Kategori arşivi: Yazılar

2009-2010 Sezonunda Gösterişli Filmler

Bu sinema sezonunda sinemaseverleri heyecanlı filmler bekliyor. Her türden ve her zevke göre film var. Çağan Irmak, James Cameron, Martin Scorsese, Roland Emmerich, Guy Ritchie son filmleriyle sinemaseverlerin gözlerini pedeye kilitleyecekler.

Bu yılki sinema sezonu, hem pahalı gösterişli filmlerle hem de sanatı öne alan filmlerle sinemasevere heyecanlı bir yıl vaadediyor. Çağan Irmak, sezona geçen yıl gibi iddialı bir film olan “Karanlıktakiler”le giriyor. Pelin Esmer’in “Altın Koza”da ödüllerle dönen “11’e 10 Kala” filmi sezonun iddialı bir diğer filmi. Michael Haneke’nin 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” kazanan siyah-beyaz filmi “Das Weisse Band-Beyaz Kurdele”den henüz bir haber yok. 2009-2010 sinema sezonunda, öncelikle Hollywood gösterişli ve pahalı filmleriyle perdeleri kuşatacaklar. Martin Scorsese’nin “Zindan Adası”, James Cameron’ın “Avatar”ı, Robert Zemeckis’in “Yeni Yıl Şarkısı”, Guy Ritchie’nin “Sherlock Holmes”u, Roland Emmerich’in “2012”si hem pahalı hem de perdede ihtişamlı filmler.

İyi yerli filmler…

“Oyun” adlı filmiyle ödüller kazanan Pelin Esmer’in Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En İyi Film” ve “En İyi Senaryo” ödüllerini kazanan filmi “11’e 10 Kala” 25 Eylül’de vizyona giriyor. Başrollerini Nejat İşler ve Mithat Esmer’in oynadığı film, bir koleksiyoncuyla bir kapıcının hikâyesi. Bu iki farklı kültürden insan, birbirlerinin kaderlerini etkiliyorlar. Çağan Irmak’ın son filmi “Karanlıktakiler” dünya prömiyerini sinemanın en prestijli festivallerinden biri olan Montreal Film Festivali’nde yapmıştı. Film Türkiye sinemalarında 2 Ekim’de gösterime giriyor. “Issız Adam” filmiyle geçtiğimiz yılın en çok ses getiren yönetmeni olan Irmak, yine iddialı bir filmle sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Egemen, otuzlu yaşlarını aşmış, bir reklâm ajansında ofis boy olarak çalışan ve annesi Gülseren’le aynı evde yaşayan bir genç adam. Annesinin zihinsel kararmalarıyla geçen bir hayat Egemen için, evlerinin içine gizlenmiş, belki de sadece onlar için hazırlanmış ufak bir cehennem. “Karanlıktakiler” sanki, yönetmenin “Kâbuslar Evi”nin ruhunu taşıyor. Senaryosunu da yönetmenin yazdığı “Karanlıktakiler”in sinemaskop görüntüleri ve kurgusu çarpıcı olabilir. Filmin kameramanı da muhteşem görüntü ustası olma yolunda ilerleyen Gökhan Tiryaki. Filmde Erdem Akakçe (Egemen), Meral Çetinkaya (Gülseren), Derya Alabora (Umay) ve Rıza Akın (Ramiz) oynuyor. 10 Ekim’de gösterime girecek “Uzak İhtimal”i Mahmut Fazıl Coşkun yönetmiş. 8. Rotterdam Film Festivali’nde yarışan film, “Tiger Ödülü”nü kazandı. Filmin başrollerinde de Nadir Sarıbacak, Görkem Yeltan ve Ersan Uysal var. Senaryosunu Tarık Tufan, İsmail Kılıçarslan, Bektaş Topaloğlu ve yönetmenin yazdığı “Uzak İhtimal”de İstanbul’a resmi tayini çıkan Musa’nın müezzin olarak Galata’da küçük bir camiye yerleşmesi anlatılıyor. “Üç mesele”, üç farklı insanın hayatını gerçek bir dille anlatırken, sıradışı bir aşkın insani sıcaklığını taşıyor deniliyor filme.

16 Ekim’de gösterime girecek “Coco Chanel ve Igor Stravinsky”, 62. Cannes Film Festivali’nin kapanış filmiydi. Jan Kounen’in yönettiği filmde Mads Mikkelsen, Anna Mouglalis, Anatole Taubman oynuyorlar. Film, 1913 yılında Paris’te açılıyor. Modacı Gabrielle “Coco” Chanel’le Rus besteci Igor Stravinsky arasındaki büyük ve derin aşkı kuşatıyor perdeyi. Bu sezonun “şaşırtıcı” filmlerinden biri olacak denilen “(500) Days of Summer-Aşkın (500) Günü”, Ekim ayında vizyona çıkıyor. Aşka inanmayan Summer ve ona sırılsıklam aşık olan Tom’un hikâyesi, önde gençlik filmi gibi gözükse de, özgün bir film olarak değerlendiriliyor. “Aşkın 500 Günü”, Marc Webb’in ilk uzun metrajlı filmi. Filmin senaryosunu, 2009 yapımı “The Pink Panther 2-Pembe Panther 2” filmini de yazan Scott Neustadter-Michael H. Weber ikilisi yazdı. Bu filme, “Facebook kuşağı”nın filmi de deniliyor. Siyah-beyaz ve renkli bu sinemaskop filmin görüntüleri de çarpıcı. Bu film aşkın sıcaklığını hissettirecek herhalde. Filmde Carla Bruni’nin “Quelqu’un m’a Dit” ve Simon and Garfunkel’ın “Bookends” şarkıları da duyuluyor.

Mahşer yaşanacak…

13 Kasım’da gösterime çıkacak Roland Emmerich’in mahşer filmi “2012”, Mayaların takviminin izini sürüyor. Maya takvimine göre, 2012’de dünya bir kaos yaşayacak ve her şey yerle bir olacak. Binalar toprağa gömülecek, dev dalgalar şehirleri yutacak. Filmin senaryosu, 2008 yapımı “10,000 BC-M.Ö. 10:00”i de yazan Harald Kloser’e ait. Aslında Kloser bir besteci. Birçok filmin müziklerini besteledi. “2012” ve “The Day After Tomorrow-Yarından Sonra” öne çıkanları. “2012”de John Cusack, Thandie Newton, Woody Harrelson, Danny Glover gibi iyi oyuncular var.

18 Aralık’ta gösterime girecek James Cameron’ın “Avatar”, gelecekte Pandora adlı gezegende geçen bir bilimkurgu. Elbette “üç boyutlu” (3D) bir film bu. 1997 yapımı 11 Oscarlı “Titanic-Titanik”in yönetmeni Cameron, “Avatar” için, “sinemada çığır açacak” diyor. Bu panoramik ve “üç boyutlu” film, sinemaseverlere perdede değişik deneyimler yaşatacak gibi. Filmin başrolünde de Sigourney Weaver var. Senaryosunu da yönetmenin yazdığı bu film, belki de sinemanın ulaştığı “şimdilik” son nokta.

1980’lerdeki “Back to the Future-Gelceğe Dönüş” serisi ve “Who Framed Roger Rabbit-Masum Sanık Roger Rabbit”le unutulmaz filmler yaratan Robert Zemeckis, 20 Kasım’da gösterime girecek “A Christmas Carol-Yeni Yıl Şarkısı”yla İngiliz yazar Charles Dickens’a (1812-1870) bir selâm gönderiyor. Dickens’in 1848’de yazdığı bu eser, Victoria döneminde geçiyor. Victoryen ahlâka eleştiri getiren bu eser, yoksulluk içindeki halkın arasında dolaşırken, sosyal dengesizlikleri de gözler önüne seriyor. Dickens’ın sosyal yönü güçlü bu eseri, bir anlatım ustası olan Zemekis’in ellerinde perdede de umut veriyor. Birbirinden önemli oyucu da performans gösteriyor bu filmde. Elbette en başta da Jim Carrey. Bu büyük oyuncu bu filmde gerçekten de “binbir surat” benzetmesini hak ediyor. Gary Oldman da bu filmde birkaç karakteri canlandırmış. Robin Wright Penn, Colin Firth, Michael J. Fox, Bob Hoskins de diğer önemli oyuncular.

Gerilim dolu…

15 Ocak 2010’da gösterime girecek Guy Ritchie’nin “Sherlock Holmes”u, Arthur Conan Doyle’un defalarca beyazperdeye uyarlanan polisiye romanının son durağı şimdilik. Sherlock Holmes ve korkusuz ortağı Dr. John Watson, İngiltere’yi yok etmek isteyen Lord Blackwood’a karşı mücadele ediyorlar. Hikâye de 1891 yılında geçiyor. Filmdeki karakterlerin daha dinamik hale getirildiği söyleniyor. “Sherlock Holmes”ta Robert Downey Jr. ve Jude Law başrolü paylaşıyor. Filmin kameramanı da Fransız Philippe Rousselot. Bu büyük kameraman, John Boorman’ın 1985 yapımı “The Emerald Forest-Zümrüt Ormanı”, Jean-Jacques Annaud’nun 1988 yapımı “L’Ours-Ayı”, Bertrand Blier’nin 1991 yapımı “Merci La Vie-Teşekkürler Yaşam”, Tim Burton’ın 2005 yapımı “Charlie and the Chocolate Factory-Charlie’nin Çikolata Fabrikası” filmleriyle hatırlanıyor. Guy Ritchie’nin bir önceki filmi “RocknRolla”nın ülkemizde sinemalara gelmemesi sinemaseverler için gerçek bir kayıp olmuştu.

12 Mart 2010’da sinemalara gelecek Martin Scorsese’nin “Shutter Island-Zindan Adası”nın başrolünde Leonardo DiCaprio ve Mark Ruffalo var. Bu film, Dennis Lehane’in aynı adlı romanından beyazperdeye aktarıldı. Yazar Lehane’in “Mystic River-Gizemli Nehir”, 2003’te Clint Eastwood tarafından sinemaya uyarlanmıştı. Polisiye türün gizemlerinde dolaşan “Zindan Adası”, öncelikle akıl hastanesi temasını kullanan filmler için de iyi bir örnek deniliyor. Filmde, akıl hastanesinde gerçekleşen bir kayıp olayını araştıran iki dedektifin gerilimle karışık hikâyesi yansıyor perdeye. Film, Massachussets açıklarındaki bir ada hapishanesinde geçiyor. Filmde Ben Kingsley, Emily Mortimer, Max von Sydow, Patricia Clarkson gibi iyi oyuncular da yer alıyor. Filmin kameramanıysa, Oliver Stone’la Quentin Tarantino’nun vazgeçemediği Robert Richardson.

(14 Eylül 2009)

Ali Erden

Yeni Nesil Türk Sinemasının Yükselen Yıldızı: Asiye Dinçsoy

Tiyatro kökenli oyuncu Asiye Dinçsoy, geçtiğimiz sezonun başarılı yapımlarından Kazım Öz yönetimindeki Fırtına’da, (Bahoz) sistem karşıtı devrimci öğrenci grubunun liderlerinden Helin olarak akıllarımızda yer etmişti. Bu yıl ise karşımıza; Murat Düzgünoğlu’nun yönettiği Hayatın Tuzu’nda, ÖSS’nin sillesini yemiş, dershane yollarını aşındıran, -haliyle depresif- sistemzede Meryem rolüyle çıktı. Bu filmdeki oyunuyla 16. Adana Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde Umut Veren Genç Kadın Oyuncu ödülünü de kucaklayan Dinçsoy, sakin ve derinden ilerlediği sinema serüveninde, kendisini yakında çok daha keskin rollerde göreceğimizin sinyallerini veriyor…

Fırtına, Kazım Öz’ün, Hayatın Tuzu da Murat Düzgünoğlu’nun ilk filmi, keza vizyon bekleyen Sedat Yılmaz’ın Press filmi de aynı şekilde yönetmenin ilk filmi… İlk filmlerini çeken yönetmenlerle çalışmak nasıl bir tecrübe oldu?

Evet, şu ana kadar hep ilk filmlerini yapan yönetmenlerle çalıştım. Bu anlamda şanlı olduğumu düşünüyorum çünkü benim de ilk deneyimlerimdi… Bu anlamda birbirimizden öğrenerek ve ilklerin heyecanını yaşayarak -hem sette hem de post prodüksiyon aşamasında- çok iyi vakit geçirdik. Hepsi çok değerli insanlardı benim için. Üçü de her zaman filmlerinde olmak isteyeceğim yönetmenler diyebilirim. Bundan sonra da ilk filmlerini yapan arkadaşlarıma yine destek olmaya devam edeceğim.

Çalışmak istediğiniz başka yönetmenler de vardır mutlaka ve birlikte oynamak istediğiniz oyuncular…

Sorduğunuz soru sanırım daha tanınmış isimlere yönelik. Bu anlamda ise ben isim saymak istemiyorum. Biliyorum ki mutlaka birilerini unutacağım ve onlar da çalışmak isteyeceğim yönetmenlerden biri olacak. Fakat bir Teodoros Angelopulos karesinde olmayı ya da Pedro Almodóvar’ın kadrajına girebilmeyi, Luis Buñuel, Ingmar Bergman, Pier Paolo Pasolini, Andrei Tarkovsky, Federico Fellini, Bernardo Bertolucci ve Ken Loach’ın karakterlerinden biri olmayı elbette çok isterdim. Yılmaz Güney yaşaydı onunla çalışmayı da çok ama çok isterdim. Şener Şen, Erdal Özyağcılar, Yaman Okay, Sumru Yavrucak, Aliye Rona, Kadir Savun, Çetin Tekindor, Erol Demiröz, Settar Tanrıöğen, Kemal Sunal, Adile Naşit, İlyas Salman, Müjde Ar ve adını sayamadığım daha birçok oyuncu var Türkiye’de beğendiğim. Sean Penn, Javier Bardem, Catherine Deneuve, Meryl Streep, Marlon Brando, Judi Dench, Cate Blanchett ise aklıma ilk gelen yabancı oyuncular diyebilirim… Kısacası öğrenerek izlediğim her oyuncuyu beğeniyorum.

Filmografiniz de rol aldığınız yapımlarda seçici olduğunuzu gösteriyor… Filmin bütünün verdiği mesaj, sizin karakterinizin duruşu, sizin için önemli bir kriter değil mi?

