Kategori arşivi: Yazılar

Sinemamızın Tüm Zamanları

Sinema, sadece kurmaca filmlerin oluşturduğu bir alan değil; ama yaygın olarak bu şekilde anlaşılır ve böyle bilinir. Belgesel film ise televizyonlar yolu ile yaygınlık kazandı. Aslında yazacağım konu farklı, Yeşilçam Dönemi sona erdikten sonra, devam eden film üretimi sayısı hızla düşmüş idi. Salonlarda “yerli film” görmek nerede ise unutulmaya yüz tutuyordu, ara sıra çıkan bir iki film dışında film bulunmaz olmuştu. Eşkıya’nın çıkışı ile işler değişti. İç piyasayı da kontrol altına alan yabancı firmalar geri durmasını öğrendiler. Tamamen farklı nedenlerle de olsa giderek gösterime giren -hatta bazen kök itibari ile yabancı firmaların pazarladığı- filmler, sinemadan iyice çekilmiş “yerli film seyircisini” geri getirdi ve film üretimini de artırdı. Ama bu seyirci profili, Yeşilçam günlerinin seyircisi ile aynı özelliği göstermiyordu, gösteremezdi de… Zaman, filmler ve de seyirci de değişmişti, sinemalar, gösterim düzeyleri bile…

İmdi, bu noktada, hasılat toplayan filmler karşısında yapılan seyirci değerlendirilmesinde kullanılan “…bütün zamanların…” deyimine takılıyorum, bu beni rahatsız ediyor. 58 yıllık sinema seyircisiyim, zaman içinde farklı nedenlerle sinema ile seyircilikten öteye ilgilerim oldu ve bu bana gösterdi ki, zaman içinde önce oturmuş olmasına rağmen giderek değişiklikte gösterebilen bir seyircimiz var.

12.02.2010 günlü Cumhuriyet Gazetesi’nde Sungu Çapan Recep İvedik 3 filmi ile ilgili yazısına bir üst başlık atmış: “Bütün zamanların en çok seyirci toplayan ‘Recep İvedik’ komedi serisinin üçüncü filmi gösterimde”… Bütün zamanlar… ben sinemamızı 1917’de yapılan ilk filmimiz Pençe (Sedat Simavi) ile başlatıyorum. Yeşilçam Dönemi ise ’50’lerin başında (1952-) başlıyor net olmamakla birlikte. O yıllardaki sinema salonu sayısı, koltuk sayısı, gösterimlerde kesilen bilet adedi ülke genelinde ne kadar değerlendirildi, bunu bugün kontrol etmek mümkün değil. 1951 yapımı Mezarımı Taştan Oyun’un (Hüseyin Peyda) değil gösterime çıktığı sezon kestiği biletin ne kadar olduğunu, kaç yıl gösterimde kaldığını belirleyebiliyor muyuz? Güneydoğu Anadolu’da bu sezon yıllar sürdü ve konu iki kere aynı adla, bir de Peyda’nin bir diğer filmi Söyleyin Anama Ağlamasın adı ile üç kez daha “yeniden” çekildi. 1964 yapımı Fabrikanın Gülü (Ümit Utku) Nuri Sesigüzel’in sinemadaki ilk filmi idi. Tokat’ta gösterime girdiğinde tanık olduğum olay şu idi: Salı ve Cuma günü (gündüz) “Bayanlar matinasının” birisinde 600 kişilik salon tamamen dolduktan başka, -bu durum çok olduğu için hazırlıklı olan sinemanın- yedekteki taburelerine de bilet kesildi, salonun fuayesinde tamir edilmek için bulunan yazlık bahçe sinemasının sandalyelerine de kesildi, gişe memuru “son bileti” kendi oturduğu tabureye kesti, film çoktan başlamıştı ve gişe önünde hâlâ -on kadar- bilet bekleyen vardı…

1971 yapımı Keloğlan (Süreyya Duru) Anadoluda ne kadar iş yaptı bu gün biliniyormu? Salonlar küçültüldü, Anadoluda birçok yerde bir ara tamamen kapanan sinemalarda yeniden açılım yapıyor ama hiç biri eski salonlar değil. Yüzlerce kişi dolup dolup film seyrettiğimiz o salonlarda adını hatırlamadığımız filmler ne kadar seyirci topladılar? Son 10-15 yılda gişe durumları (box-office) hesaplanıyor, yayınlanıyor ve yaygın olarak izlenebiliyor. Seyirci sayıları 4 milyonu aştığında, filmler bütün zamanlara yayılarak seyirci rekoru kırmış oluyor. Herkesin bir yanından gördüğü Yeşilçam Dönemi içerden başka dışardan başkadır. İçinin incelemesi yeteri kadar hiç bir zaman yapılmamıştır. İncelenmeyen konulardan biri de, o günlerin seyirci yoğunluğudur. Bugün buna ne kadar olanak vardır, bilemiyorum ama, on yıl sonra 11.si yapılacak olan Recep İvedik’ler ile seyircimizi -sinemamız tüm zamanları için- yaftalamayalım.

(12 Şubat 2010)

Orhan Ünser

Dünyadan Gelen Sesler: District 9 Üzerine

Bilimkurgu filmleri şimdiye kadar alışılagelmiş formatlara ihanet etmeye pek cesaret edememişlerdir. Yarattıkları dört duvar arası kurallar bütünü de kimi zaman beyazperdede görmeye çok aşina olacağımız klâsiklere zemin hazırlamıştır. Steven Spielberg’in E. T.’siyle büyüyen bir nesil olarak sevimli hale bile getirdik bilimkurgu temel taşlarını. Ancak modern sinemanın esiyi de hiçe saymadan doğallığını koruyarak ve en önemlisi de bildik konulara bambaşka formlar oluşturan bir yapıya da ihtiyacı olduğu kesin. İşte District 9 bu derde deva olabilecek, başından sonuna kadar kural bozan yapısıyla klâsik bilimkurgu senaryolarından sıyrılabilecek bir başyapıt. Uzaylılar, gerçekliğini uzun yıllar boyunca tartıştığımız bir bilimkurgu metası olmuşken bambaşka bir perpsektifle bakılması gerekir diyor bu film. Her şeyden önce varlıklarını sorgulamıyor üstüne üstük kapitalist sistemin tüm eziciliğini onların üzerinde uyguluyoruz. Yadırgama ve telâş yok. Yönetmenin uzaylılar üzerinden görsel olarak sunmaya çalıştığı bir sevimlilik gösteri de mevcut değil. Ama asıl kurulması gereken bağ da görselliğin çok ötesinde vuku buluyor. Yabancı olanı ötekileştirme üzerine ve insanoğlunun en vahşi köklerine kadar uzanan derinlemesine bir itiraf sürecine dair tüm gerçekleri gözümüzün içine sokuyor yönetmen Neill Blomkamp. Sinyaller gönderip uysal iletişimler kurmak zorunluluğu ya da uzaydan gelen yaratıklar tarafından istilâ edilme keşmekeşi yok. Uzaylılardan güç alma ve zamanla onlardan birine dönüşme isteği de insanlık tarihine dair en derin ritüellere ışık tutuyor. Modern diye tabir edilen yüzyılın ritüelleri, Adem ve Havva’dan süregelen alışkanlıklarımızmış aslında. Uzaylıdan bir parça ye ki onun gibi güçlü ol. Hem de kanlı canlı olarak ye ki en vahşi dürtülerinle o bedene sahip olasın.

Filmi izlemeye başladıktan kısa bir süre sonra belgesel izlediğinize neredeyse emin oluyorsunuz ama tam da o sırada belgeseldeki sunucu, kameraman birden olayın içine dahil oluveriyor ve kameraman olarak tanımladığımız şahıs birden ortadan kayboluyor. Filmin başlarında tamamiyle gerçek olduğuna emin olmamızı sağlayan görsel kurgulama tekniği zamanla gerçek ve kurmaca arasında sıkışmamıza ama yine de gerçek dışı gibi görünecek tarafa doğru kaymamıza neden oluyor. Peter Jackson filme ne derece ışık kaynağı oluşturmuş tam olarak bilemiyorum ama ortaya şimdiye kadar gördüğümüz en orjinal bilimkurgu hikâyesi çıkmış. Merak uyandıracak gelişmeler de sinemada görmeye aşina olduğumuz ve alışkanlığa dönüştürülmüş vazgeçilmez kurgulardan ustaca ayıklanmış, önümüze taptaze yeni bir lezzet çıkmış. Ama aslında yıllardır yediğimiz ama yediğimizi pek de fark edemediğimiz bir lezzet desek daha doğru olur. Bu sonuca varmamızı sağlayan başlıca neden de daha önce de bahsettiğim üzere ötekileştirme kavramı. Azınlıkta kalanı yadırgama, dışlama, bir denek malzemesiymiş gibi masaya yatırıp organlarını deşme, sonrasında da hiçbir şey olmamışçasına başa dönme. Bir savaş filmiydi yani District 9. İnsanlık tarihinde yaşanan savaşları, haksız mücadeleleri göz önünde bulundurursak hiçbir farkı olmadığını da görürüz. Tecrit edilmeye çalışılan uzaylılar F tipi yaşama alanı olan 10. Bölge’ye yerleştirilmek isteniyor. Cinsellik teması da insanoğlunun arkasına sığındığı en ucuz kavram oluyor ve kendini yine o basit sözcük olan “fuhuş”la tanımlıyor. Buram buram kokan bir ırkçılık eleştirisi de göze çarpanlardan. Filmin bilimkurgu motifi yoğunlukla teknik anlamdaki anlatım biçimi ve kurgulanışında gizli. Onun ötesinde sosyolojik çözümlemeler sunan, en ilkel hareket biçemlerini direkt olarak ama gözümüzün içine de sokmadan sorgulayan, farklı olanın yok edilmeye çalışılmasını anlatan ve tüm bunları gerçekleştirirken insanoğlunun verdiği reaksiyonları bir ayna yardımıyla önümüze getiren bir yapım duruyor karşımızda.

District 9 En İyi Film dahil toplam 4 dalda Oscara aday. Alamaması muhtemel gözükse de akademi jürisi tarafından es geçilmemesi sevindirici. Filmi izledikten sonra da Oscarı alıp almaması gerektiği de önemsizleşiyor zaten.

Bir uzaylı filmi izleyerek nerden nereye geldiğimizi sorgulatan “District 9” iyi bir film olduğunu, ayaklarının yere sağlam bastığını hissettirerek gösteriyor. Avatar nasıl ki 3 Boyutlu teknolojisini hayranlıkla izlememi sağlayabildiyse “District 9” da kendimi bildim bileli izlediğim uzaylılardan yola çıkarak insana dair birçok parçayı görmemi sağladı. Kalbinin toprağı sert olan insan yine oraya bir şeyler ekmeye çalıştı ama bir türlü filiz veremedi diyerek sonlandırıyorum yazımı ve izleyip ayrıcalıklı bir bakışa sahip olabilmenizi temenni ediyorum.

(10 Şubat 2010)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

Bir “Altın Ayı”nın Peşinde

11 – 21 Şubat 2010 tarihinde büyülü şehir Berlin’de düzenlenen 60. Berlinale’de yirmi altı film “Altın Ayı” için yarışıyor. Semih Kaplanoğlu üçlemesinin son filmi “Bal”la bu büyük ödülü istiyor.

11 – 21 Şubat tarihleri arasında düzenlenen 60. Berlinale’de yarışma bölümünde Jüri Başkanı Werner Herzog olarak açıklandı. Festival Yönetmeni Dieter Kosslick, Herzog’un jüri başkanı olmasını “Berlinale’nin 60. yılında daha iyi bir jüri başkanı bulamazdık” sözleriyle açıkladı. Berlinale’de “Yaşamboyu Başarı Ödülü”nü Alman sinema tarihinin önemli oyuncularından Hanna Schygulla ve senarist-yönetmen Wolfgang Kohlhaase alıyor. Wolfgang Kohlhaase, geçmişte Doğu Alman sinemasında önemli filmlere senarist ve yönetmen olarak imza atmıştı. Reha Erdem’in 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “Altın Portakal” kazanan “Kosmos” filmi Berlinale’de “Panaroma” bölümünde gösteriliyor.

