Kategori arşivi: Yazılar

İçinizdeki Erkeği Öldürün!

“Dünle beraber geçti cancağızım ne varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım” diyen Mevlana’yı aradan geçen 800 yıl sonrasında bir avukat duyar ve sadece müvekkilinin (bağlı olarak kendisinin) değil, bütün kadınların toplumsal cinsiyet eşitliğini kazanabilmesi için ilk adımı atar.

Ruth Bader Ginsburg, tutucu ve bir o kadar da gerici Amerikan mahkemelerinde bir “devrim” sayılabilecek ilk adımları atan bir avukat. Eşinin hastalığında onun yerine de eğitime katılan, çocuğunu büyütmenin yanı sıra onun yetişmesini hatta hayata tutunabilmesini sağlayan, erkek egemen bir okul ve dünyada ayakta durmayı başaran bir avukat. Büyük mücadelelerle geçen bir yaşam…

Ne kadar da bize benziyor…

Kendisi haksızlıklara karşı mücadele ederken, toplumsal cinsiyet eşitliği kavgasını kora kor verirken, Vietnam Savaşına karşı yükselen toplumsal muhalefetin bir üyesi olma yolundaki kızını alıkoymaya çalışıyor. Bizde de öyle olmuyor mu? 12 Eylül öncesi hayatı değiştirmek için çaba harcayanların hemen hiçbirinin çocuğu yok artık toplumsal mücadelenin içinde… Aynı şeyi Ginsburg ya kızına yapmaya çalışıyor. Şairce söylersek: “Erken öten horozun başını keserlermiş/Bitmez tükenmez ki başın kesile kesile”… kızı da yanında yer alıyor, hatta o da güçlü bir avukat oluyor. Bir diğer açıdan bakarsak da en ilerici, en geniş görüşlü, en devrimci insanların bile tutucu yanları olabiliyor. Ama filmde kızı değil annenin başının (!) kesilmesi söz konusu… Direniyor, yılmıyor, sonunda başarıyor.

Başarılı ama ikinci sınıf

Kadınlar, hele de farklı bir dine mensupsa ne kadar başarılı olursa olsun hep aşağılanıyor. Ginsburg’un 1950’li yıllarda başlayan mücadelesi 1970’lerde ancak meyvesini verebiliyor. Harcanan, koca bir ömür, ama kazanılan erkeklerin de yararına olan vergi yasasındaki değişiklik.

Kadınlar tarih boyunca eşitlik mücadelesi vermiş… Amerikan yasalarında tam 132 maddenin erkek egemen oluşu belirleyici bir örnek. Muhakkak ki, etkileri hâlâ sürüyor ve hayata tam anlamıyla geçmemiş… Yani daha kırk fırın ekmek yememiz gerekiyor, deyim yerindeyse…

Filme gelince…

Sinema tarih kitabı değildir, ama tarihin derinliklerinde kalanları kolay, hızlı ve anlaşılır bir şekilde anlatabilir bizlere.

Ruth Bader Ginsburg’ün, haklı mücadelesinde kadınlarla birlikte erkeklerin de kazandığını, çalışma alanlarında da görülen ayrımın, cinsiyet eşitliği çerçevesinde hepimize örnek oluşturduğunu izlemek gerekir. Ginsburg rolünde Felicity Jones, eşi rolünde Armie Hammer gerçekten başarılı… Ev hayatıyla iş hayatındaki farklılıkları, birbirlerine karşı tutum ve davranışları hiç göze batmıyor. Ginsburg’e destek olan ve yardım eden hukukçu arkadaşlarını da unutmamalı…

On the basis of sex, Eşitlik savaşçısı, Yönetmen Yönetmen Mimi Leder, oyuncular Felicity Jones, Armie Hammer, Justin Theroux, Jack Reynor, Cailee Spaeny, Stephen Root, Sam Waterston, Kathy Bates… 28 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(25 Aralık 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Sarkaç Zamanı Öldürür!

Bazı filmler vardır anlatılmaz, izlenir. Soğuk Savaş da onlardan… İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’yı anlatıyor. Bakmayın Polonya, Yugoslavya ya da Doğu Almanya’da geçtiğine… Diğer ülkelerde de, hatta bizim ülkemizde de yaşananlardı filmde geçen…

Türküler şahit!

“Neler çekmiş halkım / Türküler şahit” diyor İlhan Berk. Dere tepe demeden, o soğukta, halk türkülerini kaydetmeye çalışan iki “idealist” derlemecinin düşleri, masa başındaki yöneticinin iki dudağının arasından çıkan tek bir cümle ile sönüyor ister istemez. Türküler, halkın yaşamı olmaktan çıkıp bir propaganda aracına dönüşüyor. Artık dünyayı dolaşsa ne! Alkışlar da yapay, beğeniler de çünkü gerçeği yansıtmıyor, kesinlikle.

Zıtların birlikteliği

Zula ve Viktor, ayrı dünyaların insanı olmakla birlikte, birbirinden kopamayan, buna da bağlı olarak biz izleyiciye yaşamı sorgulamayı sağlayan iki müzisyen. Ayrı pencerelerden bakıyorlar. Ayrı şeyler görüyorlar. Ama birlikteler.

İki gönül bir olunca samanlık seyran olurmuş diyor ya atasözümüz… Düş/ünceler birlikte olmayınca iki gönül ancak samanlıkta saklanır, göster(e)mez yüzünü. Metaforlar olmadan yaşamın ne güzelliği kalır ne de anlaşılırlığı… Peki, metaforlar mıdır bizi ayakta tutan? Peki, ben sorayım o zaman: Siz hayalsiz, metaforsuz yaşayabilir misiniz?

Sinema işte, tam da böyle bir şey. Duyguyla yükselen kaçış, bize zıtlıkların birbirlerini çektiğini, asla kopamadıklarını gösteriyor.

Oscar adaylığı…

Soğuk Savaş, beş dalda birden Oscar adaylığı ile gündemin birinci sırasında yer alıyor. Kuvvetle muhtemeldir ki, kazanacaktır da… Başından sonuna değin dolu dolu bir film. Senaryo çok iyi… hem nalına hem mıhına vuruyor. Kapitalist dünya ile sosyalist dünyayı karşı karşıya getiriyor. Birbirinden bir farkı olsaydı sona ermezdi o iki karşıt gücün biri… Ama birbirinden aslında o kadar da çok farkı var ki, hâlâ ısrar ve inatla tek çözüm olarak gösterilebiliyor. Sosyalist ülkelerde yaşananların gerçekten sosyalizm olmadığı düşüncesini geliştiriyorsunuz filmle birlikte… Bunu sadece aşk ve müzik üzerinden, iki kişiyle başarıyor film.

Oyuncular, müzik, dekor, montaj… hasılı reji çok başarılı. Adaylığı da ödülleri de hak ediyor.

Soğuk Savaş/Cold War, yönetmen Pawel Pawlikowski, oyuncular Joanna Kulig, Tomasz Kot… 21 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(20 Aralık 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Alnımın Çizgilerindesin Memleketim

‘Roma’nın büyülü etkisi sürerken, bir başka muhteşem sinema deneyimine hazır mısınız. Geçtiğimiz hafta Avrupa Film Ödülleri’ni adeta süpüren (en iyi film, yönetmen, senaryo, kurgu ve kadın oyuncu) Pawel Pawlikowski imzalı ‘Soğuk Savaş / Zimna Wojna’dan söz ediyorum. Beş yıl önce ‘Ida’ ile sinemasına olan hayranlığımızı perçinlemiş olan Polonyalı yönetmen, İkinci Büyük Savaş sonrasının tedirgin iklimini etkileyici bir siyah beyaz estetikle perdeye taşıyor bir kez daha.

Bu defa 40’lı yılların sonlarındayız. Polonya kırsalından halk türküleriyle açılıyor film. Savaş ertesinde Doğu Bloku ülkeleri arasında yerini almış olan Polonya Halk Cumhuriyeti’nden iki kentli müzisyen, köy köy dolaşarak halk konservatuvarlarında eğitilmek üzere yetenekli gençleri aramaktadır. Piyanist ve orkestra şefi Wiktor ile yeteneğiyle ışık saçan genç köylü kızı Zula’nın aşkı bu süreçte başlıyor.

Ülkenin gözbebeği haline gelen yeni oluşmuş ‘Mazurka (Mazurek)’ topluluğu süreç içinde Stalinci rejimin propaganda aracı haline geliyor. Milli kültür hazineleri olarak keşfedilen halk türküleri ve danslarının arasına Sovyet liderini kutsayan hamasi ezgiler karışıyor. Mutsuz Wiktor bir Berlin turnesinde Batı’ya iltica kararı alıyor, lakin asi ve güzel Zula’nın diline ve kültürüne yabancı olduğu bir diyara kaçma konusunda tereddütleri vardır.

Röportajlarından öğrendiğimiz kadarıyla kendi ebeveynlerinin 40 yıllık fırtınalı beraberliğinden ilham almış Pawlikowski. Bu uzun ve yorucu süreçte bir ayrılık, hatta annesinin ikinci evliliği söz konusu olmuş. 14 yaşındayken annesiyle birlikte İngiltere’ye göç ediyor sinemacı. Babası da arkalarından geliyor. İkili yıllar sonra yeniden biraraya gelmiş ve birlikte göç etmişler bu dünyadan.