Bir oyuncu için çok fazla seçeneğin olduğu bir ülkede yaşamıyoruz. Elbette oynama isteği ve seçenek azlığı önüne gelen projelerin iyi yönlerini yakalamaya itiyor oyuncuyu… Bu anlamda her yönetmenle çalışırım demiyorum ama kendimi ifade edebileceğime inandığım projelerde olmak isteyeceğimden hiç kuşkum yok. Bu ülkede hafızalarımızdan silinmemesi gereken olaylar yaşandı. İnsan olarak yaşadığım toplumun gerçeklerini görmezden gelemem. Toplumsal sorunları doğru bir bakış açısıyla irdeleyen filmlerde yer almak benim için önceliklidir. Sanatsal niteliği olan her proje değerlidir. Samimiyet benim için önemli bir kriter. Bir filmin öyle “kocaman kocaman” mesajlar vermesi gerekmez. Samimi bir ifade ve belli bir estetik düzey benim için yeterli. Zaten iyi bir hikâye politikadan, sosyal yaşamdan; yani toplumun gerçekliğinden ayrı tutamaz kendini. İlk sinema filmim Fırtına (Bahoz) politik bir filmdi. Belli bir döneme ışık tuttu. Hayatın Tuzu ise politik film kategorisinde değerlendirilmese de ciddi bir politik alt yapıya sahip sosyal içerikli bir film. Senaristimiz Ender (Özkahraman) abinin kaleminin ustalığı ve yönetmenimizin (Murat Düzgünoğlu) hikâyeyi iyi kavramış olması bu hikâyeyi daha da güçlendiriyor. Henüz kurgu aşamasında olan Press de politik film kategorisinde bir hikâyeye sahip. 92 – 93 yıllarında O-hal bölgesinde bir grup gazetecinin yaşadıklarını anlatıyor. Ben de filmde politik bir gazetede çalışan sekreter bir kızı canlandırıyorum. Yönetmenliğini Sedat Yılmaz yaptı. Çekimler İstanbul ve Diyarbakır’da gerçekleşti. Filmin bu yıl içerisinde vizyona girmesi plânlanıyor. Oynadığım karakterlerin her birinde farklı dünyalar var. Bu dünyalar gerçekle örtüştüğü oranda insanlara bir şeyler iletebileceğimi umuyorum.

Hayatın Tuzu’nun ise politik film kategorisinde değerlendirilmese de ciddi bir politik alt yapıya sahip sosyal içerikli bir film olduğunu söylediniz. Bu ters köşeye yatırma durumu filmin hoş bir sürprizi. Ben de filmi görmeden taşraya özel bir film bekliyordum ama karşıma ince elenmiş bir Türkiye portresi çıktı. Murat Bey ile yaptığımız söyleşide de değerli oyuncumuz Erol Demiröz’ün canlandırdığı karakterin film için önemli bir kilit noktası olduğunu düşündüğümü söylemiştim. Yani 12 Eylül darbesinin etkileri günümüzde yaşayan insanların mutsuzluğunun, çaresizliğinin, temelini oluşturuyor diye düşünüyorum. Hâlâ yüzleşmediğimiz 12 Eylül…

12 Eylül bu ülkedeki bütün dengeleri değiştirdi. Bizler o acıları, işkenceleri yaşamadık fakat etkilerini yaşıyoruz. Olayın gizli kurbanlarıyız. 12 Eylül olmasa nasıl bir ülkede sanat yapıyor olurduk? Ya da nasıl ilişkiler yaşardık? Umutsuz kaldı herkes… Sanatçısından öğretmenine, mühendisinden işçisine, çiftçisine kadar… Veba gibi… Hiç kuşkusuz sinema da bundan önemli ölçüde etkilendi. Yılmaz Güney gibi bir usta sansürlendi, vatan haini ilân edildi. 2000’li yıllarda gelişen süreçlerle yeni yeni kendimize gelip bu dönemi yargılar olduk. Oynadığım filmler de bu sorgulama sürecinin bir parçası oldu. Bu dönemde gerçekleştirilen projeler tam anlamıyla baskılardan sıyrılamamış olsa da daha güzel projelerin önünü açacak niteliktedir. Hayatın Tuzu da kendine düşen sorumluluğu Salman karakteri ile yerine getiriyor. Erol Demiröz de bu karakterde tüm ustalığını konuşturuyor. Yılların verdiği tecrübe ve emek ile harika bir performans sergiliyor. Salman’ın hikâyesinin başlı başına bir film konusu olabileceğini düşünüyorum. Minimalist sinema anlayışının yaygınlaştığı Türkiye sinemasında tek bir karakterin üzerinden giden güzel bir 12 Eylül filmi çıkabilir ortaya. Ayrıca 12 Eylül’ün günümüzdeki etkileri böylece sinema perdesine yansımış olur. Hatta ben de üstüme düşen sorumluluğu yerine getirir seve seve rol alırım böyle bir projede…

Siz Aydınlısınız, taşra kültürünü biliyorsunuz… Hayatın Tuzu da bir taşra hikâyesi… Siz kendi deneyimlerinizden yola çıkarak değerlendirecek olursanız nasıl yorumlarsınız? Eskiden taşrada yaşayan insanlar büyük şehirlere göre daha mutlu olarak tasvir edilirdi. Şimdi ise son dönem filmlerinde gördüğümüz üzere orada yaşayan insanların aslında hiç de gösterildiği olmadığını anladık. Aile ilişkilerinin kopukluğundan tutun da gelecek kaygısına değin büyük şehirlerde ne yaşanıyorsa orada da aynısı var… Bu değişimi neye bağlıyorsunuz?

Taşrada doğdum, büyüdüm ve bu anlamda kendimi çok şanslı hissediyorum. Bambaşka bir yer benim için… Orada ilişkiler bambaşka. Önceden daha mutlularsa bunun sebebi en başta ekonomik durum. Taşrada insanlar ürettikleriyle kendilerine yetebilirlerken mutluydular. Günümüzde durum çok farklı… Nasıl mutlu olabilirler ki? Bildikleri tek şey ellerinden alınıyor. En başta toprakla bağları kesiliyor. Üniversiteye özendirildik her birimiz yıllarca, kazanamadık kendimizi başarısız hissettik, kazandık yine başarısız olduk. Okul dönüşü taşramıza gidemez olduk, gidenler ise iş bulamaz oldular ya işsiz evde oturuyorlar ya da çok komik ücretlerle yaşamlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Hal böyle olunca tabii ki taşradakiler mutsuz artık. Büyük şehirlere özendiriliyorlar. Sanki her şey büyük şehirlerde yaşanır duygusu pompalanıyor insanlara. Diğer bir sebebi ise teknoloji… Hiç unutmam küçükken elektriklerimiz kesildiğinde babam derdi ki; “Oh be! iyi ki kesildi de iki sohbet edebiliyoruz.” En güzel hikâyeleri o elektrikler kesildiği zaman dinledim ben. Yaşam teknoloji ile kolaylaştı evet ama diğer yandan da umutsuzluğu, mutsuzluğu bir gömlek gibi giydirdi sırtımıza. Ben pek televizyon izlemem ve iç huzurumu televizyon izlememeye bağlıyorum. Bunun yanında büyük şehirlerde de çoğu insan mutsuz. Umutsuzluk bir salgın hastalık gibi yayılıyor. Hayatın Tuzu filmi bu gerçekliği çok iyi anlatıyor. Bu anlamda da filmi çok beğeniyorum. Ayrıca bir dönem Türkiye’de sinema büyük şehirlere göçü anlatı… Şimdi ise geri dönüş zamanı. Bu anlamda Hayatın Tuzu geri dönüş konulu filmler döneminin ilk filmlerinden olma özelliği ile de sinema tarihine geçecek bir film…

Filmin sonunu seyirciye bırakılıyor… Sizin rolünüz üzerinde örnek verirsek, Meryem’in sınavı kazanıp kazanmadığını öğrenemiyoruz meselâ… Diğer karakterlerin akıbeti içinde aynı durum geçerli tabii…

Filmde bir çok karakter var ve hepsi ayrı bir hikâye konusu ve her biri başlı başına film olabilecek özellikte. Ender (Özkahraman) abinin kalemi umarım karakter yaratmaya devam eder. Meryem taşrada yaşayan her genç kızın başına gelebilir nitelikte bir hayata sahip. Aslında belki de tek yolu okumak, okuyup “bir şey” olmak. Ne olduğu çok da mühim değil. Yeter ki onu bulunduğu yerden uzaklara götürsün. Bu konuda ise yeterince eylem içinde değil. Filmin genelinde tüm karakterlerde bir mutsuzluk hakim. Mutsuzluklarının nedeni istedikleri hayatlara henüz ulaşamamış olmaları. Belki de artık ulaşamayacak olmaları… Medine, çocuklarını evlendirebilmek derdinde; Sırrı, işinden memnuniyetsiz; Harun, tutunamıyor hiçbir yerde; Şehsuvar ise geçmişteki hayallerini hâlâ rüyasında görüyor… Her biri başka bir dünyanın özlemi içerisinde… Meryem de bu duruma dâhil, bunu abisinin (Harun’un) getirdiği cd’lere bakarken annesinin olaya karışması ile öfkelenmesinden anlıyoruz. Çünkü; içinde bulunduğu nesnel koşullar hayalini bile kurdurtmuyor başka diyarların… Bundan dolayı hep bir mutsuzluk ve kızgınlık hali içerisinde… Harun’un dediği gibi “önceden hukuk için çarpışırken şimdilerde sınıf öğretmenliği için yarışıyor” sonunda kazanıp kazanmadığı ile ilgili sorunuza gelince, Ender abinin (Özkahraman) söylemediğini ben söylemeyeyim. Hayat devam ediyor ile bitiyor filmin sonu. Herkes bir sonuç görmek istedi filmde. Bence Ender abi özellikle bunu tercih etti. Çünkü seyirciye bıraktı sonları belki izleyenler Meryem’i büyük bir şehre gönderdiler hayallerinde, belki de evlendirdiler ya da Şehsuvar’a belki günün birinde şarkı söylettiler aynı rüyasındaki gibi ya da devam etti imamlığa… Sinema hayal kurdurma işi ise bunu başardı diye düşünüyorum. Bari sinemada hayal kurabilelim değil mi?

(14 Eylül 2009)

Gizem Ertürk

Spagettilerin Kovboyu: Giuliano Gemma

İtalyan sinemasının macera ve kovboy filmlerinin unutulmaz oyuncusu Giuliano Gemma, 1960’lı 70’li yıllardaki “spagetti western”lerin “Gringo”suydu. 1980’lerde popülerliği azaldı ve kaçınılmaz son yaşandı. Televizyon ve ikinci roller onu bekliyordu. Sinemanın muhteşem gülüşlü kovboyu Gemma’yı hatırlatmak istedik.

Giuliano Gemma… Sinemada en çok da “Gringo” diye anılıyor o… Bir zamanların “süper star”ı Giuliano Gemma’yı (Cülyano Cemma okunuyor), birçok sinemasever anımsayamayabilir. O, İtalyan sinemasında “spagetti western”lerin unutulmaz oyuncusuydu. 2 Eylül 1938’de Roma’da doğdu. Ne film yönetti, ne de senaryo yazdı. Sadece oyuncu olarak sinemada var oldu. Gemma, 1959’da Gianni Puccini ve Gabriele Palmieri’nin beraber yönettikleri, Marcello Mastroianni’nin başrol oynadığı siyah-beyaz “Il Nemico di Mia Moglie-Karımın Düşmanı” filmiyle sinemaya girdi. Gemma, Brando karakteriyle yine aynı yıl Dino Risi’nin “Venezia, La Luna e Tu-Venedik, Ay ve Sen” filminde oynadı. Filmin kameramanıysa sonradan Gemma gibi ünlenecek olan Tonino delli Colli’ydi. 1959’da peş peşe küçük rollerde görünen Gemma, yine aynı yıl Hollywood’un Cinecitta’da çektiği görkemli “Ben-Hur” filminde Romalı asker olarak göründü. Gemma, 1962’de yönetmen Duccio Tessari’nin fantastik-macera filmi “Arrivano i Titani-Titanlar”la başrole yaklaştı. 1963’te Luchino Visconti ustanın yönettiği, Burt Lancaster ve Alain Delon’un başrolünde oynadığı “Il Gattopardo-Leopar” filmiyle fark edilen bir oyuncu oldu Gemma. Giorgio Ferroni’nin 1965 yapımı “Un Dollaro Bucato-Bir Delik Dolar” adlı “spagetti westerni”yle sinemada asıl yönünü buldu. Artık başroldeydi. Gemma, Amerika için çekilen westernlerde bir süre afişlerde Montgomery Wood adını kullandı. “Spagetti westernin babası” Sergio Leone bile Bob Robertson olarak afişlerde yer almıştı. Sinemaya dublör olarak giren Gemma’yı yönetmen Duccio Tessari keşfetmişti. Gemma, zaman zaman televizyon dizilerinde, zaman zaman da ikinci rollerde sinema filmlerinde oynuyor. 1980’li yıllarda sinema kariyeri gerilemişti. Gemma’nın iyi bir heykeltıraş olduğu da söyleniyor.