“Bal” da var…

“Altın Ayı” (Goldene Bär) için yirmi altı film yarışıyor. Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf Üçlemesi”nin son filmi “Bal” da Berlinale’de. Bora Altaş, Erdal Beşikçioğlu, Tülin Özen, Alev Uçarer ve Ayşe Altay’ın oynadığı “Bal” filminde şair Yusuf’un çocukluk yılları anlatılıyor. Üçlemenin ilk filmi 2007 yapımı “Yumurta”da şair olgundu. 2008 yapımı “Süt”de şair gençti. 2009 yapımı “Bal”daysa şair çocuk. 2006 yılında “Grbavica: Esma’nın Sırrı” filmiyle Berlinale’de “Altın Ayı” kazanan Boşnak kadın yönetmen Jasmila Zbanic, “Na Putu” (Yolda) filmiyle yine “Altın Ayı”yı istiyor. Senaryosunu da yönetmenin yazdığı filmin başrolünde “Esma’nın Sırrı”nda da oynayan Mirjana Karanovic var. Film, havaalanında çalışan hostes Luna’yla hava trafik kontrolörü Amar’ın aşkını anlatıyor. Amar, bir gün işteyken içki içer ve işten atılır. Sonra da aşırı muhafazakâr Vahabilerin yanında iş bulur. Aşkları da sarsılır. Roman Polanski’nin “The Ghost Writer” (Yazar Hayalet) filmi de “Altın Ayı” için yarışıyor. Robert Harris’in romanından uyarlanan mistik-gerilim filminde Ewan McGregor, Pierce Brosnan, Olivia Williams, Kim Cattrall, Tom Wilkinson, James Belushi, Timothy Hutton ve Eli Wallach başrolü paylaşıyor. ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere ortak yapımı bu filmde Hayalet yazar, eski İngiltere başbakanı olan Adam Lang’ın hatıralarını yazmak için, Amerika’nın doğusunda okyanusun ortasında bir adaya kapanır. Ve Lang öldürülür. Bu entrikalarla örülü politik-gerilim filmi. Avusturya-Almanya ortak yapımı olan 1974 doğumlu Alman Benjamin Heisenberg’in yönettiği “Der Rauber” (Haydut), Martin Prinz’in romanından uyarlandı. Filmin senaryosunu yazarla beraber yönetmen yazmış. Film, Johannes Rettenberger (Andreas Lust) adında hobi olarak banka soyan bir marantocunun hikâyesini anlatıyor. İran-Almanya ortak yapımı “Shekarchi” (Avcı) filmini Rafi Pitts yönetti. 1967 doğumlu yönetmen İran’da “yeni dalga” yönetmenlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Yönetmen bu filminde Ali Alavi karakterini canlandırmış. Filmde, iki polisi öldüren bir gencin hikâyesini anlatıyor. “My Name is Khan” (Benim Adım Han) filmini 1972 doğumlu Hintli Karan Johar yönetti. Film, Mumbai’de, yani Bombay’da yaşayan otistik bir Müslüman Rizwan Khan’ın gerçek hikâyesini anlatıyor. Mandira’yla evlenen Rizwan, San Fransisko’ya göç ediyor. Sonra 11 Eylül yaşanıyor. Onun otistik olduğunu bilmeyen yetkililer, Rizwan’ı şüpheli terörist olarak tutukluyorlar.

Martin Scosese’nin “Shutter Island – Zindan Adası” da “Altın Ayı”ya talip. Film, Dennis Lehane’in romanından uyarlandı. Yazar Lehane’in “Mistic River – Gizemli Nehir”, 2003 yılında Clint Eastwood tarafından sinemaya uyarlanmıştı. Şubat ayında ülkemizde de gösterime girecek olan “Zindan Adası”nda Leonardo DiCaprio (Teddy), Mark Ruffalo (Chuck), Ben Kingsley (Dr. John Cawley), Emily Mortimer (Rachel), Patricia Clarkson (Ethel) ve Max von Sydow (Dr. Jeremiah Naehring) oynuyor. Bu sinemaskop korku-gerilim filminin görüntüleriyse Robert Richardson’a ait. Filmin hikâyesi 1954 yılında Massachusetts’deki ada akıl hastanesinden bir hastanın kayboluşunu ve araştırılmasını anlatıyor.

Propaganda sinemasına bak…

Japon yönetmen Koji Wakamatsu’nun Edogawa Rampo’nun romanına dayanan “Kyatapira” (Tırtıl) filmi, 1940’lardaki ikinci Çin-Japon savaşı üzerinden Teğmen Kurokawa’nın sakat haliyle eve dönüşünü ve dramını anlatıyor. Danimarkalı Pernille Fischer Christens’in yönettiği “En Familie”, (Bir Aile), bir aile dramını anlatıyor. Galeri sahibi Ditte, New York’tan rüya gibi iş teklifi alır. İki genç sevgili New York’a gidecekken galericinin fırıncı babası hastalanır. Norveçli yönetmen Hans Petter Moland’ın “En Ganske Snill Mann” (Çok Güzel Bir Adam) filminde nazik ve sakin Ulrik yansıyor perdeye. Ama bu güzel insan bir kiralık katil. Bu filmin başrolünde de Stellan Skarsgard var. İlk filmini çeken Rumen yönetmen Florin Serban’in “Eu Cand Vreau sa Fluier, Fluier” (Ne Zaman İsterseniz, Islık Islık) filmi de Berlinale’de. Bu gerilim filmi, dört yıldır hapiste olan Silviu’nun dramı yansıtıyor perdeye. Belgeselci Terry Guetta “Exit Through the Gift Shop” (Hediyelik Dükkandan Bir Uçtan Bir Uca Çıkış), ünlü sokak sanatçısı Banksy’yi anlatmaya çalışıyor. Banksy, günümüzün en gizemli sanatçılarından biri. 1969’da Brooklyn’de doğan Noah Baumbach, ülkemizde filmleriyle tanınan bir yönetmen. 2005 yapımı “The Squid and the Whale – Mürekkepbalığı ve Balina” ve 2007 yapımı “Margot at the Wedding – Kız Kardeşim Evleniyor” hemen akla geliyor. Baumbach’ın Berlinale’de “Altın Ayı” için yarışan filmi “Greenberg” filminde Ben Stiller ve Jennifer Jason Leigh başrolü paylaşıyor. Film, hayatının dönüm noktalarından birini yaşayan Roger Greenberg’ün etrafından dolaşıyor. Filmin hikâyesi de Los Angeles taraflarında geçiyor. Rob Epstein ve Jeffrey Friedman’ın ortak yönettikleri “Howl” (Uluma) filminde ünlü oyuncular var. James Franco, Mary-Louise Parker, Jeff Daniels, Treat Williams gibi. Bu film, “beat kuşağı” şairlerinden Allen Ginsberg üzerine. Ginsberg’ü, James Franco canlandırıyor. Bu filmin yönetmenlerinden Rob Epstein, 1984 yapımı “The Times of Harvey Milk-Harvey Milk Zamanları” belgeseliyle Akademi’den “En İyi Belgesel” dalında Oscar kazanmıştı. Alman yönetmen Oskar Roehler, “Jud Süss: Film ohne Gewissen” (Şirin Yahudi: Vicdanı Olmayan Film) “Altın Ayı”ya yakın duruyor. Film, “küçük aktör” Ferdinand Marian’ın “Jud Süss” rolünü alıyor, popüler Yahudi karakteri olan Jud Jüss’ü canlandırmak için kendini ikna etmeye çabalıyor ve yıl da 1939’dur. Ferdinand’ın karısı Anna da bir Yahudi. Ferdinand, suçluluk duygularını da yaşıyor. Naziler, Ferdinand’ın karısını tutukluyorlar ve Ferdinand’a şantaj yapıyorlar. Sonra Anna sınırdışı ediliyor. Bu filmde Joseph Goebbels’i ünlü Alman oyuncu Moritz Bleibtreu oynuyor. 1946 yılına gelindiğinde Ferdinand vicdan azabına fazla dayanamıyor ve intihar ediyor. “Jud Süss” filmi, 1940 yılında Veit Harlan tarafından yönetilmiş Yahudi karşıtı bir Nazi propaganda filmiydi. Veit Harlan’ın bu filmine ilk gerçek anti-semitik film deniliyor. Jud, Almanca Yahudi anlamına geliyor.

Aleksei Popogrebsky’nin “Kak ya Provel Etim Letom” (Yaz Nasıl Sona Erdi) filmi de Berlinale’de. Bu filmin hikâyesi Kuzey Kutbu’nda geçiyor. Gustave de Kervern’le Benoit Delepine’in ortak yönettikleri “Mammuth” (Mamut) filminde Gerard Depardieu ve Isabelle Adjani oynuyor. Yoji Yamada’nın yönettiği “Ototo” (Genç Kardeş), sinemaskop çekilmiş. Sinemaseverler yönetmen Yamada’yı 2002 yapımı “Tasogare Seibei – Alacakaranlık Samurayı” filminden hatırlayabilirler. Nicole Holofcener’in yönettiği “Please Give” (Lütfen Ver) filminde Catherine Keener, Amanda Peet ve Rebecca Hall başrolü paylaşıyor. Film sinemaskop çekilmiş bu filme, beyazlar üzerine yapılmış beyaz bir film deniliyor. Filmde, New York’lu antika satıcıları karı-koca Kate ve Alex’in hikâyesini anlatıyor. Natalia Smirnoff’un ilk yönetmenlik deneyimi “Rompecabezas” (Bulmaca) filmi de Berlinale’de yarışıyor.

Coenlerin ruhu…

Çin sinemasının yaşayan büyük ustalarından Zhang Yimou’nun sinemaskop çekilmiş “San Qiang Pai an Jing Qi” (Bir Kadın, Bir Silah ve Erişte Dükkanı) filmi, Coen kardeşlerin 1984 yapımı “Blood Simple – Kansız” filminin “remake”, yani ikinci çevrim filmi. Aslında Coen kardeşlerin bu filmi de bir “remake”di. Coen kardeşler de Billy Wilder’ın 1944 yapımı kara filmi “Double Indemnity – Çifte Tazminat”ından esinlenmişlerdi. Burhan Qurbani, ilk filmi “Shahada” (Şehadet), Berlin’de yaşayan üç genç Müslümanın etrafında dolaşıyor. Yönetmen hikâyesini üç epizotta anlatıyor bu filminde. Danimarka sinemasında Lars von Trier’le beraber “Dogma”yı yaratan Thomas Vinterberg, “Submarino” (Denizaltı) filmiyle Berlinale’de. Vinterberg, bu filminde birbirinden uzaklaşmış iki kardeşin hikâyesini anlatıyor. Kardeşlerden biri Nick, alkole ve şiddete bulanmış. Bu filme, iki kardeş hakkında karanlık bir hikâye deniliyor. Lisa Cholodenko’nun “The Kids are All Right” (Çocuklar İyi) filminde Julianne Moore, Annette Benning ve Mark Ruffalo başrolü paylaşıyor. İngiliz sinemasının önemli yönetmenlerinden Michael Winterbottom’ın Jim Thompson’ın romanından uyarlarladığı “The Killer Inside Me” (Katil İçimde) filminde Jessica Alba, Kate Hudson, Casey Affleck, Bill Pullman ve Elias Koteas oynuyor. Bu suç-gerilim filminin hikâyesi Teksas taraflarında geçiyor. Bu filme seks, sadizm, sado-mazoşizm ve şiddet yüklü deniliyor. Çinli yönetmen Wang Quanan “Tuya de Hun Shi – Tuya’nın Evliliği”yle 2007’de Berlinale’de “Altın Ayı”yı kazanmıştı. Wang Quanan, bu defa “Tuan Yuan” (Ayrı Beraber) filmiyle yine talip “Altın Ayı”ya. Bu filmdeki hikaye Çin-Tayvan sınırındaki boğazda geçiyor.

++ Martin Scorsese: “Shutter Island” (Zindan Adası) ABD
++ Roman Polanski: “The Ghost Writer” (Yazar Hayalet) ABD-Almanya-Fransa-İngiltere
++ Semih Kaplanoğlu: “Bal” (Honey) Türkiye-Almanya
++ Benjamin Heisenberg: “Der Rauber” (Haydut) Avusturya-Almanya
++ Jasmila Zbanic: “Na Putu” (Yolda) Bosna-Hersek-Avusturya-Almanya-Hırvatistan
++ Rafi Pitts: “Shekarchi” (Avcı) İran-Almanya
++ Karan Johar: “My Name is Khan” (Benim Adım Han) Hindistan
++ Koji Wakamatsu: Kyatapira (Tırtıl) Japonya
++ Pernille Fischer Christens: En Familie (Bir Aile) Danimarka
++ Hans Petter Moland: En Ganske Snill Mann (Çok Güzel Bir Adam) Norveç
++ Florin Serban: Eu Cand Vreau sa Fluier, Fluier (Ne Zaman İsterseniz, Islık Islık) Romanya
++ Terry Guetta: Exit Through The Gift Shop (Hediyelik Dükkandan Bir Uçtan Bir Uca Çıkış) İngiltere-ABD
++ Noah Baumbach: Greenberg (Greenberg) ABD
++ Rob Epstein-Jeffrey Friedman: Howl (Uluma) ABD
++ Oskar Roehler: Jud Süss: Film ohne Gewissen (Şirin Yahudi: Vicdanı Olmayan Film) Almanya-Avusturya
++ Aleksei Popogrebsky: Kak ya Provel Etim Letom (Yaz Nasıl Sona Erdi) Rusya
++ Gustave de Kervern-Benoit Delepine: Mammuth (Mamut) Fransa
++ Yoji Yamada: Ototo (Genç Kardeş) Japonya
++ Nicole Holofcener: Please Give (Lütfen Ver) ABD
++ Natalia Smirnoff: Rompecabezas (Bulmaca) Arjantin
++ Zhang Yimou: San Qiang Pai an Jing Qi (Bir Kadın, Bir Silah ve Erişte Dükkanı) Çin
++ Burhan Qurbani: Shahada (Şehadet) Almanya
++ Thomas Vinterberg: Submarino (Denizaltı) Danimarka
++ Lisa Cholodenko: The Kids are All Right (Çocuklar İyi) ABD
++ Michael Winterbottom: The Killer Inside Me (Katil İçimde) ABD
++ Wang Quanan: Tuan Yuan (Ayrı Beraber) Çin

(09 Şubat 2010)

Ali Erden

[email protected]

Türkiye’de Zombi Olmaz Diye Bir Şey Yok, Bilakis Türkiye’de Herşey Olur

“Ada: Zombilerin Düğünü”; ikisi de sinema yazarı olan Talip Ertürk ve Murat Emir Eren’in -kendi deyimleriyle- televizyonun içini açmak arzusuyla yanıp tutuşan bir çocuğun hissiyatıyla çektikleri bir ilk film olma özelliği taşıyor. Film aynı zamanda Türkiye’nin de ilk zombi filmi olarak kayıtlara geçti.