İngiltere’ye iltica etmek isteyen Doğu Avrupalı göçmenlerin sorunlarını dile getirdiği 2000 yapımı ‘Son Çıkış / Last Resort’ ile ilk çıkışını yapan ve en iyi genç yönetmen olarak Bafta ödülünü almış olan sinemacı, ‘Soğuk Savaş’ın ana karakterlerine ebeveynlerinin adını vermiş. Ancak anlattığı hikâye tamamen kurgusal. Filmdeki Wiktor ile Zula’nın aşkı 1949’dan 1964’e uzanan 15 yıl boyunca baş döndürücü bir biçimde sürüyor. Varşova’dan Berlin’e, Yugoslavya’dan Paris’in bohem gece kulüplerine uzanan süreçte, bu coşkun sevdanın peşinden sürükleniyoruz bizler de. Pawlikowski’nin başarısı, bu çileli ve tutkulu 15 yılı yaman bir kurgu maharetiyle seksen dakikadan az bir süre içinde bu denli etkileyici bir biçimde anlatabilmesi. Görüntülerde Lukasz Zal imzasını taşıyan siyah beyaz estetiğin büyüsü, çok iyi bir şarkıcı olan Joanna Kulig ile Tomasz Kot’un mükemmel ötesi yorumları, ses bandından yükselen klasik, caz ve folk ezgilerin güzelliği ayrı ayrı yönetmenin dünyasını oluşturmasına hizmet ediyor.

Yalnızca tutkulu bir aşkın öyküsü değil, yürek paralayan bir memleket hikayesi de ‘Soğuk Savaş’. Rejimin buyruklarını yerine getirmek istemeyen Wiktor, vatanından ve sevdiği kadından uzakta Paris’in ünlü gece kulübünde caz piyanisti olarak çaldığında mutlu olacak mıdır. Filme damgasını vuran ‘İki Aşık’ ezgisi caz versiyonuyla, hatta Fransızca sözlerle kulağı okşayabilir ama Polonya’nın bağrından çıkmış özünden koptukça Zula onu aynı coşkuyla icra edebilecek midir. Kendi kültüründen, kendi insanlarından uzakta yaşamak bir insana, hele hele bir sanatçıya huzur getirecek midir.

Filmi izleyen Polonyalı bir arkadaş ‘neler yaptık biz bu insanlara’ diye içten hüznünü dile getiriyordu. Biz de ülke olarak çok acılar çektirdik yazarlarımıza, şairlerimize diye cevap verdim kendisine. ‘Kime ne yaptık biz?’ sorusuna yanıt arayan kederli Wiktor ile Zula’nın buruk öyküsünü izlerken Nazım geldi aklıma. Gözlerim doldu. Onun vatan özlemi kokan şiirlerinden ‘Memleketim’de şöyle diyordu usta şair:

Memleketim, memleketim, memleketim
Ne kasketim kaldı senin ora işi
Ne yollarını taşımış ayakkabım,
Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
enfarktında yüreğimin,
Alnımın çizgilerindesin memleketim,
Memleketim,
Memleketim…

(20 Aralık 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Robotlar da Ağlar

Hayatın bir akışı var, kendince… İnsan(lar) o akışa uymaya, ama bir yandan da kendine çevirmeye çalışıyor. Evrim dediğimiz bu olsa gerek.

Son yıllarda hızla gelişen teknolojiyle birlikte yaşanan değişim gerçekten hepimizi geleceği düşünmeye zorluyor. Olmayacak şey değil… George Melies -ama önce Jules Verne- Ay’a Seyahat çekmişti, kimsenin aklının bile ucundan geçmediği zamanlarda. Ay nurdu, ona gidilemezdi… Aradan geçen yıllar, değil Ay’a, diğer gezegenlere bile gidilebileceğini gösterdi. Şimdi benzeri fantezi(!!!)ler sıradan (!) artık. Çocuklar bile o düşleri kuruyor.

İnsan da… yakında!

Her şeyi zorlayan insan; kendisinin de yapay olabileceğini, ona da duygular yükleyebileceğini düşünüyor. Aşkın Algoritması/Zoe bu umudun filmi…

Ash, android robot olduğuna bakmadan, kendisini üreten Zoe’ye âşık olur. Zoe ise birlikte çalıştıkları Cole’ün peşindedir. Anketlerin sonuçlarına göre normal (!!!) insanların partneri olacak android robot üreten Zoe ile Cole, aralarındaki hoşlanmayı göz ardı edemezler. Ama Cole, mutlu olmasa da evlidir.

Robotlar da ağlar

Gelişen teknolojiyle birlikte gelinen aşamada, üretilen robot insanların diğerlerinden ayırt edilebilmesi mümkün bile değildir. Sokakta, işte, evde hatta lokantada bile o robot insanlar artmış olsa da bir küçük (!) eksikleri vardır. Cole, onlara “duygu” yüklemek ister. Tabii ki en büyük destekçisi Zoe’dir.

Bilim kurgu filmlerin büyük çoğunluğu gergin aksiyonlar oluyor. Belki de gerçekçi bir yaklaşımla (bugün, dünyamızın geldiği durum da bu değil mi? Küresel savaş bekleniyor, yereller zaten devam ediyor, üzgünüm) medeniyetin yok ettiği yeni bir dünyada yeni bir yaşam kurma savaşı ele alınıyor. Aşkın Algoritması/Zoe ise alabildiğine duygusal, alabildiğine sakin ve yalın bir yaklaşımla gelecekte karşımıza çıkacak bir başka soruna parmak basıyor.

Aşk yoksa hayat da yok

“Umutsuz yaşanmıyor” diyor şair, sahiden de umutsuz mümkün değil yaşamdan tat almak… Tüm zorluklarına, eksikliklerine, sıkıntılarına rağmen aşkla sarıldığımız bu yaşamın, gelecekte de aynı güç ve düzeyde olacağını düşündürüyor film hepimize.

Bir damla gözyaşı, yaşama sevinci olabiliyor. Sahi, siz hiç kendi gözyaşınızı sevdiniz mi? Aşkın Algoritması/Zoe o mutluluğu tattırabilir.

Aşkın Algoritması/Zoe, yönetmen Drake Doremus, oyuncular Ewan McGregor, Léa Seydoux, Theo James, Christina Aguilera, Rashida Jones, Miranda Otto… 21 Aralık’tan başlayarak gösterimde…

(19 Aralık 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Kaybolmuş Bir Dünyanın Şiiri

Bazı filmleri kelimelere dökmek kolay olmuyor. Alfonso Cuarón imzalı ‘Roma’ işte böylesi sıra dışı sanat eserlerinden. Fellini’nin ‘Amarcord’da yaptığı biçimde, izleyiciyi çocukluk yıllarının kaybolmuş büyülü dünyasına taşıyan Meksikalı yönetmenin çabası, kendisiyle hemen hemen aynı yaşlarda olan benim kuşağım için daha da yüklü anlamlar taşıyor.

1970 yılının ikinci yarısında, bizde de ilgiyle takip edilmiş tarihi Dünya Kupası’nın hemen ertesinde başlıyor Cuarón’un öyküsü. Mexico City’nin merkezinde orta sınıftan ailelerin yaşadığı Roma mahallesinde geçiyor hikâyemiz. Aile reisi doktor baba bir iş seyahati ertesinde eve dönmeyince, annesi, anneannesi, kızkardeşi ve iki erkek kardeşiyle birlikte kalıyor ailenin en küçüğü Pepe. Ancak anlatı, çocuklara anneleri kadar özen gösteren ve onlar üzerinde büyük emeği olan Meksika yerlilerinden hizmetçi kız Cleo’nun gözünden ilerliyor. 70’li yılların çalkantılı siyasal ortamında sosyal hiyerarşi ve aile içi huzursuzlukların canlı ve duygusal portresini çizen Cuarón, ta 1991 yapımı ilk uzun metrajı ‘Solo con Tu Pareja’dan beri kafasında olan ‘Roma’yı hayata geçirirken yaklaşık 50 yıl öncesinin kaybolmuş dünyasını yeniden yaratıyor. Filmde anlatılanların yüzde 90’ının özyaşamsal anılarından kaynaklandığını söyleyen sinemacı, yaşadığı evden, oturduğu mahalleden evde kullandıkları eşyalara kadar her bir detayı özenle koruduğunu ifade ediyor.

‘Roma’nın kendisini yetiştiren kadınlara bir aşk mektubu olduğunun altını çiziyor sinemacı. Senaryoyu oluştururken ailenin bir ferdi haline gelmiş Cleo’nun anlattıklarından büyük ölçüde yararlanmış. Renkli çektiği filminin siyah beyaz olarak basılmasını özellikle istemiş. Kaybolmuş bir dünyadan sahneler aktarırken uzun planlar kullanmış. Yakın çekimlere çok az yer vermiş.