Daima kovboy…

Osvaldo Civirani’nin yönettiği 1964 yapımı “Ercore Contro i figli del Sole-Kılıçlı İlah”ta Prens Maytha’yı canlandırdı Gemma. Bu film İtalyan seri filmlerinden Herkül’ün efsanevi maceralarındandı. 1965’te Duccio Tessari’nin “spagetti western”i “Il Ritorno di Ringo”da (Ringo’nun Dönüşü) Ringo karakterindeydi. Bu filmde afişlerde adı Montgomery Wood’du Gemma’nın. Bu westernin müziklerini de Ennio Morricone yazmıştı. “Ringo”, tıpkı “Django” ve “Sabata” gibi “spagetti western”lerde seri kahramana dönüştü. “Django”da Franco Nero, “Ringo”da Giuliano Gemma ve “Sabata”da Lee Van Cleef ölümsüzleşti. Gemma, kovboy Ringo karakterini 32 kısım tekmili birden beyazperdede canlandırdı. 1965 yapımı “Adios Gringo”yu (Elveda Gringo) Giorgio Stegani yönetmişti. Filmin hikâyesi nefes kesici bir western gibidir. Aslında bu film dingin anlatımlı olduğu için az da olsa eleştirilmiş zamanında. Ama eğlenceli olduğunun da hakkı verilmiş. “Gringo”, Meksikalıların kovboy filmlerinde Amerikalılara verdiği bir isim. Sergio Leone’nin aynı yıl çekilmiş “A Few For Dollars More-Birkaç Dolar İçin” filmiyle gişede yarışmış “Elveda Gringo” İtalyan gişelerinde. Yine Duccio Tessari’yle 1965 yapımı “Una Pistole per Ringo-Yılmayan Aslan”ı yaptı Gemma. Bu filmde de Montgomery Wood adını kullandı. “Melek Yüzlü Silahşör” adıyla anılan Ringo, bir silâhlı çatışma sonucu tutuklanıyor ve hapse atılıyor. Haydut çetesi, binbaşının çiftliğini basarak aileyi rehin alıyor. Askerler, hızlı silâhşör Ringo’dan yardım istiyor gecikmeden. Bu film, geleneksel kovboy filmlerin ruhunu yansıttığı için Amerika’da sevilmiş zamanında. 1965 yapımı “Un Dollaro Bucato-Bir Delik Dolar” filmini Giorgio Ferroni yönetti. Afişlerde yine adı Montgomery Wood’du. “Wood”, İngilizcede hem “koru” hem de “ahşap” anlamına geldiğini belirtmeliyiz. Bu filmin hikâyesi Amerikan iç savaşında geçiyordu. 1969 yapımı Duccio Tessari’nin komedi “spagetti western”i “Vivi o, Preferibilmente, Morti-Mağlup Olmayanlar”da gencecik ve güzel Sydne Rome’la oynadı Gemma. Bu film Amerika’da 1976 yılında “Butch Cassidy ve Sundance Kid” adıyla gösterime girmiş. Elbette beğenilmemiş. Amerikalılar, Hollywood’un klâsik westernlerinden George Roy Hill’in 1969 yapımı “Butch Cassidy and the Sundance Kid-Sonsuz Ölüm” filmine gönderme yapmışlar hınzırca. Gemma, Pasquale Festa Campanile’nin yönettiği 1970 yapımı fantastik-komedi “Quando le Donne Avevano la Coda-Taş Devri”nde Santa Berger’le başrolü paylaştı. Orijinal adı, “Kadınların Kendi Kuyrukları Var” anlamına gelen bu film Türkçe adını, ülkemizde 1970’li yıllarda popüler olan bir çizgi dizi film “The Flintstones-Taş Devri”nden almış. Çünkü filmin konusu ıssız bir adada geçiyor. Bu filmin senaryo yazarları arasında İtalyan sinemasının önemli kadın yönetmenlerinden Lina Wertmüller de vardı. Müzikleri de Ennio Morricone bestelemiş. Gemma, kovboy filmlerinden bulduğu araları macera filmleriyle doldurdu. Mario Caiano’nun 1965 yapımı “Erik, il Vichingo-Vikingler Geliyor” ve Duccio Tessari’nin yönettiği 1966 yapımı “Kiss Kiss… Bang Bang-Ringo Kibar Serseri” bunlardan ikisi. Ama, kovboy filmleri hep en öndeydi Gemma için. 1967 yılında “Dannati della Terra-Toprağın Lanetlileri” gibi güçlü politik bir film çeken Valentino Orsini’nin 1972 yapımı filmi “L’Amante dell’Orsa Maggiore-Büyük Ayının Aşkı”nda da lejyoner asker olarak göründü Gemma. Her oyuncu kendini gösterebileceği karakterlerde oynamak istiyor doğal olarak.

Macera filmleriyle de…

Gemma, 1972’de bildiği yere döndü ve Michele Lupo’nun “Amico, Stammi Lontano Almeno un Palmo” (Amigo, Benden Uzak Dur) komedi-westerniyle. 1972’de Michele Lupo’nun yönettiği “Un Uomo da Rispettare/The Master Touch-Beklenen Adam” aksiyon-geriliminde Kirk Douglas’la karşılıklı oynadı. Bu soygun filminde emekliliği gelmiş usta soyguncu Steve Wallace (Kirk Douglas), basit, ama şeytani plânlarla olaylardan kendini sıyırmayı başarır. Filmde, Hamburg’da büyük bir sigorta şirketini soymak için Steve, Hamburg’un yeraltı dünyasının namlı gangsteri Müller’le işbirliği yapar. Trapezci Marco da (Giuliano Gemma), bu soygunda Steve’in yardımcısı olur. Gemma’nın yolu bir başka büyük oyuncu Tomas Milian’la buluştu 1975 yapımı “Il Bianco, il Giallo, il Nero-Üç Şeytan Adam” komedi-western filmiyle. Filmi de Sergio Corbucci yönetmişti. Bu filmde Eli Wallach da Albay Donovan rolündeydi. Gemma’nın “beyaz”, Milian’ın “sarı” ve Wallach’ın da “siyah”tı lâkapları. Japonların imparatoru tarafından ABD Başkanı’na bir Japon atı gönderilir. Sonra da bu değerli atı kaçırmak için bir araya gelmesi mümkün olmayan üç adam bir araya gelir. “Technicolor” ve sinemaskop bu ünlü “spagetti western” filmi sinemalarda görmemize rağmen bilinen adını bir türlü hatırlayamadık ama bir zaman sonra bulduk işte. Sylvester Stallone’nin öncülü olarak görülen Gemma, yavaş yavaş gözdelikten düşmeye başladı. 1977’deki “California-Gurur ve İntikam” westerni onun son başrollerinden biriydi. 1978’de Umberto Lenzi’nin yönettiği “Il Grande Attacco-Savaşın Soluğu” savaş filminde kimler yoktu ki? Henry Fonda, John Huston, Stacy Keach, Orson Welles, Giuliano Gemma sadece birkaç büyük isimdi. Aksiyon sahnelerinin bol olduğu bu İkinci Dünya Savaşı filmi son büyük savaş filmlerindendi. Gemma’nın son “spagetti film”lerinden biri 1978 yapımı “Sella d’Argento-Batının Kralı”ydı. Bu filmin yönetmeniyse Lucio Fulci’ydi. On yaşındaki bir çocuğun gözleri önünde babası öldürülür. Yirmi yıl sonra “Gümüş Eyer” namlı bir kovboy babasının intikamını alır. Hikâye bu. Sinemanın son “spagetti western”i diye adlandırılıyor “Batının Kralı…” Bu film, “spagetti western”lere bir saygı selâmı gönderen unutulmaz yapıtlar arasında şimdi.

Birkaç yıl daha başrolde görünse de artık devir değişiyordu ve bu yeni gelen devir yeni kahramanlarını yaratıyordu. Kovboy filmlerine de eskisi kadar ilgi yoktu. 1980’li yıllarda Gemma iyiden iyiye küçük rollerde görünmeye başladı. Mario Monicelli’nin 1986 yapımı “Speriamo Che Sia Femmina-Kız Olmasını Umalım”, İspanyol yönetmen Vicente Aranda’nın 2001 yapımı “Juana la Loca-Çılgın Aşk” bunlardan birkaçıydı. Gemma, 1987’de, Sergio Martino’nun yönettiği “Qualcuno Paghera-Son Yumruk”ta Daniel Greene’le başrolü paylaşmıştı. 1980’li ve 90’lı yıllarda daha çok televizyon için çalıştı. “Spagetti wester”lerinin kovboyu Gemma, yetmişi aşkın filmde oynadı. Yirmi beş kadar televizyon dramasında göründü. Gemma gözde olduğu zamanlar sinemada ne oyuncular vardı!.. Tomas Milian, Lee Van Cleef, Fabio Testi, Franco Nero, Anthony Steffen, Charles Bronson ve diğerleri. Onlar da çok insan tarafından unutulup gitti şimdi.

Filmlerinden:

1959: Nemico di Mia Moglie-Karımın Düşmanı
1959: Venezia, La Luna e Tu-Venedik, Ay ve Sen
1959: Ben-Hur
1962: Arrivano i Titani-Titanlar
1963: Il Gattopardo-Leopar
1964: Ercore Contro i figli del Sole-Kılıçlı İlah
1964: Angélique, Marquise des Anges-Anjelik Serseriler Prensesi
1965: Merveilleuse Angélique-Anjelik Saray Yosması
1965: Il Ritorno di Ringo-Ringo’nun Dönüşü
1965: Una Pistole per Ringo-Yılmayan Aslan
1965: Adios Gringo-Elveda Gringo
1965: Erik, il Vichingo-Vikingler Geliyor
1966: Kiss Kiss… Bang Bang-Ringo Kibar Serseri
1966: Un Dollaro Bucato-Bir Delik Dolar
1967: Wanted-Kahraman Şerif
1969: Vivi o, Preferibilmente, Morti-Mağlup Olmayanlar
1970: Quando le Donne Avevano la Coda-Taş Devri
1972: L’Amante dell’Orsa Maggiore-Büyük Ayının Aşkı
1972: Un Uomo da Rispettare/The Master Touch-Beklenen Adam
1972: Amico, Stammi Lontano Almeno un Palmo-Amigo, Benden Uzak Dur
1975: Il Bianco, il Giallo, il Nero-Üç Şeytan Adam
1977: California-Gurur ve İntikam
1978: Il Grande Attacco-Savaşın Soluğu
1978: Sella d’Argento-Batının Kralı

(12 Eylül 2009)

Ali Erden

Bir Kitabın (Gerçeği Öldüren Kamera: Belgesel) Düşündürdükleri

İzlenimci ressamların düşüncesine göre bir manzaranın, aynı konumdan farklı zamanlarda yapılan resminin farklı olması gerekir. Bu resimde böyledir de, fotoğrafta farklı mıdır? Doğu-batı düzleminde bulunan bir mekânın (örneğin bir manzara) belli bir noktadan güneş doğarken ve güneş batarken, hem doğu-batı hemde batı-doğu yönünde çekilen fotoğrafları farklı olacaktır, objektif ayarı ile hiç oynamamak koşulu ile; ki ışığın durumuna (=yönün doğrultusuna) göre objektifle oynanması gerekeceği için, farklı ayarlarla farklı fotoğraflar elde edilebilir. Aslında bir mekanik araç olan kameranın objektifinin; ayar değişiklerinin, değişik sonuçlar vermesi; izlenimcilerin gördükleri gibi değişken sonuçlar ortaya çıkarması, fotoğrafı çekilen mekânın tek olmasına rağmen (olmasa da olur) nesnelliğini sorunlu hale getirir. Kamera başlangıçta hareketli görüntü kaydeden bir alet, bugünde öyle, ama başlangıçtaki durumu, onun sadece yola çıkış çizgisi idi; o çizgi şimdi çok geride kaldı, kamera artık sırf görüntü kaydetmiyor, görüntüyü istediğimiz gibi (yoksa istediği gibi mi?) kaydediyor. Farklı zamanlarda, farklı açılardan, değişik odaklamalar kullanılarak çekilen, şimdilerde ulaşılan noktada digital marifetleri de kuşanmış kameralar ile çekebileceklerimiz ile çekilen şeyin ilişkisi ne kadar kalacaktır ya da kalmıştır. Kameranın hızlı gelişimi ve değişimi ile ulaştığı nokta; fotoğraftan hemen sonra gelecek olan sinema için de kameranın sinemadaki kullanımı için de geçerlidir.

Sinema, fotoğrafın adının bile ortada olmadığı günlerde hareketli resim olarak düşünüldü. Birbirini izleyen bir hareketin devamını gösteren resimler, ışık ve bu devam resimlerin gözlenebileceği bir göz deliği veya yansıtıldığı bir ekran. Sinema, bundan yıllarca sonra, trenin gara girmesi ile kitleleri şaşkına çevirirken, kullanılan kamera, bugünkü kameralar yanında yolun başlangıç çizgisinin belki üzerinde idi ama, aradan çok kısa bir zaman geçmesine rağmen (100 yıl) şimdi çok gerilerde.

Kamerayı bulmak bir şeydi, fakat peşinden gelecek olan kamera gelişmeleri ve buna paralel olarak, kurgu denen, sinemayı asıl sinema yapan olgu giderek büyüyecek bir sanayi (bazı ülkelerde hâlâ el sanatı) ve de bir sanat (7. sanat) olarak kitleleri yönlendiren, eğlendiren, coşturan, tahrik eden, uyutan; kontrolünü bir ara iyice kendi eline alan bir kuvvet olacaktı. Ama tabiatı taklit eden resimden yola çıkarak, (belgesel ve de kurmaca) hep tabiatı, insanı anlattığı, tanıttığı ileri sürülen sinema (kamera) gerçeğe ne kadar bağlıdır, ne kadar bağlı kalmıştır? Kameranın saptadığı ve önce -uzun yıllar- perdede, sonraları televizyon ekranlarında, videoda, pelikül ve digital olarak bize yansıtan görüntüler ne kadar gerçektir. Gerçekliğinin peşinden nereye kadar gidebiliriz. Gerçek derken, belgeseller öne çıksa da, çekilen kurmacalarda, gerçeklerle yapıldığına göre, gözümüze ulaşan görüntüler (ki bunlar kalıcıdır da) ne kadar inanılasıdır (beğenilesi demiyorum, o çok başka bir düzlemdir çünkü.)

Lumiere Kardeşler (ve Edison) sinema makinesini icat ettikten sonra, hem film çekmek hem de çektikleri filmlerin gösterimlerini yapmak için dünyaya dağıldıkları sırada, Georges Meliés kameranın -bir çoğu bugün dahi kullanılan- yeteneklerini bulup, çekimlerde kullanmaya başladı. Vertov, kamerayı sadece gerçeği kaydeden bir araç olarak ele alıp -ama yinede gerçeği değiştirecek bir çok uygulamayı da yaparak- kullanırken; Meliés kamera ile seyircileri şaşkınlıktan şaşkınlığa düşürüyordu. (Üst üste çekimler, kamerayı yaklaştırarak görüntüyü büyülten çekimler…) Bunların yanı sıra Kuleşov, Eisenstein, Pudovkin sinemada gerçeğin görüntülenmesinde bile kurgu yolu ile daha farklı bir gerçek üretmenin kurallarını araştırırlar ki; kurmaca sinemada da kurgu -hem mekanik hem dramatik- anlatımın (ve üretilen sinemasal gerçekliğin) temelini oluşturacaktır.

Kuleşov ünlü deneyinde çektiği; Ivan Mosjukin’in bir baş çekiminin arkasına, bir çorba tabağı, bir bebek, bir hasta kadın, bir ceset görüntüsü kurgulayarak; açlık / sevgi / merhamet / acıma duygularına, aynı yüz ifadesinden (gerçekte ifadesiz) ulaşmaktadır. Kurgunun sağladığı bu sonuçlar, kameranın saptadığı, üzerinde oynanmamış veya oynanmış görüntülerin, bir gerçekliğin dile getirilmesi olsun (belgesel) ya da bir olayın anlatılması olsun (kurmaca) filmlere ulaşmaya neden olacaktır. Bu nedenle yıllar sonra, Rosselini, sinema filminin kurgu masasında üretileceğini söyleyecektir. Bu şekilde kurgu ile, kamera ile saptanmış gerçek! görüntüler ile olmayan mekânlar üretilir, yaşamamış insanlar varmış gibi gösterilir. Film seyretmek aşamasından sinema okumasına geçerken okuduğum bir kitapta anlatılan bir işlem bunun tipik örneğidir: Bu işlemde; “saçını tarayan bir kadın / bir kadın başı”, “elbise giyen bir kadın / bir kadın vücudu”, “çoraplarını giyen bir kadın / bir kadının bacakları”; bir kadının giyinme aşamasında yakın plân çalışarak ve her çekimde farklı bir kadın kullanarak elde edilen çekimlerin peşi peşine kurgulanması ile, yeryüzünde olmayan bir kadını, -kurgulama ile bütünleştirerek- görüntüleri gördükten sonra seyredenler zihinlerinde var edecektir.