Mevzu; sıkıcı bir düğünün zombi saldırısıyla şenlenmesiyle başlıyor. Zombiler onları yeme derdindeyken, kendi içlerinde birbirini yemekten geri kalmayan bir arkadaş grubunun komik halleriyle ilerliyor. Bolca absürdlük ve ince göndermeleri de bünyesinde toplayan film korku değil ama eğlence arayanlara farklı bir deneyim yaşatacak…

“Ada: Zombilerin Düğünü”nün türü korku – komedi, ancak dert korkutmak değildi sanıyorum… Öyle olsa çok iyi kıvırabilirdiniz diye düşünüyorum…

Murat Emir Eren: Hep söylüyoruz, Ada genel olarak bir “eğlencelik” olarak tasarlandı. Korku bölümleri oldukça sınırlı, ama eğlenceli halini hiç elden bırakmasın istedik. Salonda film izleme deneyimi açısından bizim için korkutmakla güldürmek arasında pek bir fark yok. İnsanların korkup gözlerini kapatması kadar, gülüp eğlenmesinin de bizim için kıymetli olduğunu söyleyebiliriz. Derdimizin korkutmaktan çok güldürmek olduğunu da filmin isminden, afişine kadar, her yerde vurguladık zaten. Dolayısıyla salondaki insanların gülüp eğlenmesi amacımıza ulaştığımız anlamına geliyor bizim için. Korkutmaktan çok güldürmek çok baştan verdiğimiz bir karardı zaten.

Size en çok sorulan sorulardan birisi işi gücü bırakıp neden film işine kalkıştığınız… Film eleştirmenlerinin film çekmelerine alışkın değiliz ama düşününce bu denli film bilgisi ve kültürüne sahip insanların film çekmeleri çok olağan görünüyor… Peki sizce neden film eleştirmenleri film çekme işine yanaşmıyor?

Talip Ertürk: Film çekmek çok başka bir iş, bambaşka bir mesai. Yıllar önce Alin Taşçıyan’ın bir röportajında okumuştum, benzer bir soru kendisine sorulmuştu, film çekmenin ne büyük bir mesai olduğunu, kendisinin böyle bir çabanın altına girmek istemeyeceğini söylemişti. Genel olarak da durum budur. Bir de eleştirmenlik temelde bir yazarlık işidir, yönetmenlik ise bambaşka bir şey. Dolayısıyla film kültürüne sahip olmak size nasıl bir film yapmak istediğinizle ilgili rehber olsa da, sonuçta pek yardımcı olmuyor. Yine de sinema tarihinde eleştirmenlikten yönetmenliğe geçiş yapan bir dolu insan var bizler gibi elbette. Biraz televizyonun içini açmak arzusuyla yanıp tutuşan çocuğun hissiyatına benziyor bizimkisi alsında.

Film, başrol oyuncularının ilk deneyimi ve bence gayet doğallardı… Gülüm Baltacıgil’i Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi’nden hatırlıyoruz. Cast seçimi ekonomik nedenlerden dolayı mı böyle yapıldı, yoksa filmin ruhuna uyması için mi?

MEE: Oyuncu kadrosu ekonomik sebeplerden çok bizi tercihlerimiz neticesinde şekillendi. Filmi amatör bir kayıt mantığıyla kotardığımız için şöhretli oyuncuların bu hikâyenin kahramanları olmaması gerektiğini düşündük. Bahsettiğiniz doğallık olmadan bu filmin mizahının da pek işlemeyeceğini düşünüyorduk. Filmin ruhu yıldızlardan çok sıradan insanları talep ediyordu, oyuncularımız da sıradan insanları oynamak konusunda pek başarılı oldular kanaatindeyiz.

SİYAD Ödül Töreni’ninde Atilla Dorsay’ın Cem Yılmaz’a yaptığı göndermelerden birisi de sizin filminizdi… Taş devri, western derken türler arasında cirit atan Cem Yılmaz’ın elinden bir konuyu kurtardıklarını ve bunu sinema yazarlarının yapmış olmasından çok keyif aldığını söyledi. Meselâ şimdi vampirli filmler çok moda… Siz de ayak uydurup bir vampir komedisi yapacak mısınız? Yoksa farklı tür ve konular mı eğileceksiniz?

TE: Aslında türler arasında gezinmek niyetindeyiz. Ama zombi, vampir, kurtadam üçlemesi üzerine kariyer kurmak gibi bir niyetimiz de yok. Yine de şöyle söylenebilir, bir vampir filmi yapmaya niyetlensek o vampir hiç de karizmatik olmaz, orası kesin. Modalarla çok ilgilenmiyoruz aslında, zombileri de akımlar üstü karakterler oldukları için seçtik. Popüler olanla dalgamızı geçelim gibi bir derdimiz yok pek.

Zombilerin bir düğünü basması tesadüf olmamalı.

MEE: Evlilikle bizim değil karakterlerimizin derdi var aslında. Bizim derdimiz kötü organize edilmiş, sıkıcı düğünler. Filmin çıkış noktalarından biri de, katılmak zorunda kaldığımız düğünler oldu. Bir de Türk insanının her ne olursa olsun düğünlerde özüne çok yaklaştığını düşünüyoruz. Sahte altın takmak diye bir şey var meselâ. “Durumum yok takmayayım” yerine, “Sahtesini takayım kimse fark etmez nasıl olsa” demek bize çok ilginç geliyor.

Ekonomik çıkmazlar sebebiyle kâğıt üzerinde olan birçok şeyi filme taşıyamadığınızı okumuştum. Çıkan sonuç ne kadar içinize sindi?

TE: Çıkan ürünün tamamen içinize sinmesi diye bir durum söz konusu değil sanıyoruz. En mükemmel prodüksiyon şartları bile size kafanızdaki filmi çekmenizi sağlayamayabilir. Amaç perdede içinize en sinen halini görebilmek olmalı her halükârda. Ada için bir dolu senaryo güncellemesi yapılmak zorunda kalındı, gerek ekonomik sebeplerden, gerek memleket şartlarından. Ortaya çıkan sonucun eğlencesi de, bizim gayet içimize siniyor. Ama post prodüksiyon sürecinde filmi yüzlerce kez tekrar tekrar izleyince o görüntülerde neler bulduğumuzu tahmin bile edemezsiniz.

Türk insanının sürekli birbirini yemelerini, bir türlü organize olamamalarını izlemek oldukça eğlenceli… Diğer taraftan zombileri Türkiye’ye uyarlamak sıkıntılı oldu mu?

MEE: Organize olamayıp akılcı çözümler üretememek bizim karakterlerimizin temel problemi. Üstelik bir yanda zombilerle mücadele ederken, kendi içlerinde kenetlenmekten de çok uzaktalar. Zombilerin bizim kültürümüze uzak olduğunu düşünmüyoruz aslında. Zombiler, klâsik bir ‘biz ve onlar’ durumu üzerinden “öteki”lik yaratıyor. Bu da memleketin hiç de yabancı olmadığı bir şey. Uyarlama yapmak hiç zor olmadı, adaya gelen zombiler bir anda kendi kurallarını dikte ediyor zaten. Türkiye’de zombi olmaz diye bir şey yok, bilâkis Türkiye’de her şey olur.

Son olarak favori zombi filminizi öğrenelim…

TE: Benim şahsi favorim, orijinal Night of the Living Dead.

MEE: Ben iki Dawn of the Dead’in birden hastasıyım.

(07 Şubat 2010)

Gizem Ertürk

05 Şubat 2010 Haftası

“Herkesin Keyfi Yerinde”, Giuseppe Tornatore’nin 1990 yılında çektiği filmin Türkçe adı… Efsanevi / müteveffa Marcello Mastroianni’nin, emekli aile babası rolünde Sicilya’dan yola çıkıp güneyden kuzeye İtalya’yı dolaşıp beş çocuğunu ziyarete gitmesi sonucu karşılaştığı tüm o ‘aldatma’, mutsuzluk ve hüzünlerden sonra geriye döndüğünde, hayatta olmayan karısına hitaben söylediği üç sözcük: Yani, “Stanno Tutti Bene”. Robert De Niro’nun, yaşına denk düşen bir içtenlikle oynadığı baba Frank da, kimsenin mükemmel olmadığı / olamayacağı bir dünyada, aile olma yolunun dürüstlükten ve hep birlikte müsamaha kapılarını açarak sevecen iletişim köprüleri kurmaktan geçtiğini anlatan filmde, Amerika’nın farklı kentlerindeki dört çocuğuna ‘sürpriz’ yapıyor. Hüzünlü bir yol filmi aynı zamanda: Çocuklarınızın sizin kafanızda canlandırdığınız gibi bir yaşam kuramayacağı gerçeğiyle karşılaşıp, onları olduğu gibi sevmenizin önemine işaret ederken, hikâye, formülü belli kalıplarla daha bir mutlu sona kavuşuyor. Onun için de bu filmin adı “Everybody’s Fine” yani “Herkes İyi” oluyor. Not düşelim, yönetmen Kirk Jones bir İngiliz olduğundan çeşitli hınzırlıkları ihmal etmemiş… Bir de ağlamanın güzelliğini yaşayacaksınız tabii.

“Tanrı’nın Kitabı”, ‘gönül gözü’ ile gören Eli’nin (Denzel Washington), Batı’ya, Pasifik Okyanusu’ndaki Alcatraz Adası’na götürmek için yanında taşıdığı kitap… ”From Hell – Cehennemden Gelen”den dokuz yıl -Victoria Dönemi Londra’sının Karındeşen Jack hikâyesinden de en az bir buçuk yüzyıl- sonra yeniden ilgi alanımıza giren Hughes Biraderler, başımıza gelen felâketi özetleyen bir giriş sahnesi ile hemen seyirciyi ele geçiriyor: Eli, günümüzün en değerli / pahalı küçük kedilerinden birini, karnını doyurmak için avlıyor. Bildiniz; nükleer felâket sonrası, insan dâhil değerli canlılar değersizleşmiş, bugün insanoğlunun çöpe attıkları da nadirattan olmuş. Ve ozonun ciddi biçimde tahribatı da, yaygın körlükleri getirmiş. Peki, günümüzde milyarlarca insanı efsunlayan ve inanç ticareti sonucu ceplerine el atmış olan veya gerçekten ‘iyi’ birer insan olmalarını sağlayan itikadı yayan din kurumu bir şey yapamamış mı? Belli ki hiçbir yararı olmamış. Zaten kutsal kitapların tüm nüshaları yakılmış… İmdi, insanlığın yeniden inşasında, bu filmi, bakış açınıza, meşrebinize, ahlaksal kodlarınıza göre değerlendirmek zorundasınız. İlk bakışta öyle görünmese de, insanı ikircikli bırakan bir mesele sunuyor.

1) Eli, yeni bir başlangıcın Doğu’dan değil de, filmin ‘western’imsi yapısına uygun biçimde diğer kıyıdan başlayacağından hareketle, insanlığın ortak kültür bahçesinde eksik olan ‘parça’yı (17. Yüzyıl İngiltere Kralı James onaylı Hıristiyan İncili), tam bir inanç ve fedakârlıkla yerine ulaştırmaya çalışırken, önüne çıkan ‘canlı’ (ve cansız) her engeli yok ediyor. Yeniden yükselen imanın, insanlık inşası için umut haline gelmesi, “kutsal kitabın”(kitapların) yerine ulaştırılmasına bağlı gibi.

2) ‘Kötü’ Carnegie (Gary Oldman) ise, küçük topluluğuna bir yaşam alanı yaratmış; diktatörlükle büyümek istiyor. O da kitabın peşinde: İnsanları bir hedefe doğru sorunsuzca yönlendirip, ‘uyuşturmak’ için. Hangisi daha gerçekçi? Buyurun düşünün. Düşünürken, bu arada, benzer filmleri bir adım geçen ıssız, ürkütücü, yakıcı ve kirli dünyanın içindeki küçük şiddet zirvelerinden keyif (!) almaya bakın. “Forrest Gump” ile Oscar adayı olan görüntü yönetmeni Don Burgess’in tarifi zor grimsi – sarımsı renk paleti içinde kötü hissedeceğinizin garantisini veririm. Sözün kısası, yaşam değerlidir; film çıkışı, kendinizi mahrum bıraktığınız keyifler varsa hemen tamamlamaya koyulun.