İzleyeni büyüleyen şiirsel bir dinginliğin hakim olduğu ‘Roma’nın bizim kuşak için ifade ettiklerine gelince. 70’lerin Mexico City’si aynı yılların İstanbul’u ile ne kadar da benzerlikler içeriyor. Sosyal ve siyasi kaynama, sokak protestoları, Cleo’nun serseri sevgilisi Fermin benzeri işsiz güçsüz uzak doğu sporlarına hevesli varoş gençlerinin sopayla silahla yürüyüş yapan öğrencilerin üzerine salınması bizim kuşağa yaşadığımız acı yılları hatırlatıyor. O yıllardan kalan güzel şeyler de akıyor perdeden. Cleo ile sevgilisi, bizdeki benzerleri çoktan yok edilmiş büyük ve görkemli sinema salonlarından birinde bir Louis de Funès filmi (Şahane Oyun / La Grande Vadrouille) izliyor. Aynı filmi aynı yıllarda şimdilerde Opera binası olarak hizmet veren Süreyya Sineması’nda izlediğimi hatırlıyorum, duygulanıyorum.

Yanlış anlaşılmasın, duyguları sömüren bir film değil bu. Tüm güzellikleri ve çirkinlikleri ile artık geride kalmış bir çağın şiiri ‘Roma’. Daimi çalışma arkadaşı Emmanuel Lubezki işlerinin yoğunluğu nedeniyle projeye katılamayınca görüntü yönetmenliğini bizzat üstlenmiş ve müthiş bir iş çıkarmış Cuarón. Hizmetçi Cleo’ya hayat veren ve ilk kez perdede gözüken Yalitza Aparicio da öyle.

Dingin bir ön jenerikle açılıyor film. Kamera, ailenin oturduğu evin avlusuna çıkan yol üzerindeki karolara sabit kalıyor uzunca bir süre. Cleo’nun temizlik vaktidir. Elindeki hortumdan çıkan suyun sesini duyuyoruz ekran/perde dışından. Deterjanlı suyla yıkanıyor karolar. Tepedeki pencereden sızan ışığın aydınlattığı su birikintisinin üzerinde belli belirsiz bir uçak silueti beliriyor. Cuarón’un filmin ilerleyen bölümlerinde birkaç kez daha göstereceği gökyüzünde süzülen bu uçaklar, modern teknolojinin hayatları ve yaşam biçimlerini kaçınılmaz bir biçimde dönüştüreceğinin habercisidir sanki. Hayat akıp gidiyor. Çocuklar büyüyor, yaşlanıyor. Dünya değişiyor. Gıptayla, özlemle biraz da gizli bir kıskançlık duygusuyla izledim ‘Roma’yı.

(17 Aralık 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sinemamız 104 yaşında… Biz Sınıfta Kaldık

Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü himayelerinde SE-SAM olarak sinemamızın 104. yılında, “Türk Sinemasını Geçmişten Geleceğe Taşıyanlar” isimli ödül töreninde sınıfta kaldık.

Geleceğin sanatı…

Sinema, bütün diğer dallarını da içerdiğinden, sadece “yedinci sanat” olarak kalmaz, bir adım daha öne çıkar. Onun için de hep göz önündedir, hep dikkat çeker, hep eleştirilir, hep gıpta ile bakılır, hep arzulanır, hep ulaşılmazdır. Diğer bütün sanat dallarından farklı olarak herkes kendini sinemacı olarak kabul eder, hem de iyi sinemacı. Nedenini, niyesini düşünmez, sorup sorgulamaz (hele de başını sonunu bilmedikleri halde) öyle değil de böyle yapılması gerektiğini iddia ederler. Çoğunlukla da ikna edemezsiniz.

Böylesi bir sanatın içinde bulunanların, böylesi bir alanda çalışanların kendilerini farklı görmesi kaçınılmazdır. Ama sorumlulukları da büyüktür ve o sorumluluğu yerine getirmeleri gerekir.

104 yaşında dinç ve genç!

Sinemamız, tartışmalı da olsa, 1914 yılında Fuat Uzkınay’ın “Ayastefanos’daki Rus Abidesinin Yıkılışı” filmi ile başlıyor. Kimsenin o filmi görmemesi bir yana, daha öncelerdeki filmcileri -Ermeni veya Rum diye- saymamak kötü, gerçekten kötü… Yine de az buz şey değil 104 yıl. Herkesin merak, hayranlık, aşkla izlediği filmler belirleyici… Kuşkusuz “mutlu son” hepimizi hayatın karmaşasından çıkarıp düşler dünyasına götürdü yıllarca. Çok insan emek verdi, çok insan yazdı, çekti, görüntüledi, montajladı, seslendirdi, izletti… Hepsinin emeği asla ödenmez, ödenemez.

SE-SAM, 12 Eylül’den sonra kesintiye uğrayan örgütlü mücadelenin ilk gücü olarak kuruldu. 32 yıl olmuş… Önemli, daha da önemlisi belirleyici bir süre. Kuruluşundan günümüze emeği geçenlere teşekkürler binlerle…

Olmaz ki… böyle de yapılmaz ki!

Bu yılki SE-SAM ödül töreni Emek Sineması’nda yapıldı. Yıkılmaması için çok mücadele verildi, çok çaba harcandı… kuşkusuz imitasyonu aslının yerini tutmaz, tutamaz. Ama madem açıldı, madem film gösterimleri yapılıyor, ödül törenlerine sahne oluyor, artık kin gütmeyi bırakıp o “güzelim salon”u hayata geçirmeliyiz.

Sunucu: “Doğum günü pastası”

Sahneye dersine çalışmamış, kimlerle karşılaşacaklarını bilmeyen, neler yapmaları gerektiğine karar verememiş (ne yazık ki, SE-SAM İkinci Başkanı imiş) iki kişi sunuyordu etkinliği…

İçim ezildi… acıdım sinemamızın düştüğü duruma… Büyük olasılıkla hem Büyükşehir Belediyesi hem Beyoğlu Belediyesi ile ilişkide oldukları için (belki de organizasyonu da onlar üstlenmişti, iyi de para kazanmak için) Nur ve Hakan Türkşen’i izledik üzülerek. Nur Türkşen’in üç katlı pastaya benzeyen, ama hiç mi hiç yakışmamış, göreni şaşırtan giysisi dışında bir şey söylemek istemiyorum. Anlaşılmıştır herhalde…

Unutursanız unutulursunuz…

Kısa bir sinema tarihi gösterisiyle açıldı perde. Bu mudur sinemacıların kendilerini anlatmaları? Bunu mu layık görüyor sinemacılar kendilerine? 104 yaşındaki sinemamız, 32 yaşındaki SE-SAM herhalde, başlarını yere eğmiş, ağlıyordur. Kimse teknoloji harikası bir film beklemiyordu… ama arka arkaya eklenmiş birkaç film görseliyle -ki hemen büyük çoğunluğunu oyuncular oluşturuyordu- yalapşap işi geçiştirmek sinemacıların kendilerine yakışmadı.

İlk sinemacımız, hani kuruluşunu O’nun filmine dayandırdığımız Fuat Uzkınay yoktu…

Hepimizin ustası, SE-SAM Başkanı Yılmaz Atadeniz, heyecanlıydı. Haklıydı da… kolay değildi böylesi bir ödül törenini yapabilmek, hak edenleri saptayıp ödül dağıtabilmek… Televizyon dizilerinin yabancı ülkelere satıldığından söz etti, sinemamızın da böylesi haklı gururlarının olmasını diledi. Ama baktık ki, yeni kuşak sinemacıları yok sayıyor. Seksenlerin ödüller kazanan yönetmenleri ve filmleri yoktu… “Otobüs”, üzerine hâlâ da konuşulan film değil mi? Tunç Okan, Erden Kıral, Şerif Gören… hiç anılmadı bile. İsimlere politik bakıldıysa, salonda bulunan Korhan Yurtsever de yoktu. Bir Zeki Demirkubuz, bir Yeşim Ustaoğlu, bir Nuri Bilge Ceylan, bir Semih Kaplanoğlu’nun da adı geçmedi… daha gençler ise hiç yoktu. Oysa bu adlarını say(ama)dığım yönetmenler ödül üstüne ödül getiriyorlar sinemamıza.

Sahi, Feyzi Tuna da yoktu, Kartal Tibet de, Türkan Şoray da yoktu… Asıl önemlisi Bilge Olgaç da… Siz üzülmediniz mi, onların yokluğuna…

Beyoğlu’nu “Hollywood” olarak niteleyen Belediye Başkanı, baştan yönetmenleri küçümsese de, sonradan toparladı konuşmasında… O, yaklaşan yerel seçimlerle ilgili ve uzak sinemadan… Ama yine de üzdü biz izleyicileri…

Organizasyon sıfır!

“Bensiz de film çekilirdi, ama onlarsız asla” diye haklarını vermeye çalıştı yardımcı oyuncuların, Cüneyt Arkın ödül konuşmasında… Ama SE.SAM yok saymıştı onları… bırakın adlarını anmayı, yerleri bile yoktu… ayakta kaldılar. Evet, birkaç yönetmen vardı, birkaç kameraman… ama asıl yükü omuzlayan setçiler, asistanlar, oyuncular yoktu… Montajcıları hiç göremedim. Bu görünüşe göre, gelmedilerse haklıydılar. Şimdi, SE-SAM’ın ve diğer meslek birliklerinin yapması gereken hak ettikleri değeri onlara vermeleridir.

Bir mikrofon uzatılamaz mı, bir el?

Hepsi seksenine merdiven dayamış, hatta geçmiş bu insanlara sahneye çıkar ve inerken elini uzatacak, yardım edecek biri bulunamaz mıydı? Bir kız, bir erkek dururdu basamakların yanında, yardımcı olurdu. Çok mu zordu?