Farklı plânların farklı anlamları, anlatımları vardır. Omuz çekimde, bir kişinin (oyuncunun!) yüzündeki değişimler, yaşanan (gerçek) olaya tepkisini gösterirken (belgesel), kurmacada olayın öncesi ile bağlantılı olarak olayın (oyuncu aracığı ile) yorumu ve oyuncunun oyunu ile dramatize edilir. Film içinde varılan noktada (aynı kurmaca filmde) genel çekimde, bu kez oyuncuyu boy plânda (daha da genel plânda) göstererek ve bu kez vücudun kullanılması ile olay anlamlandırılabilir. (Omuz çekimde elde edilen anlam ile boy plândaki çekimin aynı anlamı taşıması beklenmez – ama taşıyabilirde.) Yukarıdan beri belirtildiği gibi ışık kullanarak, bir manzaradan farklı görüntüler elde edilebildiği gibi (belgeselde, kurmacada), oyuncudan da farklılaşabilecek oyunlar (kurmacada) elde edilebilir. Sinemanın daha ileri teknolojisinde bunu, optik hareketlerle daha fazla değişikliklere götürebiliriz. (Direkt bir örnek değilse de: Lütfi Akad bir söyleşisinde belirtiyordu; Yaralı Kurt’u çekerken Cüneyt Arkın’ın bir bel plân çekimi için hazırlık yapılırken görüntü yönetmeni Gani Turanlı’dan “‘bel plân’ ama ‘omuz çekim’ etkisi yapsın” talebinde bulunur; Turanlı optik hazırlığını yapar, Akad’a bildirir, vizörden bakan Akad, istediğini elde etmiştir.)

Belgesel filmin gerçekçiliği ile ilgili bir gözlemim vardır. Lâdik ’76 (Güner Sarıoğlu) adlı belgeselde Lâdik’deki zirai alanların durumu belgelenmek isteniyordu. Çıkan film beğenilmiş, gazetelere konu olmuştu. O günlerde DSİ’de çalışan bir uzak aile kişisi, filmde anlatılanların doğru olmadığını, oraların ıslah edildiğini, hiçde filmde gösterilen gibi olmadığını söylediği zaman, şüphelenmiş ama filmden de vaz geçmemiştim. Film hâlâ önemli idi; sonradan Lâdik’i anlatan bu filmin Bafra’da çekildiğini yine gazetelerden okuyacaktım. Filmde anlatılan durumlar Lâdik’de bulunamayınca -bir zamanlar varmış, bunları anlatmak için- benzer özellikler gösteren Bafra’da çekilmiş. Bir yerin bir zamanlar gösterdiği “geri kalmışlığı” yazınsal metinlerde -eski fotoğraflar gösterilerek- anlatılabilir. Sinemada bunu hele bir belgesel ile anlatmak istersek, o yerin son durumu, anlatmak istediğimiz ile uyuşmuyorsa, bunu gidip bir başka yerde çekerek -yazınsal metinde fotoğraf ekler gibi- anlatıp belgesel formatı ile göstermek ne derece doğru olur. Kurmaca filmde ise pek çok örnek sıralamak olası. Doktor Jivago (David Lean) filminin Moskova Kızıl Meydan sahnelerinin İspanya’da çekildiği okumak -hele filmi gördükten sonra- çok keyifli idi.

Genç yaşta yitirdiğimiz sinemacı/yazar Altan Küçükyalçın’ın Haliç filmi, hem Haliç hem de Haliç’te yaşam üzerine bir belgeseldi. İstanbul’un ortasında yer alan, kentin batıdaki (Avrupa) bölümünü ikiye bölen bu su yolu bir çok filme mekânlık yapmıştır, kıyıları ile, (esas) görüntüleri ile. İnsanlar Yaşadıkça (Memduh Ün) filmindeki Haliç görüntülerinde (genel çekim) dip taraflarına doğru atıklardan oluşmuş adacıklar görülmektedir, sonradan temizlenen bu oluşumlar, bu kurmaca filmde “tarihi bir görüntü / belge” olarak yerlerini alırlar. Yıllar sonra -artık filmler renklidir- çekilen Hanım (Halit Refiğ)’da ise Haliç artık temizlenmiştir. Bugün Haliç üzerine yapılabilecek bir belge filminde -eğer- tarihi ile ilgili görüntü konulacaksa, kurmaca filme belgesel olarak giren o görüntüler, hayli değerlidir; yok tarihten söz edilmeyecekse, zaten Haliç’in kendisi orada, öyle arayışlara gerek yok.

Bütün bunları Es Yayınları’nın son kitaplarından olan Uğur Kutay’ın Gerçeği Öldüren Kamera / Belgesel (Mayıs 2009) adlı kitabı üzerine düşündüm. Kitap ilk yarısında gerçek kavramının felsefe tarafından incelemelerine yer verdikten sonra, gerçeği aracısız kaydeden kamera’nın bu işleminin ne kadar gerçek olduğunu araştırma deneyimini inceliyor. Sonra Vertov’un Kameralı Adam filmi ağırlıklı olarak ele alınıp irdeleniyor. Kutay, önceki kitabında da Tarkovski’nin filmlerini tek tek incelemişti, şimdi ise Jean Rouch’un Bir Yaz Güncesi ve Vertov’un Kameralı Adam filmlerini aynı yöntemle inceliyor. Trenin Gara Girişi’nden başlayarak Cinema-Vérité (Sinema Gerçek) ve Direct-Cinema (Direkt Sinema) konuları, konu ile ilgili kuramcıların bildirileri, düşünülenle (alınan ve bildirilere yansıyan kararlar) yapılanlar arasındaki çelişkiler, gerçek olacağı savunulan görüntülerin uğradığı değişimler -kitabın birinci bölümündeki felsefe düşüncelerinin paralelinde- tartışılıyor.

Sinema okumaya başladıktan sonra, ister istemez düşünmeye başladığım bu konular, uzun yıllar tartışılmış, bu konularda çeşitli filmler yapılmış, sadece perdede film izlemekten öte, filmin görünende ve görünenin ardında neyi anlattığı ve en önemlisi gösterdiğinin, ne kadarı gerçek (kurmaca filmde bile) ne kadarı çekilirken (ışık, optik müdahalelerle değiştirilen) ve çekildikten sonra (laboratuvarda) değiştirilen hali ile değiştirilmiş gerçek olarak izlettirildi bizlere…

Bütün bu görüşler, düşünceler arasında ilginç olan ise, Marcel Proust’un 1927’de (ölümünden sonra) yayınlanan Kayıp Zaman İçinde romanının son cildi Yakalanan Zaman’da, denk getirip kahramanına “sinema perdesindeki görüntü, gerçekte algıladıklarımıza en benzemeyen şeydir (s.190)” dedirtirken, sinemanın en temel sorunsallarından birine bir nazar (anlık bir çekim) atıp, romanına devam etmesidir.

(11 Eylül 2009)

Orhan Ünser

11 Eylül 2009 Haftası

“İçten Gelen”de, birbirini tetikleyen intihar salgınının izini sürerken kasabada, bir tür ‘Cadı Kazanı’ izliyormuş duygusuna kapılıyor, ‘capcanlı’ bir etki sağlayan görüntüler ve genç oyuncular sayesinde korkunun içindeki yerinizi eksiksizce alıyorsunuz. Sizi kendinize getirecek bir film!

“Evimde Uzaylı Var”, bir tür “Evde Tek Başına!” Fakat bu kez, altı çocuk, -üçü dünya üzerinde kötü emellere sahip- dört uzay yaratığı, tatil evini üs olarak kullanan istilâcılardan haberleri olmaması gereken yetişkinler… Girift aksiyon yapısı, tavan yapan durum komiklikleri ve çok yetenekli genç oyuncularla eğlencenin boyutları hayli büyümüş. Tam bir aile güldürüsü!

“Çizmeli Kedi”, değirmencinin yoksul oğlunu prensesle evlendirmek için türlü numaralar çeviren ve bu açıdan çocuklara hiç de iyi örnek olmayan konuşan kedinin öyküsü, hayli grotesk bir stille animasyon olarak sunuluyor. Özelliği, aryalara, danslara, esprili müzik düzenlemelerine yer vermesi. Ortalama bir çalışma ve -yazık ki- Türkçe seslendirme de orijinalliğini zedelemiş.

(08 Eylül 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

Yaratıcı ve Derin Sinemacı: Yılmaz Güney

Yılmaz Güney, 25 yıl önce bu dünyadan gitti. Mezarı Paris’te. Usta için bu anma yazısında yalnızca sinemacı yönünü değil, yazar ve şair taraflarını da hatırlatmak istedik.

Yılmaz Güney öleli yirmi beş yıl olmuş. 1983 yapımı “Duvar” filmi, Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye”yi alamayınca büyük bir sürprizle karşılanmıştı. Bunu büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovski “Zaman Zaman İçinde” adlı günlüklerinde, ödülü hak ettiği söylendiği için Yılmaz Güney’e öfkeleniyordu. Tarkovski’nin “Nostalghia-Nostalji”siyle Güney’in “Duvar” filmleri “Altın Palmiye” için yarışıyordu. Ödülü, 1983 yapımı “Narayama-bushi kô-Narayama Türküsü”yle Japon yönetmen Shohei Imamura kazanmıştı. Bu festivalde Tarkovski “En İyi Yönetmen” ödülünü bir başka büyük yönetmen Robert Bresson’la paylaşmıştı. Güney, 01 Nisan 1937’de Urfa’nın Siverek ilçesinde doğdu, 09 Eylül 1984’te Paris’te öldü. Güney, sanatçıların ve büyük entelektüellerin misafirhanesi Père Lachaise Mezarlığı’nda yatıyor. Güney, 1982 yılında, 1982 yapımı “Yol” filmiyle aldığı “Altın Palmiye”nin yanında, şimdiki değeri 250 bin avro olan para ödülünü Türk Hava Kurumu’na bağışladı.

Güney, okumak için geldiği İstanbul’da sinemamızın büyük ustalarından Atıf Yılmaz’la tanıştı. Ona senaryolar yazdı. Atıf Yılmaz’ın teşvikiyle oyunculuğa da yöneldi. 1959 yılında Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Bu Vatanın Çocukları” filminde başrol oynadı. Kurtuluş Savaşı yıllarını anlatan bu filmin senaryosunu Güney, Atıf Yılmaz ve Yaşar Kemal’le beraber yazdı. Senaryosunu, bir başka büyük usta Lütfi Ömer Akad’la yazdığı 1966 yapımı “Hudutların Kanunu”nda oyunculuğunun zirvesine çıktı Güney. Yalın bir oyunculuk sergiledi beyazperdede.

Yılmaz Güney’in yazarlığı…

Yılmaz Güney’in sinemasının gölgesinde kalmış en önemli özelliği yazarlığıydı. Güney, “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” kitabıyla, 1961’de komünizm propagandası yapıyor gerekçesiyle bir buçuk yıl hapis ve altı ay sürgün cezası aldı. Güney, romanlar ve öyküler yazmayı sürdürdü senaryolarıyla beraber. Güney’in 1971 yılında Dost Yayınları Türk Edebiyatı’ndan çıkan “Boynu Bükük Öldüler” romanı, 1972 yılında Orhan Kemal Roman Armağını’nı kazanmıştı. Güney bu romanını Nevşehir Cezaevi’nde zor koşullarda yazdı. Roman, 1950’li yıllardaki Çukurova’yı anlatıyor. Eleştirmen Fethi Naci bu roman için, Yaşar Kemal bakışı olduğunu belirtmiş. Gereksiz ayrıntıların olmadığı bu romanda, Güney’in gözlemciliği de her an kendini hissettiriyor. Güney Yayıncılık’tan çıkan “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” romanı, daha sonra Güney’in 1983 yapımı son yapıtı “Duvar” filminde beyazperdede hayat buldu. 1976 yılında Ankara Kapalı Cezaevi’nde, Yılmaz Güney’in de tanıklık ettiği, sübyan koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyan anlatılıyor. Güney, bu olayı, isyanın ardından gönderildiği Kayseri Cezaevi’nde “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” adıyla romanlaştırdı. Sonra da “Duvar” adıyla filmini yaptı. Güney Yayıncılık’tan 1975 yılında çıkan “Salpa” kitabı, “Selimiye Üçlüsü”nün ilkiydi. Yılmaz Güney’in 1971’de başladığı “Selimiye Üçlüsü”, ancak 1975 yılında basılabildi. Bu serinin diğer kitapları, “Sanık” ve “Hücrem” adını taşıyor. “Salpa”, İstanbul’da yaşayan işçi Mehmet’i anlatıyordu. Sonra düzeni sorgulamaya başlıyordu işçi Mehmet.

Hapishaneden senaryolar…

Güney, 1979 yapımı “Sürü” filminin senaryosunu hapishanede yazmıştı. Bu filmi Zeki Ökten yönetti. Başrollerde de Tarık Akan (Sivan), Melike Demirağ (Berivan), Tuncel Kurtiz (Hamo), Yaman Okay (Abuzer) oynuyordu. Bir sürü, Doğu’dan trenle Ankara’ya getiriliyordu. Sinemamızın teknik olarak geride olduğu 1970’lerde zor koşullarda çekilmesi hâlâ övülmesi gereken bir olay. Birçok dramın ve trajedinin yansıdığı filmde belki de en önemli evrensel görüntü, Atatürk heykeliydi. Atatürk, öne doğru uzanmış eliyle dünyayı yöneten bankaları gösteriyordu. Güney’in hapiste yazdığı bir diğer önemli film, Şerif Gören’in 1982’de yönettiği “Yol” filmiydi. Bu film, Cannes’da Costa-Gavras’ın 1982 yapımı “Missing-Kayıp” filmiyle “Altın Palmiye”yi paylaşmıştı. Bu film ayrıca, “Altın Küre” ve “Cesar”a da aday olmuştu “En İyi Yabancı Film” dalında. Film, beş mahkûmun cezaevinden bayram iznine ayrılışını, yolculuklarını ve yolculuk sonunda yaşadıkları dramları “çapraz kurgu”yla anlatıyordu. Bu film, estetik taraflarıyla Batılı sinemacıları heyecanlandırdı. Sonraki gelen kuşaklara D. W. Griffith tarzı kurguyu bir daha hatırlattı. Öncelikle 1990’lardan bu yana. Ama, bu filmin en büyük önemiyse “üçüncü dünya ülke” sinemalarının Batı’da farkına vardırmasıydı.

