a uzanan Hattie McDaniel, Güney’e ağıt yakan Rüzgar Gibi Geçti’de halinden memnun köle performansıyla göz kamaştırırken, ödül gecesi ağlamaktan teşekkür konuşması yapmaya olanak bulamamıştır. Amerikan Rüyası, bir yandan dünün kölesini göklere çıkarırken, diğer yandan kapkara bir maziyi aklamayı başarmıştır yine.

Stanley Kramer’ın kaderin birbirine bağladığı iki mahkumun serüvenlerinden Sidney Poitier’e, Black Cinema ve Watermelon Man’den Shaft’a ve oradan da Spike Lee’ye geçen süreç ise kuşkusuz çok daha başka bir yazının konusudur.

2014 Oscar’ının önemli adaylarından 12 Yıllık Esaret’e gelindiğinde, konu (yönetmenden ilk anda beklenmeyecek ölçüde) klâsik bir anlatı ekseninde belli bir duyarlılık sonucu kameraya aktarılmış gibi görünse de, köleliği yaratan temel koşullara ilişkin farklı şeyler söylenmemektedir. Sorunu ‘beyaz sahip’in niyeti ekseninde okuma çabası, kaçınılmaz biçimde bireysel yargılamayı amaçlamakta; olgu, -bir kez daha başarılı bir el çabukluğuyla- sistem sorunundan arındırılmaktadır. Tam da Hollywood geleneklerinin izini süren ve nihaî anlamda ‘uzlaşma’ eksenli bu yaklaşımın, oyuncu performanslarından aldığı güçlü hedefi 12’den vurup vurmadığını yakın bir gelecekte göreceğiz.

(21 Şubat 2014)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Muhteşem Anneler

‘Yasak Aşk’, ithalâtçı firmalarımızın pek sevdiği film adlarından. Daha geçtiğimiz yıl Danimarka’nın Oscar adayı ‘En Kongelig Affaere / A Royal Affair’i aynı isimle gösterilmişti sinemalarımızda. Keza daha eskiye gidersek, 1968 yapımı Paul Newman filmi ‘Rachel, Rachel’ ya da 1971’den olgun kadın / genç delikanlı aşk hikayesi ‘Say Hello To Yesterday’ hep aynı isimle çıkmış beyazperdeye. Bizde en bilineni Halit Refiğ’in 1961 yapımı olan aynı adlı üç ayrı filmin izine rastlıyoruz. Televizyon için çekilen Halit Ziya Uşaklıgil uyarlaması iki ayrı versiyon ’Aşk-ı Memnu’yu da ilâve edersek liste uzayıp gidiyor.

‘Başka Sinema’ programı içinde yer alan yeni Anne Fontaine filmi bir kez daha ‘Yasak Aşk’ adıyla vizyon görüyor. İşin tuhafı Fransız yönetmenin İngilizce çektiği bu son çalışması dışarıda da birden çok isimle anılıyor. 32. İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz kopya ‘İki Anne’ anlamına gelen ‘Two Mothers’ı kullanırken, yaygın olarak (tapınırcasına sevmek anlamına gelen) ‘Adore’ ya da (birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi) ‘Kusursuz Anneler / Perfect Mothers’ adı ile de izleyici karşısına çıkmış Fontaine’in son işi.

Filmin temel kaynağı Doris Lessing’in ‘Büyükanneler / The Grandmothers’ adlı kısa romanı. Yakınlarda kaybettiğimiz Nobel ödüllü İngiliz yazarın, bizde Pınar Güncan’ın çevirisiyle Çitlembik Yayınları’ndan çıkmış olan romanı ebedi kadın dostluğunun kutsanışı üzerinedir. Güney Afrika’nın esirgenmiş cennet koyunda birlikte büyümüşler Roz (ya da Rozeanne) ile Lil (ya da Liliane). Aynı okullara gitmiş, çifte düğünle evlenmiş, oğulları Tom ve Ian ikiz kardeş gibi büyümüşler. Çağımızın iki güçlü kadın oyuncusu Robin Wright ve Naomi Watts’e yer verdiği filmi için, ortak yapım koşulları gereği Kara Kıta yerine Avustralya sahilini mekân seçmiş yönetmen. Kumsal romanda betimlendiği denli büyüleyici, küçük kızların büyüdüğü dünya kıskandırırcasına masmavi, yemyeşil. Güneşe, meltemlere, denizin sesine açık komşu evlerde büyür iki genç kız. Lil genç yaşta kaybeder kocasını. Roz’un eşi Harold akademik çalışmalarını sürdürmek üzere büyük şehir Sidney’e yerleşmek ister. Bu fikre karşı çıkan Roz, sihirli kumsalından ve yakın arkadaşından ayrılmayı kabul etmez. Lessing’in satırlarıyla ‘iki hoş kadın, sanki erkekler denklemlerine dahil olmamış gibi yine birlikte, iki güzel oğlanla dolaşmaya devam ederler’. Bu tasasız dünyada ışıl ışıl parlayan ciltleriyle etrafa ışıltı saçan güzel kadınların, bazen ‘bunları biz mi yarattık’ şeklinde şaşkınlığa düştükleri genç Yunan tanrılarına benzeyen birbirlerinin yakışıklı oğullarıyla duygusal ilişkiye girmeleriyle, geniş aile düzeni farklı bir boyuta taşınacaktır.

Oyunculuk ve senaryo yazarlığından gelen Lüksemburg doğumlu Anne Fontaine, aile kurumunu, burjuva ahlâk değerlerini tartışmaya açan yapıtlarıyla tanınır. 17. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş 1997 yapımı ikinci uzun metrajı ‘Kuru Temizleme / Nettoyage A Sec’, çekici bir genç adamın kendi halindeki taşralı karı kocanın hayatına bomba gibi düşmesi ve bastırılmış arzuların ortaya dökülmesi üzerine Chabrolvari kışkırtıcı bir kasaba dramıdır. Bizde de sahnelenmiş olan 2003 yapımı ‘Nathalie’, kiraladığı fahişe vasıtasıyla yoldan çıkmış evliğini kurtarmaya çalışan varlıklı burjuva kadının hikâyesidir. Son olarak ‘Coco Avant Chanel’ (2009) ile çizgi dışı modacının farklı bir portresine soyunmuş olan Fontaine, saygın İngiliz oyun yazarı, yönetmen Christopher Hampton ile birlikte yazdıkları ve özgün diyalogların korunduğu romana büyük ölçüde sadık senaryosundan çektiği ‘Yasak Aşk’ ile çizgisini sürdürmeye devam ediyor. Türkçe adının ahlâki çağrışımlarının ötesinde, ikinci bir anne olarak bildikleri kadınlarla aşk yaşayan oğulların ödipal öyküsü vasıtasıyla tutkunun gizemini keşfe çıkıyor bir kez daha. Feminist dostların özellikle bayıldığı bu ilgiye değer deneme, sörf sahilleriyle ünlü Seal Rocks’ın büyüleyici doğal güzelliği ile aşık atan çekici oyuncularından da büyük destek almış.

[‘Yasak Aşk / Two Mothers’; İstanbul, Beyoğlu Pera; Kadıköy Moda Sahnesi (eski Moda Sineması); Bursa, Cinetech Korupark; Eskişehir, Kanatlı Cinema Pink Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.]

(20 Şubat 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Amelie’nin Harika Yönetmeninin Başı Fena Halde Belada

Fransa’nın yetiştirdiği en değerli ve en önemli yaratıcılardan biri olan yönetmen, senaryo yazarı ve yapımcı Jean-Pierre Jeunet (1953 doğumlu) içine düştüğü parasal krizi aşabilmek için “Amelie” adlı filminin New York, Broadway’de müzikal komedi olarak sahnelenme haklarını sattı. Ancak bu satış bile Jeunet’yi içine düştüğü iflâs bataklığından kurtarmaya yetmeyecek.

Jeunet, “Amelie”nin Broadway satışından elde edeceği gelirin bir kısmını da kalp hastaları yararına bağışlayacak.

Jeunet ile Guillaume Laurant tarafından yazılan “Amelie”nin özgün senaryosu Oscar ödülüne aday gösterilmişti. “Amelie” sanat yönetmeni, görüntü yönetmeni, ses ve yabancı film dallarında da Oscar ödülüne adaylık elde etmişti.

Yabancı film dalında Altın Küre adayı “Amelie” Avrupa Film Ödülleri’nde yönetmeni Jeunet’ye yılın en iyi yönetmeni ödülünü kazandırmıştı. “Amelie”nin kazandığı ödüller arasındaysa senaryo ve sanat yönetmeni dallarındaki BAFTA (İngiliz Film Akademisi Ödülleri) heykelcikleri bulunuyor.

Jeunet’nin ekonomik krizine, iflâsın eşiğine gelmesine yapımcı olarak imza attığı ve toplam 131 milyon dolar yutan “Kayıp Nişanlı”, “Micmacs” ve “The Young and Prodigious Spivet” adlı pahalı prodüksiyonlar neden oldu. Bunların ilk ikisi fena halde battı. Bir kovboy babayla bilim kadını annenin 12 yaşındaki haritacı oğlunun serüvenlerini konu alan üçüncüsünün de gösterildiği ülkelerdeki hasılatı maliyetini kurtaramayacağını gösteriyor.

Jean-Pierre Jeunet Filmleri:

* “Delicatessen-Şarküteri” (1991) Jeunet bu filmi Marc Caro ile birlikte yönetti. Bütçe: 24 milyon Fransız Frangı.

* “La cite des enfants perdus-Kayıp Çocuklar Şehri” (1995) Jeunet bu filmi Marc Caro ile birlikte yönetti. Bütçe: 18 milyon dolar. Bu film Cannes film festivalinde büyük ödül Altın Palmiye adaylığı elde etmişti.

* “Alien: Resurrection-Alien (Yaratık): Diriliş” (1997) Jeunet bu filmi tek başına yönetti. Bütçesi: 75, dünya sinema hasılatı: 161 milyon dolardı.