Mikrofon kenarda… insanlar ödüllerini sahnenin ortasında alıp veriyor haklı olarak. Konuşmaları ise sadece dudak kıpırtısı… Eski seslendirmeciler olsaydı, bize aktarırlardı! Bir ara mikrofon geldi, sonra yine yok oldu. Neden? Nedeni yok! Organizasyon kötü.

Dayanamayıp çıktığımızda söylenerek, gençten biri geldi yanımıza, sorunları kendisine aktarabileceğimizi söyledi. “Mikrofon verin, bari sesleri duyulsun” dediğimizde; kendisinin salonun sorumlusu olduğunu, mikrofonun kendisini aştığını söyledi, epey bir mücadeleden sonra. Onun arkasından gelen, belli ki biraz daha deneyimli, sorumlu gibiydi, lafa girdi, ama hemen sıyırdı kendini…

Yaşasın sinema

Bir ödül töreni daha böyle bitti. Olan, yıllarımızı verdiğimiz sinemamıza oluyor. Birçok insan küçümseyecektir sinemamızı, bunları görünce…

Bu yazının çıktığı sadibey.com sitesinin sahibi, “sinemamızı geçmişten geleceğe taşıyan”lardan biri olan Sadi Çilingir başta olmak üzere diğer ödül alanları sahnede izleyip alkışlayamamanın hüznünü yaşıyorum. Canı gönülden kutluyorum ödül alanları… Ölmez sağ kalırsak, sıra bana/bize gelir mi bilemem…

(17 Aralık 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Ölümsüz Don Kişot

‘25 yıldır çekilen ya da çekilemeyen Terry Gilliam filmi’ ibaresiyle başlıyor ‘Don Kişot’u Öldüren Adam / The Man Who Killed Don Quixote’. Sinemanın efsanevi yaratıcısının Amerika’da başlayıp İngiltere’de zirveye ulaşan kariyeri boyunca hep talihsizliklerle mücadele ettiğini biliyoruz. Lakin ‘Don Kişot’ projesinin karşılaştığı engellemeler 2002 yapımı ‘Lost in La Mancha’ belgeseline konu olacak denli dramatiktir.

2000’lerin başlarında yapımcılarla olan anlaşmazlıklara bir sel afeti, bir de başrol oyuncusu Jean Rochefort’un rahatsızlığı eklenince filmin çekimleri durmuş, sonraki yıllarda Gilliam’ın finansman arayışı devam etmiş. Sancho Panza rolü için Johnny Depp’in adı telaffuz edilmiş bir ara. Derken geçen süre zarfında Rochefort ve Don Kişot rolü için düşünülen diğer bir isim olan John Hurt yaşama veda etmiş. Ancak -nihai eserini artık aramızda olmayan bu iki büyük oyuncuya ithaf etmiş olan- Gilliam pes etmemiş. Dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’ndeki gösterim gününe kadar hukuki sorunlarla boğuşmuş olan yapım, azmin zaferiyle dünya sinemalarıyla birlikte ülkemizde de izleyici karşısına çıkmış bulunuyor.

Yazıldığı 17. yüzyıl başlarından itibaren edebiyat alemine yeni bir yön vermiş ve tüm sanatçılara esin kaynağı olmuş Cervantes’in ölümsüz eseri sessiz dönemden başlayarak birçok kez filme alınmıştır. Sinemanın belki de en çilekeş yaratıcısı olarak adlandırılabilecek Orson Welles’in çekilememiş ‘Don Kişot’ projesi düşünüldüğünde seksenine merdiven dayamış Gilliam’ın yıllarca sabırla bekleyerek projesini tamamlaması hem sevindirici hem de takdir edilesi bir vak’a. Sonuç ise gayet tatmin edici. Gilliam’ın çekilme aşamasında çoktan efsaneye dönüşmüş olan yapıtı, hiç dinmeyen temposu, sanatçının her daim genç kalmış uçuk zihninin parlak buluşları, gerçek ile düşün birbirine karıştığı zengin olay örgüsü, dev oyuncu kadrosu ve üstada özgü sıradışı mizah anlayışıyla beklentilerimizi boşa çıkarmıyor.

Günümüzün en değerli oyuncularından, Jim Jarmusch’un unutulmaz ‘Paterson’ı Adam Driver’ın canlandırdığı arayış içindeki reklam yönetmeni Toby’yi alter ego’su olarak kaleme almış Gilliam. Mezuniyet projesi kısa filme konu olan Don Kişot uyarlamasını yıllar önce aynı coğrafyada çekmiş olan Toby anılarına daldığında, ayakları (ya da motosikleti) onu 10 yıl öncesinin küçük dağ kasabasına ve birlikte çalıştığı amatör oyuncu ekibine götürür. Sancho Panza’yı canlandıran şişman köylü çoktan ölmüş, Dulcinea’ya hayat vermiş 15 yaşındaki küçük kız yeni bir hayat peşinde Madrid’e gitmiştir. Zırhını kuşanmış elinde mızrağı ile Don Kişot’luğunu sürdüren yarı kaçık yaşlı ayakkabı tamircisi Javier ise yıllar sonra karşılaştığı Toby’yi kaybettiğini sandığı Sancho Panza’sı olarak bağrına basacaktır.

Akabinde sinemanın uçuk masallar yaratıcısı Gilliam’ın fantezi evrenine hızlı bir giriş yapıyoruz. İkili yıllar sonra yeniden karşılaşınca, reklam filmine konu olan votka markasının sahibi acımasız Rus oligark, fırsatçı reklam yapımcısı ile mazide kalmış eski aşkların buluştuğu, geçmiş ile bugünün, gerçek ile hayalin birbirine karıştığı çağdaş bir Don Kişot ikliminin ortasına düşüyor. Javier’nin önüne geçilmez tutkusu ve deli kararlılığı, Toby’nin sistemle olan bağlarını yeniden gözden geçirmesine ve prangalarından kurtularak hayallerinin izini sürmesine destek oluyor.

Toby karakteriyle kapitalist sisteme, düşlerine set çeken film yapım endüstrisine Don Kişot’un yeldeğirmenlerine saldırması misali hücum eden Gilliam’ın biraz da Adam Driver için çektiğini söylediği bu vasiyet filminde yaşlı Javier’yi deneyimli İngiliz oyuncu Jonathan Pryce canlandırırken, ikiliye yan rollerde Stellan Skarsgaard, Sergi Lopez, Rossy De Palma, Olga Kurylenko gibi deneyimli uluslararası bir oyuncu kadrosu eşlik etmiş. Nicola Pecorini’nin İspanya kırsalını ve Gilliam’ın fantezi evrenini görselleştiren kadrajları; yerel tınılar ile Shostakovich’in ünlü 2 no’lu valsini anımsatan ezgilerin süslediği Roque Baños imzalı müzik bandı birinci sınıf. Yazının başlığının filmin adıyla tezatına gelince, onun yanıtını da filmi izleyince alacaksınız.

(07 Aralık 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Oyuncu Olmak İsteyen Parmak Kaldırsın

Sanat, hayatın ta kendisidir. Dünyayı bir sahne, üzerindeki yapıları, ağaçları, hayvanları, dağları -aklınıza ne geliyorsa artık- her şeyi dekor; insanı da oyuncu olarak kabul edebiliriz. Yani hepimiz parmak kaldırmak zorundayız, bu anlamda. Hepimiz oyuncuyuz… acısı tatlısı, tasası kıvancı, zorluğu kolaylığı, sağlıklılığı hastalığı ile hepimiz iyi birer oyuncuyuz hem de… Anne/baba, öğrenci/öğretmen, köylü/kentli, zengin/fakir, yaşlı/genç, kadın/erkek olsak da rolümüzü becerebildiğimizce iyi oynuyoruz. Bir tek oyuncular, onlar rolleri gereği köylüyü de kentliyi de, yaşlıyı da genci de, iyiyi de kötüyü de, dostu düşmanı da, akıllıyı da deliyi de -örnekleri uzatmak mümkün- oynuyorlar. Sadece oynamakla kalmayıp bizi ikna da ediyorlar.

Kolay görünen zorluk

“Benim hayatım roman” sözünü çok duymuşsunuzdur, ama birçoğumuz yaz(a)mayız bile başımızdan geçenleri… Aynı şey, aynı şekilde “ne olacak ki, yaşadığımız şeyler hepsi, ben de oynarım” diye yüksekten attığımız, ama iş başa düşünce “kem… küm” dediğimiz oyunculuk için de geçerli.

Tümay Özokur, yıllarını verdiği oyuncu ajansı işinde insanların daha da dik durması, kararlı olması, işini (burada rolünü kuşkusuz) daha başarılı yapması için düşüncelerini kitaplaştırdı. “Oyunculuk nedir”den başlayarak “neler yapılmalı”dan tutun da “nasıl yükseliriz”e kadar akla gelebilecek her şeyi anlatıyor.

