Kategori arşivi: Yazılar

Kazanmak Kolay da Hazmetmek Zor

21 Temmuz 1969 günü, insanlık tarihinin unutulmaz ve en önemli günlerinden… O gün, ilk kez bir fani, Neil Armstrong, Ay’a “bir insan için küçük, insanlık için büyük bir adım” sözleriyle ayak bastı. Dünyanın birçok ülkesinde, birçok insan Ay’a gidilemeyeceğine inanıyordu, çünkü Ay nurdu ve gidilmesi imkansızdı (ben de anlatamamıştım, konuştuklarıma ve çocuk oluşuma vermiş umursamamışlardı).

İnsanlık için…

Ay’a gitmek, iki rakip ülkenin birbirini geçme yarışından başka bir şey değil, ama gerekçesi sağlam… Nice insan ölmüş bu haksız ve anlamsız uzay savaşı nedeniyle… Nice kazanım hiçe sayılmış. Şimdi aradan geçen bunca yıl sonra ‘yazık’ diyemiyoruz, kazanımlarından yararlandığımız için…

Damien Chazelle, öyküsünü bu temel üzerine kurmuş, ama daha çok duygulara dayandırarak beklenenin ötesinde bir film çıkarmış. Senaryo, o anlamda, birçok uzay macerasından çok daha insancıl, çok daha duygusal. En çok da psikolojik, fizyolojik, anatomik olarak ele almış uzaya giden insanları. Tabii ki, onlar da etten ve kemikten oluşmuş insanlar, ama gördükleri eğitim ve çelikleşen iradeleriyle -belki de tırnak içinde yazmak gerekir- duygularını yitirmişler.

İnsan bu, ne kadar çelik iradeli olursa olsun, arkadaşlarının kaybında, küçük kızının ölümünde yanaklarını ıslatan gözyaşlarını engelleyemiyor.

Ailenin gücü…

Bir belgesel tatta, Neil Armstrong’un uzay çalışmaları sürecindeki yaşamını anlatan filmde, karısının önemini vurgulamadan geçmek mümkün değil. Her ne kadar eşinin kararlı biri olduğunu bilse de, bu kadar soğuk(!) biri olduğunu bilemediğini söylüyor. Birini kaybettikleri üç çocukları var ve onların tüm sorumluluğu kendi üzerinde, çünkü Neil, iyi bir astronot. Bildiğimiz gibi Ay’a giden ilk insan (zaten toplam 12 kişi ayak basmış Ay yüzeyine). İşinin zorluğu, iş kazalarında kaybettiği arkadaşları, ilk kez böyle bir yolculuğun yapılıyor oluşu, bir yanıyla insanın içini acıtırken örnek insan olmayı da beraberinde getiriyor diğer yanıyla… Bir de, 2018 üzerinden baktığımızda teknolojinin ne kadar ilkel ve zayıf olduğunu görünce, ister istemez daha bir saygı duyuyorsunuz o insanlara…

Keşke…

Bu denli önemli, bu denli çarpıcı, bu denli belirleyici bir öykü anlatacaksınız; olanaklarınız çok geniş olacak; güçlü bir ekiple çalışacaksınız ama tıpkı dereyi geçip çayda boğulmak örneğinde olduğu gibi çok yakın planda el kamerası kullanarak izleyiciyi altüst edeceksiniz… Olmaz. Sarsıntıyı verirken görüntü, neredeyse insanın içini dışına çıkarıyor…

Uzay yoluna çıkan araçta, birinci astronot, ikinciye, “bu aracı ihale ve açık eksiltme ile yaptırdılar galiba” demiş… Çünkü o kadar çok sarsılıyormuş ki araç, inanası gelmiyormuş insanın…

Ben, İzmir’deki uzay merkezinde, Cape Canaveral’da, uzay merkezinde ve Epcot Center’da similasyon da olsa deneyimledim, bu sarsıntıları…

Ay’da İlk İnsan -First Man- yönetmen Damien Chazelle, oyuncular Ryan Gosling, Claire Foy, Jason Clarke, Kyle Chandler… 19 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(18 Ekim 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Anlatılan Senin de Hikâyen -Bir Yıldız Doğuyor-

Biz hayata hangi açıdan nasıl bakarız? Biz hayata güç, güven ve aşk ile bakarız… Buna da bağlı olarak hayatı kazanırız, yaptıklarımızla.

“Denemelisin” diye başlayan, şarkıların anlamlı sözleriyle yüklü mesajlarla duygusal bir çizgide süren, iyi, iyi olduğu kadar sürükleyici, sürükleyici olduğu kadar yaşam mücadelesinde yalnız olmadığınızı yineleyen ve en az bir o kadar da romantik bir devam filmi “Bir Yıldız Doğuyor”.

Duyulmasını istediğimiz…

Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, bazı filmlerin etkisi unutulmaz. Bir yıldız ilk kez 1954’te doğmuş ve bu güne dek dört kez daha doğmuş… 1976 yılında Barbara Streisand ve Kris Kristofferson ile doğan yıldız, aradan geçen 40 yılı aşkın zamanda unutulamadı.

“Çok uzağız artık sığlardan”, filmdeki önemli dizelerden biri… Bir aşkın dile getirilişi… Ama hepsinden önemlisi, biri artık sonlarda yaşayan bir sahne insanının tükenişiyle elinden tuttuğu “bir yıldız”ın doğumunu izleyişindeki büyük mutluluk… Bir aşk var bu iki kişinin arasında, her şeyden önce… Bir duygu yoğunluğu var… Yalın ve samimi.

Bradley Cooper, ilk yönetmenlik denemesinde, ilk başrolündeki Lady Gaga ile birlikte… Birbirine yakışmış ikilinin arasındaki doğal ve tutkulu aşk izleyiciye geçiyor, ilk kareden başlayarak. Cooper, ilk yönetmenliği olsa da başarıyla yansıtıyor bu yaşamsal sevgiyi, hem de yorum katarak.

Sen de denemelisin…

Filmin daha başında Jackson, Ally’e yılmaması gerektiğini, denemesini sürdürmesi gerektiğini söylüyor. Çok içten söylediği bu cümle Ally’nin her zaman duyduğu aynı sözlerden çok farklı. Hayatın her anında, her alanında karşınıza çıkabilecek bir durum, bu anlatılan. Herkesin başına gelebilir (gelsin, gelsin… iyi de olur. aşk herkese lazım). “Bir Yıldız Doğuyor”da bu aşka müzik eşlik ediyor. Bundan iyisi de yok zaten. Anlamlı, anlamlı olduğu kadar taşıyıcı -çünkü sonradan da düşünüyorsunuz o sözleri ve giderek daha bir güçleniyorlar- sözleriyle müzik filmin belki de tek başrolü. Lady Gaga ile birlikte yazıp söyledikleri ve canlı kaydedilen şarkılardaki duygu gerçekten içinize akacak.

Bir Yıldız Doğuyor -A Star Is Born- yönetmen Bradley Cooper, oyuncular Bradley Cooper, Lady Gaga, Sam Elliot… 19 Ekim’den başlayarak gösterimde…

(17 Ekim 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Geçmişi Ararken

Sadi Bey’in 8. Malatya Uluslararası Film Festivali Kapsamında Düzenlenen Türk Sinema ve Televizyonunda Aile Başlıklı Sempozyumdaki Konuşması:

Öncelikle sinemamıza çok yararı olacağına inandığım bu sempozyumu düzenleyenlere, konuşmacılara, izleyicilere ve Malatya Uluslararası Film Festivali’ne sahip çıkan Büyükşehir Belediyesi’ne teşekkürlerimi arz ediyorum. Küçük bir teferruat gibi görünüyor ama 8 yıldır festivalin adında şehir adının öne çıkarılması çok isabetli. Bir adım daha atarak, İstanbul Film Festivali’nin 4-5 yıldır yaptığı gibi festival adını önümüzdeki yıllarda Malatya Film Festivali olarak değiştirilmesini öneriyorum. Orijinal sözün müellifine uzak olsam da şöyle diyeyim: Malatya, Uluslararası’ndan büyüktür.

Yerli sinemamızı seven, fanatik bir sinemasever olarak festival filmlerinde aile veya film festivallerinde aile konusunda bir şeyler söylemeye çalışacağım. Her ne kadar önceki oturumlarda klasik çekirdek ailenin değiştiği belirtilse de sinemamızda aile filmleri dendiğinde hemen tüm yerli film severlerin aklına Arzu Film’in yaptığı Münir Özkul, Adile Naşit, Halit Akçatepe, Necdet Yakın gibi hepimizin babası, abisi, amcası, teyzesi, dayısını beyazperdeye taşıyan “Bizim Aile”, “Neşeli Günler”, “Gülen Gözler” gibi filmlerimiz akla geliyor. Bu tür filmler genelde kasabı, manavı, bakkalı, Ayşe teyzesi, Mehmet amcasıyla bizim mahalleyi anlatıyorlardı. Kapı önlerinde oturan teyzeler bir yandan örgü örerken, diğer taraftan günün haber ve dedikodularını sesli gazete görevi yaparak memleketin tüm sathına yaymaktaydılar. Adile Naşit, Mürvet Sim, Leman Akçetepe, Şükriye Atav gibi karakter oyuncularımız yeni yetme delikanlıları bir taraftan azarlarlar, diğer taraftan tüm mahallenin çocuklarına kol kanat gererlerdi. Hüseyin Baradan bir taraftan kabadayılık yaparken, diğer taraftan mahallenin kadınına, kızına sahip çıkar, keza Sadri Alışık, Turist Ömer’le, Feridun Karakaya, Cilalı İbo karakteriyle mahallelerimizin ve filmlerimizin neşe kaynağı oldular.