* “Amelie” (2001) Jeunet bu filmi tek başına yönetti. Bütçesi: 10 milyon dolar ya da 77 milyon Fransız Frangı olarak açıklandı. Dünya sinema hasılatı: 173 milyon doları buldu.

* Savaş karşıtı filmlerin belki de en güçlüsü olan “A Very Long Engagement-Kayıp Nişanlı” (2004) Jeunet bu filmi tek başına yönetti. Bütçesi: 56 milyon dolardı. Dünya sinema hasılatı: 70 milyon dolarda kaldı.

* “Micmacs” (2009) Jeunet bu filmi tek başına yönetti. Bütçesi: 27 milyon Euro ya da 42 milyon dolardı… Hasılatı: 19 milyon Euro ya da 16 milyon dolarda kaldı.

* “The Young and Prodigious Spivet” (2013) Jeunet bu filmi tek başına yönetti. Bütçesi: 33 milyon dolar. Fransa, Belçika ve Hollanda sinema hasılatı zar zor 6 milyon doları geride bıraktı. Bu filmde büyük zarar etti.

(19 Şubat 2014)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Jarmusch’un Entellektüel Vampirleri

Amerikan bağımsız sinemasının yenilikçi isimlerinden Jim Jarmusch’un 66. Cannes Film Festivali yarışmalı seçkisinde yer almış son opus’u ‘Sadece Aşıklar Hayatta Kalır / Only Lovers Left Alive’, ‘Başka Sinema’ programı dahilinde vizyon görüyor. Jarmusch’un alışagelmişin dışındaki aşk hikâyesinin kahramanları, Mark Twain’in son kitabından esinle Adem (Adam) ve Havva (Eve) adlarını taşıyor. Toplumun kıyısında bohem hayatı süren, son derece zeki, seçkin kişilikler bunlar. Dünyayı uçtan uca gezmiş, büyük başarılar denli her türden zulme tanıklık etmiş ikilinin yüzyıllara yayılmış deneyimleri ve aşkları vampir olmalarından kaynaklanıyor.

Lâkin bildiğimiz güncel vampir öykülerinden bir yenisi değil karşımızdaki. Tam tersine, ‘Alacakaranlık / Twilight’ ya da ‘True Blood’ benzeri ergen hikâyelere alternatif entelektüel bir vampir hikâyesi Jarmusch’un hedeflediği. Yönetmen vampirlik olgusunu bir metafor olarak kullanmış. Asırlar boyu insanoğlunun hayranlık uyandırıcı gelişimini izlemiş marjinal alemin kırılgan ikilisinin günümüzün tehlikelerle dolu tedirgin dünyasında varolma mücadelesi üzerine bir film bu. Amerika’nın bağrından Afrika’nın kuzey ucuna ıssız ve karanlık mekânlarda çekilmiş bu gece filminde, edebiyat ve müzik aşığı çiftimiz Detroit ve Tanca’nın kuytu mekânlarında edinilmiş zevklerinin ve hayatta kalabilmek için ihtiyaç duydukları kirlenmemiş saf kanın izini sürüyorlar. Uzun yıllar boyunca dünya ahvaline vakıf olmuş ikili, dünyanın giderek kirlenmesinden, doğal dengenin canlılar aleyhine bozulmasından huzursuzlar. Eskisi gibi temiz kan bulmak zorlaşmıştır, beslenmek için daha fazla mücadele vermek gerekmektedir artık.

Jarmusch’un özellikle tercih ettiğini belirttiği gece çekimleri son derece etkileyici. Eski dünyanın giderek yok olması kuşkusuz hüzün barındırıyor. Ancak Jarmusch gibi ‘cool’ bir yönetmen bu yokoluş tedirginliğini kendine özgü mizahı ile dengelemiş. Müzik endüstrisi geçmişinin görkemli kalelerinden Detroit’i mesken seçmiş Adam, tutkunu olduğu eskinin müzik aletleri, kayıt cihazları ve nostaljik albümlerle çevrili loş dünyasında yaşayan bir tür modern Hamlet olarak çizilmiş. Schubert’e oda müziği eserlerinin belki de en hüzünlüsü olan ünlü yaylı çalgılar beşlisinin ‘adagio’ bölümünü armağan etmiş yetkin bir müzik adamıdır o. Yasmine Hamdan’ın müziğini duyduğunda etkileniyor ‘umarım fazla ünlenmez çünkü bunun için fazla iyi’ yorumunu yapıveriyor. Uzatmalı aşığı Eve ise edebiyat tutkunu. Bunaldığında bavul dolusu kitapla Beat kuşağının mabedi Fas’ın Tanca kentinde alıyor soluğu. Fasılalarla yüzyıllar boyu birlikte olmaya devam eden aşıklarımız tarihe tanıklık ederken pek çok ünlü yazar, politikacı ve tarihi şahsiyetle ortak anılar paylaşıyor. Bunlar arasında yer alan ve erken yaşta esrarengiz biçimde öldüğü bilinen 16. yüzyıl İngiliz şairlerinden Christopher Marlowe’un halen bir vampir olarak yaşamını sürdürüyor olması Jarmusch’un hınzır buluşlarından biri. Bazı Shakespeare metinlerinin çağdaşı Marlowe tarafından kaleme alındığı iddiasını benimsemiş Jarmusch besbelli. Gizemli hayatlarını zengin kültürel referanslarla bezediği vampirleri aracılığıyla kendi duygu ve düşüncelerini dile getiriyor usta yönetmen. Çağdaş dünyalıları ‘zombi’ olarak niteliyor. Kendilerine nefes alacak bir dünyanın arayışındaki Adem ile Havva’nın yanında saf tutuyor. Jarmusch’un başından beri Eve rolü için düşündüğü Tilda Swinton, zaman ötesi duruşu ile perdeyi fethediyor bir kez daha. Son olarak ‘The Deep Blue Sea’de izlediğimiz İngiliz oyuncu Tom Hiddleston, Hamletvari isyankâr Adam’da çok iyi. Marlowe’da ise formunda bir John Hurt izliyoruz.

Hüzünle mizahın bu nefis buluşması Jarmusch’un filmografisi için taze bir kan. Tam aşıklarımızın aradığı türden. Bu şölene ortak olmayı ihmal etmeyin.

(‘Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’; İstanbul, Beyoğlu Beyoğlu; Kadıköy Rexx; Altunizade Capitol Spectrum; Haramidere Cinetech Torium; Levent Metro City Cinema Pink; Ankara, Kızılay Büyülüfener; Bursa, Cinetech Korupark; Eskişehir, Kanatlı Cinema Pink Sinemaları’nda dönüşümlü seanslarda gösterilmektedir.)

(16 Şubat 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Hâlâ Charles Chaplin…

Sinema, gerçek sinema devam ettiği ve var olduğu sürece Charles Chaplin de var olacaktır. Bu gün sinema yapanlar, ellerindeki her gün daha da gelişen teknoloji ile film (!) üretirken, acaba Charles Chaplin (ve döneminin diğer bir kısım sinemacılarının) yaptıklarının üzerine ne koyabiliyorlar. Charles Chaplin sinemacı idi ama aynı zamanda müzikçi ve de yazar idi. Evet, Chaplin bir yazardı da. Cumhuriyet Gazetesi’nin 06.02.2014 günlü nüshasında “kültür servisi” çıkışlı yazısında belirtildiği gibi “Chaplin’in tek romanı gün ışığına çıkmıyor. Bunu “uzun süredir Chaplin’in biyoğrafi yazarı David Robinson” da söylese bu böyle değil.

1954 yılında Çağlayan Yayınları’nda Sahne Işıkları olarak Türkçe yayınlanmış hali elimin altında. Kitabı 1981 yılında bir sahaftan (belki de bir kaldırımda) aldım. Okudum diyemem çünkü yine Chaplin’in çektiği (yaptığı / hem yönetip hem oynadığı) Limelight’ı seyretmiştim. Film bizde Chaplin ile özdeşleştirilmiş filmdir. Oysa Chaplin özellikle sessiz sinema döneminde asıl baş eserlerini vermiştir. Hatta -karıştıranlar olabilir- City Lights (1931) filminde ilk kez sesi kullanmaya başlaması bu filmin bir özelliğidir ama bu film sinema dünyasında Limelight’tan daha itibarlıdır. Limelight (1952) da kaynaklık eden Footlights romanı da pek çok kişi tarafından bilinmeyebilir (çok şükür ben onlardan değilim) ama yeni bulunmuş bir roman da değildir. Yukarıda da yazdığım gibi, kitap bizde 1954 yılında Çağlayan Yayınları tarafından basılıp yayınlanmıştır. Kitap Reşat Nuri Güntekin’in Gizli El romanı ile birlikte önlü arkalı yayınlanmıştır. Sahne Işıkları kitabı bittikten sonra Gizli El romanı başlamaz. Sahne Işıkları’nı ters çevirmek ve arkasında yeni bir kapak ile (Gizli El’in kapağı) ile karşılaşmak garip bir durum değildir.

İmdi, bu kitabın yeni bulunduğunu, kitabın, İtalya’da eski filmlerin restorasyonunu yapan Cineteca di Bologna Enstitüsü tarafından yayınlanarak önümüzdeki ay Londra’da piyasaya çıkarılacağını okumak, kitabın 1954 yılında ülkemizdeki yayınlanmış basımını elimde tutarken -bana – biraz garip geldi. Sinema ile ilgili kişiler Charles Chaplin’i bilmiyorlarsa bu bir ayıptır, biliyorlarsa da, Limelight’ın bir romandan (hem de Chaplin’in bir romanından) kaynaklandığını bilmiyorlarsa bu bir kayıptır. Bunu dahi biliyorlarsa, bu kitabın 1954 yılında (sonrada ikinci bir basımı daha yapılmış) ülkemizde basılmış ve yayınlanmış olduğunu da öğrensinler.

Tekrar diyorum ki, son dönemlerin en cilâlı filmlerini sinema zannedenlerin Charles Chaplin’den [hadi bizdeki yaygın adı ile söyleyeyim, Charlot’tan (Şarlo’dan)] öğrenecekleri daha çok şey var.