Şair tarafı da vardı…

Güney, 1974 yapımı “Arkadaş” filminde Melike Demirağ’ın söylediği aynı adlı şarkının sözlerini de yazmıştı. Şöyle diyordu bu şarkının ilk dörtlüğü: “Olmasın o ta içten/ Gülen gözlerde yaş/ Bir gün gelip ayrılsak da/ Seninle arkadaş…” Güney’in “Canım” şiiri şöyledir: “Canım, sevdiğim, yüreğim/ Bu duvarlar bizi ayırmaya yetmez bilesin/ Bu kapılar, bu demir parmaklıklar hava inan/ Bazen bir yumrukta yıkacak kadar güçlü/ Bazen bir serçe kadar güçsüzsem bir nedeni vardır/ Hangi zorluğu yenmemiş insanoğlu/ Hele taşıyorsa içinde bu insanca sevgiyi…” Güney, “Kendim İçin İstemiyorum” şiirinde şöyle der: “hayatı kendim için yaşamıyorum. ve korkmuyorum/ hiçbir şeyden. başıma gelecekleri de biliyorum./ her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız./ Yarın bizim çünkü…”

(07 Eylül 2009)

Ali Erden

Hep Deneyen, Hep Yenilen Ama Daha Güzel Yenilen İnsanlara…

Sezonun ilk Türk filmi Hayatın Tuzu şu günlerde vizyonda… Umuyoruz ki seyirci bu güzel yapıma sahip çıksın. Hem Hayatın Tuzu’na hem de vizyona girecek tüm filmlerimize başarılar diliyoruz ve filmin yönetmeni Murat Düzgünoğlu’na sorularımızı yöneltiyoruz.

Zamanın geçmek bilmediği, kasvetli, boğucu bir şehir Bitlis… Bitlis’te bir nevi mahkûm hayatı yaşayan bir şehir dolusu insan… Burada yaşayan insanların hemen hemen hepsinin ortak noktası olmasını istedikleri hayatı değil, olması gerektiği düşünülen hayatı yaşıyor oluşları… Bu mahkûmiyet onları mutsuzluğun, bunalımın, deliliğin kollarına atıyor. İlk bakışta bir taşra hikâyesi gibi görünen Hayatın Tuzu’nun aslında bir Türkiye portesi çizdiğini görmek zor değil… Hepimiz gitgide daralan bir çemberin içinde nefes almaya çalışmıyor muyuz? Şehsuvar, Sırrı, Harun, Meryem… Tüm karakterler kısırdöngüden nasibini alıyor. Matruşka misali, hayatlar birbirine açılıyor aslında… Biz de film boyunca bu insanlar arasında mekik dokurken arada bir durup kısa çay molaları veriyoruz. Muhabbet koyulaşmadan, çok samimi olmadan kalkıyoruz çünkü daha uğranacak çok durak var…

Yeni sezonda 50’den fazla Türk filmi seyirciyle buluşacak… Hayatın Tuzu, Türk filmleri sezonunun açılış filmi. Keyifli bir duygu olsa gerek…

Aslına bakarsanız bu hiç düşünmediğim bir konuydu, ancak bu yönde tesbitler gelince insan nedenini bilmeden seviniyor. (Gülüyor) Türk filmlerine gelince; üretim, sonucu ne olursa olsun iyidir aslında. Umarım niteliğe de yansır. İçimden bir ses, bu filmlerin arasından çok azının geleceğe kalacağını söylüyor. Yinede bu kadar filmin yapılıyor olmasına seviniyorum.

Okullu bir sinemacısınız, uzun yıllardır sinema ve televizyon sektörünün içindesiniz. Peki, ne zaman “artık ben de kendi filmimi çekmeliyim” deyip bu hayali gerçeğe dönüştürmek için kolları sıvadınız?

Ben lise yıllarından itibaren film çekmek istiyordum. Hayalim buydu. Beni bu hayatta sürükleyen yegâne tutkuydu aslında film çekmek… Yani ergenliğin sonundan beri bu tutkuyla yaşıyorum. Yıllarca sinema dünyasının içinde olmak sadece cesaretimi artırdı. Özellikle yaşadığım set deneyimleri, istediğimi gerçekleştirmem için gereken yegâne şeyin tutkum olduğunu daha da belirginleştirdi diyebilirim.

Son yıllarda ilk filmlerini çeken yönetmenler, kameralarını doğup büyüdükleri taşraya çeviriyorlar. Siz İstanbullusunuz… Filminizi çekmeden önce Bitlis’e, daha da genel bir ifadeyle taşradaki hayata ne kadar hâkimdiniz? Yoksa Ender Özkahraman’ın senaryosunu gördüğünüzde “Bu hikâyeyi mutlaka çekmeliyim” diye mi düşündünüz?

Öncelikle sunu belirtmeliyim ki çocukluğumun -15 yaşına kadar- neredeyse bütün yazları taşrada geçti. Oranın bütün hallerini çocuk gözüyle gözlemledim. İnsanların o hayattan aldıkları huzur ve mutsuzluğun tüm ayrıntılarını bir çocuk olarak görebildim. Yaşım ilerlediğinde de sık sık gidiyor ve kalıyordum Anadoluda… Ayrıca televizyon için çektiğim 9 filmim var. Uzak olduğumu düşünmediğimi belirtmek için söylüyorum bunları. Ayrıca İstanbul’un kenar bir mahallesinde -Fikirtepe- büyüdüm ve orası da en azından son 10 yıla kadar Anadolu’nun bir kasabası gibiydi. En azından ilişkiler ağı için söyleyebilirim bunu. Ender’in senaryosunu okuduğumda bildiğim dünyanın bir başka yansımasını gördüm. Anlayacağınız köylü-işçi ailesinin çocuğuyum. Burjuva bir yaşantı ile bağım yok.

Senaryonun Ender Özkahraman’ın ilk yazdığı haliyle değil, birlikte yaptığınız değişikliklerle bugünkü halini aldığını biliyoruz. Peki, nasıl bir yazım aşaması geçirdiniz? Ender Özkahraman’ın mizahçı kimliği ve sizin yorumunuz senaryoyu nasıl şekillendirdi? Uyumlu bir ikili miydiniz?

Öncelikle şunu söylemeliyim; her yönetmen önüne gelen senaryoyu “kendisinin” senaryosu haline getirmelidir, “kendi” yapmalıdır. Bu yaratıcılığın olmazsa olmazıdır bence. Ancak böyle özgün bir film çıkar veya çıkması umut edilebilir. Bu bağlamda ben de senaryoda değişiklikler istedim. Bana göre aksayan yanları vardı ve çok güzel yanları iç içeydi. Bunlar üzerinde çalıştık açıkçası. Ender’in mizahçı kimliğinden öte çizgi romancı kimliği daha belirgindir diye düşünüyorum. Uyumlu bir ikili gibi olabildik zaman zaman… Kimi zaman da olamadık. Ancak genelde ikimizde iki eski arkadaş olduğumuz için bu senaryo üzerinde çalışmaktan mutlu olduk diyebilirim.

Çekilmeyi bekleyen iki senaryonuz daha olduğunu biliyoruz. Bu projeler yine Ender Özkahraman’la (fotoğrafta sağda) birlikte yazdığınız senaryolar mı?

Hayır, ikisi de kendi senaryom ve ikisi de 12 Eylül darbesi ile ilgili. Bir tanesi bizzat kendi ailemin başından geçen bir olay… Ancak bunların dönem hikâyesi olması sebebiyle bütçe sorunları yaşıyorum. Sırada daha önce çekilecek gibi duran bir başka hikâyem var. Tarlabaşı’nda geçen bir mülteci hikâyesi. Senaryo bitmek üzere ve finans çalışmaları sürüyor. Bundan sonra öncelikle kendi senaryolarımı hayata geçirmek istiyorum.

Hayatın Tuzu, karakterlerinden herhangi birinin hayatına derinlemesine odaklanmıyor. Karakteri tanımak için ayaküstü birkaç soru sorup bir sonrakine geçiyoruz sanki… Neden yakınlaşmamıza izin vermediniz?

Bu senaryonun çok parçalı yapısından kaynaklanıyor. Evet, çok fazla hikâye var ve bu derinlik sorunu yaratabiliyor zaman zaman… Bu meseleyi ele aldığımızda baştan başa yeniden yazmak gerekecekti senaryoyu ve bizim böyle bir zamanımız yoktu açıkçası.

Bana göre, filmde yer alan karakterlerden birisi olan eski seyyar haberci Salman, filmin önemli bir kilit noktası… Salman’ın 12 Eylül 1980 darbesinin yaşandığı yılda takılıp kalması, sonraki yıllarda ülke insanının yaşadığı beyin sarsıntısına adeta ayna tutuyor. Ciddi bir anlamda gelecek kaygısı, kimlik karmaşası yaşayan bir sonraki kuşak için ise durum hiç de iç açıcı değil…

Son derece doğru tespit ediyorsunuz. Çıkışsızlığın, apolitikliğin tüm ülkeye hakim olduğunu düşünüyorum. Bir zamanlar tüm ülkenin kendi kaderini belirleyebileceğini sandığı bir dönemden insanların tek tek kurtuluşu aradıkları bir döneme geldik. İnsanın kendi kaderini eline alması bir diğerinin de bunu başarmasıyla çok ilgilidir diye düşünüyorum.

Filmin sonunda karakterlerimizin akıbetini öğrenemiyoruz. Bu durum sizin kısır döngünün devam ettiğine dair yaptığınız bir gönderme mi?

Dikkat ederseniz filmin başındaki plân ile final plânı birebir benzerdir. Genelde bir çember estetiği kurmaya çalıştım film boyunca. Kamera mizansenlerim de buna dönüktü sık sık. Çıkışsızlığa vurgu yaptığım doğrudur ancak özellikle Harun karakteri aracılığıyla hep deneyen ve hep yenilen ama daha iyi yenilen insanlara hayranlığımı belirtmek istedim. Onların cesaretini alkışlıyorum.

(07 Eylül 2009)

Gizem Ertürk

Filmlerde Katil, Sinemada Kurban: Yetim Çocuklar

Ekonomik sıkıntısı olmayan, gayet güzel bir evde, iki çocuğuyla yaşayan -daha sonra kendilerine huzur batacak- bir çekirdek ailemiz var. Anne Kate geçmişte bir alkol bağımlısıymış. Hatta bu yüzden küçük kızları Max’in hayatını -Max aynı zamanda sağır ve dilsiz- tehlikeye atmış. Bu yüzden sürekli vicdan azabı çekiyor. Bir de ailenin adeta tüm umutlarını bağladığı üçüncü çocukları, Kate’in karnında ölünce aile içindeki çatlakların daha da açılması kaçınılmaz oluyor.

Çatlakları kapatmanın yolunun bir çocuk evlât edinmekten geçtiğini düşünen Kate, eşi John’u da ikna ediyor. Ölen bebeği için büyüttüğü sevgiyi, sevgiye aç bir yetime vermek isteyen Kate, bunun hem kendisine hem de ailesine iyi geleceğini düşünüyor. Böylece yetimhanenin yolunu tutan çiftimiz belâyı eliyle koymuş gibi buluyor. O kadar normal çocuğun içinden üst katta bir sınıfta tek başına resim yapan, gotik giyimli, anti-sosyal ama diğer taraftan da çok yetenekli küçük kıza kapılıveriyorlar.

Bir de uyarı, yakın zamanda evlât edinmeyi düşünen çiftler böyle bir film yokmuş gibi davranabilirler. Ya da izleyip her anında “bu sadece bir film” deyip sakinleşsinler. Şaka bir yana nihayetinde bu bir kurmaca ama zaten evlât edinmeye pek sıcak bakmayan ülkemiz insanı için pek hoş bir deneyim olmayacağı kesin. Sonuçta büyük bir çocuk evlât edinmeye karar verdiğinizde nasıl bir çocukla karşı karşıya olduğunuzu bilmiyorsunuz, zamanla öğreniyorsunuz. Yetimhaneden alınan bilgiler var elbet ama bunların güvenirliğini -filmde de görüldüğü üzere- tartışılabilir. Arızalı bir durumla karşılaşmak olmayacak iş değil yani… Bu yüzden hikâyenin evlât edinilmiş bir çocuk üzerine kurulması benim pek hoşuma gitmedi açıkçası. Yoksa bu “huyunu suyunu bilmediğin çocuğu ne diye evlât ediniyorsun, kendi çocukların yetmedi mi”, gibi akla zarar bir sorular çıkar ortaya…

Yeniden filme dönelim. Yetim Esther eve uğursuzluğu ile beraber geliyor. İçindeki şeytanı pek fazla da gizli tutamıyor zaten. Tez elden evdeki yönetimi ele geçirmeye başlıyor. Baba John’a karşı adeta masumiyet simgesi olan Esther, ailenin diğer üyelerine -özellikle de çocuklara- tam bir cehennem hayatı yaşatıyor. Bir de çocukları öyle güzel tehdit edip, susturuyor ki, Kate’in çocukların ağzından lâf alma çabaları boşa çıkıyor. Böylece Esther’in işleri de gayet tıkırında ilerliyor.

Film boyunca Esther’daki sorunun ne olduğunu bulmaya çalışmak gerçekten çok keyifli. Bir de filmde doğaüstü olayların olmaması iyi bir inandırıcılık sağlıyor. Benim açımdan bu inandırıcılığın koptuğu an John’un insanı deli eden davranışlarıydı… İnsan on yıllık karısına bu kadar mı güvensiz olur yahu! Kate’in kutsal arama moturu Google’dan çıkardığı delillere bile kayıtsız kalmasına pes doğrusu. Bu arada Google, son zamanlar izlediğim hemen hemen her filmin gizli kahramanı. Dev kütüphanelere dalıp yıllanmış kitapların arasında bir şey bulmaya çalışmak artık tarih oldu. Google olmasa zamane filmlerin hali nice olurmuş…

Herneyse oradan sonra film kopuyor zaten… Anlıyoruz ki kadıncağız ne derse desin bu adam ona inanmayacak, kısa zamanda ortalık kan gölüne dönecek, felâket kaçınılmaz olacak. Geriye kalan tek soru yetim kızın gerçek sorununun ne olduğunu tahmin etmekle geçiyor. Bu merak filmin sonuna kadar sırtında taşıyor bizi. Bu adeta çocukken tabağımızı bitirmemiz karşılığında verilecek bir çikolata misali… Sondaki sürprizin hatırına tabaktaki klişeleri de mideye indiriyoruz.

Filmde güzel şeyler de yok değil elbet… Bir kere görüntü yönetmeni Jeff Cutter olağanüstü bir iş çıkarmış. Sırf o müthiş karla kaplı manzaralar ve cezbedici ışık tasarımı için bile izlenebilir film. Oyunculuklar da gayet başarılı. Genel olarak çok iyi diyemesem de ortalamanın üzerinde bir gerilim filmi olduğu gerçek, tatmakta fayda var.