(03 Şubat 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

2009’da Kaybettiklerimiz

(Bu yazı Film-San Vakfı sitesi için hazırlanmıştır.)

Şairin dediği gibi, uyudun uyumadın olacak, bazılarını kaybedeceğiz; geri kalanlar, gidenleri anarken, yıl bitimleri vesile olacak hepisini bir arada anacağız.

2009 yitirdiklerimiz erken ve görüntü yönetmeni Çetin Gürtop ile başlamıştı. Yıl boyunca yönetmenlerimizden Seyfi Havaeri, Şadan Kâmil, Birol Işın, Ersan Pertan, Yücel Çakmaklı, Halit Refiğ, Ahmet Uluçay, Zeki Ökten ile devam etti. Aslında görüntü yönetmeni olan fakat filmde yöneten Salih Dikişçi’yi her iki özelliği ile anmak gerekir. Senaryo yazımlarından dolayı Selahattin Küçük ve Nezihe Araz’ı anmak lâzım. Ayrıca Kemal Demirel ve Ömer Lütfü Mete kervana katıldı. Yapımcı Ayhan Turgut ve oyuncular Nevzat Şenol, Gazanfer Özcan, Yılmaz Kurt, eskilerden (Mahmut) Faal Evgin, yurt dışından Keriman Ulusoy, içeriden Yaman Tarcan, Tahsin Koray, Ayşegül Devrim, Aykut Oray, Nihat Nikerel, Kemal Dirim, Nilgün Esen, Ali Taygun, Cüneyt Gökçer kayıp listesini genişletiyorlar.

Seyfi Havaeri (1920) Tiyatro kökenli ama, Muhsin Ertuğrul grubundan değil, değişik topluluklarda çalıştıktan sonra, geçiş dönemi yönetmenleri filmlerini çekmeye başladıktan sonra, senaryo yazarı ve yönetmen olarak filmler yapmaya ve bunlarda oynamaya başladı. İlk filmi Yara’yı 1947’de, son filmi Zafer Kartalları’nı 1975’de çekti, arada 37 film daha yaptı. Bunlar arasında Kara Sevda’yı 1955 ve 1968’de iki kez çekti. Yeşilçam’ı oluşturan temel taşlarından biri olarak, son dönemde yaptığı bir kısım filmleri, piyasanın geçerli koşulları dışında peşin para ileri çekerek, yeni girişimlerde bulundu. Yetiştiği günün koşullarında, piyasanın isterilerine cevap veren ve bunları yönlendiren filmler yaptı.Yaşamının sonuna kadar, yürüdüğü yolu, fikirlerini savundu. Başka yönetmenlerin filmlerinde oyunculuk yaptı.

Şadan Kâmil (1917) Geçiş dönemi yönetmenlerinden, aynı zaman da görüntü yönetmeni, ses mühendisi, stüdyo yöneticisi. Bir yabancı film (Die Letze Kompagnie – Almanya) uyarlaması olan, Plevne Kahramanları diye başlanıp Onüç Kahraman (1943) diye tamamlanan filmi ile başladığı yönetmenliğini tartışmalı Duvaklı Göl (1958) bitirdi. Bu süre içinde 13 (sinema) film(i) daha çekti. Sonraları görüntü yönetmeni ve stüdyo müdürü olarak çalıştı. Dudaktan Kalbe (1951) ile edebiyat (Güntekin) uyarlamalarına katkıda bulunurken, bir başka edebiyatçının (Taner) senaryosu ile Kaçak’ta (1954) ilginç bir çalışma yaptı. Dağları Delen Ferhat belgeseli devlet yapımı olan bir çalışmadır.

Halit Refiğ (1934) Kamerayı, askerliğini yaptığı yurt dışında (Kore’de) eline almış, çektikleri kendisine farklı bir bakış olarak gelmiştir ki, doğrudur. Sonra eleştirmenlik, sinemanın mutfağına girerek senaryo yazarlığı, asistanlık ve Hatalı Yol adlı bitirilemeyen bir film çalışması, Yasak Aşk (1961) ile başlangıç, sosyal eğilimi olan konulara ağırlık veriş, oldukça kişisel bir final Köpekler Adası (1996) arada 47 film… Gurbet Kuşları (1964), Haremde Dört Kadın (1965), Teyzem (1986) gibi tamamen farklı filmleri ile -diğer filmlerinin yanında- (toplum ve) sinema çevrelerinde etkiler oluşturdu… Televizyon dizisinde bir mihenk taşı Aşk-ı Memnu, diğer yaptıkları yapılmamış olsa bile, başlı başına bir serüven (hem roman olarak, hem dizi olarak) Yorgun Savaşçı… Senaryolar kitaplar, hem sinema, (düşünsel olarak) hem diğer düşün alanı yazıları, sinemamızın çoğunlukla uzak durduğu konularda, bir sinema yönetmeni olarak düşünceler açıklaması… Sinemacılarımız çoğunlukla bu konuda mevcut fikirlerini açıklamazken… Sanatı farklı alanları ile yaşayan bir sinemacı düşün adamı…

Yücel Çakmaklı (1937) Genel bir düşünceyi -dünya görüşünü- temel alarak, Yeşilçam gibi -güncellik içinde belli modellere angaje olmuş- bir ortamda, benzer temaları işleyen filmleri ile kendine yer edinen Çakmaklı, 1970’den itibaren Birleşen Yollar ile başlayan yönetmenlik uğraşını Kanayan Yara (1994) ile bitirirken, yurt içinde dinsel yönüne ağırlık verilmiş bir filmden, temadan fazla uzaklaşmadan uluslararası alana da açılım yapıyordu. Sinema çalışmalarına Kâbe Yollarında adlı belgeseli ile başladığı gibi, Gümüş Kare (1995) belgeseli ile, sanat yaşamının 25. yılında bitirdi. Araya televizyon çalışmalarını da sığdırdı.

Ersin Pertan (1943) Az çalışan bir sinemacı olarak, roman olarak da tartışmaya neden olmuş Kemal Tahir’in Kurt Kanunu (1992) ile yönetmenliğe başladı. Tersine Dünya (1993) nasıl toplumun yaşamınının tersine çevrilmesi ise -kaynak Orhan Kemal’di- Kuşatma Altında Aşk’da (1997) sinemamızın bir çok filmde ele aldığı İstanbul’un Fethi’ne karşıt cepheden bakmayı denedi. 2008 son filmini (Mazi Yarası) çektiği yıl oldu, ne yazk ki filminin vizyona çıkmasını göremedi. Yönetmenliğinin yanında karşıt görüşleri ile de sesini duyurmasını bildi.

Zeki Ökten (1941) 1960’da asistanlıkla sinemaya başladıktan sonra 1963’de ilk filmini yönetti: Ölüm Pazarı. İkinci filmi Kadın Yapar’ı (1972) çekene kadar, Atıf Yılmaz’ın asistanlığını yaptı. Bu ilginç yaklaşımı sonunda Yeşilçam koşullarına uygun filmler ile yönetmenliğini geliştirirken Bir Demet Menekşe (1973) ilgi çekti, ümit veren bir yönetmen olarak izlendi. Sürü (1978) beklentilerin sonuç verdiği doruktaki filmi oldu, Güney’in senaryosunu destansı biçimde sinemalaştırdı. 1979’daki Güney işbirliği olan Düşman sansürle yıpranması sonucu aynı sonucu doğurmadı. İyi bir anlatıcı olarak Çinliler Geliyor’a (2008) kadar yaptığı 31 film içinde bir kısım ilginç yapımlara da imza atarak sessiz ve sakin bir sinemacı oldu.

Ahmet Uluçay (1954) Sinemamızın en ilginç yönetmenlerinden biri. Gösterim makinesini kendisi yaparak köyünde film gösteren, köyünde çektiği kısa filmlerle festivallerde dikkatleri üzerine toplayan, sağlık sorunları ile boğuşan, birazda otobiyografik Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2002) filmi ile uzun metraja geçiş yapan Uluçay, çekimlerini tamamlayıp teknik işlemlerini tamamlayamadığı Bozkırdaki Deniz Kabuğu ile bizlere bir vasiyet bırakmış oldu. Yılmaz bir sinema sevdalısı olarak.

Birol Işın / Salih Dikişçi, Işın, oyuncu / yönetmen olarak iki filmlik çalışması ile dikkat çekiyor. 1973’de Diriliş, 1974’de Eziliş filmleri ile oyuncu / yönetmen olarak yönetmenlik çalışması yaparken sonraki yıllarda oyunculuğa devam etti. Dikişçi ise daha farklı görüntü yönetmeni / yönetmen uğraşları içinde. Görüntü yönetmeni olarak çok düzeyli filmlere imza attı. Kırık Bir Aşk Hikayesi, Göl, Gece Yolculuğu (Ömer Kavur), Kanal, Bereketli Topraklar Üzerinde (Erden Kıral), Dolap Beygiri, Mine, Dağınık Yatak (Atıf Yılmaz), Bu Devrin Kadını, Halkalı Köle (Ümit Efekan), Dönüş (Faruk Turgut), Fidan (Erdoğan Tokatlı) çalıştığı filmlerden bazıları…

Çetin Gürtop çoğunluğu Erler Film’in filmleri olarak, uzun yıllar görüntü yönetmenliği yaptı.

Cüneyt Gökçer yılın son günlerinde yitirdiğimiz, aslen tiyatro yönetmeni ve oyuncusu olan Gökçer, sinemada yalnız oyuncu olarak çalıştı. Barbaros Hayrettin Paşa’da (Baha Gelenbevi) Barbaros’u oynadı. Tarihi dönem filmlerinde tarihsel kişileri canlandırması yanında sinemadaki ileri yıllarında Mevlana (Atıf Yılmaz) filminde de Mevlana’yı canlandıracaktı. Gençlik dönemlerinde macera filmlerinde Kara Davut (Mahir Canova), ileri yaşlarında melodramlarda Süreyya (Metin Erksan), Yaşlı Gözler (Ertem Eğilmez) ve salon komedilerinde Yedi Evlat İki Damat (Halit Refiğ) ve son olarak Mektup (Ali Özgentürk) filmlerinde rol aldı.

Gökçer gibi tiyatro kökenli Gazanfer Özcan, Ali Taygun, Ayşegül Devrim, Nevzat Şenol, Kemal Dirim gibi oyuncular filmlerde uzun veya kısa zamanlar ilgilendiler, perdede bizlere yansıdılar. Aykut Oray tiyatro kökenli olmasına rağmen daha çok televizyonda tanınarak sinemaya geldi, çok az sayıda filmde rol aldı, Yaman Tarcan ve Nihat Nikerel de televizyolardan sinemaya geçtiler. Az filmde oynayan Keriman Ulusoy daha çok yurt dışında sinemamızın tanıtılma işleri ile ilgili özenli faaliyetler gösterdi. Sinemanın isimsiz kahramanlarından Yılmaz Kurt, Tahsin Koray, Nilgün Esen ve hayli eskilerde kalmış bir Faal Evgin de yitikler kervanına katıldı. Görülüyor ki oyuncular sinemanın ağırlıklı oyuncuları değil, ama sinemamızda üzerlerine düşeni, az sayıda filmlerde de olsa yapan emekçileri.

Senaryo yazarlarıda, oyuncuların görünümü paylaşıyor, Yeşilçam döneminin “senarist”leri artık yok, fakat bu yıl senaryo yazarak veya yazılımına katılarak senaryo yazarı olarak sayacağımız kimi kişileri yitirdik… Lütfi Akad’ın ilk dönem filmlerinde birlikte çalıştığı, aslında radyocu Selahattin Küçük’ü, aslında yazar olup senaryo çalışması da yapan Nezihe Araz, Kemal Demirel ve Ömer Lütfü Mete’yi yitirdik. Senaryo yazımı da yapan sinemanın asistanlarından Ali Kıvırcık da kafileye katıldı.

Yapımcı Ayhan Turgut bu yıl yitirdiklerimizden bir diğeri.

Filmlere sesleri ile katkıda bulunan ses sanatçıları Semra Atalay ve Gülderen Gül’de kafileye katıldılar.

Film-San çalışanı, sinemamının eski asistanlarından Nilgün Seren de bu yıl serüvenini tamamlayanlardan biri oldu. (Ruhları şad olsun)

SİYAD gecesinde kaybettiklerimiz arasında adı anılan, yukarıdaki listede geçmeyen oyuncular Rengin Arda ve Aydın Babaoğlu, akademisyen Zafer Doğan oldu.

(02 Şubat 2010)

Orhan Ünser

2010 SİYAD Ödülleri Töreni

2010 yılı SİYAD ödülleri sahiplerini buldu. Bu yıl 42.si yapılan dağıtım böylece hem SİYAD hem Türk Sineması tarihindeki yerini aldı, metinlere geçti. Geçmiş yıllardaki ödül dağıtım törenlerine katılıyordum; bu yıl da katıldım. Her değerlendirme gibi, objektif ve subjektif eleştirilere açık olarak, artık tarih oldu.