*****

Sinemamız, yurt dışında ünlenen bir kısım filmlerin yerli uyarlamalarını yapmıştır. Sahne Işıkları da bundan kurtulamazdı. 1973’de Nejat Saydam Limelight’ın yerli uyarlamasını Gülerken Ağlayanlar diye yapar. Charles Chaplin’in rolünü (eski bir aktör rolü ile) Yıldırım Önal, balerin Clara Bow’un rolünü (çadır tiyatrosunda kantoculuk yapan) Perihan Savaş oynar. (Birde üvey oğul var, herhalde aktör eskisinin oğlu / ben Chaplin’in filminde böyle bir tip’in olduğunu hatırlamıyorum. !!??) Başka bir uyarlama olmadığını iddia etmiyorum, olabilir… Birde “sinemamızda” yapılan edebiyat uyarlamaları ile ilgili kitabımızda bu filmin Charles Chaplin’in filminin (kitabın değil) uyarlaması olduğu için yer almadığını belirtmek gerekir. Aslında Chaplin de kendinden bir uyarlama yaptığı için, yabancı edebiyat eserlerinden yapılan uyarlamaların yer aldığı listeye (sadece liste) bu filmin/romanın da konulması gerektiğini düşünüyorum. Konu sinema/edebiyat, olunca mutlaka bir eksiklik oluyor. Bakalım bu kusurları ne zaman sonlandırabileceğiz.

*****

Vah, Yeşiçam Vah!

Cumhuriyet Gazetesi’nde Devlet Tiyatroları eski oyuncusu Haldun Marlalı’nın ölüm haberini okuyunca, sadibey.com’u arayarak haberi verdim; Sadi Bey de bana Naci Erhun’un da vefat ettiğini söyledi. Cenazesi 14 Şubat’ta kaldırılacaktı. Camiye gittiğim zaman sinema muhitinden sadece üç kişinin (İzzet Günay, Yılmaz Atadeniz ve Suna Selen) olduğunu gördüm. Naci Erhun’un vefat haberini de Sadi Bey’e Suna Selen bildirmişti.

Naci Erhun kimdi? 1932 doğumlu idi. Bir süre IDHEC’de (2 yıl) öğrenim görmüş, sonra İsveç’e gitmiş, burada Ingmar Bergman’ın Barabbas filminde rol almış (1951-52). (Bu bilgi Erman Şener tarafından verilmektedir. Elimde mevcut Bergman’la ilgili kitaplarda Bergman’ın böyle bir filmine rastlayamadım. Belki benim eksik bilgim veya Şener’in bir karıştırması olabilir.)

Naci Erhun, Azrailin Habercisi (Atıf Yılmaz), Şoför Nebahat ve Kızı (Süreyya Duru), Ailenin Yüz Karası (Aram Gülyüz), Fırtına Beşler (Aram Gülyüz), Tilki Selim (Nişan Hançer), Bana Kurşun İşlemez (Alaattin Perveroğlu, Yılmaz Güney), Büyük Cellatlar (Yılmaz Duru), Son Gece (Memmduh Ün), Gönüllü Kahramanlar (Tunç Başaran), İngiliz Kemal (Ertem Eğilmez), Kaçaklar (Şerif Gören, Yılmaz Güney), Cesurlar (Tunç Başaran), Delioğlan (Tunç Başaran), Korkusuz Beşler (Yücel Uçanoğlu) , Vur (Tunç Başaran), Hz. Ömer’in Adaleti (Osman F. Seden) ve Şaka Yapma (Osman F. Seden) gibi filmlerde oynamış. Bu arada 50’li yılların başında bir kısım filmlerde oynayan Sabiha İzer ile evlenmiş.

Naci Erhun son yıllarda Londra’da yaşamakta idi. Şimdiki sinemacılarımız O’nu tanımayabilir fakat -sanırım- eskiler de unutmuşlar. Baksanıza (bir kısmına haber de verildiği halde) Teşvikiye Camii’nin bahçesine sadece üç kişi gelebildi, birde cenaze gittikten sonra bahçede Nuri Sesigüzel’i gördüm. Yeşilçam bitmiş olabilir… fakat daha Yeşilçam’lılar bitmedi… ama dikkat, onlar da yavaş yavaş -sıraya da bakmadan- (belkide hızlı) gidiyorlar, Yeşilçam’ın izleyicileri de bitecek bir gün, o zamana sinema kalırsa…

(15 Şubat 2014)

Orhan Ünser

Scorsese – DiCaprio Ortaklığının Beşinci Ürünü Tam Bir Başyapıt: Para Avcısı

Bu Yazıda Neler Bulacaksınız?

* Bu Yazıda Martin Scorsese ve Leonardo DiCaprio’nın Çok Samimi Konuşmaları/İtirafları Temel Alınmıştır!
* Leonardo DiCaprio Hangi Rolü Brad Pitt’in Elinden Çaldı?
* De Niro’yla On Filmde Çalışan Scorsese’yi DiCaprio DeNiro’dan Nasıl Kopardı?
* Scorsese ve DiCaprio Nasıl Ayrılmaz Kanka oldu?
* Bir Dönem Seyircisiz Kalan Filmler Yapan Yönetmenin Şu Andaki Durumu Ne?
* Çok Sayıda Filmi Fena Halde Batan Scorsese’nin Gişedeki Fiyaskoları Hangileri?
* Çaykovski’nin Melek Yatırımcısı Bayan Meck’ti; Scorsese’nin ki Kim?
* “The Wolf of Wall Street-Para Avcısı” Sinemalara Üç Saatlik Uzunluğuyla Geldi; Filmin İlk Uzunluğu Ne Kadar Sürüyordu?
* Bernardo Bertolucci’nin “Novecento-1900”ü nasıl onun “Savaş ve Barış”ıysa, Scorsese’nin “Salo, Sodom’un 120 Günü”, “Caligula”sı Hangi Film?
* “Taksi Şoförü”nden De Niro ve Cybill Shepherd, “The Wolf of Wall Street”ten Jonah Hill Kaç Para Kazandı?
* Scorsese “Zindan Adası” ve “Hugo”dan Kaç Para Kazandı?
* Scorsese ve DiCaprio’nun Çocukluklarındaki Benzer Noktalar Neler? Babalarıyla İletişimleri Nasıl Gelişti? Babaları Onların Sinema Sevgisini Nasıl Geliştirdi ve Yönlendirdi?

Geçen yıl İngiliz Casus Arabistanlı Lawrence’ı yetiştiren, Thomas Edward Lawrence’ın Ustası “Casusların Kraliçesi” Gertrude Bell rolünü beyazperdede canlandırabilmek için Naomi Watts, Angelina Jolie ve Nicole Kidman arasında amansız bir mücadele yaşandı. Sonuçta “Mata Hari”den sonraki en büyüleyici kadın casus Gertrude Bell rolünü Nicole Kidman elde etti… “The Wolf of Wall Street”in beyazperde telif hakları için de Brad Pitt ile Leonardo DiCaprio’nun film yapım şirketleri savaştı. Burada kazanan ise DiCaprio oldu… DiCaprio “The Wolf of Wall Street”le hem oyuncu, hem de yapımcı dalında Oscar adaylığı ve kamyon yüküyle para kazandı. DiCaprio’nun Oscar adaylıkları beşe ulaştı.

Beş Evlilik Üç Çocuk

Martin Scorsese 17 Kasım 2013’te 72 yaşına bastı… 1.63 boyundaki dev adam beş evlilik, dört boşanma ve üç de çocuk sahibi… “Zindan Adası”ndan üçbuçuk milyon dolar, “Hugo”dan 10 milyon dolar ücret almış… Son görünümü ABD Dış İşleri eski Bakanı Henry Kissinger’ı andırıyor.

Scorsese en uzun insan yaşamının bile çok kısa olduğunu bildiğinden kalan yaşam süresine birbirinden unutulmaz filmler sığdırmak için büyük bir gayret ve hırsla çalışıyor, üretiyor. Çok sayıda yeni film projesi var.

Scorsese Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ının Kurtarılmasında da Öncülük Yaptı

“Woodstock” (1970) adlı belgeselde yönetmen yardımcılığı ve kurguculuk yaparak film sektörüne adım atan ve bugün mesleğinde zirveye (Nirvana’ya) ulaşmış bilge Scorsese’nin faaliyetleri Metin Erksan’ın 1964 Berlin Film Festivali’nde Büyük Ödül Altın Ayı’yı kazanan “Susuz Yaz”ının negatifinin onarılarak gelecek kuşaklara bırakılmasından, Fas Marakeş’teki festivali himayesine alarak dünyanın en önemlileri arasına katmasına kadar uzanıyor… Sinema dünyasının Birleşmiş Milletler Teşkilatı olsaydı oy birliğiyle Martin Scorsese bunun ebedi Başkanı olurdu.

Scorsese’nin “Salo, Sodom’un 120 Günü” ya da “Caligula”

Bernardo Bertolucci’nin “Novecento-1900”ü nasıl onun “Savaş ve Barış”ıysa, Scorsese’nin en yeni filmi “The Wolf of Wall Street” onun “Salo, Sodom’un 120 Günü”, “Caligula”sı ya da “Captains and the Kings-Kaptanlar ve Krallar”ı… Yönetmenin “Goodfellas-Sıkı Dostlar”ıyla ve “Casino”suyla akrabalıkları olan bir film “The Wolf of Wall Street.” DiCaprio “Filmimiz Kubrick’in ‘Doktor Strangelove’ı gibi bir hiciv, kara komedi,” diyor.

Tony Curtis’in Baş Rolünde Olduğu “Sweet Smell of Success-Başarının Tatlı Kokusu”

Martin Scorsese, DiCaprio’nun “The Wolf of Wall Street”de canlandırdığı karakterle Tony Curtis’in Türkiye sinemalarında “Başarının Tatlı Kokusu” adıyla gösterilen “Sweet Smell of Success” (1957) adlı filmdeki karakter arasında akrabalıklar bulunduğunu söylüyor.