Ama önce…

İyi bir insan olmayan iyi bir oyuncu olamaz! Bu konuda hemfikir olalım. Kendisine ve hayata olumlu bak(a)mayan, figüran olur ancak. Kendisine yeterli gelen için söylenecek bir söz yok, ama herkesin gönlünden başrol geçer. Galiba en çok da sabırlı, iyi niyetli, hoşgörülü ve art niyetsiz olmak gerekiyor birinci koşul olarak. Bunun için çok çalışmak gerekliliğini bir tarafa koyalım da Tümay Özokur’un bilgi birikimi ve deneyimlerinden yararlanarak bir adım öne çıkalım…

Oyuncu olmak isteyenlere epey bir ipucu veriyor Özokur, tabii profesyonelliğini bırakmadan. Küçük bir not eklemek isterim burada… Sadece oyuncu olmak isteyenlere seslenen bir kitap değil “Oyuncu Olmak İsteyen Parmak Kaldırsın”; kendisini tanımak, hayatta daha iyi bir yer bulmak/tutmak, başarıya ulaşmak, zorlukla çıktığı zirveden hiç inmemek isteyenler de okumalı. Hatta başucu, başvuru kitabı olarak hep el altında tutmalı. Belki de en çok anne babalar okumalı, sadece çocuklarını yönlendirmek amaçlı değil, yetiştirmek amaçlı. Öğretmenler de okumalı, hem öğrencilerine nasıl davranacaklarını kestirebilmeleri hem de onları başarıya yönlendirebilmeleri için…

On iki bölümden oluşan kitap, “nasıl oyuncu olunur”dan oyuncu ajans ilişkisine, ajans menajer yapılanmasına, yapımcı-ajans(menajer)-oyuncu üçgeninde nelerin nasıl yapılması gerektiğine (bu, çok önemli, çünkü sadece oyuncu için değil, yapımcı için de pek doğru ilişki/iletişim yaşanmıyor), sette yönetmen-oyuncu, senaryo-oyuncu, rol-oyuncu ilişkilerine dek her konuyu açıyor, anlatıyor. Sonrası size kalmış.

Oyuncu Olmak İsteyen Parmak Kaldırsın
Tümay Özokur
Güncel/Başvuru
Destek Yayınları
Mayıs 2018
255 s.

(07 Aralık 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Karanlık Zihinler

Çilingir Sofrası (Sadi Bey’in Facebook Günlükleri):

Eski Türkiye’de film dağıtım şirketlerinin neredeyse tamamı Beyoğlu İstiklal Caddesi, Erol Dernek Sokağı ve Yeşilçam Sokağı civarında ikamet etmekteydi. Günümüzdeki Yeni Türkiye’de ise herşey gibi onlar da dağıldılar, şehrin muhtelif semtlerini mekân tuttular. Eskiden Anadolu’dan film programı yapmaya gelen sinemacı, günün sabahında İstiklal Caddesinin Taksim istikametindeki bu tarafından girip, akşam Tünel istikametindeki öbür tarafından çıktığında bütün şirketlerle görüşmesini tamamlar, çayını, kahvesini içer, yemeğini yer, akşam memleketine dönerdi. Teknolojinin ve iletişimin geliştiği günümüzde ise bu dağılma nedeniyle çark tersine işlemeye başladı. Önce zaman yetmez oldu, bir günlük şirket ziyaretleri neredeyse bir haftaya yayıldı. Bugün sohbet ettiğimiz, sevdiğim dağıtımcı arkadaşlardan Uluç Küçüközcan’ın ilginç keşfî fikrinden hareketle Anadolu sinemacılarımıza dağıtımcı şirketler rotası belirledim. Şöyledir: Önce Çekmeköy’deki Derin Film’e uğramalı, sonra Kozyatağı’ndaki UIP Filmcilik ve Koşuyolu’ndaki Bir Film ve Başka Sinema’yı, oradan Kavacık’taki Pinema Film’i ziyaret etmeli. Boğazı geçip Levent’teki TME Films, Arnavutköy’deki Chantier Films, Ortaköy’deki Warner Bros. ve CGV Mars Dağıtım, Mecidiyeköy’deki MC Film’de çay, kahve içtikten sonra Beyoğlu’ndaki Özen Film’e uğrayıp Lades Restaurant’ta yemek yemeli. Ki bu restaurantta rahmetli Kadri Yurdatap’la karşılıklı yemek yediğimizi hatırlarım. (Unuttuğum şirketlerin affına sığınırım.) (08 Ağustos 2018)

Sırf “Ne güzel şeyler yazmış” hissi verme amacıyla yazılmış cümle ve ifadeleri hiç sevmiyorum. Misalen salladım: “Ne kadar yükselirsen aşağıdakilere o kadar küçük görünürsün.” Eee ne oldu şimdi, başım göğe mi erdi? (Baş nasıl göğe eriyorsa? O da ayrı bir muamme.) (09 Ağustos 2018)

Alt tarafı T harfi deyip geçmeyin, “vakıf yöneticisi” mânâsına gelen “mütevelli”ye eklediğinizde, koskoca, anlı şanlı kelimeyi “bundan dolayı” mânâsına gelen “mütevellit”e dönüştürüyor. Tarık, Arık oluyor; Temel, Emel oluyor. Kelime oyunu. (09 Ağustos 2018)

İçinde bulunduğumuz yaz mevsiminde belediyeler o kadar çok ücretsiz açık hava film ve sinema geceleri düzenledi ve düzenliyor ki insan bir sinemasever olarak belediyelerin kültür birimlerinin sinemaya gösterdikleri bu aşırı ilgiye sevinmeden edemiyor. Ancak gösterilen bazı filmlere bakınca durumun hiç de öyle olmadığı, birkaç firmanın belediyelere teklif götürüp bu gösterimleri ayarladığı anlaşılıyor. Kötü bir şey mi? Değil tabi ki. Gösterim şartları sinemaya yakışır bir şekilde gerçekleştiriliyor ve insanları sinemadan soğutmuyorsa mutlaka iyi bir hizmettir. Bir festivalde başıma geldiği için bu duruma işaret ediyorum. Şişme perdenin yarım saatte kurulduğu, perdeye 15 dakika filmin yarısının silik bir şekilde yansıtıldığı, sesin anlaşılmadığı o tür bir gösterimi izleyen seyirci, bırak açık hava gösterimini, püfür püfür serin bir kapalı sinemadaki gösterimi ücretsiz yapsan, mısırı, kolayı bedava versen bile bir daha gelmez. (11 Ağustos 2018)

Önümüzdeki hafta gösterime girecek “Karanlıkta” (The Darkness) filminin görüntü yönetmeninin adı sanki pek bi tanıdık: Si Bell. Gösterimi süren “Karanlık Zihinler” (The Darkest Minds) filminin yönetmeninin adı da sanki pek bi tuhaf: Jennifer Yuh Nelson. (11 Ağustos 2018)

Bu gibi durumlarda genelde “Burası Patagonya mı kardeşim?” denir diye biliyor ve Patagonya’yı hep hayali bir ülke sanıyordum. Oysa Şili ve Arjantin’in güneyine Patagonya deniyormuş ve bölgenin büyük kısmı Arjantin topraklarındaymış. Bu vesileyle bilgi dağarcığım yükselmiş oldu. (12 Ağustos 2018)

Memleket sathında sinemamızın Yeşilçam döneminin adı kullanılarak, bize yansıdığı kadarıyla az miktarda, yansımadığı kadarıyla çok miktarda kişi veya kuruluşlarca etkinlikler ve film gösterimleri düzenlendiği haberleri alıyoruz. Geçmişte birkaç kez şahit olduğumuz üzere bu etkinliklerin bazıları, Yeşilçam ve sinemamızı temsil ettiğine kanaat getiren, yetkisi kendinden menkul kişiler tarafından düzenleniyor. Bu etkinliklerde eski zamanların sevgi, saygı ve neşe dolu hayatlarından yansımaları günümüz insanlarına ulaştıran Yeşilçam filmlerimizin ehil ve bilen kişiler tarafından sinemasever halkımıza gösterilmesi konusunda Belediye ve yerel kuruluş yetkililerinin hassasiyet göstermesi gerektiği kanaatindeyiz. Belediyeler veya yerel kuruluşlar böyle bir teklif aldığında herhangi bir sinema kuruluşuna danışmalı ve bu kişiler hakkında olumlu görüş aldıktan sonra etkinliği gerçekleştirmeli. (12 Ağustos 2018)

Önce HES’leri yaptılar “Ordu’nun dereleri aksa yukarı aksa”yı bitirdiler, şimdi de tünel yapıp, “Kalk gidelim, oy gidelim Zigana’ya”yı bitireceklermiş. (Vazgeçtim bunu yazmaktan. İlham vermiş olmayayım, oralara da yeşil yol yapıp, yatay mimari yapılarla doldururlar.) (12 Ağustos 2018)

Başı, sonu hayatın içinden küçük bir hikâye: Sabah 7 gibi mutfak setinde bir karınca dolaşıyordu. Az önce, 14:25’te makarna ısıtmak için mutfağa girdiğimde hâlâ sette geziniyordu. Herhalde inecek yolu bulamadı diye düşünürken aklıma Galatasaraylı rahmetli Karıncaezmez Şevki geldi. Karıncanın önüne kâğıt koydum, üstüne bindi, zemine bıraktım. Akşama doğru zeminde arayacağım onu, gitmemişse tekrar mutfak setine çıkaracağım. Dolar şu anda 6,42 TL olmuş. (12 Ağustos 2018)

Dün öğleden sonra eve dönerken Ergenekon Caddesi başındaki balıkçıya baktım, levhalarda fiyat yoktu, sadece balık adları yazıyordu. İki ihtimal var, bizim balıkçı ya fiyatları dolara endeksledi veya balıkları bedava dağıtıyor. (12 Ağustos 2018)

(04 Aralık 2018)

Sıra Sende!