Aile filmlerinin yapımcıları muhtemelen halkımızın gösterdiği ilgiyi ticari açıdan yeterli görüyorlar ki bu filmler festivallerde nadiren karşımıza çıkıyor. Geçmişe gittiğimizde festival görmüş aile filmi olarak ilk akla gelen Halit Refiğ’in yönettiği ve başrollerini Cüneyt Arkın, Özden Çelik, Pervin Par, Filiz Akın’ın paylaştığı “Gurbet Kuşları” oluyor. “Gurbet Kuşları”, 1. Antalya Film Festivali’nde En İyi Film ve Yönetmen ödülleri kazandı. Başrol oyuncularından Özden Çelik’i de bu vesileyle rahmetle anayım. Sinemamızda Özden Çelik gibi başrollere çok yakışan fakat bir türlü değerini bulamamış, kendini gösterememiş oyuncularımız vardır. O da bir çeşit talihsizlik herhalde, bazı sinema sanatçılarının o beklenen filmle yolları hiçbir zaman kesişemiyor.

“Gurbet Kuşları” demişken rahmetli Halit Refiğ’le ilgili bir anı anlatayım. Buradaki ve başka yerlerdeki benzer oturumlarda Akademisyen arkadaşları dinlemek fevkalade zevkli oluyor, çok farklı ve güzel tatlar alınıyor. İstanbul’da Bilgi Üniversitesi’nin Kuştepe’deki kampüsünde, henüz kentsel dönüşüm belâsının uğramadığı zamanlarda “Halit Refiğ Sineması’nda Üçler” başlıklı bir oturum düzenlenmişti. Halit Refiğ’in de bulunduğu oturumda Akademisyen arkadaşlar filmlerini çeşitli açılardan anlattılar, misaller verdiler. “İşte, Harem’de Dört Kadın’ın bu sahnesinde Cüneyt Arkın ile Nilüfer Aydan rıhtımda yürüyorlar, açıkta bir balıkçı kayıkta balık tutuyor.”, “Şu sahnede salonda karşılıklı konuşuyorlar ama aynada Cüneyt Arkın’ın yansıması var.” vs. vs. şeklinde anlattılar ve Halit Refiğ’i sahneye davet ettiler. Rahmetli sahneye çıktı, “Ben bu filmleri çekerken hiç böyle üçlü sahneler tasarlamamıştım ama Akademisyen arkadaşlar o kadar güzel açıkladılar ki, öyle çektiğime ben de ikna oldum.” dedi. Bizim zamanımızda sinema okulları açılmamıştı, şimdiki gençler o bakımdan şanslı. Her şeyde olduğu gibi eğitim almak ilk aşamada hayatı daha güzel algılamaya sebep oluyor.

Geçmişteki bir çatı altında anne, baba, dede, gelin, damat birlikte yaşanan çekirdek ailelerin günümüzde dağıldığı doğrudur ancak sinemayı sevmek ve sinemasever olmak da bir başka büyük ailenin ferdi olmak mânâsına geliyor. Nitekim bizler burada ve sinema salonlarında büyük bir aile sayılırız. Bu bakımdan zaman zaman belirtildiği gibi sinema salonlarının geleceği konusunda karamsar değilim. Sinemada film seyri, bence, evimizden çıkıp o filme doğru yola koyulmakla başlıyor. Gişede kuyrukta bekleyip salona girmekle devam ediyor. Hep birlikte, topluca film seyretmenin başka bir tadı var. 1990’ların başında da İstanbul Harbiye’de benzer bir açık oturumda bir büyüğümüz 2000’li yıllara gelindiğinde sinema salonlarının yok olacağını belirtmişti. Yazarlık serüvenimin başlangıcına rastlayan o günlerde yazdığım bir yazıda sinema salonlarının kapanmayacağını yazmış, eğer kapanırsa ilk sinema eğitim kurumumuzun adının DVD ve Televizyon Eğitim Enstitüsü olarak değiştirilmesi gerekeceğini belirtmiştim. Nitekim 28 yıl geçti sinema salonları hâlâ hayatlarını sürdürüyor ve sürdürecek. Nasıl ki maçları stadyumlarda izlemenin, Cuma namazlarını camilerde kılmanın, Pazar günleri kiliselerde ayinlere gitmenin hazzı farklıysa, sinema salonlarında film izlemenin hazzı da bir başka.

Konumuza dönersek, günümüzde Arzu Film ekolüne benzeyen ve aile filmleri diyebileceğimiz filmleri zaman zaman Çağan Irmak yapıyor. Çağan Irmak’ın zirve filmi bilindiği gibi “Babam ve Oğlum” oldu. 25. İstanbul Film Festivali’nde bu filmdeki rolüyle Fikret Kuşkan En İyi Erkek Oyuncu, Şerif Sezer ise En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini kazandılar. Filme ayrıca Radikal Gazetesi Halk Ödülü verildi. Keza Çağan Irmak’ın “Dedemin İnsanları” da Ege bölgesinde geçen, göçmen aileleri anlatan bir filmdi ve bu film de herhangi bir festivalde yarıştırılmadı ancak 44. Sinema Yazarları Ödülleri’nde En İyi Sanat Yönetmeni ödülü aldı.

Serdar Akar’ın “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” filminde de bizim mahalle havası vardı. Konusu futbol üzerine ve fazla erkek egemen bir film olsa da insanlar arasındaki o arzulanan sevgi ve saygıyı çok güzel yansıtan bir filmdi. 20. İstanbul Film Festivali’nden ve sinema yazarlarından birkaç ödül kazanmıştı.

Silifkeli bir ailenin bir yaz boyunca başından geçenleri, daha çok ailenin küçük oğlu Ali’nin bakış açısını ön plana çıkararak anlatan, Seyfi Teoman’ın yönettiği “Tatil Kitabı”, 3. Uluslararası Dadaş Film Festivali’nde ve 27. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü aldı.

Atalay Taşdiken’in, annesiz büyüyen iki çocuğun göz yaşartan hikâyesini anlattığı “Kız Kardeşim” filmi 4. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nden En İyi Yönetmen ve Jüri Özel Ödülüyle, 16. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nden ise Halk Jürisi En İyi Film Ödülüyle döndü.

Yeşim Ustaoğlu, “Pandora’nın Kutusu.” İstanbul’un farklı bölgelerinde yaşayan, her biri diğerinden farklı sorunun ve hayat standardının içinde sıkışıp kalmış, birbirinden habersiz, tam anlamıyla orta yaş ve sınıfa mensup üç kardeş, bir gün doğup büyüdükleri Batı Karadeniz’in dağlarında bir yerlerde olan köylerinden gelen bir telefon ile bir araya gelir. Yaşlı anneleri Nusret Hanım kaybolmuştur, aramaya çıkarlar. Filmdeki rolüyle Derya Alabora 28. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü kazandı.

65 yaşındaki anne, huzurevinde yaşamına son vermiş, 36 yaşındaki abla annesinin vefatıyla sarsılmıştır. 32 yaşındaki erkek kardeş de yıllardır dönmediği ülkesine dönmüştür. Abla-kardeş annelerini defnederler, Büyükada’da münzevî bir yaşam sürmekte olan 71 yaşındaki babalarını bulurlar. Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun “Orada” filminde büyükbaba Erol Günaydın’dır. Film, 21. Ankara Film Festivali’nde her iki yönetmene de Umut Veren Yeni Yönetmen ödülü kazandırır.

Sevgi mi, emek mi? Sıcak aile yuvası, sığınılacak kucak, Ahmet Mekin, bence güzel bir aile filmi: “Selvi Boylum Al Yazmalım”. 15. Antalya Film Şenliği, En İyi 2. Film, Yönetmen, Görüntü Yönetmeni ödülleri kazandı.

Malatya Film Festivali başladığında, tema olarak kendisine komedi filmlerini seçmişti. Daha sonra tüm filmleri kabul etmeye başladı. Gelecekte çoğunlukla aile filmlerine kucak açan bir festival haline getirilebilir ve sinemamızda aile filmlerinin çoğalmasına sebep olabilir.

Özel televizyonların yaygınlaşmaya ve sinema salonlarının seyirci kaybetmeye başladığı yıllarda Beyoğlu Emek ve Kadıköy Reks Sineması’nın iki slogan vardı, şöyle: “Sinemanın Tadı Başkadır”, “Film Sinemada İzlenir”. Dinlediğiniz için teşekkür ederim. Son / The End / Fine.