İlk Kurgusunda “The Wolf of Wall Street” Dört Saat Beş Dakika Sürüyordu

Kısıtlı bir zaman diliminde çekilen ve plânlanan çekim takvimini aşmadan tamamlanan “The Wolf of Wall Street”in Scorsese’nin evinde yapılan kurgusu bir yıl sürmüş. İlk hali 4 saat beş dakikaymış, bu süre üç saate indirilmiş. Örnek vermek gerekirse uçaktaki uyuşturucu ve seks partisi kısaltılmış. Ancak, filmin gösterime sunulan son hali tam beş filmdir birlikte çalışan Scorsese-DiCaprio ikilisinin içine sinmiş… Yedi Oscar adaylığı kazanan ve üç Scorsese filmiyle “Raging Bull”, “The Aviator-Göklerin Hakimi” ve “Departed-Köstebek”le Oscar kazanan kurgucu Thelma Schoonmaker 1970’lerin son yılından bugüne Scorsese ile sinema tarihine geçen işbirliğini sürdürüyor.

Yönetmenin Batan Filmleri; O Kadar Çok ki!

Martin Scorsese filmleri bir zamanlar boş salonlara gösterilirdi. ”The King of Comedy-Kahkahalar Kralı” kelimenin tam anlamıyla batmıştı! “The Wolf of Wall Street-Para Avcısı”yla Scorsese şeytanın bacağını kırdı ve dünya sinemalarında üç yüz milyon dolara yaklaşan bir gişe hasılatına ulaştı.

* Bir milyon 300 bin dolara malolan “Taksi Şoförü” çok para kazandı. Sadece Kuzey Amerika hasılatı 28 milyon doları geride bıraktı.

* The Age of Innocence-Masumiyet Yaşı / 34 milyon dolara mal oldu ve Kuzey Amerika hasılatı 32 milyon dolarda kaldı. Yönetmenin çağın en büyük oyuncularından Daniel-Day Lewis’le iki işbirliğinden biri. Diğeri: “Gangs of New York-New York Çeteleri”

* Hugo / 170 milyon dolarlık maliyeti ve 185 milyon dolarlık dünya hasılatıyla battı. Bu film Scorsese’ye Altın Küre, görüntü yönetmenine ve ses miksçisine Oscar kazandırdı.

* Oyuncusuna (Robert De Niro) ve kurgucusuna Oscar kazandıran “Raging Bull”da 18 milyon dolarlık maliyete ve 23 milyon dolarlık Kuzey Amerika hasılatına sahip oldu.

* Cape Fear / 35 milyon dolarlık maliyetiyle 182 milyon dolarlık bir dünya hasılatına ulaştı. Başka bir filmin yeni çevrimiydi.

* Üç saatlik “The Wolf of Wall Street-Para Avcısı”yla benzer bir uzunluğa (2 saat 58 dakika) sahip “Casino” 52 milyon dolarlık bütçeye ve 116 milyon dolarlık bir dünya hasılatına sahipti. “Casino” Sharon Stone’a Altın Küre ödülü kazandırdı. Scorsese “Casino”yla Oscar ve Altın Küre adaylığıyla yetindi.

* The King of Comedy-Kahkahalar Kralı / 20 milyon dolara maloldu ve Kuzey Amerika hasılatı 2 milyon da kaldı. Tam bir gişe faciasıydı.

* The Last Temptation of Christ-Günaha Son Çağrı’nın senaryosunu “Taksi Şoförü”nün dahi yazarı Paul Schrader Nikos Kazancakis’in aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlamıştı. Yedi milyon dolarlık bütçeli filmin Kuzey Amerika hasılatı 8 milyon dolar da kalınca bu yapım da battı.

* The Wolf of Wall Street / Dünya hasılatı 300 milyon doları geride bırakmak üzere. Gösterimi sürüyor.

* Jodie Foster’ın küçük bir rolde olduğu “Alice Doesn’t Live Here Anymore-Alice Artık Burada Yaşamıyor”un Kuzey Amerika hasılatı 18 milyon doları geride bıraktı. Bütçesi 1 milyon 800 bin dolar olan bir film için büyük bir başarıydı bu.

* Liza Minnelli ve Robert De Niro’lu “New York, New York” 14 milyon dolarlık yapım bütçesi ve 16 milyon dolarlık Kuzey Amerika hasılatıyla tam başarısızlık olarak tarihe geçti; bu film dört dalda Altın Küre adaylığı kazanmasına rağmen Oscar adaylığı da elde edemedi.

“Servet, Dürüst Yollardan Kazanılmayan Çok Para Baştan Çıkarır, Yoldan Çıkarır.”

ABD Film Sansür ve Denetleme Kurulu (Motion Picture Association of America) “The Wolf of Wall Street”teki cinsellik imgelerinin azaltılmasından yana tavır koymuş. Çünkü film para dini kapitalizmin Kabe’si Wall Street’te çok para kazanmak için yasadışı yollara sapan ve elde edilen çok parayla zaaflarının esiri olan, seks ve uyuşturucuya batan açgözlü, doyumsuz insanların yükselişinin ve düşüşünün gerçek öyküsü. Çok para ve güç elde etmenin bedeli üzerine bir film bu… Balzac’ın ünlü sözünü hatırlayın: “Her büyük servetin arkasında büyük suçlar gizlidir. ”

“The Wolf of Wall Street” 26 yaşındaki bir adamın yanında bine yakın insan çalıştırarak binlerce insanı dolandırmasının ve onlardan milyar dolar çalmasına rağmen dört yıllık hapis cezasına mahkûm olmasının ve sadece iki yıldan az cezaevinde kalmasının gerçek öyküsü…

Scorsese kapitalizm sistemine sert eleştirilerle ve gerçekçi (küfüre, argoya boğulmuş) diyaloglarla dolu “The Wolf of Wall Street”te olup bitenleri anlatırken kendini kısıtlamadı, otosansüre başvurmadı. “Godfather”da ya da “The Silence of the Lambs”da yapılanı yapmadı; itici, kötü niyetli, ahlâksız, vicdansız, doyumsuz karakterlerini sinemaseverlere sempatik göstermek istemedi. Bu bir seri katili ya da eli kanlı mafya babasını şirin gösteren, rol modeli olarak sunan, Makyavelist/şeytani karakterlerine hayranlar kazandıracak filmlerden hiç değil.

Argo Sözcük Rekorunu Kıran Film: “The Wolf of Wall Street”

“The Wolf of Wall Street” diyaloglarındaki argo/edepsiz sözcük bolluğuyla “Summer of Sam” (Spike Lee filmi), “Casino” (Scorsese filmi) ve “Goodfellas-Sıkı Dostlar”a (Scorsese filmi) fark atarak da şimdiden Hollywood tarihine geçti!

PETA’nın Protestosu ve DiCaprio’nun Dünya Doğayı Koruma Vakfı’na 3 Milyon Dolarlık Çok Cömert Bağışı

Öte yandan, “The Wolf of Wall Street”, DiCaprio’nun canlandırdığı Belfort karakterinin kucağında şempanze olduğu için PETA gibi hayvan hakları kuruluşlarının kara listesine alınmış durumda. Hayvan hakları aktivistleri bir şempanzeyi film çekimlerinde kullanmanın ona işkence etmekten hiçbir farkı olmadığını söylüyor.

DiCaprio’nun 2013’te Nepal kaplanlarının varlığını sürdürebilmesi için (Dünya Doğayı Koruma Vakfı’na; WWF) 3 milyon dolar bağışladığını da yeri gelmişken hatırlatmak istiyorum.

Scorsese ve DiCaprio’nun Çocukları ve Babalarıyla İletişimleri. DiCaprio’nun Scorsese Hayranlığı Nasıl Başladı?

Scorsese ile DiCaprio’nun yaşamlarındaki ortak nokta çocukluklarında sinema filmi hazinelerini babalarıyla (Charles Scorsese 1913-93; George Paul DiCaprio 1943 doğumlu) birlikte keşfetmeleri. Bu benzer geçmiş onları yakınlaştırmış. DiCaprio’nun babası, Scorsese-De Niro işbirliğine oğlunun dikkatini çekmiş. Leonardo DiCaprio “Taksi Şoförü”nden itibaren fanatik bir Scorsese hayranı olup çıkmış. Bugün 200 milyon doların üzerinde bir kişisel servete sahip olan DiCaprio küresel çapta popülerliğini Scorsese ile çalışmak için fırsatlar yaratmak için kullanmış. Adeta Scorsese’yi Robert De Niro’dan çalmış! “Aviator-Göklerin Hakimi” Scorsese ile DiCaprio dostluğunun temelinin atıldığı film olmuş; bu dönemde aralarından su sızmamaya başlamış. Scorsese “Göklerin Hakimi”nde canlandırılan iş adamı, girişimci,mucit Howard Hughes (1905-76) karakterinden adeta büyülenmiş. ”Adam usta pilottu, uçak kullanıyordu; ancak kapı koluna dokunamıyordu!” diyor.

DiCaprio Brad Pitt’i Bozguna Uğratıyor! 19. Yüzyılın İşkadını Meck ile DiCaprio Arasındaki Benzerlikler Neler?

DiCaprio “New York Çeteleri”ni de “The Wolf of Wall Street”i de Scorsese’ye getiren adam. “The Wolf of Wall Street”i bu filmde oynamak isteyen Brad Pitt’in elinden (ç)almış! DiCaprio’nun Scorsese’nin yaşamındaki yerini anlamak için 19. yüzyıldaki bir dostluk ilişkisini hatırlamak gerekiyor: Rus besteci Çaykovski’ye karşılık beklemeden sponsor olarak onun ölümsüz eserler vermesini sağlayan, ona hayatı kolaylaştıran Rus işkadını Nadezhda Nadia von Meck (1831-94) olmuştu… DiCaprio, ustaların ustası, toprağı bol olsun David Lean’in bile “Mahatma Gandhi Film Projesi”ne para bulamadığı, bir başka usta Visconti’nin Marcel Proust uyarlaması “Kayıp Zamanın İzinde” için yapımcı bulamadığı bir dünyada Martin Scorsese’nin melek yatırımcısı olmuş çıkmış.