(04 Eylül 2009)

Gizem Ertürk

04 Eylül 2009 Haftası

“Hayatın Tuzu”, Bitlis’te, yitik, gerçek ve gerçeküstü zamanlar iç içe devinirken, eğretilemeler aracılığıyla insan öyküleri anlatıyor: Aklının oyunlarıyla baş etmeye çalışan (ya da çalışmayan) ve umut eden ve hayattan kopmamaya çalışan ve de tırnaklarıyla kazan insanların öyküleri bunlar. Biçimsel olarak çok değil fakat içeriğiyle sağlam, önemlisi de hiçbir hesabı olmayan, dürüst bir çalışma. Reşit Gözdamla’nın müziği enfes.

“Evdeki Düşman”, iki çocuklu ‘çekirdek aile’nin içine, doğmadan ölen üçüncü çocuğun ikamesi şeklinde giren evlatlık ‘küçük’ (!) kızın babayı ele geçirme amacına ilerlerken estirdiği terörün hikâyesi. İzleyen üzerinde etki bırakan, tanıdık fakat sürprizli. Kar örtüsünün ortasındaki evde ışık kullanımı psikolojik ve fiziksel şiddetin çarpıcılığında önemli rol üstlenmiş. Oyuncular, özellikle anne Vera Farmiga ve yetim kız Isabelle Fuhrman, şaşırtıcı derecede iyi. Film, kuşkusuz, yönetmen damgası taşıyor. Yazgının yol açtığı tahribatın değiştirilmeye çalışılmasıyla, geriye döndürülmesi mümkün olmayan çok daha büyük felâketlere yol açılabileceği dersi de, kulağınıza küpe olsun!

(03 Eylül 2009)

Ali Ulvi Uyanık

Sinemamız Çoktan…

Mem û Zin (Ümit Elçi) çekildiği zaman, basında filmin bir “Kürt aşk hikâyesi” şeklinde çıkan yazılar ve Güney Doğu Anadolu’da filmin “Kürtçe” dublajı yapılarak gösterildiğine dair haberler gündemde iken, bir komşumuz Mem û Zin’in Kürt değil bir Türk masalı olduğunu, lisedeki bir hocasının bu şekilde ileri sürüp, ispatladığını söylemişti. Ben dil uzmanı değilim ama, Mem û Zin şeklindeki bir ibarenin, pek Arapça ve Farsça ve de Osmanlıca olduğunu zannetmiyorum, Türkçe olmadığı da kesin. O zaman Kürtçe idi ve 1991 yılında filmi çekildi, aynı yıl Şahin Gök Siyabend ile Heco’yu çekti. Elçi’nin çektiği Mem û Zin, 17. yüzyıl tanınmış Kürt yazarlarından Ahmede Hani’nin bir eseri. Siyabend ile Heco ise, orjinal adı ile Siyabend û Xece de Kürt tarihinden mitolojik bir aşk öyküsü.

Sadece bu iki film mi? Kürt tipi Ortaoyunu ve Karagöz de vardır, bir çok filmde yan rollerde Kürt tipine rastlamanın yanında Kürtler arasında geçen, aşiret sosyal yapısı ağırlıklı bir çok filmimiz de var. Konuları genellikle, kan davası, aşk çatışmaları ve töre… Seyyit Han’ın (Yılmaz Güney) kadın kahramanının adı Keje’dir. Sansür filme “vize” verirken Kürt ismi olan Keje’nin çıkarılmasını ister ve filmdeki Keje isminin söylenişleri çıkarılır. Benim gördüğüm kopyada iki kaçak Keje ismi bulunuyordu.

Filmlerimizdeki Kürt tiplemeleri, yaşamın akışının gerektirdiği için de kullanılmıştır, belli bir imajı vermek için de. Edebiyatımızda da Kürt tiplerine rastlamak her zaman mümkündür. Edebiyat akımlarına bakıldığı zaman, “köy romanı” denen gruplar içinde, Orta Anadolu köylerinde geçen romanlar gibi Güney Doğu Anadolu’da geçen romanlar da vardır. Böyle romanlarda Orta Anadolu tipleri yanında onların ağızları da kullanılır, aynı şekilde Güney Doğu Anadolu’da geçenlerde Arap ağızların yanında Kürt ağızlarda, tipleri ile beraber yer alır.

Mem û Zin ve Siyabend ile Heco filmlerinde, filmin kahramanın filmde adının geçmesine izin verilmemiş (Keje) olduğu sinemamızda, görüldüğü gibi isimler artık filmin adında doğrudan doğruya yer almaya başladıktan bir zaman sonra, film adlarının, kişi isimlerinin dışında da Kürtçeleştiği görülecektir. Drajen (Şahin Gök), Doz (Gani Rüzgar Şavata), Bahoz (Kâzım Öz).Yeşim Ustaoğlu filmlerinin isimlerinde Kürtçe kullanmamıştı ama filmlerindeki Kürt kişilikleri, yıllardır filmlerimizde görülen Kürt kişilikrine nazaran, yapısal bir farklılık gösterecektir. Bunlar olurken Özcan Alper Sonbahar filminde Doğu Karadeniz’e götürdüğü kahramanına lazca’nın da bir ağzı olan hemşince konuşturuyor. Yavuz Turgul ise Gönül Yarası’nda köylülere veda eden öğretmeni köylülerle Kürtçe konuşturur (ve çevrisini alt yazı ile verir.) (Yol / Şerif Gören’in filminde cezaevinden çıkan mahkûmlardan birinin geldiği “yer” belirtilirken görüntünün sağ üst köşesinde “Kürtistan” yazısı belirir. Ülkemizde gösterilmesi bir süre geciken filmin gösteriminde, bu ibarenin kareleri filmden çıkarılmıştı – ama ödül aldığı Cannes’da herhalde böyle bir sahneyi kimse kesmeye tenezzül etmemiştir.)

Farklı bir durum ama, Visconti, Sicilyalı balıkçılar arasında çektiği La Terra Trema’da orada kullanılan yerel dili kullanır ve İtalya’da bile filmin anlaşılmasını nerede ise olanaksız kılar.

Bütün bunları Min Dît (Ben Gördüm) için yazıyorum. Almanya’da yaşayan yönetmen Miraz Bezar’ın Diyarbakır’da doğrudan Kürtçe çektiği filmi San Sebastian Film Festivali’ne katılacakmış. Festivalde filmin ilk gösterimi yapıldığı gibi, ilk veya ikinci filmini çeken yönetmenlerin yarıştığı bölümde de “yeni yönetmen ödülü” için yarışacakmış. Sonra da Hamburg Film Festivali’nde Agenta 2009 Dünya Sineması Bölümü’nde gösterilecekmiş. Giderek küreselleşen dünyamızda, filmlerin künyeleri çoktan birden fazla ülkenin ismini taşır, dolayısı ile de filmler ülkelerarası bir kimlik taşır oldu, ama yine de künyede böyle bir bilginin bulunması gerekiyor. Min Dît’in böyle uluslararası bir yapıt olduğunu zannetmiyorum, çünkü son yıllarda Türk filmi diye benimsediğimiz bir çok filmimizin bir çoğunun bir veya birden fazla ülke ile ortak olarak yapıldığı gördük – bunların farklı farklı nedenleri olabilir. Benim merak ettiğim, kafama takılan sorular şunlar:

1) Min Dît, San Sabestian ve Hamburg’daki festivallere hangi ülke adına katılacak? Kendi soruma cevabı kendim veriyorum: Kürtçe sözlü bir Türk filmi.

2) Şimdiden görüldüğü gibi, film ülke dışında -daha da- gösterilecek; peki ülke içinde gösterime girerken (?) orjinal dili ile mi girecek -alt yazılı olarak-, yoksa dublaj mı yapılacak? Bu soruma henüz cevap bulamadım-mı?

(03 Eylül 2009)

Orhan Ünser

Nefes Kesen Bir Korku

Evdeki Düşman (Orphan)
Yönetmen: Jaume Collet-Serra
Hikaye: Alex Mace
Senaryo: David Johnson
Müzik: John Ottman
Kurgu: Timothy Alverson
Görüntü: Jeff Cutter
Oyuncular: Vera Farmiga (Kate Coleman), Peter Sarsgaard (John Coleman), Isabelle Fuhrman (Esther), CCH Pounder (Rahibe Abigail), Jimmy Bennett (Daniel Coleman), Karel Roden (Dr. Värava), Rosemary Dunsmore (Büyükanne Barbara), Brendan Wall (Detektif)
Yapım: Warner Bros (2009)

İspanyol yönetmen Jaume Collet-Serra’nın “Evdeki Düşman” filmi, gerilimli, tedirgin edici, şiddet yüklü ve çok kanlı. Gizemli bir yetim kız Esther, Coleman ailesinin içine girer ve her şeyi kanlı öfkesiyle yakıp gider.

Kate ve John Coleman çiftinin iki çocukları var. Küçük kızları Max, sağır-dilsiz. Oğulları Danny’yse müziğe meraklı bir çocuk. Danny’nin ağacın tepesinde bir kulübesi bile var. Kate, iki yıl önce kızını ölü doğurmuş ve depresyona girmiş bir anne. Alkol tedavisi bile görmüş. Bu yüzden Yale Üniversitesi’ndeki görevinden de ayrılmış. Film, Kate’in kâbusuyla açılıyor. Hayat veremediği kızının vicdan azabını çekiyor Kate. Sonunda bir kız çocuğu evlât edinmeye karar veriyorlar kocası John’la. Yetimhanede Esther onları hemencecik büyülüyor. Kızlarının ölümü dışında bir sıkıntısı olmayan mutlu mesut bu ailenin hayatına giren Esther, gizemleriyle beraber şiddetini de getiriyor bu sıcak eve. Dokuz yaşındaki Esther’in nefesi evin her yerinde hissediliyor sanki. Müşfik ve sevecen aile, tüm sevgilerini Esther’e vermelerine rağmen her şey çığrından çıkıveriyor. Bir yerlerde bir şeylerin boşluğu var çünkü. Anne Kate, Esther’deki değişiklikleri hemen fark ediyor. Ama, kocası John, kendisine farklı yaklaşan Esther’in iyi kız olduğuna inanıyor. Eve kontrole gelen rahibe Abigail, Esther’in öfkesinin ilk kurbanı oluyor. Sağır-dilsiz küçük Max, Esther’in yaptıklarının sessiz tanığı gibi.

Tedirgin edici, gerilim yüklü ve kanlı…

İspanyol yönetmen Jaume Collet-Serra, 1974 yılında Barcelona’da doğdu. Yönetmenin 2007 yapımı “Goal II: Living the Dream-Bir Rüyayı Yaşamak” adlı futbol içinde gezinen bir filmi de var. Yönetmenin ilk filmi 2005 yapımı “House of Wax-Mumya Evi” korku-gerilimi ülkemizde de gösterime girmişti. İşte bu İspanyol yönetmenin “Orphan-Evdeki Düşman” filminin gerçekten senaryosu iyi yazılmış ve de iyi işlenmiş. Gerilimin ve korkunun nefesine dokunuluyor sanki bu sinemaskop perdede. İç ve dış mekânların neredeyse eşit olarak yansıdığı filmde, hem içeride hem de dışarıda nefes kesen bir gerilim kuşatıyor her tarafı. Film, ABD’nin kuzeydoğusundaki Connecticut eyaletinde geçiyor. Kışın sert geçtiği bu eyalette, film boyunca lapa lapa yağan karlar ve müthiş soğuk atmosfere derinlik katabilmiş. Gerçekten yağan bu karlar, beyaz atmosfer ve soğuk, filmin ruhu sanki. Soğuk, Esther’in ruhunu, sıcaklıksa aileyi hissettiriyor seyirciye. Ama, soğuk öyle öndeki sıcaklığı bile donduruyor. Yönetmen, bu bembeyaz karlarda bile kasvet yaratabilmiş. Bu ürkütücü, irkiltici ve gerilim yüklü film, tam anlamıyla şiddet yüklü ve tam bir kan gölü. Bazı anlardaki şiddet gösterileri gerçekten insanı irkiltiyor. Fonda duyulan müzikler de insanı geriyor yer yer. Tabii ki, ışık düzenlemeleri de bu tedirgin edici atmosfere estetik yönden katkıda bulunmuş.

Alex Mace’in hikâyesinden David Johnson’ın senaryosunu yazdığı “Orphan-Evdeki Düşman”, bir tür “kötü çocuk” korku filmi gibi. Final bölümü tam anlamıyla sürprizli olduğu için fazla derine inmemek gerekiyor. Sinemaseverler, bu filmin tadını çıkartırken, finaldeki gizemlerin cevabını bulduklarında da müthiş keyif alabilirler belki. “Evdeki Düşman”, David Johnson’ın ilk senaryo deneyimi. Johnson, sinemanın birçok alanında çalışmış bir sanatçı. Johnson, 1999 yapımı “The Green Mile-Yeşil Yol” filminde Frank Darabont’un yardımcılığını da yapmıştı. “Orphan”ın da “yetim” anlamına geldiğini belirtelim. Bu filmde, İngilizce ve Estoncayla beraber Amerikan işaret dili de var. Esther’e hayat veren Isabelle Fuhrman, 1997’de Washington’da doğmuş. “Evdeki Düşman” onun ikinci sinema filmi. Isabelle Fuhrman bu filmde “The Glory of Love” (Aşkın Zaferi) şarkısını da söylüyor. Aynı şarkı son jenerikte piyanist, şarkıcı ve komedyen Jimmy Durante’nin (1893-1980) sesinden de dinleniliyor. Bu filmde Pyotr İlyiç Çaykovski’nin büyük sonatlarından “Les Saisons” da (Mevsimler) piyano tınılarıyla duyuluyor. Film biterken salonu hemen terk etmeyin. Son jenerikteki yaratıcılığa dokunun. En azından bir kısa film gibi seyredersiniz.

(02 Eylül 2009)

Ali Erden

Burjuva Sinemasını Yıkan Yönetmen Jean-Luc Godard’dan DVD.ler

Sinemanın yaşayan büyük ustalarından Jean-Luc Godard’ın, sinema tarihine geçmiş üç filmi birden “box set” olarak raflardaki yerini aldı. Sinema tarihinin en yenilikçi ve tartışılan yönetmenlerinden Godard, aynı zamanda Fransız “Yeni Dalga” akımının öncülerinden. 1950’lerden beri aralıksız olarak film çeken Godard, sistemin içinde kalmayı da başaran gerçek bir asi. Filmleri, yaratıcı ve nefes kesici güzellikte olan Godard’ın 1960’larda çektiği ve ‘burjuva sineması’nı yıkan üç filmi Saga Film’den çıkan “box set”te bir arada.