(13 Ekim 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Baskıcı Toplumun Kadınları

68. Berlin Film Festivali’nin ödül listesinde yer alan güzel filmler birbirini ardına gösterime giriyor. Festivalden en iyi kadın oyuncu ödülünün yanı sıra, ‘sinema sanatında yeni ufuklar açan’ yapımlara Alman sinema tarihçisi Alfred Bauer adına verilen ödülle ayrılan ‘Mirasçılar / Las Herederas’ çok başarılı bir ilk film denemesi. Paraguaylı yönetmen Marcelo Martinessi, iki yıl önce Venedik’ten ödülle dönen, ülkesinin yakın geçmişinden 2012 tarihli Curuguaty katliamını konu alan kısa filmi ‘Kayıp Ses / La Voz Perdida’nın ardından çektiği bu ilk uzun metrajında, kadınlar üzerinden metaforik bir dille baskıcı bir toplum portresi çizmeye soyunuyor.

Film, bir kapı aralığından izlediğimiz ev eşyalarının satılışı ile açılıyor. Ellili yaşlarını süren nazlı nazenin Chela’nın doğup büyüdüğü evdir burası. Uzun süredir birlikte olduğu, sosyal yaşamlarını çekip çeviren dışa dönük hayat arkadaşı Chiquita ile paylaşır evini. Sömürge ve diktatörlük yılları egemen sınıfının mirasçısıdır orta yaşlı Chela. Eli dardadır, eskinin mirasını birer birer elden çıkararak hayatını idame ettirmek zorundadır artık. Ancak satılan eşyalar, dededen kalma tablolara rağmen senetler zamanında ödenmediği için kısa süreliğine de olsa hapse girmek zorunda kalır Chiquita. Düzeni bozulan Chela, gönülsüzce de olsa dış hayata açılmak zorunda kalacaktır. Arabasıyla komşusunu konken partisine bırakmaya başladıktan sonra, yaşlı zengin kadınlara taksi şöförü olarak hizmet vermeye başlar. Evinde tuvalinin başında resim yapan ve eskiden kalma ritüellerle gününü dolduran Chela’nın hayatında ilk defa para kazanmak hoşuna gitmiştir. Özgürleşme yolunda attığı bu ilk adım sonrasında, konken evinde karşılaştığı çekici Angy onun cinsel heyecanını uyaracak, beklenmedik bir anda yüreğine düşen aşk Chela’nın hayatını değiştirecektir.

Latin Amerika’da geleneksel geniş bir ailede kadınlar arasında büyüdüğünü söyleyen Martinessi’nin filmi tümüyle kadın karakterler arasında geçiyor. Yönetmen özgün senaryoyu yazarken, teyzelerin, halaların, büyükannelerin diyaloglarından yola çıkmış. Ülkesinde yıllardır hüküm süren otoriter yönetimlerin baskıcı ortamını kadınlar üzerinden anlatmayı denemiş. Bu yönetimlerin, koruma kollama görünümü altında baskı altında tutmaya yönelik bir yaklaşımı olduğunu vurgulamak istemiş.

Baskıcı döneminin mirasçıları olan mutlu azınlıktan bu varlıklı kadınlar, rahat yaşayabilmek için erkek egemen toplumun kurallarını benimsemiştir. Chela’nın sevgilisi Chiquita ise bir kadın olmasına rağmen onu idare eden, mali kararları veren kişi olarak bir erkek konumunda çizilmiş. Tek başına kaldığında ve aşk aniden beliriverdiğinde Chela’nın vereceği kararı ise seyirciye bırakmayı tercih ediyor Martinessi.

‘Mirasçılar’ çok iyi yazılmış ve yönetilmiş yılın en iyi filmlerinden biri. Yönetmen Martinessi enfes bir kadın karakterler resmi geçidi içinde Paraguay’da baskı ve sınıf meselesini didiklerken, benzersiz bir aşk ve arzu hikâyesi anlatıyor. Berlinale’de aldığı en iyi kadın oyuncu ödülünü sonuna kadar hak eden usta tiyatro oyuncusu Ana Brun’un özgürleşme süreci, ses bandında romantik Chopin noktürnünden Çaykovski’nin coşkulu 1812 uvertürüne geçişle destekleniyor.

(13 Ekim 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Vücudumuz Bir Hediyedir

Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanan ‘Dokunma Bana / Touch Me Not’ sadece bu yılın değil, sinema tarihinin en ayrıksı yapımlarından biri. Romanyalı kadın sinemacı Adina Pintilie, gerçek ile kurmacayı özgür biçimde kaynaştırdığı ilk uzun metrajında, cinselliği ve beden algılarını sonuna kadar zorlarken, önyargıları ve korkuları didikliyor. Yaşamımızın temel mutluluk kaynağı olan tensel temas ve cinselliğin önündeki engeller ana meselesi. Kendisini de filmin içine yerleştirerek, cinsellik meselesinde tutuk kalmış gerçek hayattan bireylerin dünyasına eğiliyor. Deneysel süreçlere iştirak ederek onların arzunun nesnesi ile aralarındaki duvarı yıkmaya çalışıyor. Bunu yaparken bu konuda hem kendisinin hem de izleyicisinin ufkunu açmayı hedefliyor.

Ana karakterlerinden biri olan Laura’nın ciddi bir temas sorunu mevcut. Geçmiş aile yaşantısından kalma bir tıkanma yaşayan orta yaşlı kadın (bir sahnede sezdirildiği üzere babasıyla ilgili bir sorun nedeniyle belki), erkek fahişeleri duş alırken ve kendi yatağında mastürbasyon yaparken izleyerek cinsel ihtiyacını tatmine çalışıyor. Pintilie’nin karakterleri kabul edilir normların dışında. Küçük yaşta tüm saçlarını yitiren İzlandalı adam (‘Nói Albinói’den aşina olduğumuz Tómas Lemarquis) ve kol ve bacakları felçli Christian ile bir cinsel terapi uygulamasında tanışıyoruz. Laura’nın orta yaşlı transeksüel Hannah DeLuxe ve dokunma terapisti Seani Love ile buluşmalarına tanıklık ediyoruz.

Beden ile barışmak fikrinden yola çıkan yönetmen, toplum tarafından kabul edilmiş güzellik normlarını çöpe atmakla işe başlıyor. 13 yaşlarında tüm saçını kaybetmiş ve ayrıksı çocuk muamelesi görmüş olan Tómas, sürekli bir maskenin ardında saklandığımızı ve bir maske olarak gördüğü saçından kurtulduğu için mutlu olduğunu ifade ediyor. Önceleri kendini oradan oraya taşınan bir beyin olarak gördüğünü anlatan felçli Christian, cinsel hazla tanıştıktan sonra mutluluğa kavuştuğunu söylüyor. Hannah yıpranmış ve sarkmış bedeniyle gurur duyuyor. Arada devreye giren yönetmen Pintilie, özgürlüğün akıl almaz bir serüven olduğundan dem vuruyor. Vücudumuzun bir hediye olduğunu ve bu hediyeyi deneyimlememiz gerektiğini vurguluyor. Katman katman öfkeyi, önyargıları, suçluluk duygusunu aşarak vücudumuz ile barışmak ve içeride olup dışarı çıkmak isteyeni engelleyen ‘duvar’ı yıkmamız gerektiğinin altını çiziyor. Filmi yapma amacı da bu zaten. Gerçek karakterleri ve bizzat kendisi ile birlikte biz izleyicilerin bu deneyimi yaşamamızı ve vücudumuzla barışmamızı hedefliyor. Yargılanmaktan korkmadan vücudumuzu övmeye ve onun tadını çıkarmaya davet ediyor bizleri.

Yönetmen filmin hiçbir sahnesinde cinsel sömürüye yer vermiyor. Beyaz gri tonlarda bir laboratuvar ortamında deney fareleri gibi inceliyor insan davranışlarını, ezeli ebedi korkularımızı ve bastırılmış duygularımızı. Bu ayrıksı cinsellik oyununa katılmak isteyenler için kaçırılmaz bir deneyim ‘Dokunma Bana’.

(12 Ekim 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Benim Darbem Senin Darbeni Döver: Anons

Bir dönem Türkiye’sini anlatırken, “Her on yılda bir darbe ile siyasal iktidarların sonu gelir” denirdi. Kimsenin ses çıkarmadığı bu tanımlama, ister istemez herkesin zımnen de olsa kabul ettiği bir gerçekti.

Özellikle 60’lı yıllarda bir tür “erken kalkan darbe yapar” çabası ile yüz yüze kaldık. Kimi bilinen, kimi kamuoyuna yansımadığı için gündemi pek meşgul etmeyen bu darbecik ve/veya darbe girişimleri söz konusuydu. Madem bu kadar kolaydı darbe yapmak, ne duruyorduk ki! Biz de yapardık.