Benim kişisel, hiç bir objektifliği olmayan, bazı eleştirilerim olacak. Ödül dağılımına -farklı olmasını istediklerimde olabilir- hiç bir itirazım yok. Benim, olmamasını istediğim, gecenin sunucu Cem Yılmaz. Ne olmuş, niçinmiş diyebilirsiniz. Bugün bir gazetede Yılmaz’ın izleyicileri bol bol güldürdüğü yazıyordu, doğrudur, ben de orada idim. Her konuştuğunda espri yapmak gereksinimi duyan Yılmaz, belgesel film kategorisinde “kendinin sünnet düğünü” (filminin) kabûl edilmediğinden, kısa film kategorisinde ise -bir gazetecinin önerdiği- “on dakikaya indirilmiş” Yahşi Batı’yı yetiştiremediğinden yakındı. (Benden bir soru: Yahşi Batı’yı görmedim ama her akşam, her kanalda o kadar çok izlettiriliyor ki, yağlı güreş sekansının tamamını göremedim ama, şu soruyu sormak ihtiyacını duydum: İmparatorluk devrinde, A. B. D. başkanına padişahtan bir hediye götüren iki adam yanlarına kaç tane kıspet alırlar?) Reha Erdem’in ve Zeki Demirkubuz’un filmlerini izliyorum, Ferzan Özpetek’in filmlerinden kaçırdıklarım var, ama sırası ile –Cem Yılmaz’ın oynadığı, daha doğrusu Cem Yılmaz’ı oynattıkları- “Yalnızlık”, “Kara Büyü” (inşallah doğru not almışımdır!) ve “Sarıl Bana” filmlerini en kısa zamanda bir yerlerden bulup seyredeceğim. Burada da aklıma gelen soru şu: Sn. Yılmaz, Muhsin Ertuğrul’un gözlerden saklanan hangi filminde oynamıştır? Yalnız ilginç bir konuya değindi ama tamamen farklı bir frekansta olmak üzere. “Yardımcı” kadın / erkek oyuncuların durumu… “Yardımcı”lığın, oyuncunun yardımcılığı olmadığını, rolün yardımcılığı olduğunu söyledi ki, tamamen katılıyorum. Bazı festival veya soruşturma veya değerlendirmelerde “yardımcı” yerine “karakter” tabiri kullanılır: Karakter Oyuncusu… Diğer oyuncular karaktersiz mi ki, belli bir kategori oyuncuyu “karakter” olarak ayırıyorsunuz. Tabii bu yardımcılık gibi, oyuncunun değil “rolün” bir özelliği olması gerekir.

Sinemada değil ama, tiyatroda bir uygulama vardı -kısa bir süre… Ulvi Uraz ölünce adına -tiyatro için- bir ödül konulmuştu. Orada oyuncu ödülü, adaylar arasında yapılan seçim sonrasında “bir kişiye” veriliyordu: En İyi Oyuncu Ödülü. Kadın / erkek ayrımı yok, asıl (başrol) / yardımcı veya karakter farklılaşması yok. Tek ödül: En İyi Oyuncu.

Her zaman olabilecek bir şey… yıllar oluyor, Oscar ödüllerinde The Hud (1963) filmi ile Patricia Neal, Oscar kazanınca, rolünün kısa olduğu, bu nedenle En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü almasının yanlış olduğu (En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu mu olmalı idi?) basında (tabii A. B. D.’de) tartışılmış, bizim basına da yansımıştı. Sn. Dorsay sanırım anımsar.

(02 Şubat 2010)

Orhan Ünser

Ladik ’76 3

Sayın Orhan Ünser,

İlgi yazınız, yorum ve eleştirinizin kaynağındaki boşlukları içtenlikle açıklamanız ve bu yaklaşımınız için teşekkür ediyorum. Bu tür kafa karışıklığından arınmanın en kestirme yolu; daha ayrıntılı bilgilere ulaşmakla, titiz bir araştırma yapmakla ve bilginin kaynağından doğrudan öğrenilmekle aşılabileceğine inanırım.

İşin aslı ve açıkçası sizin çıkış noktanızda temel aldığınız, “Kameranın gerçeği öldürme (değiştirme) gibi bir özelliğinin de olabileceği” düşünceniz; o yıllarda ileri sürülen bir yakıştırmanın (varsayımın) etkili olduğu görüşündeyim. Ben tanık olduğum olayın, yaşananın gerçeğini, doğasını ve içeriğini elimden geldiğince, doğrudan ve olabildiğince, bire bir ve içtenlikle yansıtmaya çalıştım. Çalışmada amaçladığım ilke ve temel yaklaşım budur. Ancak; o yıllarda, “belgesel filmler” yapan bazı çevreler haksız ve temelsiz yakıştırmalarla bu filmin kurgulanmış olabileceği varsayımını ortaya attılar. Gazetelere kadar ulaştırıldı bu sızlanmalar. Yoz, yararsız ve yanlış çekişmelere itilmek istendim. Bu yersiz ve haksız söylem filmin önemli iki yurtdışı belgesel film şenliğinde uluslararası seçici kurullar tarafından ödüle değer görülerek, ödüllendirildikten ve birçok ülkede gösterime girdikte sonra yapılmaya başlandı. Seçici kurullar filmi; “Doğal gerçekliği, çarpıcı, içten ve sıcak bir anlatımla vurguladığı ve yansıttığı.” nitelemeleriyle değerlendirdi.

Bu filmin üzerinden yararsız çekişmeler yaratılması üzücüdür. Çiçek böçek filmlerinin yanı sıra, toplumsal ve sosyal konuları da cesaretle ele alan ve olanca gerçekçiliğiyle işleyen “belgesel gerçekçilik” adına ve bu amaçla yola çıkılarak özgün filmler de yapılmalı, yapılabilmeliydi… Başkalarının yapıklarını küçültüp değersiz kılarak yaptıklarımıza bir değer kazandıramayız. Akıllı, üstelik yararlı olan yol; daha iyisini ve değerlisini yaparak kalıcı değerlere ulaşmayı aramaktır…

En iyi dileklerimle dostlukla ve saygılarımla.

(31 Ocak 2010)

Güner Sarıoğlu

Güner Sarıoğlu’na Teşekkür

Güner Sarıoğlu’nun gönderisini okudum. Haklı olduğu noktalar var. Üretim aşamasındaki çalışma koşullarını ve yapılan, yapılabilenleri bilmeden konuşmak (yazmak) biraz ahkâm kesmek gibi oluyor. Fakat zamanında üzerine çok şeyler okuduğum Lâdik 76′nın anlattığı (gösterdiği) şeylerle ilgili olarak, konunun farklı tarafında bulunan bir tanıdığımın filmde anlatılan olayları diğer açıdan değerlendirip anlattıklarının bilinçaltında kalmış olması ve kameranın gerçeği öldürme (değiştirme) gibi bir özelliğinin de olabileceğini zaman zaman düşünmem, bu özellik üzerine yazılmış bir kitap nedeni ile kendini ortaya dökmesi sonucu ortaya çıkan bir durumla karşı karşıyayım. Sn. Sağıroğlu haklı olabilir ama kendiminde tamamen haksız olduğunu söyleyemem, o kendi somutunda (ürettiği, yaşadığı bir gerçeklikte) haklıdır, o filmden belki hiç söz edilmeyebilirdi. Yahut, görüşme olanağı aranıp, konu karşılıklı konuşulur, bir takım bilgiler kendisinden direkt alınabilirdi. Sonra filme değinilir veya değinilmezdi, bütün bunlar olmadı; belgeselin soyut yapısı dediğim, genel düşüncelerim halen devam ediyor, ama somutunda (bir filmde) konunun daha yakından incelenmesi düşünülünce düşüncem daha belirgin bir hale dönüştü, bu sonuç için Sn. Sarıoğlu’na teşekkür ederim.

(30 Ocak 2010)

Orhan Ünser

Ladik ’76 2

Sayın Orhan Ünser,

Yazınızın ve eleştirinizin bana göre yanıtlanması gereken can alıcı yanı, aşağıda aldığım satırlarınızda yatıyor. “Böyle bir soyutlamada, sizin çekim sırasında içinde bulunduğunuz koşullar ve de bir zaman olmuş veya başka bir yerde olmuş bir takım olayları (doğal veya toplumsal) mizansen düzenleyerek yeniden oluşturarak belgelemek düşüncesi bulunmamaktadır.” demektesiniz. Yargınız çok kesin ve sanki her şeye bir bir tanık oldunuz gibi… Neyi ve neleri yeniden oluşturmuş olabileceğimi düşünüyorsunuz. Sonra; “Böyle bir soyutlamada…” yargısının nereden kaynaklandığını da ben bilemedim. Sanıyorum, bu çalışmanın; farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda ve oyuncularla ve oyun kurmalarla, kurmaca bir temelde yapılıp, kotarıldığını yazmaktasınız. Bilemedim, bunu mu anlatmaya çalışmaktasınız? Bunu da pek bilemedim. Daha sonra da şu kesin yargınız geliyor. “Benim düşüncemdeki belgesel film soyutlaması, yukarıda da değindiğim gibi belgeselerin düzenlenmiş mizansenler olmadan saptanmış görüntülerle yapılmasıdır.” Bu yargınıza bakarsak, Ladik ’76 bir belgesel film değil. Kurgusal bir film ve her şey düzmece, yapay!… Oyuncular başta her şey yeniden yaratılıp, yapılmış film ve belgesel diye bize yutturulmuş. “Köylüler, yörede yaşayan köylüler değil, oyuncular kullanılmış…” diyeceksiniz kendinizi alamasanız. Bütün bunları nereden çıkardığınızı, nereden ve nasıl bilebildiğinizi (!) ben bir bilebilsem!…

Bu yargıya nasıl vardığınızı da bilmiyorum, *soyut sinema” yapmayı da bilemediğim gibi… Bu yargınızın nedenlerini de hiç bilemedim. Ancak bu yakıştırıp, yapıştırmalarınızın doğru olmadığını iyi biliyorum ve ancak bunu söyleyebilirim size. “Bu belgesel tümüyle ve tüm ögeleriyle kurgulanmış bir film çalışmasıdır!…” demek istiyorsanız. Bu yargıya nasıl vardığınızı da sormak isterim.

Ben gerçekten sizi anlamakta zorluk çekiyorum. Değerlendirmelerinizi de, kavram kargaşası yarataran; “soyutluk” tanımlarınızı anlamakta da zorlanıyorum. Bu işi, bu temelde, bu işin ve bu uğraşın dışındakilerle konuşmak ve bir yere varmak giderek zorlaşıyor. Körlerin bir file dokunarak, filin ne olduğunu ve neye benzediğini; dokunduğu kadarıyla tanımak ve sonra da bu fili (!) başkalarına ballandıra ballandıra anlatmaya dönüşecek bizim işimiz.

Gelin isterseniz bana da kendinize de, bir iyilik yapın ve “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayın!” Ve bunu, bu işleri, bu konularda düşünceler üretip de paketlenmiş hazır eleştiriler yazarak temelsiz ve birikimsiz düşüncelerinizi çevreye saçmayı denemeyin… İnanın bana, suya girmeden, kıyıda çırpınarak yüzme öğrenilmez ve elbette öğretilemez de… Bu ve benzeri işler; yapmadan, emek ve zaman vermeden, çaba sarf etmeden olmaz, olamaz öğrenilemez… Deneyim ve birikim edinmek ve üretmek kaçınılmaz olur. Bu işin temelinde: “üreterek öğrenmek” ilkesi her koşulda ve her durumda ağır basar. Bence bu sağlıklı bu işler için temel bir yaklaşım ve temel ilke edinilmelidir. Bu ve benzeri işler yapmadan denemeden de; öğrenim olmaz, öğrenilmez ve elbette öğretilemez de… Öğrenildiği sayılarak arabanın üstüne çıkarsanız; araba sizi altına alır ya da götürür bir duvara burnunuzu sürter. İlk uygulamalı dersimizi de, böyle almış oluruz… Yazılı metinler ve sözlerin gücünü yeterli görerek ve öyle sayarak araba kullamaya yeltenenler olduğu gibi… Son yıllarda, yaşamı boyunca bir televizyon yapımı için stüdyoya ya da çalışma alanına girmemiş, bir kameraya dokunacak kadar yakın bile olmamış bazı kişilerin, bu işleri öğretmek (!) üzere bir yerlere geldiklerini, ders bile verdiklerini görerek şaşırıyorum. Giderek bu konularda yetkinliklerini (!) Prof. olmaya bile vardırdıklarına tanık olunuyor. Bence sorun da budur. Oku, oku yaz. Yaz, yaz oku. Biraz da; yazılıp yapılanlardan aktarma yap; olsun bitsin. Aman, yapmayın sakın ve bilmeden yapmadan anlat, anlat; inananlar olacaktır. Bu da çoğumuza yetiyor olmalı. Ne demeli ki… Yapar gibi, bilir gibi öykünmeler yetiyor olmalı…

Filmi eleştirebilirsiniz, beğenebilirsiniz ya da beğenmeyebilirsiniz. Bu farklı bir durum. Görüşlere, farklı yaklaşımlara saygı duyarım. Böylece öğreniriz, besleniriz ve gelişiriz de… Her türlü eleştiriye özenle yaklaşmanın sayısız yararları vardır. Ancak, tümüyle, bilgi eksekliğine bağlı olarak bir filmi, kendinize göre bir yerlere oturtursanız; işte bu olmaz. Olursa da biraz saygısızlık olur ve bir de; cin olmadan adam çarpmak olur…

“Öğrenmeden ve uygulamadan düşünmek zaman yitirmektir. Düşünmeden öğrenmekse; yanıltıcı ve tehlikelidir. Ve elbette, öğrenmenin ve düşünmenin birlikte harmanlandığı eğitim süreçleri gereklidir ve yararlıdır. Bu yol, bu yöntem; bizi doğrulara, yararlı ve etkin olana götüren güvenilir yoldur.