Scorsese Dolandırıcı Belfort’la Bir Araya Gelmemeye Özen Gösterirken DiCaprio Dolandırıcıyı Canlandırdığından Onunla Buluşarak Tüyolar Aldı!

Çekimler öncesinde ve sırasında DiCaprio “The Wolf of Wall Street”de canlandırdığı Jordan Belfort (1962 doğumlu) ile birçok kez bir araya gelerek yaşam öyküsünü dinlemeye ve onun yaptığı açıklamalara, özeleştirilere bol bol zaman ayırmış. Scorsese bu buluşmalara katılmamış! Adeta dolandırıcıdan köşe bucak kaçmış.

Scorsese Çok Karamsar

Scorsese günümüzde düşük bütçeli filmlerin bile para (yapımcı) bulmakta zorlandığını söylüyor. Yetişkinler için film yapanların para bulmasının gün geçtikçe zorlaştığını sözlerine ekliyor.

Scorsese DiCaprio’nun Projelerine Para Bularak Mucize Yarattığına İnanıyor!

DiCaprio, Scorsese ile çalışarak büyük stüdyo sistemi dışından para bulabildiklerini söylüyor ve bundan dolayı çok mutlu olduğunu sözlerine ekliyor.

“The Wolf of Wall Street” Beş Dalda Oscar, İki Dalda Altın Küre Adaylığı Elde Etti

Bugüne kadar yönetmen dalında sekiz kez Oscar adaylığı elde eden ve bir Hong Kong filminin yeni çevrimi olan “Departed-Köstebek”le Oscar’ı kazanan Martin Scorsese yeni filmi “The Wolf of Wall Street”le beş dalda Oscar ödülü adaylığı elde etti. Filmin Oscar’a aday gösterildiği dallar şöyle: en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi uyarlama senaryo (Terence Winter),en iyi erkek oyuncu (DiCaprio), en iyi yardımcı erkek oyuncu (Jonah Hill; Hill bu rolü için 60 bin dolar ücret aldı)

Aynı zamanda iki dalda(yılın en iyi güldürüsü ve erkek oyuncusu: Leonardo DiCaprio) Altın Küre adayı olan “The Wolf of Wall Street-Para Avcısı” para piyasasının seçkinlerinin sefahat alemlerine odaklanarak, onların “tatlı ve lüks hayatını” gerçeğe en yakın şekilde sergileyerek, Kapitalizm dinindeki yozlaşmayı ve çürümeyi tüm çıplaklığıyla beyazperdeye getiriyor!

“The Wolf of Wall Street”in Diğer Ödül Adaylıkları

“The Wolf of Wall Street” ABD Senaryo Yazarları Birliği tarafından yılın en iyi beş uyarlama senaryosundan biri seçildi… Producers Guild of America-Amerikan Yapımcılar Birliği’ne göre de “The Wolf of Wall Street” yılın en iyi on filminden biri.

“The Wolf of Wall Street”, bir güveni kötüye kullanma öyküsü… Gerçek bir yaşam öyküsüne ve iki anı kitabına dayanıyor. Hırslı, açgözlü, açıkgöz, insanları aldatmaktan daima büyük bir haz duyan Jordan Belfort (1962 doğumlu) yüksek miktarda para sahibi olabilmek için yapmayacağı düzenbazlık olmayan ve bunun bedelini ödemeye de hazır bir borsacıdır. Kanunları çiğneyerek, insanları aldatarak elde ettiği büyük serveti günü gününe harcamayı da ihmal etmez. Uyuşturucu kullanır, lüks hayatın, tatlı hayatın ve saatlik ücreti cep yakan fahişelerin bağımlısıdır.

“The Wolf of Wall Street” Başka Hangi Filmlerle Akraba?

Oliver Stone’un “Wall Street-Borsa” ile “Wall Street: Money Never Sleeps-Borsa: Para Asla Uyumaz”ıyla ve Steven Spielberg’ün “Catch Me If You Can-Sıkıysa Yakala”sıyla akrabalıkları olan bir yapımla karşı karşıyayız.

“The Wolf of Wall Street” yönetmen Martin Scorsese ve oyuncu Leonardo DiCaprio’nun beşinci işbirliğidir.

“What’s Eating Gilbert Grape” (1993), “The Aviator” (2004), “Blood Diamond” (2006), “The Wolf of Wall Street”le (2013) ile oyunculuk dalında Oscar adaylığı kazanan oyuncu Leonardo DiCaprio “The Wolf of Wall Street”in yapımcıları arasında. Bu nedenle de beşinci Oscar adaylığını elde etti.

“The Wolf of Wall Street”in oyuncu kadrosunda “The Artist”le Oscar kazanan Fransız Jean Dujardin de var. Bütçe: 100 milyon dolar.

Küresel Süperstar Leonardo DiCaprio’nun Film Film Kazançları:

* The Basketball Diaries / 1 milyon dolar
* J. Edgar / 2 milyon dolar
* Titanic / 2 buçuk milyon dolar
* The Beach / 20 milyon dolar
* Catch Me If You Can / 20 milyon dolar
* The Aviator / 20 milyon dolar
* The Departed / 20 milyon dolar
* Blood Diamond / 20 milyon dolar
* Inception / 59 milyon dolar

Scorsese ve DiCaprio’nun Diğer Ortak Filmleri:

* New York Çeteleri-Gangs of New York / Bütçe: 97 ila 100 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 193 milyon dolar.
* Göklerin Hakimi-The Aviator / Bütçe: 110 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 213 milyon dolar.
* Köstebek-The Departed / Bütçe: 90 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 289 milyon dolar.
* Zindan Adası / Bütçe: 80 milyon dolar / Dünya sinema hasılatı: 294 milyon dolar.

Scorsese’nin Ödülleri:

* En iyi filmlerinden “Taksi Şoförü-Taxi Driver”la Oscar ödülüne aday olamaması tam bir skandal olarak kabul edilmektedir.

* “Raging Bull”, “Günaha Son Çağrı-The Last Temptation of Christ”, “Sıkı Dostlar-Goodfellas”, “New York Çeteleri-Gangs of New York”, “Göklerin Hakimi-The Aviator”, “Köstebek-The Departed”, “Hugo” ve “The Wolf of Wall Street”le yönetmen dalında Oscar adaylığı elde etmiş ve “Köstebek”le Oscarı kucaklamıştır.

* Cannes Festivali’nde “Geç Saatler-After Hours”la yönetmen, “Taksi Şoförü”yle Altın Palmiye ödülünü kazanmıştır.

* “Geç Saatler”, “Kahkahalar Kralı-The King of Comedy” ve “Alice Artık Burada Oturmuyor-Alice Does’nt Live Here Anymore” adlı filmleri de Altın Palmiye adaylığı elde etmiştir.

Martin Scorsese’nin Yönettiği Robert De Niro Filmleri:

* “Mean Streets” (1973)

* Taxi Driver (1976) De Niro ve Cybill Shepherd bu filmden 35’er bin dolar ücret aldı; De Niro bu rolüyle Altın Küre ve Oscar ödüllerine aday gösterildi… Bu filmin senaryosunu Scorsese’ye meslekdaşı (mevkidaşı) Brian De Palma iletti. Senaryoyu yazan Paul Schraeder için Scorsese “O bir dahi,” diyor. Türkiye’de 1 Aralık 1977’de gösterilmeye başlanan “Taksi Şoförü” yılın en iyi filmi, özgün müziği (Bernard Herrmann), erkek oyuncusu (De Niro) ve yardımcı kadın oyuncusu (Jodie Foster) dallarında Oscar; yılın en iyi erkek oyuncusu (De Niro) ve özgün senaryosu dallarında da Altın Küre adaylığı elde etti. Filmin yönetmen ve senaryo dalında Oscar’a, yine yönetmen dalında Altın Küre’ye aday gösterilmemesi bugün tam bir skandal olarak kabul ediliyor.

* New York, New York (1977) / De Niro bu rolüyle Altın Küre adaylığı elde etti.

* Raging Bull (1980) / De Niro bu rolüyle Altın Küre ve Oscar kazandı.

* The King of Comedy (1983)

* Goodfellas (1990)

* Cape Fear (1991) / De Niro bu rolüyle Altın Küre ve Oscar adaylığı elde etti.

* Casino (1995)

Not: “Guilty by Suspicion” (1991) oyuncu kadrosunda ve “Shark Tale” (2004) seslendirenler kadrosunda Scorsese ve De Niro bir araya geldi.

Mafya Babalarıyla Yakın Dostluklarıyla ve Şiddete Düşkünlüğüyle Ünlü Şarkıcı Sinatra Beyazperdede Canlandırılacak

“Şu rock’n roll’unla müziği sen katlettin. Müzik piyasasının başına gelenler hep senin suçun. Bu ülkede (Amerika Birleşik Devletleri) müziğin içine sen ettin… -You ruined music with your rock and roll. It’s your fault what’s happened to the music business. You’ve destroyed music in this country…”

Yaşam öyküsü Oscar ödüllü yönetmen Martin Scorsese tarafından çok yakında sinemaya uyarlanacak efsanevi şarkıcı Frank Sinatra, Türk asıllı Amerikalı işadamı, Atlantic Records (Atlantic Plak ve Müzik Şirketi) Sahibi Ahmet Ertegün’le (doğumu: 31 Temmuz 1923, İstanbul – ölümü: 14 Aralık 2006, New York) bir davette yüz yüze gelince Ertegün’e işte bu sözlerle hakaret etmişti.

Efsanevi yönetmen Martin Scorsese, “Frank Sinatra Biyografisi” olan yeni sinema filmine hazırlanıyor. Adı henüz belli olmayan filmde dünya sinema tarihinin en seçkin oyuncu ve şarkıcılarından, “A Star Is Born-Bir Yıldız Doğuyor” (1954) ve “Judgment at Nuremberg Nuremberg Mahkemesi”yle (1961) iki kez Oscar adaylığı kazanan Judy Garland’ı 1976 doğumlu Tammy Blanchard canlandırabilir.