Sinemanın böylesi işlenebilir, düş ve düşünce geliştirmeye açık konuları işlememesi kaçılmazdı… Ancak düne kadar askeri vesayet (bir de darbecilerin kendilerini korumak amaçlı yasaklar koymaları) nedeniyle bu konu üzerine, bu çerçevede gidilemedi. Artık askeri vesayet kalmadığı, asker korkusunun da tarihin karanlık sayfalarına atıldığı günümüzde, öylesine ortaya atılan öykülerin hayata geçmesi gerekirdi… Geçti de.

Mizah mı yoksa?

Öyküsü ilginç olmakla birlikte, yönetmenin sinema diliyle doğru orantılı bir durağanlık söz konusu… Korku geçtiğine göre, oyunculardaki “acaba, yönetmen bir şey mi diyecek” tedirginliğinin ne nedenini bulabildim ne de anlamlandırabildim.

Darbe yapmaya soyunan bir takımın, İstanbul’daki uzantıları, darbe anonsunu İstanbul Radyosu’ndan da yapmak isterler. Tek cümleyle özetlenebilse de alabildiğine işlerliği olan güzel bir konu… Ancak akmıyor. İzleyicinin yorumuna açık bırakılmış noktaları bir tarafa bırakırsak, sinemacıların kendi aralarında dedikleri “soğukkanlı geçiş” bile yeterli kalmıyor.

Başarıya gelince sıra…

Anons, 75. Venedik Film Festivali kapsamında İtalyan Ulusal Gazeteciler Birliği ve Venedik Güzel Sanatlar Akademisi’nden “Yenilikçi sinematografisi, şaşırtıcı derecede iyi ayarlanmış anlatımıyla yeni bir Akdeniz komedisi yaratıyor” gerekçesiyle, En İyi Akdeniz Filmi ödülüne layık görüldü.

Mahmut Fazıl Coşkun’un sakin sinema dili, konunun kendi gerilimini öne çıkarıyor. Bir şeyler olacak, olmalı… ama ne? Durağan kamera, alabildiğine mimiksiz ve abartısız oyuncular… Saatler geçiyor, gün ağarmak üzere ama hâlâ sorunlar var çözülmesi gereken; yani heyecan dorukta. Siz izlerken tırnaklarınızı kemirmiyorsunuz meraktan, ama onlarca soru işareti uçuşuyor gözlerinizin önünde…

Anons, yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun, oyuncular Ali Seçkiner Alıcı, Tarhan Karagöz, Murat Kılıç, Şencan Güleryüz…

(11 Ekim 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Irkçılık Kötüdür: Kings

En uysal kediyi bile köşeye sıkıştırırsanız, tırmalar. Bu, yaşamın her anı ve her alanı için geçerli bir gözlem. İnsanlar da uygarlık geliştikçe gerginlikten ve kavgalardan uzaklaşırlar, ancak birileri buna izin vermiyor.

1992’de Los Angeles’ta, siyahi Rodney King, polisin uyarısıyla durdurulmuştu, ama şiddetten de nasibini almıştı. Bir de üstüne üstlük, adet yerini bulsun diye yargılanan polisler, serbest bırakılmışlardı. Irkçılığın bu kadarı da fazlaydı… Irkçı baskılardan bunalan siyahiler, ayaklandı.

Günler süren ve gerçekten de büyük boyutlu olarak tüm dünyanın tepkisini çeken bu ırkçı yaklaşımın ardından başlayan ayaklanmanın sinemanın (ve tabii, edebiyatın da) ilgisini çekmemesi söz konusu bile edilemezdi.

Sinemanın görevi…

Geçen yıl, Mustang filmiyle Fransa adına Yabancı Oscar Adayı olan Deniz Gamze Ergüven, toplumsal boyutu belirleyici olan bu filmi, Amerika’da Hollywood oyuncularıyla çekmiş.

Mustang filminde, Karadeniz kasabasında aile baskısı altında yaşayan kız kardeşleri anlattığı filminden de tanıdığımız yönetmenin sakin ve yalın dili Kings’te de belirgin bir biçimde önde…

Kendi yazıp yönettiği Mustang’da da “kör gözüm kör parmağına” davranmayan, senaryosunda izleyicinin yorumlamasına fırsat tanıyan Ergüven, Kings’te de senaryoya alabildiğine hakim olduğunu gösteriyor.

Oyuncuların gücü…

Halle Berry ile Daniel Craig’in başrollerini paylaştığı filmde, oyunculara ve canlandırdıkları karakterlere söyleyecek söz yok. Dozunda ve rahat oynamışlar…

Filmin en önemli kozu, izleyici aslında, bir bakıma… Olayları sadece ekran aracılığıyla izliyoruz… Rodney King’i darp eden polislerın haksız yere suçsuz bulunmasıyla yaşanan karmaşa ve şiddete uzaktan -ekranların izin verdiği ölçüde- bakıyoruz. Hem zaten konu bu değil… Halle Berry, evsiz çocuklara bakıcılık yapan bir yalnız kadın. Ancak belli ki bu görevini sadece para kazanmak amaçlı, iş olarak yapmıyor… Çocuklarını çok seviyor ve onların sağlıklı gelişmesi, eğitimlerini tamamlamaları için elinden geleni yapıyor. Çevreden ve daha büyük arkadaşlarından etkilenen çocuklar, doğal olarak olayların arasında kalıyorlar. Yalnızlığı kadar gergin ve bir o kadar da saldırgan Daniel Craig ise kapı komşusu bu kadından etkileniyor. Olayların arasında kalan çocukları bulmak için birlikte çabalıyorlar.

Çıkarılması gereken ders

Futbol karşılaşmalarından “No To Racism” (ırkçılığa hayır) pankartını hatırlarsınız (Dünya Kupası finallerinde takımlar taşımışlardı). Irkçılık sadece siyah-beyaz ayrımında değil, dünyanın her yerinde yaşanan bir kavga. Irkçılığa karşı mücadele yükselirken hayatın her alanında ırkçı sataşmalar da artıyor… Buna da bağlı olarak ırkçılık duygusunun yok edilmesi gerekir. İlgi çekici bir konu, iyi bir film… ve hep bir ağızdan: Irkçılığa Hayır!

(10 Ekim 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Batıda Kan Var

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Yüzlerce güzel yabancı film izlememize sebep olan Calinos Film’e ne oldu? Radikal ve Habertürk Gazetesi gibi faaliyetini sonlandıran veya geçici durduran yapım ve ithalatçı film şirketleri de “Bu bizim son filmimiz.” şeklinde duyurmalı ki o şirketler ve filmleriyle olan anılarımızın ucu açık kalmasın. Örneğin yabancı film ithalatını durdurduğuna bir vesileyle vakıf olduğumuz ve “Belge Film seçkin filmler sunar.” cümlesiyle hafızalarımıza kazınan Belge Film’i, “Ağlayan Çayır” ile “Sonsuzluk ve Bir Gün” adlı filmleri ne zaman aklıma gelse minnetle anarım. Calinos Film’i de minnetle anıyorum ama akıbeti hakkında bilgim olmadığı için bir burukluk duyuyorum. Yüzlerce güzel yabancı film izlememize sebep olan Calinos Film’e ne oldu? (05 Temmuz 2018)

Alkole zam gelmiş diyorlar. Ben hep 3 kadeh içiyorum; niye şikâyet edeyim ki? (10 Temmuz 2018)

Töreni TV.den izlerken lahmacun yiyelim dedik, telefonla sipariş verdik. Her zaman yeşilliğin yarısı soğan olurdu, bu sefer gelende hiç soğan yoktu. Bundan sonraki aşamada sanırım lahmacun da tamamen kıymadan yapılacak. Soğanlı lahmacunu özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Allah devlete, millete zeval vermesin. Amin. (18 Temmuz 2018)

İki seçenek var: Ya söylediğini yapacaksın veya yapmayacaksan söylemeyeceksin. Neden Didim bu lâfı, şundan Kuşadası(*): İlk iki film çok sevilmişti, tam o aşamada yönetmen “Üçüncü son olacak, tadında bırakacağım.” demişti. Bırakmadı, devam ediyor. Muhtemelen “Hızlı ve Öfkeli” veya “Uzay Yolu” gibi 8, 9…. gidecek. Hayırlısı. En azından Recep’ten (**) daha iyi bir film dizisi.
(*) Farkındayım, kötü bir espri oldu.
(**) Recep İvedik (14 Temmuz 2018)

Günün müjdesi: Bugün itibariyle zengin olma ihtimalimiz yüzde yüz arttı. Dünkü Sayısal Loto çekilişinde hiçbir şey çıkmayınca umudumu taze tutmak için lotocuya gittim, “Abi bu Çarşamba günkü oluyor, haberin olsun.” dedi. Şaşırdığımı görünce “Sayısal Loto bundan böyle haftada iki kez oynanacak.” diye izah etti. Sayısal Loto’ya haftada 12 TL yerine 24 TL vereceğimi görmezden gelirsem, zengin olma ihtimalimi ikiye katladığım için sevindim tabi ki. Dolarsa ne olur, dolmazsa ne olur hesabı yani. (15 Temmuz 2018)