En iyi dileklerimle ve saygılarımla.

(28 Ocak 2010)

Güner Sarıoğlu

Meryl Streep Eğlendiriyor

İlişki Durumu: Karmaşık (It’s Complicated)
Yönetmen-Senaryo: Nancy Meyers
Müzik: Heitor Pereira-Hans Zimmer
Görüntü: John Toll
Oyuncular: Meryl Streep (Jane), Steve Martin (Adam), Alec Baldwin (Jake)
Yapım: Universal (2009)

Nancy Meyers’ın yazıp yönettiği “İlişki Durumu: Karmaşık”, sinemanın büyük oyuncularından Meryl Streep’in komedi taraflarını da öne çıkartan yer yer çılgın bir film. Bazı komedi sahnelerinde gülmekten insanın midesine kramplar iniyor.

Nancy Meyers’ın yazıp yönettiği “It’s Complicated – İlişki Durumu: Karmaşık”, bitmiş bir evliliğin etrafında dolaşan eğlenceli bir film. Pastacılık işleriyle uğraşan Jane, kendisine hayallerindeki büyük bir ev yaptırmak için mimar Adam’la tanışıyor. Oğlunun mezuniyet törenleri için de telâşlı. Bir telâşı daha var, o da kırışıklıkları. Ayrıldığı kocası Jake de gittiği otelde. Beklenmedik ve birdenbire kendini eski kocasının kollarında buluyor. Evli kocasının metresi gibidir şimdi Jane. Arada bir kendini gösteren Adam, ben buradayım diyor sabırlı bekleyişiyle. Eski kocası ve Adam arasında kalan Jane, doğru olanı buluyor ve tercihini de yapıyor finalde. Elbette çocuklar da var. Her şey sonunda mutlu mesut biçimde tamamına eriyor bu mutlu sonlu filmde. “İlişki Durumu: Karmaşık” filminin hikâyesi Kaliforniya’nın Santa Barbara şehrinde geçiyor. Genelde iç mekânların ağırlıkta olduğu bu filmde az da olsa Santa Barbara’nın çarpıcı manzaraları da yansıyor perdeye.

Büyücü Meryl…

1949’da New Jersey’de doğan Meryl Streep, 1970’lerde küçük rollerde göründükten sonra 1981 yılında Karel Reisz’ın John Fowles’ın romanından uyarladığı “The French Lieutenant’s Woman-Fransız Teğmenin Kadını” filmiyle başrole yükseldi. Ardından Alan J. Pakula’nın 1982 yılında William Styron’ın romanından uyarladığı “Sophie’s Choice-Sophie’nin Seçimi”yle büyük başarı kazandı ve bu filmle “En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar aldı. Meryl Streep hala büyük ve bir filmi tek başına alıp götürebiliyor. Bu filmdeki, özellikle dizüstü bilgisayarlı bölümün çok komik olduğunu da belirtmeliyiz. Neredeyse Blake Edwards ustanın filmlerinin tadı vardı bu anlarda. Filmdeki espriler de iyiydi. Yönetmen bu filmle kadınlara şu mesajı veriyordu herhalde: Yıkandığınız suda asla ve asla bir daha yıkanmayın…

(27 Ocak 2010)

Ali Erden

[email protected]

29 Ocak 2010 Haftası

“İlişki Durumu: Karmaşık”, on yıl önce boşanmış üç çocuklu çiftin, şimdi, bir karşılaşma sonrası “yeniden” birbirlerinin vücutlarına ve giderek kalplerine sızmalarının riskli alanına giren, üstelik bu mayınlı sahaya ikinci bir erkeği sokan kafa karıştırıcı güldürü. Yazar-yönetmen Bayan Meyers’in, ‘meğer’leri, ‘eğer’leri, ‘halen’leri, ‘acaba’ları kafanızda uçuşturan diyaloglarla, finali, bu ‘birliktelik denilen şey’in aslında hiç bitmediğine mi yoksa bir kez ‘eski’ olundu mu -istisnalar hariç-bir daha asla aynı çatı altında bir araya gelinemeyeceğine mi bağlayacağını merak edip duruyorsunuz. Bu merak boyunca, akıcı öykünün en lezzetli kısmını, şüphesiz, tuhaf derecede iyi oyuncu Meryl Streep ve canlandırdığı karakterin mutfağındaki zengin mönü oluşturuyor. Giderek daha fazla izlemeyi talep ettiğiniz kötü bir alışkanlık bu Streep!

“İntikam Peşinde”, Mel Gibson’ın yedi yıl sonra oyuncu olarak karşımıza çıktığı okkalı bir dram olarak, cilasız, keskin biçimde gerçek, bir baba – kız ilişkisinin en duygusal anlarını yakalayabilecek denli de hassas. Gerilimi yavaşça tırmanan film, 1985 tarihli bir mini İngiliz TV serisinin, bu kez ABD’de geçen sinema versiyonu: Craven, siciline en küçük bir leke sürdürmeden, neredeyse otuz yıl polislik mesleğinin gereklerini yerine getirmiş yalnız yaşayan bir adam. Ziyaretine gelen kızı açılan bir ateş sonucu kollarında öldükten sonra başlattığı araştırmalarla ise, o güne dek güvendiği sistemin karanlıklarına girmeye başlıyor… Bir yandan da yeterince iletişim kuramadığı kızını yüreğinde her an hissedip, dayanılamaz acılar çekiyor. Devlet içinde, özel şirket marifetiyle çevrilen ‘en pis’ işlere ve yalanlar karmaşasından oluşan oyunlara çarptığında karşısına çıkan ve ‘bu işi dallanıp budaklanmadan temizlemekle yükümlü’ gizemli adam Jedburgh ise, bir İngiliz (dizide ise Amerikalıymış)… Nükleer araştırma tesisinde çalışan aktivist kızının kasten radyasyona maruz bırakılmasının nedenleriyle birlikte yükseklerdeki ‘kirli tipler’e ulaşan Craven ile Jedburgh’un ‘buluştukları nokta’da, dramatik bir zirve sağlandığını belirtebiliriz. Bu filmin beni canevimden vuran özelliği bu işte: Sert adamların ‘insanlıkları’ / yumuşak kalpleri! Gibson’la birlikte mükemmel bir Ray Winstone izlediğimiz “Edge of Darkness”, yüksek kalitede film izlemek isteyenler için.

(26 Ocak 2010)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Güner Sarıoğlu’na Cevap

Sayın Güner Sarıoğlu,

Gerçeği Öldüren Kamera kitabı ile ilgili yazım üzerine vermiş olduğunuz cevabı Sn. Çilingir’in ikazı üzerine okudum. Hemen hergün sadibey.com’a bakarken iki günlük bir ihmalim yüzünden yazınıza, bu ikaz ile geç ulaşabildim.

Sinema, hiç yapmadım. Benden başka kimsenin seyretmediği kısacık bir animasyon filmim var. Kafes içinde bir kuş görüntüsü, geriye kaydırma sonucu, ayrı ayrı / yanyana duran, içi boş bir kafes ve havadaki bir çubuk üstündeki bir kuş’a dönüşür…

Ladik ’76 filminin hangi olumsuz koşullarda, hangi dar imkânlarla çekildiğini, sizin ve bir avuç çalışanınızın bilgisinden ve emeğinden söz ediyorsunuz, haklısınız. Ülkemizde hele belgesel alanda çalışmanın koşullarının neler olabileceğini düşünebiliyorum. Sizin yaptığınız filmde ise, DSİ’nin davranışlarının ve diğer politik (genel ve özel) baskılarında neler olabileceğini, film bittikten sonra başına neler gelebileceğini düşünmemek, yaşadığımız ülke gerçeklerini (o günlerde, bu günlerdede) inkâr etmek mümkün değildir.

Benim, ağır bulduğunuz görüşlerim, sinemaya, özellikle kameraya soyut olarak yaklaşmamdan kaynaklanmaktadır. Böyle bir soyutlamada, sizin çekim sırasında içinde buluduğunuz koşullar ve de bir zaman olmuş veya başka bir yerde olmuş bir takım olayları (doğal veya toplumsal) mizansen düzenleyerek yeniden oluşturarak belgelemek düşüncesi bulunmamaktadır. Böyle bir düşünceye verilecek karşı soru, “Peki böyle bir olayı (uzun veya kısa süreli olsun) anında olurken belgeleyebilmek ne kadar mümkündür?” Ve çok doğru bir sorudur. Bu soyut düşünceleri çok daha ileri boyutlara vardırmak mümkündür ama bu düşüncelerden yola çıkarak, realiteye inmek ve böyle bir belgeleme işine girişerek, taşın altına el sokmağa da varılacak bir noktadır. O zaman ne ve nasıl yapılır? Siz yapan bir kişi olarak deneyim sahibisiniz, soyutlama yaparak (ve yapılanlara soyutlama gözü ile bakıp ve ardında neler yaşandığını yeterince incelemeden) fikir yürütmekte, benim yaptığım iş olunca gerçek ile tasarlananın farklılığı ortaya çıkıyor.

Belgesel bir film sizin yaptığınız gibi yapılabildiği gibi, çekildikten sonra üzerinden belli bir zaman geçmiş gerçek belge görüntülerle de yapılabilir. Sizin bildiğiniz gibi Mikhail Romm (hafızam beni yanıltmıyorsa) 90 saati bulan görünteleri inceleyip, kurgulayarak Sıradan Faşizm diye bir film yapmıştı. Film 1,5 – 2 saatlik bir filmdi. Kullanılmayan sahnelerde neler vardı ve kurgulanış biçimi (Romm’un seçimi) farklı olsa idi farklı bir film ortaya çıkardı. Bir farklı olay da, Sinematek nedeni ile mi başlamıştı, Hisar Film Yarışmaları vardı, buraya katılan filmlerden (kısa metraj – belgesel) biri için yapımcısı / yönetmeni, filme yöneltilen “olaylar peşi peşine eklenmiş gibi, hiç düzenleme yapılmış” eleştirisine: “Elimizdekileri kullandık, az olduğu için bir ayıklama yapamadık” diye cevap vermiş. (Bunlardan ilki, filmi görünce düşünmüş olduklarım, ikincisi ise olaya tanık olan birinden -ikinci elden- dinlediklerim.)

Belgesel filmin -sizin çok iyi bilebileceğiz gibi- kısıtlayıcı özellikleri yanında, sonsuz olanakları da vardır. Benim düşüncemdeki belgesel film soyutlaması, yukarıda da değindiğim gibi belgeselerin düzenlenmiş mizansenler olmadan saptanmış görüntülerle yapılmasıdır. Yanılabilirim. Direk alâkası yok ama, benzerlik gördüğüm için kısaca değineceğim, üzerine yazı yazdığım kitabı çıkaran yayınevinin bir başka kitabında (Türk Sineması ve Din) sinemamızda din üzerine yapılan bir incelemede, benim daha önce sinemamızda din üzerine yazdığım ve Antrakt Dergisi’nde yayınlanan bir yazımdan alıntı yapılmış, dergi ve isim belirtilerek gösteriliyor; ama tamamen başka amaçla yazılmış yazımdan alınan küçük bir pasaj, tamamen farklı bir konudaki yazı için alıntılanmıştı.

Ben (biz) ne yazarsam yazayım (ne yazarlarsa yazsınlar) sizlerin filmleri üzerine yazıyoruz ve yazacağız. Öyle ise aslolan filmlerdir. Ne yapmış olursanız olun bir sinemacı olarak sizi hiç bir zaman hedef olarak görmem mümkün değildir.

En derin saygılarımla, ellerinize sağlık.

(26 Ocak 2010)

Orhan Ünser

Ladik ’76

Sayın Orhan Ünser,

Bugün (24 Ocak 2010), “Ladik ’76” belgesel filmi ile ilgili yazınıza ve eleştirilerinize bir rastlantı sonucu ulaştım. Filmin, “belgesel” olma niteliğini haksız ve ağır biçimde gölgeleyen bu görüşler filmi ve beni hedef aldığı için, bu eleştirilere ilk elden yanıt vermek istedim. Yaşanan gerçeklerin bilinmesinin yararlı olacağını düşündüm ve size yazma gereği duydum.