Tammy Blanchard, “Life with Judy Garland: Me and My Shadows” adlı TV dizisinde de Judy Garland’ı canlandırmıştı.

Martin Scorsese, Judy Garland’ın oyuncu ve şarkıcı olan kızı Liza Minnelli’yle “New York New York” (1977) adlı filmde birlikte çalışmıştı. 12 Mart 1946 doğumlu Liza, Judy Garland’ın yönetmen Vincente Minnelli’yle olan evliliğinden dünyaya gelen kızı… Liza Minnelli, “The Sterile Cuckoo/Pookie-Bahar Rüzgarı” (1969) ile Oscar adaylığı, “Cabaret-Kabare”yle de (1972) Oscar ödülü elde etmişti.

Martin Scorsese’nin yeni filminde (“Frank Sinatra Biyografisi”) Judy Garland’ın yönetmen Vincente Minnelli’yle 1951’de biten evliliğinden sonra Frank Sinatra’yla yaşadığı ilişki de konu ediliyor. Judy Garland, Sinatra’nın üçüncü kocası olmasını çok istemiş ancak bu amacına bir türlü ulaşamamıştı. Judy Garland, 15 Haziran 1945 ile 29 Mart 1951 tarihleri arasında süren Vincente Minnelli’yle evliliğinden sonra Frank Sinatra’ya aşık oldu. O sıralarda Joan Blondell’e Sinatra’yla evlenmek üzere olduklarını bile söylemişti. Judy Garland, bir gece Frank Sinatra’yı evine, baş başa bir akşam yemeğine davet etti ve Frank Sinatra bu daveti kabul etti. Garland, gümüş takımlarla donatarak iki kişilik şahane bir akşam yemeği masası hazırlattı ve Frank Sinatra yemeğe gelmeyerek kadına bir nevi hakaret etti. Frank Sinatra hayatının aşkı Ava Gardner tarafından aşağılanmasının intikamını çevresinde pervane olan kadınlardan almaya çalışacaktı.

Martin Scorsese’nin “Frank Sinatra Biyografisi”nde Clive Owen’ın canlandırması beklenen oyuncu Peter Lawford (1923-1984) Frank Sinatra ve Judy Garland’la ilgili bir tanıklığını şöyle anlatmıştı:

“Bir zamanlar Palm Springs’teki bir partide zavallı bir kıza, hangi sebeple bilinmez, aşırı içkili olan Frank Sinatra öyle bir yumruk patlattı ki, vurduğu gibi onu camdan öbür tarafa geçirdi. Yerler cam kırıkları ve kanla kaplanmıştı. Kızın kolu neredeyse kopmuştu. Jimmy Van Heusen kızı hastahaneye zor yetiştirdi. Frank Sinatra daha sonra kızı paraya boğarak hayatını kurtardı ve olan biten her şey ört bas edildi. Ama Frank Sinatra’nın zavallı kızcağıza saldırmasını ve onu öldürmeye kalkışmasını, izleyen Judy Garland ve benim korkudan titreşerek bakıştığımızı hiç unutamam.”

“From Here to Eternity-İnsanlar Yaşadıkça” (1953) ile Oscar ödülü, “The Man With the Golden Arm” (1955) ile Oscar ödülü adaylığı kazanan Frank Sinatra, “An American in Paris-Paris’te Bir Amerikalı”yla (1951) Oscar adaylığı, “Gigi”yle (1958) Oscar ödülü kazanan yönetmen Vincente Minnelli’ye (28 Şubat 1903-25 Temmuz 1986) “Bir şeylerle meşgul olduğum sürece kendimi harika hissediyorum. Bu elimde olmayan bir şey. Hiç durmamalıyım. Bana bu konuda kimse (ne doktor, ne psikiyatr, ne de başka biri) yardımcı olamaz gibi geliyor. Sürekli ve kesintisiz hareket halinde olmalıyım,” demişti.

“Departed-Köstebek” adlı filmle Oscar ödülü kazanan yönetmen Martin Scorsese, “From Here to Eternity-İnsanlar Yaşadıkça”yla Oscar ödülü kazanan oyuncu ve şarkıcı Frank Sinatra’nın (1915-1998) yaşam öyküsünü, “Field of Dreams-Düşler Tarlası”yla Oscar ödülü adaylığı kazanan Phil Alden Robinson’ın ya da “Flightplan-Uçuş Planı”, “Hunger Games-Açlık Oyunları”, “Kaptan Phillips” ve “Color of Night-Gecenin Rengi”nin de senaryo yazarı olan Bill Ray’e yazdırdığı iki senaryodan birine dayanarak beyazperdeye getirmeye hazırlanıyor. Frank Sinatra’yı bu sinema filminde kimin canlandıracağı henüz belli değil.

Mario Puzo’nun çok satan romanından beyazperdeye uyarlanan “The Godfather-Baba” (1972) ile “The Godfather: Part 3-Baba 3” (1990) adlı filmlerde mafya babalarıyla, enseye tokat ilişkiler, sıkı dostluklar kurmaya bayılan, onların yardımlarıyla filmlerde istediği avantajlı rolleri elde eden Frank Sinatra’vari bir karakter (Johnny Fontane) yaratılmış ve bu karakteri Al Martino (1927-2009) canlandırmıştı.

Efsanevi Yönetmen Martin Scorsese “Frank Sinatra Biyografisi” Filmini Anlatıyor:

Soru: Frank Sinatra ile ilgili biyografi filmi projeniz hâlâ gündemde mi?

Martin Scorsese: Evet gündemde… İlk senaryo taslağı elimize ulaştı. Umarım yakında hayata geçiririz.

Soru: Frank Sinatra’yı şahsen tanıma fırsatı buldunuz mu?

Martin Scorsese: Hayır, sadece bir kere Los Angeles’te karşılaştık ve telefonda bir-iki kere konuştum. Hepsi o kadar…

Scorsese Tayvan’da 1600’lerin Japonya’sını Canlandırmaya Hazırlanıyor

Yönetmen dalında sekiz kez Oscar adaylığı elde eden ve bir Hong Kong filminin yeni çevrimi olan “Departed-Köstebek”le Oscar’ı kazanan Martin Scorsese yeni filmi “Silence”da James Clavell’ın romanından (1975) uyarlanan “Shogun” adlı televizyon dizisi ve sinema filmi (1980) gibi 1600’lü yılların Japonya’sına bir zaman yolculuğu yaptıracak.

“Silence” Shusaku Endo’nun 1966’da yayınlanan romanından sinemaya uyarlanacak. Scorsese filmi romanın 50. yıldönümüne yetiştirilecek.

Romanın ve filmin başkarakterleri Japonya’da Hıristiyanlığı yaymaya çalışan Avrupalı Cizvit rahipleri.

Bilindiği gibi, Cizvitlerin 1700’lü yıllarda Güney Amerika serüvenleri Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye’yi kazanan “Mission-Görev” (1986) adlı filme konu olmuştu.

“Silence”ın yapımcıları arasında “Rocky”le Oscar kazanan Irwin Winkler ile “Il Postino-Postacı”yla Oscar adaylığı elde eden Vittorio Cecchi Gori’de bulunuyor.

Filmin baş karakteri Portekizli genç Cizvit rahibi Sebastio Rodrigues rolü 1983 doğumlu Andrew Garfield’ın oldu… Garfield, Terry Gilliam’ın “Doktor Parnassus”, David Fincher’ın “Sosyal Ağ”, Marc Webb’in “İnanılmaz Örümcek Adam” ve Mark Romanek’in “Beni Asla Bırakma”sıyla üne kavuştu; “Sosyal Ağ”daki rolüyle Altın Küre adaylığı elde etti.

“Silence” için görüşülen ancak anlaşma sağlanamayan oyuncular ise Daniel Day-Lewis ve Benicio Del Toro.

Tayvan’da çekilecek ve 2015’te gösterilmeye başlanacak olan “Silence”da, Clint Eastwood’un “Letters from Iwo Jima-Iwo Jima’dan Mektuplar”ında, Edward Zwick’in “Son Samuray”ında, Christopher Nolan’ın “Inception-Başlangıç” ve “Batman Başlıyor”unda da oynayan Japon Ken Watanabe diğer başrolü üstlenecek.

Jay Cocks’un Diğer Senaryoları:

* Scorsese yönetiminde “Gangs of New York-New York Çeteleri”; Cocks bu filmdeki senaryosuyla Oscar adaylığı elde etti.

* Scorsese yönetiminde “Milano Mucizesi” olarak kabul edilen moda tasarımcısı Giorgio Armani’nin portresi olan “Made in Milan”

* Ken Russell’ın “Women in Love-Aşık Kadınlar”ıyla, Luchino Visconti’nin “Leopar”ıyla, Roman Polanski’nin “Tess”iyle ve Stanley Kubrick’in “Barry Lyndon”ıyla akraba “Scorsese filmi” “Age of Innocence-Masumiyet Çağı”; Cocks bu filmdeki senaryosuyla Oscar adaylığı elde etti.