Bu ifadeye bayıldım: “Mevsim etkilerinden arındırılmış işgücü göstergelerine göre” işsizlik azalmış. “Çevir kazı yanmasın.” ifadesi yerine de pekâlâ kullanılabilir. (17 Temmuz 2018)

Tek kürdan ambalajı jelatini atacak çöp kutusu bulamayınca bir süre elimde taşıdım. Sokakla caddenin birleştiği köşede elindeki süpürge ve yarım teneke benzeri saplı faraşıyla dinlenen işçi kardeşimizi görünce eğildim, hava hafif rüzgârlı olduğu için “Uçacak ama…” diyerek bıraktım. İşçi arkadaş güldü, “Sağol abi” dedi. Sanıyorum işinin ne kadar değerli olduğunu hissettirdiğim için mutlu oldu. (19 Temmuz 2018)

Eski Türkiye’de gazeteler 8 sütun olurdu. Az önce, eskiden “Amiral gemisi” dediklerinin bugünkü sayfalarını karıştırdım, genelde 6 sütun, bazı sayfalarda daraltılmış 7 sütun. Merak bu ya niye böyle diye arşivimde bulunan 8-10 yıl önceki bir gazeteyle karşılaştırdım. Günümüz gazetelerinin eni 5 cm daha küçülmüş. İyi tarafından baktığımızda memleketin kâğıt tasarrufuna katkı gibi görünen bu durum, kötü tarafından bakıldığında gizli zam gibi görünüyor. Artık varın siz, milli irade olarak karar verin. Ne diyorsanız kabulümdür, yeter ki % 50,01 olsun. (19 Temmuz 2018)

Lahmacunun adı mermacun olsun. Önce kıyma terketti garibimi, şimdi de soğan. Meydan mercimeğe kaldı; onunçün adı mermacun olsun. (21 Temmuz 2018)

Bilmeyenler için yazayım. Bizim sinema sektöründe filmleri sinemalara dağıtan şirketlere ve çalışanlarına genelde “Dağıtımcı”, seyirciye gösteren salon sahip ve yöneticilerine “Sinemacı” denir. Bu arkadaşlarımız veya kardeşlerimiz veya dostlarımız bu vatanın çocukları ve çalışanları olduklarından doğal olarak Türkçe konuşurlar. O zaman “Dağıtımcı” dediğimiz kardeşlerimizin bazıları, sinemacılara ve basına gönderdikleri önümüzdeki günlerin filmlerini gösteren listelere, hadi yabancı filmlere henüz Türkçe isim konulmamıştır, onların isimlerini İngilizce, Alamanca, Fransızca, İtalyanca, Sanskritçe, vs.ce yazsınlar da, neden ısrarla removed, untitled, live action, project gibi kelimeleri kullanırlar? Bu kelimelerin Türkçelerini kullansalar da biz yabancı dil fukarası vatandaşlar konuyu daha iyi anlasak ve hafızamıza nakşetsek olmayor mu? (Son kelime Özdemir Asaf özentisidir.) (22 Temmuz 2018)

IMDb, Türkiye’de gösterilen yabancı filmleri TRT’den daha iyi takip ediyor. Şu anda TRT 1′de “Bir Zamanlar Batıda” (C’era Una Volta il West – Once Upon a Time in the West) Türkçe adıyla gösterilmekte olan Sergio Leone’nin, başrollerinde Henry Fonda ve Charles Bronson’un oynadığı western filmini Türkiye’de sinemalarda gösterildiği “Batıda Kan Var” Türkçe adıyla kayıtlarına almışlar. Özel TV.ler ilk yıllarında yabancı filmleri ısrarla Türkiye’de sinemalarda gösterildiği Türkçe adlarıyla oynatırlardı. Tabi bu ısrarın programları düzenleyenlerin danıştığı sinema yazarı arkadaşlarımızın titiz araştırmalarından kaynaklandığını bilmiyor değiliz. Örnekte anlatıldığı üzere devlet kurumu TRT bu özeni göstermiyor. “Orijinal ismin tam çevirisiyle sunmak da bir çeşit özen göstermektir” diyerek zevahiri kurtaralım. Yabancı filmler TV.lerde mutlaka sinemalarımızda gösterildikleri Türkçe isimleriyle sunulmalıdır. Böylece aynı film muhtelif TV.lerde onlarca farklı isimle gösterilmemiş ve seyirci de yanıltılmamış olur. (22 Temmuz 2018)

(05 Ekim 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Hayatın Bir Başka Gerçeği: Tutsak

Kör, fili tuttuğu yerden tanımlarmış… Dolayısıyla da tam tarif etmesi kolay olmazmış, elinin yetmediği yerlerde hep yanılırmış. Toplumsal yaşamı da bir pencereden bakarak tanımlamak mümkün değildir. Geniş açılı, rahat görünüm sağlayan, birden çok pencere olmalıdır ki, hem toplumsal katmanları hem o toplumu oluşturan insanların duygularını hem de içindeki kadar dışındakini de düşünen bir olgu çıksın ortaya…

Doğru tek midir?

Bir konser sırasında soprano, onu çok beğenen iş adamı, siyasetçiler, birçok üst düzey görevli ve çalışanlar ile eşleriyle çocukları gerillalar tarafından rehin alınır, arkadaşlarının serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla. Gerillalar mı doğrudur, yoksa devlet mi haklıdır? Bu sorunun yanıtını vermek zor, ama bizim verebileceğimiz tek yanıt: Yaşamak istiyoruz olmalıdır.

Ann Patched’in, Bel Canto romanını sinemaya uyarlayan Paul Weitz, birbirlerinden çok farklı kültür düzeyinde, beklentileri de umutları da dilleri gibi farklı insanların zorunlu bir arada bulunmalarıyla aralarında gelişen bir dili, duyguyu, sevgiyi anlatıyor. Weitz’in sakin anlatımı, yalın dili izleyiciyi perdeye bağlıyor. Konu merak dolu, ne olacağı soru işareti hep var, tedirginlik ve merakla -deyim yerindeyse- gözünüzü bile kırpmadan izliyorsunuz…

İçinde yaşayınca…

Son 30 hatta 40 yılın en çok görülen olaylarından biri böylesi silahsız ve masum insanların rehin alınmaları… Tam da aynı şekilde devletin insanların canını hiçe sayarak operasyon yapması… Belki kimsenin (gerillalar dışında) burnu bile kanamıyor, ama yaşananların insanın içine işleyen etkileri… o etkilerden kurtulamamanın doğurduğu travmanın sonuçları ne olacak? Onları nasıl aşacağız? Okumadığım için romanı bilmiyorum, ama film soruların tümünü izleyicinin yanıtlamasına bırakmış.

Büyük bir mekân olmasına rağmen, kapalı bir alanda tutsak edilen insanlar, onları tutsak alanlar ve bir Kızılhaç görevlisi… Zor bir film, yönetmen için… Ancak Weitz, başarıyla kalkıyor altından.

Hayatın bir başka gerçeğini görmek için muhakkak izlenmeli. Kolay değil böylesi bir durumda hayatı savunmak. Sanatçı, iş adamı, çevirmen ve çocuklarının geleceğini düşünen gerilla lideri ile kendisine gelecek kurmaya aklının değil de gönlünün yolundan giden kadın gerillanın öyküsünü kaçırmayın.

Tutsak -Bel Canto- yönetmen Paul Weitz, oyuncular Julianne Moore, Ken Watanabe, Christopher Lambert… 2 Kasım’dan başlayarak gösterimde…

(03 Ekim 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Ayrımcılık Dehşetine Karşı Omuz Omuza

Siyahi sinemacı Spike Lee’nin ‘Doğruyu Seç / Do The Right Thing’ adlı ilk çıkışının ardından tam 29 yıl sonra Cannes Film Festivali’ne dönüş yaptığı ve şenlikten ikincilik ödülü sayılan ‘Büyük Jüri Ödülü’ ile dönen son çalışması ‘BlacKkKlansman’ bizde ‘Karanlıkla Karşı Karşıya’ adıyla gösterimini sürdürüyor. ‘Karanlık’tan kastedilen asırlar boyu kanamaya devam eden ırkçılık ve ayrımcılık meselesi.

Film, Ron Stallworth’un 2014 yılında yayınlanan ‘Black Klansman: Race, Hate and the Undercover Investigation of a Lifetime’ adlı otobiyografisinden uyarlanmış. Stallworth yetmişli yılların ikinci yarısında Colorado Springs Polis Teşkilatı’nın ilk siyahi üyesi olarak işe alınıyor. Evrak işlerinden sıkılarak, biraz da beyaz amirlerine kendini kanıtlamak için gizli birimde yer almak istiyor. Bir yandan siyah aktivistler ile teması sürdürürken, diğer yandan gazetede gördüğü bir ilan üzerine kendini telefonda beyaz Amerikalı olarak tanıtarak ırkçı Ku Klux Klan örgütüne sızmayı deniyor. ‘Organizasyon’ adıyla anılmak isteyen örgüt başvurusunu beklenmedik bir biçimde onaylayınca, yerine Yahudi polis arkadaşı Flip Zimmerman’ı ırkçı kuruluşun yerel temsilcisi ile tanışmaya gönderiyor.