Büyük zorluklarla, özveriyle, özenle, parasız, pulsuz ve birkaç kişinin sınırlı emek desteğiyle çekildi bu film. Bu film ile ilgili gerçekleri ve bu bağlamda, kişisel, içtenlikli ve duru belgesel film anlayışımı size iletmek istedim. Bu yazımın; haksız, acıtıcı, olumsuz önyargıları düzeltmeyi de amaçlayan görüşlerimin varsayılan olumsuz duruma yeteri kadar açıklık getirmesini dilerim.

Yokluklardan yaratılan bu belgeselin yapımına doğrudan tanık olmayan kişilerden ya da sığ kaynaklardan edinilen bilgiler sizi yanıltmış olmalı. Bu yanlış ve eksik bilgilenmeden yola çıkılarak yapılan “değerlendirmeler ve görüşler doğru da olsa” ne yazık ki “yanlış bir örnek ve bilgi” üzerine kurgulanmış oluyorlar. Ve bu filme de, temelsiz ve yersiz bir haksızlık yapılıyor. Kaldı ki; bu filmde ele alınan, işlenen ve tartışılması istenen sorunsal; toplum yararına olmayan, tek yanlı, çıkarcı politik uygulamalarla, kasıtlı ve bilerek şişirilen, doğal çevreye büyük zarar veren yapay bir göl yaratılmasında yatıyor… Filmde kullanılan görsel araçlar, içerik ve amaç gözardı edilmemeli ve dahası saptırılmamalıdır. Bir Devlet Kurumu olan DSİ’nin de birinci derecede rol oynadığı, dahası; bir “taraf” ve bir politik araç olduğu gerçeği de lütfen unutulmamalı…

Bu belgesel, 1976 yılının yaz aylarında, Samsun’un Ladik ilçesinde çekilmiştir. Önü kapatılarak, doğal yatağından taşırılan ve şişirilen göl çevresinde, altı günlük bir çalışmayla gerçekleştirilmiştir. “Doğayı, çevreyi, yöre halkının çıkarlarını ve sağlığını hiçe sayan çıkarcı politikacıların destek verdiği toprak ağalarının ve onların işlettiği değirmenlerin çarkları; durmasın, dönsün” diye yapıldı doğal yaşamın doğal akışını felç eden baraj. Bu amaçla da göl, şişirilerek doğal yatağının dışına taşırıldı. Değirmenler için gereken akar suyun biriktirilebilmesi için göl sularının mevsimsel ve doğal akışının önü; DSİ’nin yaptığı bir set/barajla kesildi. Yalnızca değirmen sahiplerinin yararına, yöre insanının, hayvan varlığının, doğal çevrenin gerekleri ve koşulları hiçe sayılarak; değirmenlere kesintisiz ve sürekli su sağlanması amacıyla gölün şişirilmesi öngörülmüş ve bu sağlıksız karar da uygulanmıştır. Bu uygulama; açıkça görülebileceği gibi salt politiktir. Toplum yararına değildir, çevreci hiç değildir. Acımasızca uygulanan bu kararın, artık, çevre köyleri aleyhine sağlıksız ve olumsuz sonuçlar doğurduğu yıkıcı sonuçlarıyla çok da iyi ve yakından biliniyor. Belgesel film o günlerde yurt içinde baskı gördü, yasaklandı, kamuya açık gösterimi, yakın günlere kadar sağlanamadı. Ladik ’76; ancak yurtdışında gösterime sokulabildi. Oralarda kabûl gördü, yaşadı ve değer buldu…

Benim görüşlerimi de almayı gerekli görürseniz; daha geniş ve açıklayıcı bilgi vermeye istekli olduğumu ve bunda yararlar gördüğümü bilmenizi isterim.

En iyi dileklerimle ve saygılarımla,

(24 Ocak 2010)

Güner Sarıoğlu

Küçük Adam Büyüdü: Gangster Sineması

Gangster sineması, Hollywood’un önemli türlerinden. Tıpkı müzikaller ve westernler gibi. Gangster sinemasını ele alırken dönemleri sosyoekonomik olarak da değerlendirmek gerekiyor.

1920’li ve 1930’lu yıllarda ABD’de süren ekonomik çöküntü, yeraltında çeteleri yaratmıştı. 1929’daki ekonomik buhran ve ardından gelen içki yasağı New York ve “cazın ülkesi” Şikago gibi büyük şehirlerde ortaya çıkan gangsterlerin içinde beyaz Amerikalı, yani WASP yoktur. Onlar İtalya’dan ve İrlanda’dan gelen göçmenlerdi. Bir rakipleri daha vardı: Yahudiler… 1929’da depresyonla beraber “Amerikan rüyası” çökmüş ve bu enkazın altından organize suç örgütleri çıkmıştı. Dönemin en öne çıkan gangsteri Al Capone’du. Sinemanın ilk (kısa metrajlı) gangster filmi, David W. Griffith’in 1912 yapımı 17 dakikalık sessiz “The Musketeers of Pig Alley” (Domuz Sokağının Silahşörleri) yapıtıydı. Bu filmde, New Yorklu gerçek gangsterler kullanılmış. Martin Scorsese, 1990 yapımı “Goodfellas-Sıkı Dostlar” ve 2002 yapımı “Gangs of New York-New York Çeteleri” filmleri, Griffith’in bu filminden etkilenmiş. Raoul Walsh’un 1915 yapımı sessiz ganster filmi “Regeneration” (Yeniden Doğuş), 1976 yılında Montana’da bir binanın bodrum katında bulunmuştu. İrlanda kökenli bir gecekondu çocuğunun büyüyüşünü suç dünyasının içerisinden anlatılıyordu bu 72 dakikalık film. Walsh’un bu filmi ilk uzun metrajlı gangster filmiydi ayrıca.

Paramount, 1927 yapımı “Underworld” (Aşağı Dünya) sessiz filmini hemen gösterime sokmadı. Bu film, daha sonra sınırlı sayıdaki salonlarda gösterime girebildi. Kendinden sonra gelen birçok suç filminde iz bırakan bu filmi büyük Alman yönetmen Josef von Sternberg yönetmeye çalıştı, ama Paramount, Sternberg’in yerine Arthur Rosson’ı atamış. Sterberg, 1930 yapımı “Der Blaue Engel-Mavi Melek” filmiyle hatırlayabilirsiniz. Bu filmin hikâyesi Ben Hecht’e, senaryosu da Howard Hawks’a aitti. Raoul Walsh’un 1928 yapımı siyah-beyaz gangster filmi “Me, Gangster” (Ben Gangster), Charles Francis Coe’nun hikâyesinden aktarıldı. Filmde Carole Lombard da “Sarışın” Rosie’yi canlandırdı. Filmde June Collyer (Mary) ve Don Terry (Jimmy) başrolü paylaşmıştı. Bu filmin kameramanıysa Arthur Edeson’dı. Bu filmde, babası dok işçisi olan genç Jimmy’nin kötü yola sapışı anlatılıyordu. Lewis Milestone ustanın 1928’de yönettiği “The Racket”i (Haraç), kara film ruhlu gangster filmi olarak değerlendiriliyor. 1895’te Kişinev’de doğan, 1980’de Los Angeles’ta ölen yönetmen Milestone’un bu suç-gangster filmi Bartlett Cormack’ın oyunundan uyarlanmıştı. Filmde, dürüst bir polis, yozlaşmış politikacılar ve hukuk insanlarına rağmen içki kaçakçılarıyla savaşıyordu. Filmin de mekânları Şikago’ydu. Milestone’un bu filminin sadece bir kopyası bulunuyor. İlk sesli gangster filmiyse Bryan Foy’un 1928’de yönettiği “Lights of New York” (New York Işıkları) yapıtıydı. Bu filmin ilk çevrimi 1916’da aynı adla Van Dyke Brooke tarafından sessiz yönetilmişti. James Cagney’in perdede göründüğü ikinci film, onun sinemadaki kaderini de belirledi. Siyah-beyaz 1930 yapımı “The Doorway to Hell” (Cehenneme Giriş) gangster filmini Archie Mayo, Rowland Brown’ın hikâyesinden uyarladı. Film, Şikago’da yoğunlaşan gangsterlerin hikâyesini yansıttı.

Türün ilk motifleri…

1930-38 yıllarında çekilen gangster filmlerinde çok belirgin motifler vardı. En önemlisi, küçüklük motifiydi. Başkarakterlerin boyları kısaydı. Edward G. Robinson, James Cagney, Paul Muni gibi. Filmlerde aşağı yukarı kahramanlar filmin başında bir cinayet işliyor ve ardından onun kaderi başlıyordu. Seyirciyle kahramanın özdeşleşmesi de önleniyordu böylece. Elbette zaman duygusu önemliydi. Zirveye çıktıkça kahramanın düşmanları da çoğalıyordu. Bu yüzden kahraman her şeyi yoğun yaşamak zorundaydı. Gangster olanların çoğu taşradan büyük şehirlere gelmişlerdi. Bu dönemin filmlerinde dans figürü de çok önemliydi. Özellikle “tap” diye anılan dans müziği. Çünkü, gangsterlerin ince ruhu olduğunun altının çizilmesi gerekiyordu. Cinsellik de önemliydi ayrıca. Her şey açıktan olmazdı ve hep bir gizem vardı. Kadınlara asla güven olmazdı, onlara gerçek anlamda aşık olunmaz ve sır verilmezdi. Bu dönemin filmlerinde şaşılacak bir biçimde kadınlar sarışın ve aptaldı. Tıpkı kara filmlerdeki gibi.