Birincisi; filmin mesajı: Sağlığını kazanması için, çaba gerekliliği nedeniyle “Sıra Sende!”…

İkincisi; filmin izleyiciye mesajı: Siz de ne olursa olsun, mücadele etmekten yılmayın, başarı için “Sıra Sende!”…

Üçüncüsü; filmin (yapımcılarının) sinemaya mesajı: İstenirse olur, çok iyi film yapmak mümkündür, gişe başarısı da yakalanır kolayca, bunun için “Sıra Sende!”…

Dördüncüsü; filmin (güncel yaşamdan el alarak) hepimize mesajı: Yerel seçimlerde isterseniz rantçı, fırsatçı, betoncu, doğa ve doğal yaşam karşıtı yöneticileri seçmemek için (zaten) “Sıra Sende!”…

Gelecek umut vaat ediyor

Son yıllarda resmi tarih karşısına kişilerin yaşamından yola çıkan yaşam öyküleri yazılıyor, çekiliyor. Kimi sözlü tarih çalışması niteliğinde, kimi özyaşam öyküsü niteliğinde yapıtlar… Bunların bir kısmı belgesel, bir kısmı da docudrama dediğimiz dramatize edilmiş yaşamlar, bir başka deyişle oyunlaştırılmış belgeseller…

Yarış finiş çizgisinde biter

Sivas’ın köyünden İstanbul’a, Veliefendi’ye jokey olmak için gelen Halis Karataş, kazanmayı hedefleyen bir gençtir. Kazanmaktan başka bir hedefinin olmaması; patronu Özdemir Atman’ın sıcak ve içtenlikle yaklaşımı, akılcı yönlendirmeleri ve alabildiğine özgürlükçü davranışıyla gerçekleşir.

Sevgiyle umudu, umutla yaşamı, yaşamla da sevgiyi birbirinden ayıramazsınız; hepsi birbirinden güç alır, birbirine güç verir. Bunu sağladığınız anda da başarmamanız için hiçbir gerekçe duramaz karşınızda, tıpkı Halis Karataş’ın ve Begüm Atman’ın yaşamında olduğu gibi.

Daha ilk adımda, yerine geçeceği Mümin Çılgın küçümser Halis’i… ama görürüz ki, yaşamın kendi döngüsüdür o sözcükler. Arkasından sımsıcak “kaptan” deyişi izleyenin de yaşama bakışında kin ve nefreti söker atar.

Bir yaşam biçimi…

At ve atçılık, ganyan çerçevesinden baktığınızda, milyonların döndüğü, para kazanma hırsı nedeniyle alabildiğine gergin bir ortamı işaret ediyor. Oysa bir atı eğitmek, onunla yaşamı paylaşmak, sürekli ve düzenli antrenman yapmak bambaşka bir dünyanın kapılarını aralıyor. Sakin kalmayı, sinirlenmemeyi, aceleci değil hızlı ve seri olmayı görüyoruz filmde. O yalınlık belirleyici olsun yaşamımızda (bu aslında kendime bir not).

Mendil ıslatan filmler…

Yeşilçam’ın ailecek gidilen ve muhakkak her filmde bir mendil ıslatan filmlerindeki duygu yoğunluğu “Bizim İçin Şampiyon”da da var. Hem insan ilişkilerinde hem aşkla yoğurulan ve sağlıkla belirlenen yeni bir yaşamda hem başarı azminde hem de sonucunda…

Baba ile oğul arasındaki gerginlik sonrası, babanın sessiz ama saygılı izleyişi… Baba ile kız arasındaki dile gelmez gizli anlaşmalar… Aile içindeki konuyu bilip de çözüm bulamayacak olmanın dayanılmaz hüznü… Sadece bir at aracılığıyla büyüyen/güçlenen sevgi… Filmin taşıyıcı noktaları.

İsterseniz olur… yeter ki isteyin!

“Bizim İçin Şampiyon”, ilmek ilmek örülmüş, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş (bir dönem herkesin en azından adını bildiği ünlü Bold Pilot’ta beş atı birden izlemişiz… Birbirlerinden ayırt edilmemeleri için yapılan bilgisayar çalışmaları aylar sürmüş… 30 at satın alınmış… Oyuncular aylarca eğitim almışlar, kilo vermişler… Onlarca mekânda sürdürülen çekim çalışmalarında Veliefendi Hipodromu 3D ile çekime hazırlanmış (dijital olarak) ve tabii duygu dolu, başarılı bir film çıkmış ortaya… Demek ki istenirse yapılabiliyormuş!

Küçük bir not: Sinema alanındaki meslek birliklerinin oluşturduğu Güç Birliği’nin taşıyıcı gücü olan ve sinemamıza/televizyonumuza yeni ufuklar açmak için çalışmalarıyla tanıdığımız İdari Yapımcı Yamaç Okur, yakın tarihimizden ilginç yaşam öykülerini izleyiciye sunmak için çalışmalarını sürdürdüklerini fısıldadı kulağımıza… Bekliyoruz.

“Bizim İçin Şampiyon”, yönetmen Ahmet Katıksız, oyuncular Eki̇n Koç, Farah Zeynep Abdullah, Fi̇kret Kuşkan, Si̇bel Taşçıoğlu, Ali̇ Seçkiner Alıcı, Erdem Akakçe…

(04 Aralık 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Bırak Güneş İçeri Girsin

Başlığın ‘Hair’ müzikalinin ünlü şarkısından alınması boşuna değil. Sinemalarımıza uğrayan Kirill Serebrennikov yapıtı ‘Yaz / Leto’ benzer bir özgürlük çığlığı, bir isyanın filmi. Rus sinemacı 80’li yılların başlarına -1991 sonrasında yeniden Saint Petersburg adını alacak olan- Leningrad’ın yer altı rock alemine, çökmekte olan Sovyet yönetiminin baskılarına karşın kendilerini müzikle ifade etmek isteyen gençlerin dünyasına taşıyor izleyicisini.

‘Hair’in Vietnam karşıtı çiçek çocuklarının isyanının bir benzeri, Perestroyka öncesi Sovyetler Birliği’nde yaşanıyor. Batı’dakinden daha uysal ve ölçülü bir başkaldırı bu kuşkusuz. Kapalı Sovyet sisteminde devlet tarafından kontrol edilen rock müzikçiler, yazdıkları şarkı sözlerini satır satır devlet görevlisinin onayından geçirmek zorundalar. Konser salonunun düzeni ve izleme adabı vs. hep kontrol altında tutulmak durumunda.

Eski neslin kendilerini Batı hayranı olarak itham ettiği gri ve baskıcı bir ortamda seslerini duyurmaya çalışıyor genç insanlar. Batıda günün moda akımı olan Punk yanında, Bob Dylan, Lou Reed, David Bowie gibi rock ilahlarının, Led Zeppelin, T-Rex benzeri grupların yaptıklarını takip eden genç müzisyenler, baskıcı sistemin boşluklarından sızma ve ürettiklerini genç insanlarla paylaşma mücadelesi içindeler. Yaz mevsiminin parlak güneşi altında toplaşılıyor, bira ve votka eşliğinde eğlenilirken yeni besteler, yeni sözler ortaya çıkıyor.

Dönemin önde gelen rock müzikçileri Mike Naumenko ile Kino adlı grubun kurucusu Viktor Tsoy’un kısacık ömürlerinden bir yaz dönemini klasik biyografi kalıplarını ters yüz ederek anlatmayı seçiyor yönetmen. Bu kapalı çağ hakkında sinemasıyla bizleri ilk kez bu denli bilgilendirirken gerçek ile kurguyu birlikte kullanıyor. Talking Heads’in ‘Psycho Killer’, Iggy Pop’dan ‘The Passenger’, Lou Reed’in ‘Perfect Day’ şarkılarına dair yaratıcı klipler yerleştiriyor anlatısının orta yerine. Trende, otobüste ve sokakta çekilmiş bu müzikli sahnelere, teyzeleri, amcaları, görevli polis memurlarını dahil ediyor. Kendini temsil eden bir gözlemci karakter vasıtasıyla nelerin yaşandığını ve nelerin yaşanamadığını gösteriyor izleyicisine.

Şu sıralar piyasaya sürülmüş biyografik müzik filmlerinden farklı bu özgün çalışmada, gri karanlık bir dönem perdeye taşınırken, gayet yerinde bir kararla siyah-beyaz sinematografi tercihi yapılmış. Renk, coşkulu müzik klipleri içine sızmış, bir de ünlü rock gruplarının plak kapaklarından hareketle oluşturulmuş o hüzünlü güzel sekansta kullanılmış. ‘Keşke mutlu olabilse herkes, sokaktaki tüm insanlar’ diye hayıflanıyor filmin bir yerinde Naumenko. ‘Bataklıkta bir numaralı kurbağa olabilirim ama Batı beni ne yapsın’ diye hüzünlenirken, genç müzisyen dostuna ‘bu ülkede her an herşey olabilir, şarkılar kafanda kalmasın, bırak dışarı çıksın’ şeklinde öğüt veriyor.