Kendilerini Beyaz Amerika’nın efendisi olarak gören çoğunluğa karşı omuz omuza veren farklı etnik kimlikteki iki polisin organizasyona sızmasına dair gerçek olaylardan yola çıkan Spike Lee, yetmişli yıllarda yaşananları ‘kara mizah’ unsurunu bolca kullanarak anlatıyor. Lakin olup bitenlerdeki komik ve saçmayı günümüze bağlarken, ya da Colorado Springs’ten 2017’nin Charlottesville’ine geçiş yaparken durumun vahametini vurgulamayı ihmal etmiyor. Yakın tarihli görseliyle Başkan Trump’ın etnik kışkırtmayla nasıl ülkeyi tam ortasından ikiye böldüğünün altını çiziyor.

Lee’nin filmi olayların geçtiği 70’li yıllar Amerikan sinemasının gerilim ve casus filmlerinin atmosferinde ilerliyor. Günümüzün yaygın sosyal medya ortamında kolay kolay yürütülemeyecek bir soruşturma ve sızma öyküsünü zaman zaman o yılların popüler siyahi filmlerinin raconunu da katarak renklendiriyor. Ancak çağlar boyu ırkçılığı mahkûm eden yaklaşımını baştan sona koruyor. Filmini ‘Rüzgâr Gibi Geçti / Gone With the Wind’de Scarlett O’Hara’yı canlandıran Vivien Leigh’nin Güneyli yaralı ve ölü askerlerin arasında dolaştığı ünlü sahneyle açıyor. Köleliği savunan bir düzenin ağıtını yakan ve tüm zamanların en romantik filmi olarak lanse edilen, herkesi gözyaşlarına boğarken ırkçılığın âlâsını yapan bu yapımın üzerindeki haleyi yerle bir ederek. Daha sonra Ku Klux Klan’ın yeniden yeşermesine ön ayak olmuş 1915 yapımı D. W. Griffith filmi ‘Bir Ulusun Doğuşu / The Birth of a Nation’ın ipliğini pazara çıkarıyor. Colorado Üniversitesi öğrencilerinin davet ettiği siyahi temsilcinin, dava arkadaşının sahte bir suçlamayla 30’lu yıllarda halk tarafından parçalanarak ve yakılarak katledilişinin öyküsüyle, bir kutlamada ırkçı örgütün ‘Griffith’in filminden bölümleri mısır patlağı eşliğinde coşkuyla izlemesini koşut kurguyla anlatan, saçma ve trajedinin doruğa çıktığı bölüm filmin de zirvesini oluşturuyor.

Zekice yazılmış ve yönetilmiş, iyi oynanmış bir film bu. Çaylak siyahi poliste Denzel Washington’un oğlu yetenekli genç aktör John David Washington, Yahudi poliste son dönemin yükselen oyuncusu Adam Driver, ayrımcı örgütün tepesindeki David Duke rolünde Topher Grace gayet iyiler. Amerikalı beyaz ırkçı faşistleri koruyup kollayan Trump’a nefretini kusan Spike Lee, 2017’de Charlottesville’de katledilen Heather Heyer’a adadığı filminin daha çok konuşulacağına ve önümüzdeki yıl Oscar’ların güçlü adaylarından biri olacağına inanıyorum.

(01 Ekim 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

İki Ekran Arasında… -Kayıp Aranıyor-

Bizim çocukluğumuzda sosyalleşme, bahçede arkadaşlarla oyun oynama ile tanımlanırdı… Gelişen teknoloji ile birlikte bu tanımlamayı değiştirmemiz gerekiyor, çünkü şimdiki çocuklar ekran aracılığıyla tanıyorlar hayatı ve buna da bağlı olarak sosyalleşiyorlar.

Tabii, iki ucu sivri kazık bunun… Teknoloji ile çocuğun anne babasını kandırması artık kolay değil, akıllı telefonlar, birbiriyle iletişim halinde konumu belirleyen bilgisayarlar aracılığıyla attıkları her adım izlenebiliyor. Yani bir büyük gözaltı süreci yaşanan.

Büyük gözaltı…

Anne babalar, çocuklarını “büyük gözaltı”na almış bile olsalar, arkadaşlarını tanı(ya)madıkları, hangisinin fake (sahte) hangisinin yakın veya uzak olduğunu bilemedikleri için yine de elleri kolları bağlı kalıyor.

Hepimizi teslim alan ve aslına bakarsanız hayatımızı çok da kolaylaştıran teknolojinin belli bir denetimsizliği de beraberinde getirdiğini izliyoruz bu ilginç, ilginç olduğu kadar gerilimli, gerilimli olduğu kadar da heyecan veren filmi…

Kısa filmden uzuna…

İki genç arkadaşın (Aneesh Chaganty ile Sev Ohanian) kısa film olarak tasarladıkları ama yapımcı (Timur Bekmambetov) tarafından çok beğenildiği için geliştirerek sinema filmine dönüştürdükleri film, çok küçük de olsa soru işaretleri taşıyor. Sinemacıların “soğukkanlı geçiş” dedikleri, izleyicinin herhalde kaçırdım diye düşündüğü, filmin sonunda her şey ortaya çıktığında zaten bir anlamı kalmayan “hata”lar (kurgu eksikleri mi demeliyim yoksa) var… Bazen hiçbirimizin dikkatini çekmeyebiliyor veya umursamayabiliyoruz -ki, filmi birlikte izlediğimiz arkadaşlarım üzerinde bile durmadılar, belki biz konuştuktan sonra takılmışlardır, kim bilir.

Öğrenci ve veliler…

“Kayıp Aranıyor” veliler için önemli ipuçları içeriyor, öğrenciler için de… bir o kadar da eğitim alanındakiler için de… Güç iş, veli olarak ergenliğe ulaşmış bir genci -her ne yaparsanız yapın, muhakkak muhalif olacak ve karşı çıkacaktır- takip edebilmek. İtiraz edecektir, kaytaracaktır, yalan söyleyip sizi atlatmaya çalışacaktır… Bir de günümüz gençlerinin teknolojiyle içli dışlı olması ve elektronik yaşama çoktan uyum sağlamış olmalarını unutmayın.

Unutmadan…

Ortadan kaybolan bir genç kızın babası tarafından aranması gibi naif ve anlaşılabilir bir konu işleniyor filmde… Kızının arkadaşlarını tanımayan, ne yaptığını ve nerelerde nasıl zaman geçirdiğini bilmeyen babanın çaresizliğiyle eldeki tek kaynağı bilgisayar üzerinden ipuçları araması anlatılıyor. Korku yok, gerilim dozunda, sürekli soru oluştuğu için aklınızda, filmden kopmanız da mümkün değil… Asıl önemlisi de, filmden sonra kendi çocuklarınızı, torunlarınızı sorguluyorsunuz, ister istemez kendi gençliğinizle kıyaslayarak.

Kayıp Aranıyor -Searching-, yönetmen Aneesh Chaganty, oyuncular John Cho, Debra Messing, Joseph Lee, Michelle La… 28 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(28 Eylül 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Irkçılığa Karşı İki Polis -BlacKkKlansman-

Fransız İhtilali, toplumların önünü açarken bir taraftan da başka sorunların ortaya çıkmasına neden oldu: Irkçılık.

Aşırı milliyetçilik olarak kendini gösteren ırkçılık, giderek kan döken, kendilerinden başkasını “insan” yerine koymayan hatta tümüyle yok edilmesini isteyen, soykırımcı bir ideoloji. Avrupa’da Hitler faşizmi olarak milyonların canına kasteden bu ideoloji, Amerika’da Ku Klux Klan olarak boy gösteriyor.

Siyahi başkaldırının en önemli aktörlerinden yönetmen Spike Lee, yaşanmış bir öyküyü aktarıyor biz izleyicilere BlackKkKlansman ile… Siyahi bir polis ile Yahudi bir beyaz polisin işbirliği ırkçı ve gizli Ku Klux Klan örgütünü çökertiyor.

Güçlü bir polisiye…

Her ne kadar öne çıkmasa da farklı bir polisiye örneği film. Polis teşkilatında bile süren ırkçı yaklaşıma rağmen sabır ve dirençle mücadele eden Ron Stallworth (John David Washington), ilk fırsatı değerlendirerek örgüte sızar, tabii ki, bir beyaz olarak. Kendisinin yerine geçen, Yahudi polis Flip Zimmerman (Adam Driver) Stallworth’un telefonla edindiği bilgiler eşiğinde örgütün iç ilişkilerini öğrenmeye çalışır.

Merak ve heyecanla izlenen bu mesajı güçlü film, beraberinde incecik bir aşk öyküsü de taşıyor. İç içe geçirilmiş bu iki öykü, günümüze gelirken ne gibi zorluklar yaşandığını da, edinilen hak ve özgürlüklerin can pahasına kazanıldığını da vurguluyor.