* James Cameron’ın öyküsünü yazdığı, diğer senaryo yazarı olduğu ve yönetmen dalında Oscar kazanan tek kadın olan Kathryn Bigelow’un yönettiği “Strange Days-Tuhaf Günler”

* “De-Lovely-Cole Porter’ın Aşkı”

Yabancı Gözüyle Japonya ve Japonlar:

* “Madam Butterfly” (1904) Giacomo Puccini’nin operası
* “From Here to Eternity-İnsanlar Yaşadıkça” (1953) Fred Zinnemann
* “Teahouse of the August Moon-Çayhane” (1956) Daniel Mann
* “Sayonara-Elveda” (1957) Joshua Logan
* “Hell in the Pacific-Cehennemde İki Adam” (1968) John Boorman
* “Tora! Tora! Tora!” (1970) Richard Fleischer
* “Yakuza” (1974) Sydney Pollack
* “Shogun” (1980) Jerry London
* “Mishima: A Life Four Chapters” (1985) Paul Schrader
* “Empire of the Sun-Güneş İmparatorluğu” (1987) Steven Spielberg
* “Last Emperor-Son İmparator” (1987) Bernardo Bertolucci
* “Black Rain” (1989) Ridley Scott
* “Come See the Paradise-Gel Cenneti Gör” (1990) Alan Parker
* “Snow Falling on Cedars-Aşkın Sırları” (1999) Scott Hicks
* “Pearl Harbor” (2001) Michael Bay
* “Last Samurai-Son Samuray” (2003) Edward Zwick
* “Fear and Trembling-Şaşkın ve Ürkek” (2003) Alain Corneau
* “Memoirs of a Geisha-Bir Geyşanın Anıları” (2005) Rob Marshall
* “Flags of Our Fathers-Atalarımızın Bayrakları” (2006) Clint Eastwood
* “Letters from Iwo Jima-Iwo Jima’dan Mektuplar” (2006) Clint Eastwood
* “City of Life And Death/Nanjing!Nanjing!-Ölüm Kalım Şehri” (2009) Lu Chuan
* “Flowers of War-Savaşın Çiçekleri” (2011) Zhang Yimou
* Forty-seven Ronin / 47 Ronin” (2013) Carl Erik Rinsch

DiCaprio Yüzünü Eskitmekten Hiç Çekinmiyor!

Beyazperdede ve televizyon filmlerinde 1917’den bugüne kadar 70 kez değişik oyuncularca canlandırılan gizemli Rus şifacı Grigori Rasputin bir kez de “What’s Eating Gilbert Grape” (1993), “The Aviator” (2004), “Blood Diamond” (2006) ile “The Wolf of Wall Street”le dört kez oyuncu ve bir kez de yapımcı dalında Oscar adaylığı kazanan oyuncu Leonardo DiCaprio tarafından canlandırılacak…

Böylece yakında Obama gibi Nobel Barış Ödülü’ne layık bulunan 28. ABD Başkanı Wilson’ı da canlandıracak olan DiCaprio yüzünü biraz eskitmiş olacak…

Bilindiği gibi daha önce Atlantiği aşan ilk havacı Lindbergh’ün hayatını da kitaplaştıran Scott Berg tarafından yazılan “Wilson” biyografisinin film hakları geçtiğimiz günlerde satın alındı ve baş rolde DiCaprio’nun olacağı duyuruldu… Ancak Hollywood tarihçileri aynı yazarın Lindbergh biyografisinin (1998) film haklarının sıcağı sıcağına Steven Spielberg tarafından satın alındığını ve havacının Yahudi karşıtı faaliyetlerinin fark edilmesi üzerineyse filmden hemen vazgeçildiğini de hatırlatıyor.

Başkan Wilson ise 1913-2009 arasında onlarca sinema ve televizyon filminde canlandırılmış bir karakter…

Yetmiş Kez Sinema ve Televizyon Filmlerinde Canlandırılan: Rasputin Kimdir?

Okuryazarlığı bile son derece kısıtlı olan Rasputin Sibiryadan çıkıp Batı Rusya’ya doğru giden yollarda ilerlerken verdiği vaazlarla tanınmış, kısa sürede St. Petersburg’da Çarlık Rusyasının İmparatoriçesinin bir numaralı gözdesi olmuştu. Rasputin içkiye ve kadına doymazlığıyla da ün yapmıştı; en gözde eğlencesi evli ve güzelliği dillere destan aristokrat kadınları baştan çıkartmaktı…

Rasputin (1869-1916) Son Rus Çarı 2. Nikola’nın doktorların tedavisinde çaresiz kaldığı ve “Ne yazık ki, ölümü çok yakın zamanda gerçekleşecek!” dedikleri hemofili hastası tek oğlu Alexei’nin (1904 doğumluydu) iç ve dış kanamalarına yetenekleriyle (hipnotize ederek) son vererek Çariçenin(İmparatoriçenin) güvenini kazandı. Çocuğun çektiği dayanılmaz acılar bu kehanetleriyle de ünlü gizemli adam tarafından durdurulabiliyordu… Rasputin, sarkıntılıklarıyla, tecavüzleriyle çeşitli skandallara, çeşitli rezaletlere yol açtı bunların tümü İmparatorluk ailesinin baskısıyla örtbas edildi; Çariçeyle bile ilişkisi olduğu iddia edildi; Kraliyet Ailesi’yle yakınlığı bütün Rus halkının dedikodu konusu haline geldi; karikatürlere malzeme oldu; İmparatorluk Ailesi’ni elinde kukla gibi oynattığı iddiaları önce bütün Rusya’ya, sonra bütün dünyaya yayıldı… Alman casusu olduğu iddia edildi… Rasputin’in Rus Sarayı’nda yükseldiği günlerde, Rus ordusu Almanya, Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu karşısında Birinci Dünya Savaşı’nda ağır yenilgiler almaktaydı. Cepheden gelen kötü haberlerin ve cenazelerin ülke çapındaki yiyecek kıtlığı (açlık) ve karaborsayla birleşmesiyle Rusya’nın her yanına dalga dalga huzursuzluk yayılmaktaydı. Çariçe’nin gözdesi Rasputin işte bu sıralarda Kraliyet ailesi üzerindeki inanılmaz etkisini çekemeyen Aristokratlar tarafından öldürüldüğünde sadece 47 yaşındaydı… Cenazesi Çarlık ailesinin katıldığı törenle İmparatorluk Parkı’nda toprağa verildi. Komünist ayaklanmacılar ise Çarı devirdikten hemen sonra Rasputin’in cesedini mezarından çıkararak ateşe verdi.

Rasputin, ölümünden kısa bir önce bıraktığı notta, eğer Aristokratlar tarafından öldürülürse ülkede iç savaş çıkacağını, kanın gövdeyi götüreceğini, Rusya’daki tüm Aristokratların 1789 Fransız devriminde olduğu gibi ya öldürüleceğini ya da Rusya’dan kaçmak zorunda kalacağını öngörmüş ve kendisini öldürecekleri lânetlemişti. Kehanetine göre kardeşin kardeşinin boğazını keseceği dönem 25 yıl sürecekti.

Rasputin, öldürüldükten bir yıl sonra “The Fall of the Romanoffs” (1917) adlı sinema filminde Edward Connelly tarafından canlandırılmıştı… Bugüne kadar Rasputin’i konu Alan sinema ve televizyon filmlerinin sayısı yetmişi buldu…

Leonardo DiCaprio’nun Filmleri Her Dönemde Gişede Başarı Kazanıyor

Leonardo Caprio’nun baş rollerinden birini üstlendiği “The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby”nin dünya sinema hasılatı 351 milyon doları buldu…

Dünya sinemalarında 2 milyar 185 milyon dolar hasılat elde eden “Titanic”in ve yine dünya sinemalarında 825 milyon dolar hasılat sağlayan “Inception”ın baş oyuncularından biri olan DiCaprio bu yıl “The Wolf of Wall Street”le de (yönetmen: Martin Scorsese) çok iddialı…

Leonardo DiCaprio, Oscar ödüllü yönetmen Scorsese işbirliği böylece, 11 yılda, “Gangs of New York” (2002), “The Aviator” (2004), “The Departed” (2006) ve “Shutter Island”dan (2010) sonra, beşinci ürününü veriyor.

Martin Scorsese’nin Himayesinde Gerçekleşen Marakeş Festivali Bir Yıldız Gibi Parlıyor

Efsanevi yönetmen Martin Scorsese’nin özel desteğini arkasına alan Fas’taki Uluslararası Marakeş Film Festivali ve Yarışması 23 ülkeden katılan filmlerin ve dünya çapında ünlü, değerli, seçkin sanatçıların katılımıyla bu yıl göz kamaştırdı.

Açılış töreni İngilizce, Arapça ve Fransızca olarak Fas Devlet Televizyonu tarafından yayınlanan festival Fas’ı, Yeni Zelanda ve Malta’yla birlikte Hollywood’un en gözde film çekim mekânı haline getiren teşvikleriyle tanınan Fas Kralı 6. Muhammed’in desteğiyle gerçekleştirildi.

Marakeş Festivali seçici kurul başkanlığını yönetmen dalında sekiz kez Oscar ödülü adaylığı kazanan Oscarlı Martin Scorsese yaptı. Robert De Niro’yla sekiz, Leonardo Di Caprio ile beş filmde çalışmış efsanevi yönetmen en son “The Wolf of Wall Street”i yönetti.

Marakeş Film Festivali’nde Yaşam Boyu Başarı Ödülü Scorsese’nin “Casino”sundaki rolüyle Oscar adaylığı elde eden 55 yaşındaki Sharon Stone’a takdim edildi.

Marakeş Festivali’nin Diğer Katılımcıları:

Şarkıcı Edith Piaf’ın (1915-63) fırtınalı yaşamını konu alan “La vie en rose-Kaldırım Serçesi” adlı filmdeki Piaf rolüyle en iyi kadın oyuncu Oscar’ına ulaşan Marion Cotillard.

“Duvara Karşı” adlı filmi Berlin Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı, “Yaşamın Kıyısında” adlı filmi Cannes Festivali’nde Senaryo ödülü kazanan Fatih Akın.

“Pieces of April-Annemler Yemeğe Geliyor”la Oscar ödülüne aday gösterilen ve Scorsese ile “Shutter Island-Zindan Adası”nda çalışan seçkin oyuncu Patricia Clarkson.

“The Fisher King-Balıkçı Kral”la Altın Küre’ye, “Brazil”le Oscar ödülüne aday gösterilen yönetmen Terry Gilliam.

Hindistan Sinemasının Kraliçesi Deepika Pudukone… Pudukone’nin Kasım 2013’te gösterilmeye başlanan ve Shakespeare’in “Romeo ve Jülyet”inden uyarlanan müzikal,romantik, dram “Goliyon Ki Rasleela Ram-Leela” adlı filmi Hindistan’da şu anda bütün hasılat (30 milyon dolara yaklaştı) ve seyirci rekorlarını kırıyor.