“Çılgın Pierrot”: Yaşantısında ve evliliğinde aradığını bulamayan Ferdinand (Jean-Paul Belmondo), çocuklarının bakıcısı ve aşığı olan Marianne’le amaçsız bir yolculuğa çıkar. Paris’ten Akdeniz kıyılarına uzanan bu yolculukta bir cinayete de karışan çiftin arasındaki gerilim giderek artar. Godard’ın medya, politika, savaş, popüler kültür ve sanat gibi farklı alanlardaki fikirlerinden beslenen 1965 yapımı “Pierrot le Fou-Çılgın Pierrot” sinemada postmodernizmin erken örneklerinden biri olarak kabûl ediliyor. Filmin finali de sinemanın en çarpıcı sonlarından biridir. Amerikalı suç romanları yazarı Lionel White’ın (1905-1985) “Obsession” (Takıntı) romanından uyarlanmış. Renkli ve sinemaskop görüntüler Raoul Coutard’a, müziklerse Antoine Duhamel’e ait.

“Kadın Kadındır”: Striptizci Angela (Anna Karina) bebek istiyor, ancak sevgilisi Emile’in (Jean-Claude Brialy) bu konuda gönlü yok gibi. Angela, kendisini Emile ve en yakın arkadaşı Alfred’in (Jean Paul Belmondo) arasında bulmak üzeredir şimdi. Takıntılılık derecesinde yenilikçi olan Godard, 1961 yapımı “Une Femme est une Femme-Kadın Kadındır”da “Yeni Gerçekçi” sinemayı müzikalle buluşturuyor. Bu film, Amerikan müzikal komedilerine zekice ve neşe dolu bir saygı duruşu da yapıyor. Sinemaskop ve renkli bu filmin görüntüleri Raoul Coutard’a ait. Müzikleriyse Michel Legrand bestelemiş.

“Alfa Kenti”: Godard’ın bilimkurgu ve kara film tarzlarını bir araya getirdiği 1965 yapımı “Alphaville-Alfa Kenti”nde, gizli ajan Lemmy Caution, pek çok işi birden yapıyor: Kaybolan bir başka ajanın izini sürmek, gizemli şehir Alfa Kent’in yaratıcısı Profesör Van Braun’u öldürmek ve şehri yöneten süper bilgisayar Alpha60’ı yok etmek… Ajan Caution (Eddie Constantine), insanların beyninden tüm duyguların silindiği bu karanlık şehirde, “aşk” kelimesinin anlamını bilmeyen bir kadına, Natacha’ya (Anna Karina) aşık olacaktır. Bu film, şair Paul Eluard’ın “Capitale de la Douleur” (Acının Başkenti) şiirinden ilham almış. Filmin çarpıcı siyah-beyaz görüntüleri Raoul Coutard’a, etkileyici müziklerse İstanbul doğumlu Paul Misraki’ye (1908-1998) ait.

(01 Eylül 2009)

Ali Erden

Inglourious Basterds

Charlie Chaplin’in A Countess from Hong Kong filmi için okuduğum bir eleştride -ne yazık ki yazarını hatırlayamıyorum- sonuç olarak varılan yargı şu idi: “Gidin görün, ne olursa olsun, bir Chaplin filmi” evet “ne olursa olsun”. Chaplin hakkında yazmak durumunda kalmamayı seçerim, her zaman, onların döneminin sinemasını bugün tartışmak (bu tamam) ama (bu günün ışığında) eleştirmek, hakkaniyet ile bağdaşmaz.

Inglourious Basterds’e gitmeden önce Tarantino’dan, bu kez savaş konusunda bir şölen bekliyordum, beklememem gerekirmiş, sinema sadece şölen gösterisi değildir. Daha önceki filmleri -hele ilk ikisi- insanı abondone eden tempoları, biçimleri ile belleklerden silinmeyecek filmlerdi. Kill Bill (1-2 demeyeceğim, bana göre ikisi tek, filmdir) tam bir şölendi. Ama Inglourious Basterds, Landa (ikisinde de yer alıyor) ve Aldo, Shosanna arasında bir üçlü dans ritminde bir film, ara sıra eş değiştirselerde.

Savaş filminin, mutlaka muhabere göstermesi gerekmeyeceğini, savaşların ardında kalan topraklarda yaşanan olaylarla, tarih (ve sinema) bize öğretti. Robert Aldrich’in Attack! isimli filmi, gösterdiği savaş içinde hem savaşı, hem de başka şeyleri (komutanlığın ne olduğu, kahramanlık ve korkaklık) anlatan bir filmdi. Tarantino’nun yıllardır üzerinde çalıştığı filmi, western görüntülerini hatırlatan kırsal kesim (Fransa) görüntüleri ile açılıyor ve -alıştığımız- uzun dialoğu ile birinci bölümü kapatıyor; ama western’lerin ABD-li yeni yerleşimcilerine uygulanan kafa derisi yüzmenin, bu kez ABD-lilerce Avrupa’da (Nazi-lere) uygulaması ile de devam ediyor. Shosanna’nın bir kros yarışçısı gibi yaşama koşması sırasında, uzun bir avans veren Landa’nın silâhının mermisinin bitmiş olması (?) veya silâhın ateş almaması, sonraki hesaplaşmalara zemin oluşturmanın sinemasal bir yolu. (Landa, kulübede, askerlerine zemin tahtalarına ateş açmalarını söyledikten sonra kendisi de silâhını kullanıyor da mermisi mi bitiyor, yoksa -bu anlı şanlı Nazi- kemerinde -nerede ateş etti ise- boş silâh mı taşıyor?)

Aradan dört yıl geçip de, artık bir sinema işletmecisi olmuş Shosanna devreye girince, Tarantino da sinema tarihine (her zaman olduğu gibi) göndermeler başlıyor.

Leni Riefenstahl, Henri Georges Clauzot, Shosanna’nın sinema girişinde (isimleri) ve filmleri ile yerlerini alıyorlar. Chaplin’in adı geçiyor, Pabts’ın adı geçiyor. Finaldeki filmin galasında davetliler arasında Emil Jannings de bulunuyor. Bodrum meyhanede alna kart yapıştırılarak oynanan oyundaki isimler, King Kong, Pola Negri. / Ama bazı sorular: “Yurdun Gurur” filminin -her iki taraf için farklı amaçlarla- düzenlenen galasında gösterilecek filmin sonuna -Shosanna’nın fikri olarak- çekilerek eklenen film, küçük bir kamera (8 mm mi – 16 mm mi?) çekilip, o kısa zamanda nereden, nasıl bulunup, zorla yaptırılan banyosundan sonra, ne zaman ve nerede 35 mm bastırılıyor?

Sinema sevdası bir yana, hiç eksilmeyecek sinema tarihine saygısı bir yana Tarantino, sinemanın başka detaylarını da kullanıyor. Shosanna’nın gösterim odasında gösterim sırasında yaptığı, -bizde şanzıman denilen- gösterime ara vermeden bobin değiştirme işlemi, ne yazık ki tamamen çekilmemiş, büyük çoğunluğu var ama tempo içinde yarım bırakılıyor.

Filmden sonra okuduğum Ömür Gedik’in yazısında sözü edilen, -Hitler’e hiç benzemeyen- Hitler’in arkasındaki haritadaki Türkiye toprakları üzerindeki Otmanien ibaresi, benim gözümden kaçmış. Sn. Gedik’in dileğine uyarak, şaka olmasını dileyelim, ama böyle de şaka olmaz ki. (Unutmayalım ki her şey gibi şaka da zıttını, ciddiyeti içerir, şaka ise, ne biçim şakadır-muradı nedir, her ikisi de değilse, bilgisizliktir. Bir konuda bilginiz olmadan film yapabilirsiniz, aman bilginiz olmadan tarihi film yapmaya kalkmayın.)

Tarantino’da (çıplak) ayak fetişizmi sürüyor gibi. Finalde gösterimi yapılan filme konu olan kahramana, gösterim odasının kapısını kilitlemesini söyleyen Shosanna’nın gösterim için giydiği kırmızı tuvaletinin altında -gösterim odasında- tabancasını eline alıp kahramana yönelttiği zaman -neden?- ayakları çıplak (görülüyor). Kahramanı vurur ve bir süre sonra onun tarafından vurulur. Buradaki vurulmalar ve vurmalar, daha önceki Hitler ve Gobbels’in ve bodrum meyhanesindeki çatışmadaki vurulmalar spagetti westernlerdeki vurulmaları çağrıştırır; daha da kanlı ve vuruluş yerleri daha belirgin, kırmızı tuvaleti ve kanları içinde yerde yatarken de ayakları çıplak.

(31 Ağustos 2009)

Orhan Ünser

Kaderden Kaçılır mı Sevgilim?

2000’li yıllarda hayatımıza giren -benim çocukluğuma rast geliyor biraz- Son Durak serisi ilk vizyona girdiğinde, “vaay be süper film” dediğimi hatırlıyorum. Tabii yıllar geçtikçe beğeni anlayışı farklılaşıyor, beklentiler artıyor. Yıllar geçip de Son Durak serisi sayı arttırırken, benim gözümde tadını-tuzunu iyiden iyiye yitirmişti çoktan… Çünkü öyle klişe, öyle sıradan bir senaryosu var ki, birkaç yaratıcı zincirleme Azrail numarası izlemek için vakit harcamaya değer mi diye, düşünmeden edemiyordum.

Tabii son film 3D olunca işler biraz değişti. Yoksa gerçekten izlenecek gibi değil. Bu kez bir yarış alanında olması plânlan olan toplu Azrail kıyımı, yine çakraları açık, temiz yüzlü, iyi kalpli bir çocuğa malûm oluyor. Bu arada kahramanlarımız 4 kişilik bir arkadaş topluluğu, daha doğrusu 2 çift. Birinci çiftimiz, yani esas kız ve esas oğlan sinir bozucu mükemmellikte, diğer çiftse ise bir o kadar itici…

Yarış pisti faciasından son anda yırtan bu dörtlü, Tanrının kendilerine ikinci bir şans verdiğini düşünüp mutlu mesut hayatlarına devam ediyorlar. Uzun sürmüyor elbet. Kısa bir süre, yarış pisti faciasından kendileri gibi kurtulup sonra da bir bir ölen insanları gördükçe bir şeylerin ters gittiğini anlıyorlar. Tabii esas oğlana öteki alemden mesajlar gelmeye devam ediyor. Azrail elini masaya vurup, “sizin de orada ölmeniz lâzımdı, ölenlerin nesi eksikti, Tanrıya karşı mı geliyorsunuz” diye düşüyor yollara ve de peşlerine… “Ben size yapacağımı bilirim” diyerekten de zavallı fanileri birbirinden acımasız yöntemlerle hakkın rahmetine kavuşturuyor. Bir taraftan da bizim kahramanlarımız da Azrail’i alt etme umuduyla çırpınıp duruyorlar.

Nihayetinde, 3D olmasının -oldukça başarılı olduğunu da söyleyelim- dışında pek tadı tuzu yok filmin. Bir de kaderin hesap kitap işlerine inanıyorsanız, işte sırası gelen gidiyor, alnında ne yazıldıysa o mantığına sahipseniz bir nebze daha sevebilirsiniz filmi. Onun dışında pek bir numarası yok.

(28 Ağustos 2009)

Gizem Ertürk

Venedik’te “Aslan” Kükrüyor

02-12 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek 66. Venedik Film Festivali’nde 23 film “Altın Aslan” için yarışıyor. Jacques Rivette, Werner Herzog, Fatih Akın, Giuseppe Tornatore, Claire Denis, Jaco van Dormael, Michael Moore hemen göze çarpıyor.

Venedik Film Festivali, dünyanın en eski ve duayen film festivallerinden. Orada “Altın Aslan” (Leone d’Oro) almak onurların en büyüğü. 66. Venedik Film Festivali, 02-12 Eylül 2009 tarihleri arasında düzenleniyor. Türk kökenli Alman yönetmen Fatih Akın da son filmi “Soul Kitchen” (Ruh Mutfağı) filmiyle “Altın Aslan”ın peşinde. Venedik, Uzakdoğu sinemasını çok seviyor. Bu yıl da yarışmalı bölümde Uzakdoğu sinemalarından örnekler var. Ayrıca sinema tarihinden filmler de sinemaseverlerle buluşacak. Festival, Palermolu Giuseppe Tornatore’nin “Baarìa-La Porta Del Vento” (Rüzgârlı Kapı veya Bilinmeyen Kadın) filmiyle açılıyor. Senaryosunu da yönetmenin yazdığı filmde Monica Bellucci, Raoul Bova, Michele Placido ve Ángela Molina paylaşıyor. Filmin dilleriyse Sicilyaca ve İtalyanca. Elbette müzikler de büyük usta Ennio Morricone’nin. Tornatore’nin bu filmi “Altın Aslan” için de yarışıyor. İtalya adına yarışan bu filme, büyük tutkular, ütopik hayaller ve eğlenceli bir hikâye deniliyor.

Yarışma filmleri…

“Altın Aslan” için 23 film, jürinin gözlerine girmeye çalışıyor. Jüri başkanlığını Tayvanlı usta Ang Lee yapıyor. Lee, bu festivalde iki defa “Altın Aslan”ı kazandı. İlki, 2005’te “Brokeback Mountain-Brokeback Dağı”ydı. İkincisiyse 2007’de “Si, Jie/Lust, Caution-Dikkat Şehvet”ti. Jüride, 2007 yapımı “Mongol-Cengiz Han” filmiyle tanınan 1948 doğumlu Rus yönetmen-senarist Sergey Bodrov, Fransız kadın oyuncu Sandrine Bonnaire, 1974 yapımı “Il Portiere di Notte-Gece Bekçisi” filmiyle tanınan İtalyan kadın yönetmen Liliana Cavani, “Gremlinler” serisiyle bilinen Amerikalı yönetmen Joe Dante, Hintli yönetmen-senarist Anurag Kashyap ve İtalyan komünist-rockçı-söz yazarı-senarist-yönetmen Luciano Ligabue yer alıyor.

Festivalde Fatih Akın’ın Almanya adına yarışan komedi filmi “Soul Kitchen” (Ruh Mutfağı), “Altın Aslan” için yarışıyor. Filmde, “Soul Kitchen” adını verdiği lokantada işleri iyi gitmeyen, üstelik sevgilisi Şanghay’a taşınmış Zinos’un bu karmakarışık hayatını düzene koymak için verdiği mücadele komik bir dille anlatılıyor. Akın’ın bu filminin adı The Doors rock grubunun şarkısını çağrıştırıyor. Filmde Moritz Bleibtreu ve Birol Ünel başrolü paylaşıyor. İranlı, ama New York’ta yaşayan kadın sanatçı Shirin Neshat, çağdaş sanatta fotoğrafçı olarak biliniyor. Kavramsal işleriyle de tanınan Neshat, “Zanan-e Bedun-e Mardan” (Erkekler Olmadan) filmini İranlı yazar Sharnush Parsipur’un hikâyesinden çekmiş. Hikâye, Tahran’da 1953 yazında Amerikan darbesini ve demokratik seçimlerle iktidara gelmiş Başbakan Muhammed Mossadegh dönemini anlatıyor. Filmde, bu politik süreçteki dört kadının macerası yansıyor perdeye. Bu filmin görselliği ve kurgusu gerçekten büyüleyici. İran’ın yakın tarihine bakan bu film mutlaka sinemasal belleğe alınmalı. Almanya adına yarışan “Erkekler Olmadan”, insanı öne alan güçlü politik bir film. Shirin Neshat, 1993 yapımı “Women of Allah/Guardians of Revolution-Allah’ın Kadınları/Devrimin Bekçileri” filmiyle de biliniyor. Jürideki isimlere bakınca, “Erkekler Olmadan” filmi “Altın Aslan”a yakın olabilir mi?