Biz hayata bakmalıyız

Filmin adındaki çoğaltılmış ‘k’ harfiyle (Türkçesinde de ilk harflerle), Ku Klux Klan’ı vurgulayan Yönetmen Lee daha önceki filmlerindeki gibi ırkçılıkla mücadelesini en yüksek dozda sürdürüyor. Irkçılık eskilerde kalmamış, hâlâ bir hor görme söz konusu… Filmden çıktığınızda, ister istemez günümüzle karşı karşıya kalıyorsunuz. Ülkemize uyarlamak da size kalmış.

“Karanlıkla Karşı Karşıya” -BlacKkKlansman-, yönetmen Spike Lee, oyuncular John David Washington, Adam Driver, Topher Grace, Laura Harrier… 28 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(27 Eylül 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Hababam Sınıfı Uyanıyor

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Orijinal adı “Once Upon a Time in Venice”, Google “Venedik’te Bir Zamanlar” olarak Türkçeye çeviriyor, “Los Angeles’ta Gizli Görev” Türkçe adıyla vizyona giriyor. Herhangi bir art niyetim yok sadece dikkatimi çektiği için not ettim. (29 Mayıs 2018)
Bu paylaşıma yapılan açıklama: “Venice”, Los Angeles’ta bir plaj adıymış, “Bir Zamanlar Venedik’te” adıyla gösterime girse, seyirci Avrupa’da geçen bir film zannedeceği ve yanıltılmış olacağı için filmin Türkçe adında filmin geçtiği şehrin adı kullanılmış. Dünyanın birçok ülkesindeki gösterimlerde de film adında Los Angeles şehrinin adı kullanılacakmış. İnsan her gün yeni bilgi ediniyor. Bu vesileyle bilmeyenler için yazayım: Los Angeles’in Venice Plajı gibi bizim Tekirdağ ilimizin Saray ilçesindeki geniş bir kumsalın adı da Kastro Plajı olarak biliniyor.

Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı” adlı unutulmaz eseri Ertem Eğilmez tarafından sinemaya aktarıldığında olağanüstü ilgi gördü ve sinemamızın en başarılı dizi filmleri olarak sinemamızdaki müstesna yerlerini aldılar. “Hababam Sınıfı”, “Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı”, “Hababam Sınıfı Uyanıyor”, “Hababam Sınıfı Tatilde”, “Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor”, “Hababam Sınıfı Güle Güle” (sıralamam filmlerin vizyona giriş yıllarına göredir, alt tarafı facebook paylaşımı diyerek kontrolsüz yazmam, her zaman gerekli itinayı göstermiştirim) gibi filmlerin vizyona girdiği yıllarda doğal olarak sinemamız bu filmlerin “Hababam” ve “Sınıf” gibi yan rüzgarlarından da sebeplenmek istedi ve hatırlayabildiğim kadarıyla o yıllarda “Hababam Taburu”, “Kızlar Sınıfı” vs. gibi filmler de çevirdi. Çok sevilen ve sevilmekte olan bu dizi filmlerin hayattaki oyuncuları günümüzde memleketin muhtelif yerlerindeki etkinliklere, festivallere, şenliklere, günlere, açılışlara, vs. gidiyorlar ve oralara Hababam neşesini de beraberlerinde götürüyorlar. Diyorum ki bir organizatörün aklına gelse de aralarına “Hababam Taburu” ve “Kızlar Sınıfı” gibi filmlerin hayattaki oyuncularını da alarak şenlik kapsamını daha da bir genişletse. Muharrem yap bunu. (29 Mayıs 2018)

Kulakları çınlasın, türküyü dinlerken “Sabile” şarkısı hayranı Yıldırım Akbulut’u hatırladım. “Saydım” türküsü en sevdiğim türkülerin başında gelir, şöyledir: “Şu dağlarda kar ol-saydım ol-saydım / Bir asi rüzgâr ol-saydım ol-saydım / Arar bulur muydun beni beni / Sahipsiz mezar ol-saydım ol-saydım.” (Az önce ne sevdiğim belli ne sevmediğim İbrahim Tatlıses’ten dinledim. Tesadüfen radyoda O çıktı, arayıp, bulmadım yani.) (29 Mayıs 2018)

Tabi, illa kusur bulacaksınız, bulmasanız olmaz zaten. Eser yaratıcısı muhtemelen “Filmi 90 dakika yapsam kusursuz olurdu, 188 dakika yapayım da herkes kusur bulma duygusunu tatmin etsin.” diye düşünmüştür. (31 Mayıs 2018)

Bazen iyilik yapayım derken refüze olabiliyorsunuz. Eminönü tramvay durağı girişinde “Sirkeciye nasıl gideceğiz.” diye konuşuyorlardı. Çok uzak sanıyorlar diye öneride bulundum: “Tramvayı boşuna beklemeyin; tee orası, beş dakikada yürürsünüz.” dedim. “Yürümek istemiyoruz.” dediler. İyilik yapayım derken Refüze Ekrem oldum yani. (02 Haziran 2018)

“Ahlat Ağacı”na kusur bulanların artık film seyretmelerine ve sinemaya gitmelerine gerek yok zannımca. Kitap okuyun, müzik dinleyin, resim sergisi, heykel müzesi gezin. Ne bileyim, sekizinci sanatı, dokuzuncu sanatı, onuncu sanatı icat edin, onlarla haşır neşir olun kardeşim. Adam daha ne yapsın? (02 Haziran 2018)

“The Bookshop” filminin seans düzenlemesi için Cinemaximum Art House salonlarına alenen teşekkür ediyorum. Bu hafta bizim kuşağa (60 – 70 yaş aralığı) çok hoş bir nostalji yaşatıyor. 1967 – 70 yılları arasında bendeniz Kırklareli’ndeyken Saray, Gençlik ve Lale Sineması’nda filmler sadece geceleri 21:00 seanslarında gösterilir, Cumartesi, Pazar günleri herkese, Çarşamba günleri ise sadece hanımlara öğle saatlerinde seanslar düzenlenirdi. Sağ olsun Cinemaximum Art House salonları da “The Bookshop” filmini her gün tek seans göstererek benzer bir uygulama gerçekleştiriyor. Ne kadar güzel. (11 Haziran 2018)

O çok ünlü şarkıya yeniden söz yazdım ve yanda Hollywood versiyonunu gördüğünüz Ahmet’e ithaf ettim. Sözlerin çoğuna kıyamadığım için sadece bir nokta (.) ekledim. Şöyledir yeni güfte düzenlemem:
“Aşkın kanununu yazsam yeniden
Kimi ümitleri yel alır gider
Kimi benim gibi sever gönülden
Kimi senin gibi .el olur gider” (12 Haziran 2018) (İlhamın ne zaman ve nerede geleceği belli olmuyor. Bu ilham New York’ta gelmiştir.)

Bazı arkadaşlar “Twitter’e kısa ve öz cümlelerle fikir, öneri, düşünce, kanaat, vs., vs. yazmalı, orası fotoğraf paylaşımı, hikâye anlatımı, şiir yazımı, vs., vs. yeri değildir” diyor. Bendeniz zaman zaman başıma gelen ilginç olayları, kapıma gelen ilhamları yazıyorum, çeşitli fotoğraflar koyuyorum. Sağolsun Twitter şimdiye kadar hiç “Bana koymayın, bana yazmayın, vs., vs. demedi. (14 Haziran 2018)

◄2018 yapımı “Çukur” dizisinin final bölümünü izlerken, 1969 yapımı “Sonsuz Ölüm” (Butch Cassidy and the Sundance Kid) filminin sonunu ◄hatırladım. Size de öyle oldu mu? (18 Haziran 2018)

Lafı tersinden anlamak şöyle bir şey olsa gerek:
“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”(*)
dizelerinin tersine döndürülmüşü:
“İşi ainedir lafın kişiye bakılmaz
Rütbenin görünür şahs-i eseri aklında”
(*) Orijinal dizeler,
“Kişinin aynası işidir, lafa bakılmaz
Şahsın aklının ölçüsü eserindedir” manasına geliyor. Başka bir deyişle “Lafla peynir gemisi yürümez, yaptığın işi göster” demek oluyor. (18 Haziran 2018)

New York’ta dolaşırken, neredeyse iki binanın birisinin önünde inşaat iskelesi kurulu olduğunu görünce şehrin modasının geçtiğini ve eskidiğini düşünüp -oğlum yaşamını burada sürdürdüğünden- hayıflanmıştım. Sonra öğrendim ki tüm binaların dış cephelerinin beş yılda bir bakım şartı varmış. Dökülen sıvalar, çatlayan duvarlar, yerinden oynayan tuğlalar, pencere izolasyonları onarılıyormuş. Arpası başımıza, pardon darısı. (29 Haziran 2018)

(23 Eylül 2018)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

İntikam Meleği -Peppermint-

Hak, hukuk ve adalet kavramı tam yerleşmediği dönemlerde, insanlar kendi haklarını korumak amacıyla kendi adaletlerini oluşturmuşlar… İşte, “kan davası” böyle başlamış. Madem cezası veril(e)miyor, o zaman kendim veririm diyenler birbirlerini öldürmüş. 19. yüzyıl mantığı bu. Kabul, ama artık belli bir sistem var -her ne kadar beğenmeseniz de.