Coşku ile hüznün mükemmel bir biçimde kaynaştığı filme hayat veren bir dönemin bu saf ve kırılgan sanatçıları çok erken yaşlarda ayrılmışlar aramızdan. İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz ve hayran olduğumuz bir önceki filmi ‘Öğrenci / ‘(M)Uchenik’in ardından, bir kez daha gönüllerimizi fetheden Serebrennikov ise, halen yöneticisi olduğu tiyatro kurumu adına kullanılan devlet fonlamasında bir yolsuzluk yaptığı iddiasıyla Putin yönetimi tarafından ev hapsinde tutulmakta. Muhalif sinemacının en kısa zamanda özgürlüğüne kavuşmasını temenni ederek yazıyı noktalayalım.

(04 Aralık 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Asırlar Boyu Irk Ayrımcılığı

Irkçılık ABD’nin kanayan yarası. Trump iktidarıyla birlikte eski ucuz söylemler yeniden ısıtılıp piyasa sürülüyor ve toplumdaki keskin ayrışma halen kaygılandırıcı bir seyir izlemeyi sürdürüyor. Irkçı ayrımcılığı mahkum eden yapımların birbiri ardına gösterime çıkmasını işte bu nedenle çok önemsiyorum. Geçtiğimiz aylarda izlenen Spike Lee filmi ‘Karanlıkla Karşı Karşıya / BlacKkKlansman’ meseleyi 70’li yıllarda yeniden hortlamış Ku Klux Klan organizasyonunun tekinsiz girişimlerinden, 2017 Charlottesville olaylarına taşıyordu. Dünya sinemalarıyla birlikte bizde de sıcağı sıcağına gösterime giren ‘Yeşil Rehber / Green Book’ ise ırkçı ayrımcılığın akut 60’lı yıllarına uzanan hikayesiyle günümüz iklimine yeni bir uyarı niteliğinde.

Gerçek kişi ve olaylardan yola çıkan yapım, 60’ların başlarında Amerika’nın muhafazakâr güneyine sekiz haftalık turneye çıkan siyahi bir piyanist ile onu beyaz fanatiklerin olası saldırılarından koruması için tuttuğu İtalyan asıllı özel şoförü arasında geçen ilginç bir yol filmi. Kısa birliktelikleri esnasında birbirlerini dönüştürüyor bu zıt ikili. Bronx mahallelerinde yetişmiş İtalyan aygırı Anthony Vallelonga’nın (nam-ı diğer Tony Lip) sıradan ırkçılığı (filmin başlarında evine tamire gelen siyahi işçilerin limonata içtiği bardakları refleks olarak çöpe atar), New York’un ünlü konser salonu Carnegie Hall binasındaki lüks dairesinde ikamet eden piyano virtüözu Dr. Don Shirley bu yolculuk sırasında birbirlerinin hayatını değiştireceklerdir.

Filme adını veren ‘Yeşil Rehber’ 1936 ila 1966 yılları arasında siyahi motorcular için yayınlanmış olan bir kaynak kitap. Araba ile seyahat eden Afrikalı Amerikalılar için vazgeçilmez bir hayatta kalma aracı haline gelmiş olan bu rehber, siyahi yolcuların kabul edildiği konaklama yerleri ve restoranların listesini içermekteydi. Başkan Johnson döneminde 1964 Sivil Haklar Anayasası ile ‘Yeşil Rehber’ tarihe karıştı belki, ancak ırkçı ayrımcılık meselesi ABD gündeminden düşeceğe benzemiyor.

Toplumsal uzlaşma yolunda verilmiş mücadeleye katkısı olacağını düşündüğüm bu tür yapımları sonuna kadar desteklememe karşın, filmin yönetmen koltuğunda Peter Farrelly’nin adını ilk gördüğümde tedirgin olduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Farrelly kardeşlerin (Bobby ile Peter) 90’lı yılların ‘Salak ile Avanak / Dumb and Dumber’ ya da ‘Ah Mary Vah Mary / There’s Something About Mary’ tarzı absürd güldürülerinden pek hazzetmem, ancak ikiliden Peter bu ilk solo çalışmasında eski alışkanlıklarının dışında bir komedi-drama’ya imza atmış. Klasik bir biçimde, hatta klişe denebilecek gelişmelerle yürüyen filmin komiği Farrelly’nin bildik espriler ve skeçleri yerine ana karakterlerin dayanılmaz zıtlıkları üzerinden ilerliyor. [Filmin senaryo ortaklarından (Tony’nin gerçek oğlu) Nick Vallelonga’nın (kendisi filmin başlarında İtalyan mafyasından Augie rolünde kısa da olsa gözüküyor) verdiği bilgi doğrultusunda filmdeki gelişmelerin bire bir baba Vallelonga’nın teyp kayıtlarından alınma olduğunu ayrı bir not olarak düşelim].

1962’lerin Amerika’sının özenle kurgulandığı filmin prodüksiyon tasarımı kusursuz. Müzik bandını oluşturan klasik-pop-caz seçimleri de gayet iyi. Ve sona kaldı, kusura bakmasınlar, filmin asıl ateşleyici gücü iki başrol oyuncusundan kaynaklanıyor. Yaşayan iki büyük aktör filmin zıt ikilisine hayat öpücüğü vermişler. Bir oturuşta 26 çizburger yiyebilen iri yarı İtalyan şoförde (film için yaklaşık 14 kilo almış, göbeklenmiş) Viggo Mortensen ile Oscar kazandığı ‘Ay Işığı / Moonlight’ sonrasındaki ilk büyük rolünde siyahi aktör Mahershala Ali tam anlamıyla döktürüyor. Bu ikilinin adını yaklaşan ödül mevsiminde sık sık duyacağız gibi geliyor.

(03 Aralık 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Dar Alanda Gergin Dakikalar

Danimarkalı genç yönetmen Güstav Möller’in ilk uzun metrajı ‘Suçlu / Den Skyldige – The Guilty’, dünya prömiyerini yaptığı Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nden beridir sinema çevrelerinin artan ilgisiyle gündemde kalmayı sürdürüyor. Film, klostrofobik tek mekânda, tek bir oyuncunun telefon başında işittikleriyle kurguladığı kaçırılma olayına odaklanıyor.

Hakkında açılmış bir soruşturma nedeniyle açığa alınmış olan polis memuru Asger Holm, geçici olarak görev yaptığı acil yardım hattının sıradan bir gece vardiyasında beklenmedik bir telefon alıyor. Hattın diğer ucunda kocası tarafından kaçırıldığını iddia eden bir kadın yardım istemektedir. Yardım ihbarını sahadaki ekiplere bildiren Asger, kadını tacizci kocasından kurtarmak için bununla yetinmeyerek oturduğu santral odasından duruma müdahale etmeye başlar. Olayı telefondan işittikleri doğrultusunda şekillendiren genç adam zamanla yarışırken, kafasında kurguladıklarına zıt gelişmeler karşısında dehşete düşecektir.

Seyir keyfini bozmamak için olayların gidişatına dair daha fazla bilgi veremiyoruz, ancak bizde yeni gösterime giren Danimarka yapımı için yılın en benzersiz filmi diyebiliriz rahatlıkla. Mesele tek mekân kısıtlılığının da ötesinde, ana karakterin olaya karışan kişileri görmeden, sadece işittikleriyle bir hikâye tahayyül etmesinden kaynaklı. Youtube kanalından dinlediği otantik bir yardım çağrısından esinle senaryosunu şekillendirmiş olan Möller, polis Asger’in dedektiflik hikâyesine izleyicinin katılımını amaçlamış. Şöyle ki, gerilimi giderek artan telefon konuşmalarını takip eden her bir izleyici kendi hayal gücünü kullanarak olan bitene nasıl müdahale edilebileceği konusunda kafa yoruyor film süresince. 80 küsur dakikalık gerçek zamanlı gerilim anlarını telefon konuşmaları aracılığıyla takip ederken, görünenin bile yanıltıcı olabileceği bir süreçte, her bir izleyiciyi sadece işittikleriyle yorum yapabileceği dehşetengiz bir deneyime davet ediyor yönetmen.

Sanat eserinde sınırlamaların her zaman yaratıcılığı teşvik ettiğini savunan Möller, hepsi aynı okuldan mezun (Danimarka Ulusal Sinema Okulu) sinemacı dostlarıyla kotarmış filmini. Görüntü yönetmeni Jasper Spanning farklı ışık düzenlemeleriyle kapalı dar mekânda gerilimi yönlendirmiş. Möller sıkça kullandığı yakın planlar vasıtasıyla Asger’in ruh hali ile özdeşleşmemizi amaçlamış. Bu tek kişilik gösteride Jakob Cedergren başarılı performansı ve mükemmel kullandığı beden diliyle yıldızlaşıyor. Deneyimli Danimarkalı aktör Aralık ortasında açıklanacak Avrupa Film Ödülleri’nin altı erkek oyuncu adayından birisi oldu. Möller’in Emil Nygaard Albertsen ile ortaklaşa kaleme aldığı senaryo bu daldaki adaylar arasına girerken, ‘Suçlu’, Eleştirmenler Birliği Fipresci’nin yılın Avrupalı keşfi olarak seçilmek üzere belirlediği beş film arasında yer almış bulunuyor.

(30 Kasım 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Bana Kara Diyen Dilber, Gözlerin Kara Değil mi?