İtalyan yönetmen Giuseppe Capotondi, yönettiği ilk filmi “La Doppia Ora”yla (Çift Zaman), “Altın Aslan” için yarışıyor. Bu etkileyici gerilime, gizemli ve entrika dolu deniliyor. Bu filmin mekânlarıysa Torino ve Slovenya’nın başkenti Ljubljana’dan. 1961’de Roma’da doğan İtalyan kadın yönetmen Francesca Comencini’nin “Lo Spazio Bianco” (Beyaz Boşluk), İtalyan kadın yazar Valeria Parrella’nın romanından uyarlanmış. Film, Napoli’de yaşayan ve gece okulunda öğretmenik yapan hamile Maria’yı anlatıyor. Yönetmen Comencini, aralarında Fatih Akın’ın da bulunduğu ortak yönetmenli 2004 yapımı “Visions of Europe-Şu Avrupa Dedikleri” filminde de çalışmıştı. İtalyan oyuncu-yönetmen Michele Placido’nun “Il Grande Sogno”da (Büyük Hayal), Torino’daki büyük bir araba fabrikasında çalışan işçiler de oynamış. Filmde, 68 kuşağının ruhuna da dokunuluyor.

Shinya Tsukamoto’yu tanıma zamanı…

Hong Konglu yönetmen Pou-Soi Cheang’ın “Yi Ngoi” (Kaza) filmi de “Altın Aslan” için yarışıyor. Yönetmen Cheang, Hong Kong sinemasında aksiyon-gerilim filmleriyle ünlendi. Kiralık katiller, cinayetlerine kaza süsü veriyorlar. Görsel anlamda, kurgu da dahil, sinemasevere çok şey vaddeden bir film bu. Eğer bir aksiyonun bu festivalde işi ne, diyebilirsiniz. Ama, cevabı kolay. Çünkü, orası Venedik Film Festivali ve bu festival Uzakdoğu sinemasını kutsamıştır. 1947’de doğan Hong Konglu fotoğraf sanatçısı ve yönetmen Yonfan’ın (Manshih Yonfan) beş yıl aradan sonra çektiği “Lei Wangzi” (Gözyaşlarının Prensi) filmi de Venedik’te. Yönetmen de bu filminde bir anlatıcı. 1960’ta Tokyo’da doğmuş oyuncu, senarist ve yönetmen Shinya Tsukamoto’nun “Tetsuo: The Bullet Man” (Tetsuo: Kurşun Adam) filmine “siberpunk” deniliyor. Yönetmen bu üçlemenin son filmini İngilizce çekmiş. Bilimkurgu serisinin bu üçüncü filminde Tarantino parmağı da var deniliyor. Bu üçlemenin ilk iki filmi eleştirmenlerden ve seyircilerden övgüler gelmiş. Tetsuo adlı bir sıradan adamın vücudundan metal parçaları çıkıyor sürekli. Hem sinema hem de estetik açısından çarpıcı filmler yapıyor Japon yönetmen Shinya Tsukamoto. “Tetsuo” serisi için, David Cronenberg’ün yakın tarihli “şiddet üçlemesi”ne öncülük ettiği de söyleniyor. İşte bu son “Tetsuo” filmiyle “Altın Aslan”ı istiyor yönetmen Tsukamoto. Bu filmin jüriyi etkileme ihtimali var. Bu filminin kameramanlığını da üstlenmiş yönetmen. Çarpıcı kamera kullanımı, fotoğraf sanatının tadını veren ışık düzenlemeleri, gümüşi tat veren siyah-beyaz görüntüleri ve görsel sanatlara dair birçok şey var bu filmde. Çarpıcı bir görselliğin içinden gelen “Tetsuo: Kurşun Adam”, Venedik jürisini de büyüleyebilir.

Bir Afrika ülkesinde…

1944 doğumlu Fransız yönetmen Patrice Chereau, “Persécution” (Zulüm) filmiyle Venedik’te. Başrollerde Romain Duris, Charlotte Gainsbourg ve Jean-Hugues Anglade var. Filmin senaryosunu da yönetmenle beraber Anne-Louise Trividic yazmış. Chereau, yalnızca film değil tiyatro ve opera da yönetiyor. Yönetmen, 1994 yapımı “La Reine Margot-Kraliçe Margot” filmiyle hatırlanabilir. Film, Daniel’le Sonia’nın sorunlu ilişkisinin içerisinde dolaşıyor. 1948’de Paris’te doğan kadın yönetmen Claire Denis, “White Material” (Beyaz Malzeme) filminin senaryosunu Marie N’Diaye’yle beraber yazmış. Filmin başrollerinde Isabelle Huppert, Nicolas Duvauchelle, Isaach De Bankolé ve Christopher Lambert var. Filmin hikâyesi de adı belirtilmeyen bir Afrika ülkesinde geçiyor. Her şey kahvenin etrafında geziniyor. 1957’de doğan Belçikalı yönetmen Jaco van Dormael’in “Mr Nobody” (Bay Hiçkimse), bir bilimkurgu filmi. Bu filmde Jared Leto (Nemo Nobody), Sarah Polley (Elise), Chiara Caselli (Clara), Linh Dan Pham (Jeanne) oynuyor. Kameramansa Christophe Beaucarne. Filmin dili de Fransızca ve İngilizce. Bu film, Kanada’nın Quebec bölgesinin muhteşem şehirlerinden Montreal’de çekilmiş. Hikâye de 2092’de geçiyor. Mars gezegenine artık insanlar tatile gidiyorlar. Nemo, 120 yaşında ve ölümsüz insanların içinde kalmış tek ölümlü insan. Yönetmeni, 1996 yapımı “Le Huitième Jour-Sekizinci Gün” filmiyle hatırlayabilirsiniz. “Sekizinci Gün” filminde yönetmen “down sendromlu”, yani “mongol” çocukları anlatıyordu ve başrolde de Daniel Auteuil vardı. Yönetmen, tam 13 yıl sonra “Bay Hiçkimse”yi çekmiş ve Venedik’e katılmış. 1928 doğumlu büyük Fransız usta Jacques Rivette de Venedik’te. “36 Vues du Pic Saint-Loup” (St. Loup Tepesi’nin 36 Manzarası) filmi, yaz turnesine çıkmış küçük bir sirki anlatıyor. Filmin başrollerinde de Jane Birkin var. “St. Loup”, “Aziz Kurt” anlamına geliyor.

Mahşer zamanlarında…

Teksaslı modacı Tom Ford, “A Single Man” (Tek Bir Adam) filmini yönetmiş. Bu ilk filmi. Tom Ford bu filmini İngiliz yazar Christopher Isherwood’un (1904-1986) romanından çekmiş. Yazar Isherwood senaryolar da yazmış. Filmin başrollerinde de Colin Firth ve Julianne Moore var. Filmi de sinemaskop çekmiş Tom Ford. Filmin hikâyesi 1962 yılında Los Angeles’ta geçiyor. Ortağının ölümüyle George’un hayatı anlamsızlaşıyor. Yalnızlık üstüne bir film de olabilir bu. Romanı için, “sinir bozucu yıkıcı parlak kitap” denilmiş zamanında. 1942’de Münih’te doğan Alman sinemasının büyük yönetmenlerinden Werner Herzog’un Amerika’da çektiği “Bad Lieutenant: Port of Call New Orleans” (Kötü Teğmen: New Orleans Limanı Arıyor) filminde Nicolas Cage, Val Kilmer, Eva Mendes, Brad Dourif var. Bu film, Abel Ferrara’nın 1992 yapımı “Bad Lieutenant-Kötü Polis” filminin yeniden çevrimi. Herzog’un filminin senaryosunu William M. Finkelstein yazmış. Filmde kötü polisleri ve uyuşturucu kaçakçılarını anlatıyor. Görevine iyi polis olarak başlayan ve Katrina Kasırgası sırasındaki kahramanlığı için madalya alan Terrence, zamanla “sisteme uyum” sağlıyor. İlk filmi çeken yönetmen Abel Ferrara, Herzog’un bu filmine çok öfkelenmiş. 1961’de Avustralya’da doğan John Hillcoat, Amerika’da çektiği “The Road” (Yol) filmiyle “Altın Aslan”ı istiyor. Cormac McCarthy’nin romanından uyarlanan filmde Charlize Theron (eş), Viggo Mortensen (adam) ve Kodi Smit-McPhee (oğul) başroldeler. Müzikleri de Nick Cave ve Warren Ellis bestelemişler. Kameradaysa Javier Aguirresarobe var. Bu değerli İspanyol kameramanı Milos Forman’ın 2006 yapımı “Goya’s Ghosts-Goya’nın Hayaletleri”yle Woody Allen’ın 2008 yapımı “Vicky Cristina Barcelona-Barselona Barselona” filmleriyle hatırlayabilirsiniz. Bu film mahşer üzerine. Filmdeki atmosfer de çok kasvetli. Baba ve oğul, kışın hüküm sürdüğü bu dünyada iyi insanları arıyorlar. Bu filmde küresel ısınmanın sonuçları var. Yönetmen John Hillcoat’u 2005 yapımı “The Proposition-Kanlı Teklif” suç-westerniyle hatırlayabilirsiniz. Senaryosunu da Avustralyalı ünlü müzisyen Nick Cave yazmıştı. Belgeselleriyle Amerika’yı sarsan Michael Moore, son belgeseli “Capitalism: A Love Story” (Kapitalizm: Bir Aşk Hikayesi), küresel ekonomik çöküşler üzerine. Todd Solondz’un yazıp yönettiği “Life During Wartime” (Hayatı Boyunca Savaşta), bir kara mizah filmi. Solodz, Amerikan bağımsız sinemasından geliyor. Yönetmenin tarzının karanlık olduğu söyleniyor. Hatta Michael Haneke’yle bile karşılaştırıyorlar. Yönetmenin Venedik’te yarışan bu filmi, 1998’de yönettiği “Happiness-Mutluluk” filminin devamı deniliyor. “Wartime”, eski İngilizcede “bağışlama” anlamında da kullanılıyormuş. Yönetmen Todd Solodz’a heyecan verici bir yönetmen deniliyor. 1940’ta New York’ta doğan George A. Romero’nun “Survival of the Dead” (Ölüm Hayatta Kalır) korku fillmini yarışmaya alan Venedik’in bir bildiği vardır belki. Saygı duymalı.

Bir gezginin peşinde…

1972’de Viyana’da doğan kadın yönetmen Jessica Hausner’in “Lourdes” filmi, 1858 yılında Fransa’nın güneybatısına yerleşmiş Lourdes komününü anlatıyor. Yönetmen bu filminde Hıristiyan müminlerin haccını, büyük Hıristiyan tapınağını ve o hep söylenegelen şifalı suyu araştırıyor. Yönetmen, 2004 yapımı “Hotel-Oteldeki Sır” filmiyle hatırlanıyor. Hikâye, Pyrenees Dağları’nda geçiyor bu filmde. 1977’de doğan Sri Lankalı yönetmen Vimukthi Jayasundara’nın “Ahasin Wetei” (İki Dünya Arasında), Sri Lanka’da yirmi altı yıl süren iç savaş yıllarını anlatıyor. Savaş sonrasında kültürel çatışmalar da yaşanıyor. Kültürlerarası simgeler de neredeyse hayatın önünde. Hikâyede, bir adam sahilde bir yabancı kadını kurtarıyor ve yolculukları da başlıyor. Jüri, bu film üzerinde de düşünecek herhalde. Mısırlı yönetmen Ahmed Maher’in “El Mosafer” (Gezgin) filminde büyük oyuncu Ömer Şerif (Omar Sharif) oynuyor. Bu film, yönetmenin ilk yönetmenlik deneyimi. Filmde, bir adamın üç dönemi (1948, 1973 ve 2001) anlatılıyor. Mısırlı yönetmen, Roma’da resim ve sinema eğitimi de almış. Bu filmi de İtalya-Mısır ortak yapımı. İsrailli yönetmen Samuel Maoz’un “Levanone” (Lübnan), 1982’de Lübnan’daki savaşı anlatıyor. Haziran 1982… Tankta dört genç İsrail askeri, “terörist” FKÖ militanlarının yaşadığı köyü temizleyecekler. Hiçbir şey plânlandığı gitmez ve panik başlar. “Lübnan”a, “şehvetli” bir film deniliyor. Metaforik anlamda. Film, genelde paslı bir metalin, bir tankın içinde geçiyor.

“Altın Aslan” listesi

1- “Soul Kitchen” (Fatih Akın, Almanya 2009)
2- “Baarìa-La Porta Del Vento” (Giuseppe Tornatore, İtalya-Fransa 2009)
3- “Zanan-e Bedun-e Mardan” (Shirin Neshat, Almanya-Avusturya-Fransa 2009)
4- “La Doppia Ora” (Giuseppe Capotondi, İtalya 2009)
5- “Lo Spazio Bianco” (Francesca Comencini, İtalya 2009)
6- “Il Grande Sogno” (Michele Placido, İtalya-Fransa 2009)
7- “Yi Ngoi” ( Pou-Soi Cheang, Hong Kong 2009)
8- “Lei Wangzi” (Yonfan, Hong Kong, 2009)
9- “Tetsuo: The Bullet Man” (Shinya Tsukamoto, Japonya 2009)
10- “Persécution” (Patrice Chereau, Fransa-Almanya 2009)
11- “White Material” (Claire Denis, Fransa 2009)
12- “Mr Nobody” (Jaco van Dormael, Kanada-Belçika-Fransa-Almanya 2009)
13- “36 Vues du Pic Saint-Loup” (Jacques Rivette, Fransa-İtalya 2009)
14- “A Single Man” (Tom Ford, ABD)
15- “Bad Lieutenant: Port of Call New Orleans” (Werner Herzog, ABD, 2009)
16- “The Road” (John Hillcoat, ABD, 2009)
17- “Capitalism: A Love Story” (Michael Moore, ABD 2009)
18- “Life During Wartime” (Todd Solondz, ABD 2009)
19- “Survival of the Dead” (George A. Romero, ABD-Kanada 2009)
20- “Lourdes” (Jessica Hausner, Avusturya 2009)
21- “Ahasin Wetei” (Vimukthi Jayasundara, Sri Lanka 2009)
22- “El Mosafer” (Ahmed Maher, Mısır-İtalya 2009)
23- “Levanone” (Samuel Maoz, İsrail 2009)

(28 Ağustos 2009)

Ali Erden