İhkakı hak!

Bizde kan davası olarak ortaya çıkan, Amerika’da kovboy filmlerinde gördüğümüz bu mantığın bitmesini ister ve beklerken sinemacılar, bu yapılanmayı destekleyen filmler yapıyor. Doğal olarak da herkes kendi mantığıyla suçlu gördüğü insanları cezalandırıyor. Buna devlet görevlileri de dahil.

Riley North, kocası Chris ve 10 yaşındaki kızları Carly ile kendi hallerinde yaşarken, uyuşturucu ile ilgili bir öneri bağlantısıyla, reddetse bile saldırıya uğruyor, Riley North yaralı kurtuluyor ve kocasının, özellikle de çocuğunun intikamını almak için kendisini yetiştiriyor.

Sonrası, bir zamanların Yeşilçam filmi gibi… O zaman Yeşilçam’da kısıtlı olanaklarla yapılan ve kahramanın asla ölmediği, kurşununun bitmediği, “tesadüfün iğne deliği” denilebilecek, soğukkanlı geçişlerle üstü örtülen gerçek dışı olaylar artık Hoollywood yapımlarında boy gösteriyor. Yani Jennifer Garner, bir bakıma Cüneyt Arkın oluyor.

Polis ve yargıç da işin içinde…

Yeşilçam’da devlet çalışanları -polis, asker, yargıç ve/veya savcı, hatta öğretmen- asla suçlanmazlardı, onlar hem namus ve adalet timsali olarak gösterilirdi zorunlu olarak, öyle olmadığı bilinse de… İntikam Meleği’nde, bu kez polisle birlikte rüşvet alan ya da taraflı karar veren yargı üyeleri de irdeleniyor.

Çete Cinayet Bölümü Dedektifleri Moses Beltran ve Stan Carmichael ikilisi filmin belki de en merak uyandıran, en önemli karakterleri… Seyirciyi ters köşeye yatırıyor ve gerçekten ilginç bir sonuç çıkıyor sonuçta.

Oyuncular ve öyküden öte aksiyon belirleyici “İntikam Meleği”nde… Başrol karakterin kadın olması, yaşadığı çevrede güven duyulan biri haline gelmesi ve izleyicinin yüreğine de su serpmesi anlamında diğer aksiyon filmlerine fark atıyor…

İntikam Meleği -Peppermint-, yönetmen Pierre Morel, oyuncular Jennifer Garner, John Ortiz, John Gallagher Jr., Juan Pablo Raba… 21 Eylül’den başlayarak gösterimde…

(21 Eylül 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Adana’nın Yarışma Filmleri Göz Kamaştırıyor

25. Adana Film Festivali’nin İstanbul Hilton’da gerçekleşen basın toplantısında yarışma filmleri açıklandı. Kentin sinema dostu belediye başkanı Hüseyin Sözlü’nün de konuşmasında ifade ettiği üzere, sinemamıza kucağını açmış, ülkemizin en önemli festivallerden biri Adana. Ön başvurunun yoğunluğu nedeniyle Ulusal Yarışma için 15 filmlik bir seçki ayrılmış bu sene.

Daha önce kimi festivaller ve sinemalarda gösterilmiş Tolga Karaçelik imzalı ‘Kelebekler’, Mehmet Güreli’nin yönettiği ‘Dört Köşeli Üçgen’, festival ertesinde gösterimini sürdürecek olan Banu Sıvacı imzalı ‘Güvercin’ ile Murat Düzgünoğlu’nun ay sonunda gösterime girecek olan, rasyonalizm ile mistisizmi karşı karşıya getirdiği yılın önemli çalışmalarından ‘Halef’ gibi görüp sevdiğimiz filmlerin dışında ilk gösterimlerini yabancı festivallerde yapmış, beğeni ve ödüllerle dönmüş ulusal yapımların Türkiye prömiyerleri yapılacak Adana’da.

Bunlar arasından heyecanla beklenen ‘Anons’, ‘Uzak İhtimal’ ve ‘Yozgat Blues’ filmleri övgüyle karşılanan Mahmut Fazıl Coşkun’un üçüncü uzun metrajı. Film, 50 yıl öncesinin Türkiye’sini mizahi bir dille sergilerken, hem dünü hem bugünü sorgulayan bir yaratıcı sinema örneği sunuyor. Geçtiğimiz mevsimin en iyi filmleri arasında yer alan ‘Körfez’in yönetmeni Emre Yeksan’ın 75. Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan yeni çalışması ‘Yuva’ Adana’da da iddialı. Çekimleri İğneada’da gerçekleşen film, ormanda münzevi bir hayat yaşamayı seçmiş bir adamın hikâyesini anlatıyor. Locarno’dan çifte ödülle dönen, Damla Sönmez’in performansını konuşturduğu Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’nin ortak çalışması ‘Sibel’ ile Ömür Atay’ın Karlovy Vary’de yarışmış yeni filmi ‘Kardeşler’ de öyle. ‘Gitmek’in yönetmeni Hüseyin Karabey imzalı ‘İçerdekiler’ ve ‘Gênco’nun yönetmeni Ali Kemal Çınar’ın ‘Arada’sı, seçkinin festivalde dünya prömiyerini yapacak olan dikkate değer diğer yapımları.

Adana’nın uluslararası yarışma seçkisi tek kelimeyle mükemmel. ‘Anons’un da dahil olduğu 9 filmlik toplam dünya festivallerinde övgüler almış yapımlardan oluşuyor. Cannes’dan ödülsüz dönmüş ancak eleştirmenlerin en beğendiği filmlerin başında gelen ‘Burning’, sinemaseverleri büyülemiş ‘Şiir’den sekiz yıl sonra sinemaya dönen Lee Chang-Dong’un imzasını taşıyor. Haruki Murakami’nin kısa hikâyesinden yola çıkan Koreli usta sinemacı, vasıfsız bir genç ile aşık olduğu güzel kız ve onun zengin ve küstah arkadaşı arasındaki aşk üçgeni çerçevesinde gerilimi giderek yükselen bir öfke ve saplantı öyküsü üzerinden ilerliyor. Yine Cannes’dan gelen usta yönetmen Jia Zhangke imzalı ‘Kül En Saf Beyazdır’, yüzyıl başından günümüze Çin’in kapitalist dönüşümünü, kanunsuz yeraltı dünyası fonunda yaşanan kırık bir aşk hikâyesi kanalıyla aktarıyor.

Karlovy Vary’de en iyi film seçilen Romanya yapımı ‘Tarihe Barbar Olarak Geçecek Olmak Umurumda Değil’, 1941 yılında Bakanlar Kurulu’nda sarf edilmiş bir cümleden yola çıkarak, ülkenin Doğu cephesinde başlatılan etnik kıyım ile yüzleşiyor. Filmin yönetmeni ‘Aferim’ ile Berlin’den en iyi yönetmen ödülüyle dönmüş Romen usta Radu Jue. Yine Karlovy Vary’ ana seçkisinde yer almış Çek sinemacı Adam Sedlak imzalı ‘Domestik’, hayatta farklı gayeleri olan karı kocanın bir apartman dairesine sıkışmış gerilim dozu yüksek anti romantik öyküsü üzerine. ‘Polisin Karısı’ filmi ile dikkatimizi çekmiş Alman yönetmen Philip Gröning, Berlin’de yarışmış ve süresi üç saate yaklaşan son filmi ▲‘Budala Kardeşim Robert’de Elena ve Robert isimli ikiz kardeşlerin ergenlik, felsefe ve cinsellik üzerine paylaşımlarını sergiliyor.

Amerikan folk müziğine gönül vermiş tanınmış oyuncu Ethan Hawke’nin bu sene Sundance ve Locarno’da yarışmış üçüncü uzun metrajı ‘Blaze’, country-blues türün efsanelerinden Blaze Foley’nin yaşamı üzerine. Ünlü müzisyeni canlandıran Benjamin Dickey’nin Sundance’den ödüllü performansına dikkatinizi çekerim. Deneyimli Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın Venedik’te taze gösterilmiş yeni filmi ‘Çifte Hayatlar’ bir yazar ve editör ikilisinin orta yaş bunalımları, değişen yayın endüstrisi ve partnerleri üzerine tartışmaları üzerine kurulu. Juliette Binoche ile Guillaume Canet bu tipik Fransız yapımın başrollerinde. Yarışma seçkisinin son filmi ise komşu Yunanistan’dan. Yönetmen Babis Makridis’in absürd tonlarda gezinen filmi ‘Zavallı / Pity’ Yunan Yeni Dalgası’nın önemli isimlerinden Efthymis Filippou’nun senaryosundan yola çıkmış yaratıcı bir kara komedi örneği.

(18 Eylül 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com