İnsanları dil, din, ırk, cinsiyet ve rengi üzerinden niye ayırırız ki! Binlerce yıldır bu yerküre üzerinde yaşıyoruz. Kimimiz oralı, kimimiz buralı, kimimiz kadın kimimiz erkek, gencimiz de var yaşlımız da… Hayata bakışımızı belirleyen (biz Emin Oktay tarihiyle büyüyen bir nesiliz, birçok şeyi deneye sınaya bulduk) toplumu yönlendirenler olmuş. Güçlü olana çıkarılamayan ses(ler) bir süre sonra sadece boyun eğilen kurallar haline gelmiş. Bu kuralları yıkanlar artık birer kahraman.

Irkçılık yüz karasıdır

Fransız İhtilali sonrasında yükselen milliyetçilikle birlikte ırkçılık da almış başını gitmiş. Evine kendisine hizmet için gelen tamircinin su içtiği bardağı bile, bir daha kullanmamak için (aslına bakarsanız nefret söylemidir bir başka açıdan) çöpe atmaya göze alabilen İtalyan kökenli Tony Lip (Vallelonga), ünlü piyanist Dr. Don Shirley’in konser turunda şoförlüğünü yapacaktır. Piyanist ne kadar ünlü olursa olsun, Tony için belirleyici olan derisinin rengidir. Ama kazanacağı para ailesinin yaşamını sürdürmesi için elzemdir de aynı zamanda.

İki arada bir derede…

İnsanlar kolay alışırlarmış, ama onlardan kurtulmaları o kadar da kolay olamazmış. Böyle bir iş önerisi karşısında, biraz da kendi üstünlüğünü, sınır tanımaz patavatsızlığını gösterme hevesindeki (yumruğunun gücüne inanıyor olsa gerek) Tony, Sovyetler Birliğinde öğrenim görmüş, hiç de siyahi tavırlar göstermeyen, bir anlamda snop sayılabilecek Doktor ile içten içe bir çatışma başlar. Başta birbirlerine soğuk (!) davranan iki yol arkadaşı, zaman geçtikçe, gittikleri turne duraklarında gördükleri karşısında samimiyeti ilerletirler.

Kısasa kısas…

Öne çıkan bir nokta daha var… Irk ayrımı o kadar ilerlemiş ki, konser vermesi için çağırdığınız ve avuç dolusu para ödeterek dinleti verdirdiğiniz (aynı şekilde, yine avuç dolusu para ödeyip onu dinlemeye gelenler var) piyanisti, tuvalete bile sokmuyorsunuz. O dik, o özgüvenli piyanist toplumsal kurallar karşısında boynu bükük, sesini çıkaramaz durumda… Siz, izlerken isyan ediyorsunuz hem ayrımcılığa hem de sesini çıkarmamasına… Tabii, bu insanlık dışı ayrımcılığa karşı pek de yasal olmayan tepkiler de var, bizim ülkemize de benziyor bir bakıma.

Yaşanmış bir öykü

Yaşanmış bir öykünün başarılı bir sinema uyarlaması “Yeşil Rehber”. Rahat izleniyor, mesaj vereceğim diye dikte etmiyor. Siz, gördükleriniz karşısında ister istemez kendinizi katıyorsunuz yaşanmışlıkların içine. Oyuncuların da sakin ama bir o kadar da dik duruşlu rol katkıları filmin güçlü yanlarından…

Takım ve forma farklılığının dışında toplumsal birleştiricilik gücü olan futbolda da “no to racism” “stop racism” sloganı öne çıkıyorsa, “Yeşil Rehber”in, aradan geçen bunca yılda, yeniden gündeme getirilmeye çalışılan ırkçılıkla mücadeleye katkısı olacaktır muhakkak.

Yeşil Rehber -Green Book-, yönetmen Peter Farrelly, oyuncular Viggo Mortensen, Mahershala Ali, Linda Cardellini, Don Stark… 30 Kasım’dan itibaren gösterimde…

(28 Kasım 2018)

Korkut Akın

korkutakin@gmail.com

Çağdaş Dünyanın Köleleri

Bu haftanın ilgiye değer yapımlarından (Almanca özgün adıyla) ‘In den Gängen’ bizde (muhtemelen Grup yirmi7 ve Gripin’in solisti Birol Namoğlu’nun yorumuyla ünlenen şarkıdan esinle) ‘Muhtemel Aşk’ adıyla gösterime girdi. Genç Alman sinemasının bu yeni ürünü, bir zamanlar Doğu Almanya sınırları içinde yer alan Leipzig doğumlu sinemacı Thomas Struber’in üçüncü uzun metrajı. Bir önceki çalışması 2015 yapımı ‘Herbert’de ‘Leipzig’in gururu’ olarak ün salmış eski bir boksörün yakalandığı kas hastalığı sonrası adım adım çöküşünü perdeye taşımış olan sinemacı, özgün adının tam çevirisi ‘Koridorlar Arasında’ anlamına gelen son çalışmasında, devasa bir süpermarketin kapalı dünyası içinde hayatını kazanmaya çabalayan bir avuç mavi yakalı emekçinin hayatına sızmayı deniyor.

Gece vakti boş marketin görüntüleriyle açılıyor film. Işıklar yanmaya başlarken Johann Strauss’un ünlü ‘Mavi Tuna‘ valsinin ezgileri yükseliyor perdeden. Derken, Kubrick’in ‘2001’de boşlukta dans eden uzay istasyonlarına atfedercesine, boş mekânda forkliftlerin koreografik dansını izlemeye başlarız. Forkliftleri çalıştıran, günışığından uzakta kapalı mekânda çalışan işçilerle tanışırız daha sonra.

Vücuduna yayılmış dövmelerinde izlerini taşıdığı sorunlu geçmişini geride bırakarak yeni bir sayfa açmayı deneyen Christian, ustası Bruno’dan ilk talimatları alır. İçki reyonunda çalışacak olan içe dönük genç adam öylesine sessizdir ki, ilk sahnelerde onun dilsiz olduğu hissine kapılırız. Şekerleme bölümünde görevli şirin mi şirin Marion hayatına girer daha sonra. Palmiye ağaçlı duvar posterli penceresiz kahve odasındaki kısa rastlantılar hayatını renklendirir.

Ne var ki Türkçe adı yanıltmasın, Stuber’in filmi romantik bir aşk filmi değil. Kapalı bir mekâna sıkışmış insanların, kapitalist çalışma koşullarının ve katı Alman disiplinin kısıtladığı gri hayatlarını birbirlerine karşı sevecen davranarak aşma çabaları üzerinde duruyor daha çok. Kaçamak sigara ya da satranç molaları, tarihi geçmiş ama bozulmamış atıştırmalıklar ve bira eşlikli yeni yılı kutlamalarıyla monoton hayatlarına renk katma derdinde bu insanlar. Kimisi çabuk pes ediyor yalnızlığa ve mutsuzluğa. Kimileri, karanlık ambarda forkliftin tepesinin aşağı doğru yavaşça inerken çıkardığı okyanus dalgalarına benzer sesler aracılığıyla sıcak ve güzel bir dünyanın hayalini kurmayı sürdürüyor.

Stuber’in doğup büyüdüğü Doğu Almanya kırsalında bir otoyol kenarına konuşlanmış devasa marketin kapalı mekânında geçen filmi birbirinden iyi oyuncularıyla ayrı bir ivme kazanmış. Birkaç ay önce Christian Petzold imzalı ‘Transit’de hayranlıkla izlediğimiz (Joaquin Phoenix’e ikiz kardeşi kadar benzeyen) Franz Rogowski mahçup Christian’da; Maren Ade’nin geçtiğimiz yıl büyük yankı uyandırmış ‘Toni Erdmann’ının müthiş kadın oyuncusu Sandra Hüller dışa dönük mutsuz ev kadını Marion’da; Struber’in önceki filminde tükenmekte olan eski boksörü başarıyla canlandırmış olan deneyimli aktör Peter Kurth eski kamyoncu, babacan Bruno’da harikalar yaratıyor.

Filmin büyük bölümünün geçtiği klostrofobik mekânda mükemmel bir iş kotaran Peter Matjasko’nun görüntüleri ile Türk asıllı İsviçreli Kaya İnan’ın kurgu çalışması övgüye değer. Filmi zenginleştiren, zaman zaman mekân ile tezatlık taşıyan soundtrack albümü de pek renkli. Strauss’un valsi ve Bach’ın süitine, Timber Timbre ve Son Lux’un sert ve dinamik ezgileri eklemleniyor. Chaplin’in ‘Modern Zamanlar’ındaki fabrika ortamını anımsatan tepeden çekilmiş belgesel tadındaki süpermarket manzaralarına ise pamuk tarlasında çalışan siyahi kölelerin dilindeki blues ezgileri karışıyor sonlara doğru.

Başarılı genç sinemacı Thomas Stuber’in adını bir kenara not etmekte yarar var. Roy Andersson ve Aki Kaurismäki gibi kuzeyli usta yönetmenlerin hüznü ve mizahının tadı var anlattığı yalnızlık öykülerinde. Bir sonraki çalışmasında, bu defa plazalara hapsedilmiş beyaz yakalı kölelerin sıkışmışlığının peşine düşer belki.

(28 Kasım 2018)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com