Bollywood’un yeni Spielberg’ü ve “Goliyon Ki Rasleela Ram-Leela”nın yönetmeni Sanjay Leela Bhansali.

“Tangolar: Gardel’in Sürgünü” adlı filmini Yılmaz Güney’e ithaf eden “Sur-Güney” adlı filmiyle Cannes’da yönetmen ödülünü kazanan Arjantinli yönetmen Fernando Solanas.

“Prometheus”, “The Girl Who Played with Fire-Ateşle Oynayan Kız” ve “Sherlock Holmes: Gölge Oyunları”nın yıldızı Noomi Rapace.

Türkiye’de “İhtiyar Delikanlı” adıyla gösterilen “Oldeuboi”un yönetmeni Park Chan Wook.

“Chocolat-Çikolata”yla Oscar adayı olan ve “İngiliz Hasta”yla Oscar kazanan oyuncu Juliette Binoche.

“Maboroshi no hikari” adlı filmi Venedik Festivali’nde büyük ödül Altın Aslan için, “Distance”, “Dare mo shiranai” ve “Soshite chichi ni naru” adlı filmleriyle de Cannes Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye için yarışmaya layık bulunan Japon yönetmen Hirokazu Koreeda.

(15 Şubat 2014)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Polis Devletine Yeni Çözüm

RoboCop
Yönetmen: José Padilha
Senaryo: Joshua Zetumer
Müzik: Pedro Bromfman
Görüntü: Lula Carvalho
Oyuncular: Joel Kinnaman (Alex/RoboCop), Gary Oldman (Dr. Norton), Michael Keaton (Raymond), Samuel L. Jackson (Pat), Abbie Cornish (Clara), Jackie Earle Haley (Rick), Marianne Jean-Baptiste (Şef Karen), Patrick Garrow (Vallon), John Paul Ruttan (David)
Yapım: MGM-Columbia (2014)

Brezilyalı yönetmen José Padilha’nın geçmişteki “RoboCop” serisinin başlangıç filminden yola çıkan filmi, güvenliği her şeyin üstünde gören paranoyalara bakıyor.

Filmi seyrederken, zihinsel anlamda dehşete düşüyorsunuz. 2014 yapımı “RoboCop” alttan alta ve mantıksal olarak polis devletini savunuyor çekinceleri az da olsa. Paranoyak yaklaşımlar gerçekten kendi mantığını kuruyor ve insanları yönlendiriyor. Ama çok geçmeden, toplumsal ve bireysel hayatlar birdenbire denetim altına alınıp demokrasi denilen şey rafa kaldırılıyor bu güvenlik devletinde. 2007’deki “Tropa de Elite-Özel Tim” ve devamı 2010’daki “Tropa de Elite 2: O Inimigo Agora e Outro-Özel Tim 2” filmleriyle hatırlanan 1967 doğumlu Brezilyalı yönetmen José Padilha’nın bu filmi, robot polislerin polis teşkilatlarına yerleşince neler olabileceğinin cevaplarını gösteriyor.

Robotların duygusu olursa…

Filmde, Amerika’nın bir fantazisi de yansıyor. Amerika, “şer ekseninin şerri” olarak gördüğü İran’ı robot askerleriyle işgâl etmiş ve İran’a “huzur” gelmiş. Robot teknolojisini geliştiren OmniCorp şirketinden Raymond’ın en büyük hayali, robot polisleri Amerikan şehirlerindeki suçluların peşine takabilmek. Bu sektördeki 600 milyarlık pastadan payını alabilmek. Senatoda robocoplara karşı çıkan senatörleri rüşvetle bile aşmak güç. Raymond, duyguları olmayan robotlara insan davranışlarını yüklemeyi düşünüyor ve Çin’de bunu gerçekleştirmek için çalışmalara başlıyor. Teknolojik hastanenin başında da Dr. Norton’ı getiriyor. Yapılacak tek şey, robotların içine insanı yerleştirmek. Bunun için de bedensel engelli insanları robocoplara dönüştürmek. Filmde Murphy ailesinin hikâyesi de yansıyor. Alex, iyi bir polisi dedektifi. Hayattaki en büyük huzuru, karısı Clara ve küçük oğlu David. Bu iyi polis, Detroit suç dünyasının önemli patronlarından birinin, Antoine Vallon’un peşinde. Suç örgütü Alex’e suikast düzenliyor. Felç olan Alex, robot şirketinde yavaş yavaş robota dönüştürülüyor. Dr. Norton, tüm denemelerini Alex üzerinde yapıyor. Alex’in göğsünden aşağısı yok. Geri kalan her şeyi demir yığını. Duygularıyla sokaklara çıkan Alex, suçluların peşine düşerken, kendisne suikast yapan yeraltındaki suçlulardan da intikamını alıyor. Kendince karar verebilen robocop Alex, kontrolden çıkıyor ve yok edilmesine karar veriliyor. Bu o kadar kolay mıdır? İnsan makineyi yenebilir mi? Filmdeki bir dolu aksiyon sahnesinden sonra cevabını devam filmlerinde bulabilirsiniz belki.

1987’deki Paul Verhoeven’ın yönettiği ilk filmin senaryosunu Edward Neumeier ve Michael Miner’la beraber yazmışlardı. Alex Murpy’yi Peter Weller canlandırmıştı. Hollywood eskiyi hiç unutmuyor. Bazıları yaratıcılıkta tıkanma dese de. Gerçekliği var. Ama yine de geçmişi hatırlamak iyi oluyor. Arada bir 1940’ların, 50’lerin klâsikleri de olsa diyorsunuz ama elbette o ruhu yeniden yaratabilmek kolay değil. Hollywood’un bile hayatta sadece bir defa yapabileceği filmler var bu dünyada. Yönetmen Padilha’nın estetiği de, özellikle aksiyon sahnelerinde hayli çarpıcı. Ama Çindeki teknoloji merkezi görsel olarak filme çok şey katmış. Robocop Alex’in motosikletiyle büyülü Detroit sokaklarındaki anları da muhteşem. Filmde büyük oyuncular da var. Sinemanın ilk “Batman”i Michael Keaton, Dr. Norton’a derinlik katan Gary Oldman ve robotları savunan televizyoncu Pat olan Samuel L. Jackson filmin büyükleri. Padilha’nın bu filmi aksiyonseverlere. Film de aşk da var. Alex ve Clara birbirlerine ilk günkü gibi âşıklar. Filmde, Frank Sinatranın söylediği muhteşem “Fly Me to the Moon” şarkısı da duyuluyor.

(13 Şubat 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Beklenmedik Biçimde Belirir Aşk

Amerikan bağımsızlarının en iyilerinden Spike Jonze’un son işi ‘Her’, Sevgililer Günü’ne atıfla ülkemizde ‘Aşk’ adıyla gösterime giriyor. ‘John Malkovich Olmak’ (1999), ‘Tersyüz / Adaptation’ (2002) ve son olarak Maurice Sendak’ın tanınmış çocuk kitabından uyarladığı ‘Where The Wild Things Are?’ (2009) ile gündeme gelmiş olan yönetmen, bu kez kendi yazdığı senaryodan şanına yakışır özgün bir çalışmayla çıkıyor karşımıza.

Yakın bir gelecekte, teknolojinin başdöndürücü gelişimine uyum sağlamış soğuk ve metalik Los Angeles fonunda başlıyor Theodore Twombly’nin hikâyesi. Bitmek üzere olan evliliğinin melankolisini yaşayan genç adamın işi, -çalıştığı firmanın diğer elemanları gibi- engüzelmektuplar.com adresinden kendisine ulaşan, yalnızca fotoğraflardan aşina olduğu müşterilerinin ağzından eşlere, sevgililere, aile bireylerine duygusal mektuplar yazmak. Sosyal bir hayatı olmayan Theodore gökdelen katındaki dairesine döndüğünde üç boyutlu sanal bilgisayar oyunlarıyla oyalanır, telefonda erotik sohbetler aracılığıyla yalnızlığını gidermeye çalışır. Depresif bir iş çıkışı ‘dünyanın ilk yapay zekaya sahip bilgisayar programı’ olarak pazarlanan yeni bir ürünle tanışması hayatını değiştirecektir. OS1 adı verilen model, sıradan bir yazılım değildir. Sezgileri ve bilinci olan bu kusursuz beyin, sahibinin ses tonundan ne istediğini anlar. Ama asıl özelliği deneyimleriyle kendini gelişimini sürdürebilme yeteneğidir. Theodore’un yapay olmayan sınırlı zihni şaşkınlık ve hayranlıkla karşılar yeni arkadaşını. Ve kendisine Samantha adını seçen bu etkileyici sanal varlığın dayanılmaz çekimine kapılır.

Bu kısa özetten anlaşılacağı gibi, son dönemin en yaratıcı fikirlerinden biriyle izleyiciyi kendisine bağlayan son derece sempatik bir film, giderek daha mesafeli ve tekil hayatlar süren çağdaş bireyin onulmaz şefkat açlığını dile getiren hüzünlü bir çalışma ‘Aşk’. Film Jonze’un Oscar’ın favorisi mükemmel senaryosu ve yine Akademi Ödülleri öncesinde yine çok haklı olarak öne çıkmış harika yapım ve set tasarımı ile övgüyü hak ediyor. Çok yakın gelecekteki mekanik dünyanın tasarımı, özellikle teknolojik bağımlılığa esir olmaktan mutsuz ruhlar için hayli ürkütücü. Yeşilin aralarına sıkıştığı gökdelenlerle kaplı bu tuhaf kentte bina girişleri metroya ve alışveriş merkezlerine bağlanmış, ağaçlar asansörlerde dekoratif gölgelere dönüşmüşler. Eşyalar ve özellikle giysiler tek tip. Doğallığını kaybetmiş bu garip dünyada hiç beklenmedik bir biçimde beliriyor aşk. Hepimizi şaşırtıyor, etkiliyor. Çağımızın aykırı aktörlerinden Joaquin Phoenix’in melankolik Theodore’u ile bedensiz Scarlett Johansson’ın üstün performansını alkışlıyoruz hayranlıkla.

(13 Şubat 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com