Gangsterlerin önde görülen işleriyse genelde kumarhanedi. İşlerini kumarhanelerinin arka bölümlerini büro olarak kullanırlardı. Bir de kanun adamları vardı elbette. Gangsterin sıradan ve önemsiz olduğunu hissettirmek için, düzene sadık savcı, yargıç ve polisler vardı 1930’lu gangster filmlerinde. Bu dönemin filmlerinde şu denmek isteniyordu: Toplumda herkesin bozulmadığı ve geleceğin hâlâ var olduğu… Bu filmlerde çevre de önemliydi. Barlar, gece kulüpleri ve karanlık dar sokaklar… Gangster sinemasının temelini atan bu dönemin en önemli vurgusu törenselliğin öne çıkmasıydı. Balolar, cenazeler ve düğünler çok önemliydi. Silâhlar, siyah Lumizin arabalar, fötr şapkalar, çizgili takım elbiseler, siyah-beyaz parlak ayakkabılar ve purolar da ikon olarak çok önemliydi. 1930’larda çekilen iki önemli gangster filmi bu döneme damgasını vurdu. 1931 Mervyn LeRoy’un siyah-beyaz “Little Caesar-Küçük Sezar” filmi William R. Burnett’ın (1899-1982) aynı adlı romanından uyarlandı. Roman 1929’da yayımlanmıştı. Yazarın bir diğer ünlü soygun-suç romanı “The Asphalt Jungle-Elmas Hırsızları” da 1950’de John Huston tarafından kara film türünde sinemaya uyarlanmıştı. “Küçük Sezar” filminde “Küçük Sezar” diye anılan Enrico Bandello “Nico”nun yükselişi ve düşüşü anlatılıyordu. Bu film, gangster sinemasının da temellerini attı. “Nico”ya Edward G. Robinson hayat vermişti. Filmin mekânlarıysa Şikago’ydu. Çünkü Şikago, New York gibi gangsterlerin şehriydi. Bu filmin final bölümü trajiktir. Çavuş Flaherty (Thomas Jackson), “Nico”yu reklâm panosunun yanında sıkıştırır ve vurur. “Nico”nun dansçı olmak isteyen en yakın arkadaşı Joe Massara (Douglas Fairbanks, Jr.) ve Joe’nun aşık olduğu dansçı Olga’nın (Glenda Farrell) mutlu resimleri vardır reklâm panosunda. “Nico”, soğuk ve karanlık gecenin içinde yoksulluk içinde ölür. “Nico” vurulduktan sonra kamera, yerde uzanmış “Nico”yu üst açıdan zavallı bir biçimde gösterir ve gangsterler kanun önünde yenilgiye mahkûmdur imgesi verilir. 1932 yılında Howard Hawks’un çektiği “Scarface-Yaralı Yüz”ü, yeraltı dünyasını gerçek anlamda derinden etkilemiştir. Öyle ki, tüm giysileri, yaşam tarzları ve takıldıkları mekânlar bu iki filme, “Küçük Sezar” ve “Yaralı Yüz”e bakarak hepten değişmiştir gangsterlerin. Armitage Trail’in (1902-1930) romanınından uyarlanan bu siyah-beyaz film gangster-kara film olarak da değerlendiriliyor. Bu filmin baş senaristi de büyük sinemacı Ben Hecht’di. Diğer seraristleriyse Seton I. Miller, John Lee Mahin ve William R. Burnett’tı. Roman/film ünlü gangster Al Copone’un hayatından esinlenmişti. Filmde Antonio “Tony” Camonte’nin (Paul Muni) hayatı anlatılıyordu. Film, 1931’de tamamlanmasına rağmen sansür korkusundan hemen gösterime giremedi bu film. Bu yüzden filmin yapım tarihi 1932 olarak belirlendi. Filmi yapanlar filmin afişine “The Shame of the Nation” (Milletin Utancı) yazısını bile yazdılar. 1983’te Brian de Palma, “Yaralı Yüz”den esinlenerek “Scarface-Sicilyalı” filmini çekmişti. De Palma’nın filmi DVD’de “Yaralı Yüz” olarak yayımlandı. Hawks’un ve De Palma’nın filmlerinde başkarakerler kız kardeşlerine aşık oluyorlardı. Al Capone kadar ünlü bir gangster daha vardı. Charles “Lucky” Luciano, yani Salvatore Lucania (1897-1962), organize suç örgütlerini modernize eden ve eroinin dünyada yaygınlaşmasına katkıda bulunan bir mafya babasıydı. Onun hayatını en iyi anlatan filmse 1973 yılında Francesco Rosi’nin yönettiği “Lucky Luciano”ydu. Bu filmin başrolünde de büyük oynucu Gian Maria Volonté vardı. TRT’de de gösterilen Michael Nouri’nin 1981’de oynadığı televizyon dizisi “Gangster Chronicles” de var. Diziyi Richard C. Sarafian yönetmişti. William A. Wellman’ın yönettiği 1931 yapımı siyah-beyaz gangster filmi “The Public Enemy-Halk Düşmanı”nda James Cagney, Tom Powers adlı bir gangsteri canlandırdı. Bu filmin hikâyesi 1920’li yıllarda geçiyordu. Tom, çocukluğunda ve ilk gençliğinde despot babasından dayak yer hep. Tom, arkadaşı Matt’le (Edward Woods) küçük suçlarlar işlemeye başlar sonra. İçki yasağının da yaşandığı yıllarda yeraltı dünyası da hayatı kuşatmaya başlıyor o sıralar. Tom’un önünde kanlı ve sert bir dünya durur şimdi. “Halk Düşmanı”na sinema tarihinin en önemli gangster filmi deniliyor. Ünlü yönetmen John Huston’ın babası Walter Huston’ın başrolü Jean Harlow’la paylaştığı 1932 yapımı “The Beast of the City” (Şehrin Canavarı), sinemanın önemli gangster kara filmlerinden. “Küçük Sezar”ı da yazan WR Burnett’ın hikâyesinden uyarlanan bu filmi Charles Brabin yönetmişti. Bu film, 1970’lerde “Kirli Harry” diye de bilinen Clint Eastwood’un oynadığı “Dirty Harry-Kirli Adam” filmine de ilham verdi. 1930’ların en önemli gangster filmlerinden biri de 1935 yapımı siyah-beyaz “G Men” filmiydi. Bu filmin hikâyesi de, büyük Hollywood stüdyolarından 20th Century Fox’un kurucularından biri olan Darryl F. Zanuck’un “Public Enemy No. 1” (Bir Numaralı Halk Düşmanı) romanından uyarlandı. Filmi de William Keighley yönetti. Kameramansa Sol Polito’ydu. Film, “Brick”, yani “Tuğla” Davis’in (James Cagney) hikâyesini anlatıyordu. “G Men”, FBI içinde çalışan, bir tür “gangster adamlar” anlamına gelen bir şey. FBI, gangsterlerin arasına sızdırdığı ajanlarına “g men” diyor. “G Men”, zamanında seyirciden büyük ilgi görmüş. Yine William Keighley’in yönettiği 1936 yapımı siyah-beyaz “Bullets or Ballots” (Ya Mermiler Ya Oylar) filminde Edward G. Robinson, polis dedektifi Johnny Blake’i canlandırdı. Dedektif Blake, gangsterlerin içerisine sızıyordu. Filmde Humphrey Bogart da Nick “Bugs” Fenner rolündeydi. Bu politik yönleri de olan bir film olmasına rağmen o dönemki suç filmlerinin gerisinde bulunmuş. Archie Mayo’nun 1936’da yönettiği “The Petrified Forest-Taşlaşmış Orman” gangster filmi, Robert E. Sherwood’un aynı adlı romanından uyarlandı. Filmin kameramanı da Sol Polito’ydu. Filmde de Leslie Howard (Alan) ve Bette Davis (Gabrielle) oynuyordu. Humphrey Bogart da filmde Duke Mantee karakterini canlandırdı.

William Wyler ustanın 1937 yapımı “Dead End-Çıkmaz Sokak” gangster filmi sinema tarihinin de gelmiş geçmiş en solcu filmlerinden biriydi. Bu sol ruhu aşacak bir film de hâlâ yapılamadı. Bu büyük filmin senaryosunu Sidney Kingsley’in oyunundan Lillian Hellman yazmıştı. Filmin yapımcısıysa MGM’in kurucularından Samuel Goldwyn’di. Muhteşem siyah-beyaz fotoğraflarsa büyük üstat kameraman Gregg Toland’a aitti. Filmin başrollerinde de Sylvia Sidney (Drina), Joel McCrea (Dave) ve Humphrey Bogart (Bebek Surat Martin) vardı. Filmin hikâyesi, New York’un sert gecekondu atmosferinde geçiyordu. Zengin-fakir arasındaki uçurumlar, geleceksizlik, suç dünyaları yansıyordu perdeden. Doğu Nehri kıyısındaki caddenin sol tarafında zenginlerin daireleri, sağ tarafındaysa yoksul insanların yaşadığı döküntü evler. Drina’nın kardeşi Tommy, “Bebek Surat” Martin’e özeniyor, bu yoksulluktan kurtulmak için. Eleştirmenler, filmle oyun arasında karakterler üzerinden ciddi farklar olduğunu belirtmişler. Wyler’ın bu “Çıkmaz Sokak” filmi, on yıllarca FBI’ın sansürüne uğradı. MGM, ancak 2005 yılında DVD’sini yayımlayabilmişti “Çıkmaz Sokak”ın. Gangster sinemasında iyi bir yere sahip William Keighley, James Cagney’le 1939’da siyah-beyaz “Each Dawn I Die” (Her Şafakta Ölürüm) gangster filmini de yapmıştı. Film, Jerome Odlum’un romanından uyarlandı. Filmin hikâyesinde muhabir Frank Ross var. Suçlu bulunur ve hapse atılır. Filmin kameramanıysa Arthur Edeson’dı. Frank Ross, kendince kanun dışı bulduğu insanları kendince cezalandırmak isterken, suçüstü yakaladığı insanların tuzağına düşürülünce hapse atılıyor. Gangster arkadaşının da hikâyeye katılmasıyla her şey rayından çıkar. Raoul Walsh’un yönettiği 1939 yapımı siyah-beyaz “The Roaring Twenties” (Kükreyen Yirmiler), Mark Hellinger’ın “The World Moves On” (Dünya Üzerinde Hamle) hikâyesinden uyarlanmıştı. Filmde elbette James Cagney vardı. Bu filmde Humphrey Bogart da oynamıştı. Bu filmin senaristleri arasında sonradan önemli yönetmenlerden olacak olan Robert Rossen da vardı. Rossen’ı Walter Tevis’in aynı adlı romanından 1961’de uyarladığı “The Hustler-Bilardocu” filminden hatırlayabilirsiniz. Filmin hikâyesi, 1 Dünya Savaşı sonrasında evine dönen savaş gazisi Eddie Bartlett’in hikâyesini anlatıyor. İçki yasağının bir baskıya dönüştüğü yıllarda Eddie yeraltı dünyasının içinde bulur kendini. Bu dönemde komedi türünde komedi filmleri de çekiliyordu. Edward G. Robinson, Lloyd Bacon’ın 1938 yapımı siyah-beyaz “A Slight Case of Murder” (Hafif Bir Cinayet Durumu) komedi-gangster filminde de oynadı. Remy Marco karakteri Robinson’ın gangster filmlerinde canlandırdığı karakterlerin sanki parodisi gibidir. Hızlı tempolu bu komedi-gangster filmi, Damon Runyon ve Howard Lindsay’in oyunundan uyarlandı. Oyun, 1935 yılında Broadway’de altmış dokuz defa sahnelenmiş.

Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt’in “New Deal/Yeni Anlaşma” yasalarıyla John Maynard Keynes’in (1883-1946) ekonomik plânı, yaşamı kuşatıcı buhranı atlatıyor ve böylece 1938’den sonra gangster sineması da yapı değiştirmeye başlıyordu yavaş yavaş. Kahramanın boyu da uzamaya başlar ve kanun adamlarıyla boyları neredeyse eşitlenir. Gangster, bununla beraber artık kendini feda eden bir insandır. Toplumsal sorumluluklarıyla arkadaşlık arasında sıkışmıştır. Artık kendi sınıfından insanları korumaya başlar kahraman. Her şeyden önce gangsterlerin şirketlerdeki gibi yönetim kurulları vardır ve her şey ortak kararla uygulanır. İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa’daki karışıklıklarla “komünizm tehlikesi” de vardır. Toplumda inançsızlık, Amerikalılık ruhunda azalma ve uzaktaki savaşa katılma korkusu duyulur. Her şeye rağmen Amerika’da işsizlik azalmış ve açlık ortadan kalkmıştır. Bu dönemde de, 1940’larda da, önceki gangster filmlerindeki gibi bazı ortak yönler vardır: Çevre artık gettodur. Yani Çin Mahallesi, Yahudi merkezleri, siyah tuğladan yapılmış küçük daireler ve hapishaneler. 1930’ların büyük bölümünde çekilen gangster filmlerininde hapishane pek göze çarpmıyordu.

Yönetmen Max Nosseck’in 1930’lu yılların ünlü gangsteri John Dillinger’in hayatını anlattığı 1945 yapımı siyah-beyaz gangster-kara filmi “Dillinger”, sinnemanın önemli suç filmlerinden. Michael Mann, 2009 yapımı “Public Enemies-Halk Düşmanları” filminde aynı dönemi anlatmıştı John Dillinger’ı öne çıkartarak. Henry Hathaway’in 1947 yapımı “Kiss of Death” (Ölüm Öpücüğü) siyah-beyaz gangster-kara filmi, Eleazar Lipsky’nin hikâyesinden uyarlandı. Senaryoyu da büyük sinemacı Ben Hecht’le Charles Lederer beraber yazdılar. Büyük oyunculardan Richard Widmark, psikopat gangster Tommy Udo karakteriyle harikalar yaratıyordu. Bu filmde Karl Malden de vardı. Raoul Walsh’un 1949 yapım siyah-beyaz gangster-kara filmi “White Heat-Cehennem Alevi”nde James Cagney başroldeydi. Bu filme son büyük gangster melodramı da deniliyor. Bu filmde, acımasız ve “Oedipus kompleksli” bir psikopat gangster Arthur “Cody” Jarrett’ın trajedisi anlatıyordu. “Cehennem Alevi”nin girişi bir western filmi tadındaydı. Jarrett çetesi posta treninde kovboylar gibi soygun yapıyorlardı. Senaryosu iyi yazılmış filmde gerçekten de melodram üst noktaya çıkıyordu. Bu filmde tüm bir hapishane bölümü ilham vericiydi. Rafinerideki uzun final bölümü de sinema tarihine geçmiş unutulmaz anlardı sanki. Babası ve abisi “delilikten” ölen migrenli “Cody” (James Cagney), “Cody”nin ihtiraslı karısı “femme fatale” sarışın Verna (Virginia Mayo), ilham verici “kötü adam” Büyük Ed (Steve Cochran) ve hapishanede “Cody”ye yaklaşan polis Vic Pardo (Edmond O’Brien) filmin unutulmaz karakterleriydi.

Arthur Penn’in 1967 yapımı “Bonnie and Clyde-Bonnie ve Clyde” gangster filminin öncülü olan Joseph H. Lewis’in 1950 yapımı siyah-beyaz gangster-kara filmi “Gun Crazy” (Çılgın Silâh), MacKinlay Kantor’ın hikâyesinden uyarlandı. Bu film, “Deadly is the Female” (Ölümcül Dişi) adıyla da biliniyor. Bu filmde sarışın ve güzel İngiliz Peggy Cummins Annie Laurie Starr’a, John Dall da Bart Tare’ye hayat veriyordu. Elia Kazan’ın 1954 yapımı “On the Waterfront-Rıhtımlar Üzerinde” filmi de 1950’lerin güçlü gangster filmlerinden biriydi. Filmin senaryosu Budd Schulberg tarafından yazılmıştı. Filmin başrollerinde Marlon Brando, Eva Marie Saint, Rod Steiger, Karl Malden ve Lee J. Cobb vardı. Bu film, mafyanın eline düşmüş dok işçilerinin “sarı”laşmış sendikasını ve suç dünyasını anlatıyordu. Marlon Brando, yıpranmış ve umutsuz boksör Terry karakterinde mükemmeldi. Richard Wilson’ın 1959 yapımı siyah-beyaz “Al Capone” filminde bu azılı gangsteri Rod Steiger canlandırmıştı. Brian de Palma da 1987 yılında bu gangsterin yakalanmasını ve yargılanmasını “The Untouchables-Dokunulmazlar” filminde anlatmıştı. De Palma’nın “Dokunulmazlar”ındaki Al Capone karakterinde Robert de Niro muhteşemdi.

(23 Ocak 2010)

Ali Erden

[email protected]