Kategori arşivi: Yazılar

New York’ta Aşkın Halleri

İlki “Paris, Je T’Aime – Paris, Seni Seviyorum”la 2006’da çekilen ve 2009’da “New York, I Love You – New York, Seni Seviyorum”la devam eden seri Kudüs’e ve Rio’ya da uğrayacak. 2010 Filmekimi’nde gösterilen bu film şimdi DVD’de sinemaseverlerle buluşuyor.

Emmanuel Benbihy ve Tristan Carne, Paris’ten sonra New York’a aşklarını yönetmenler aracılığıyla gönderiyorlar. 2006 yapımı “Paris, Je T’Aime – Paris, Seni Seviyorum”da yirmiiki yönetmen Paris’ten hikâyeler anlatıyordu. “New York, I Love You – New York, Seni Seviyorum”da on bir yönetmen ve on iki hikâye anlatıyor. Hikâyeler arasında geçiş anları da var. Aslında “New York, Seni Seviyorum”un hikâye anlatışı ve kurgusu “Paris, Seni Seviyorum”dan çok farklı. Paris’te geçen hikâyede yönetmenler kısa filmlerle aşklarını bu şehre gönderiyorlardı. Elbette “New York, Seni Seviyorum” da bir bakıma kısa filmlerle bir aşk göndermesi. Ama, “New York, Seni Seviyorum”un en heyecan verici yönü kurgusu. Bir yönetmenin hikâyesinin içerisinde bir başka yönetmenin hikâyesinin başlangıcı yansıyor, yarım kalmış hikâye bir başka hikâyenin içerisinde tamamlanıyor. “New York, Seni Seviyorum”, onbir yönetmenin kısa filmlerinden değil de, onbir yönetmenin ruhu bir ruhta buluşuyor sanki. “New York, Seni Seviyorum”u bir yönetmen çekmiş gibi his kuşatıyor insanı. New York gibi yaşayan bir şehirde yorgun insanların aşk arayışı var. Bu filmde bazı bölümler gerçekten etkileyici. Filmde hikâye anlatıcı yönetmenlerin anlattığı dışında da anlar var. Bu bölümleri de Randy Balsmeyer yönetmiş. Filmin giriş, aralardaki bazı anlar ve final bölümü gibi. Filmin girişi de çarpıcı. Filmin derinliğindeki hikâyelerde yer bulacak iki genç aynı anda taksiye biniyor ve ilk önce kendi varacakları yerin yakın olduğu üzerine geliştirdikleri diyaloglara dayanamayan göçmen taksi şoförü onları dışarı atıyor. Bu film, 2008’de ölen önemli yönetmenlerden Anthony Minghela’ya adanmış. Filmin kış atmosferinde geçtiğini de belirtelim. Bu filmde kadın – erkek ilişkisinde fark edilen en önemli şeylerden biri, karı – kocalar arada bir sanki yabancılarmış gibi, sanki yeni tanışıyorlarmış gibi birbirleriyle “hoş oyun”lar oynamasını önermesi. Monoton hayata heyecan katmak gerek diyor bu filmin bazı bölümleri.

Aşk, daima aşk…

İlk hikâye, bir yankesicinin peşine düştüğü bir kadın ve savrulan aşkı… Bu bölümün yönetmeni Çinli Jiang Wen. Senaryoyu Yao Meng ve Hu Hong yazmışlar. Filmin kameramanlarıysa Ping Biing ve Maru Lee. Yankesici Ben (Hayden Christensen), fotoğraf kulübesinde resim çektiren Molly’nin (Rachel Wilson) peşine takılır çantasını kapmak için. Parasını alır, cüzdanı çöp kutusuna atar. Moly bir bara gider ve hikâye bambaşka bir hal alır. Molly’nin kocası Garry de (Andy Garcia) gelir ve Ben’e küçük bir ders verir: New York’ta uyanıklardan da uyanıklar vardır. Sonunda aşk kazanıyor ve film başka hikâyelerdeki aşkların peşine düşüyor.

Çok değerli Hintli yönetmen Mira Nair gerçekten etkileyici bir hikâye anlatıyor. Senaryoyu Sekutu Mehta yazmış. Kameramansa Declan Quinn. Yahudi Rifka (Natalie Portman) evleniyor. Rifka, aşırı dinci Yahudi bir erkekle evliliğe hazırlanıyor. Geleneklere göre saçlarını kazıtıyor. Rifka’nın, dükkân sahibi Hintli Mansuhkhbai’yle (Irrfan Khan) konuşmaları geleneklerin ve kültürlerin zenginliğini yansıtıyor sanki. Bu hikâye yarım kalıyor ve filmin derinliğinde bir yerlerde yine seyircinin karşısına çıkıyor. Rifka’nın düğününün ardından yansıyan anlarla bu hikâye bitiyor.

Japon Shunji Iwai’nin yönettiği bölümün hikâyesini Israel Horovitz yazmış. Kameramansa Michael McDonough. Bu etkileyici bölümde genç besteci David (Orlando Bloom), yüzünü hiç görmediği bir kızla, Camille’le (Christina Ricci) hep telefonlarla konuşur. David sevgilisinden ayrılmış ve boşlukta. Dave, John Lennon’un öldürüldüğü yerde elinde de Dostoyevski’nin “Karamozov Kardeşler” romanıyla Camille’i bekliyor. Camille dairesine geliyor ve bir aşk mı başlayacak? John Lennon’ı öldüren David Chapman, Lennon kaldğı oteli “Oz Büyücüsü”ne benzetir. Manhattan’ın ortasında gotik bir yapıya benziyor bu bina. Büyük yönetmen Roman Polanski bu binada 1968 yılında “Rosemary’s Baby – Rosemary’s Bebeği” filmini çekmişti. Polanski bu korku filminde şeytana tapanları yansıtmıştı. Charles Manson ve müritleri, Polanski’nin hamile eşini ve evdeki birkaç kişiyi vahşice katlettiler. Lennon’ın katili bu olayı fotğrafçıdan öğrenince Lennon cinayetine ruhanilik katmış kendince.

Fransız aktör – yönetmen Yvan Attal’ın yönettiği bölümde yalnızlığa ve aşksızlığa düşmüş bir yazarla, yazarın telekız olduğunu bilmeden diyalog kurduğu Çinli kızı etkilemeye çalıştığı bu an, bir kadının kalbine girme hallerinin belgeseli gibi. Bu hikâye de yarım kalıyor ve derinlikte bir yerlerde yine seyircinin karşısına çıkıyor. Antal’ın bir başka kısa hikâyesi: Aslında bu “New York, Seni Seviyorum” filminde sigara içme sorunlarının da altı çiziliyor alttan alta. Bu bölümde de bu fark ediliyor. Alex (Chris Cooper) restoranın kapısında sigara içerken yanına Anna (Robin Wright Penn) geliyor. Karşılıklı sigara içerken iki yabancının konuşmaları gibi birbirleriyle konuşuyorlar. Onlar karı – koca mıydı? Yoksa ayaküstü tanışan ve birbirine ısınan iki insan mı? Kafanız karışıveriyor. Bu bölümlerin de kameramanı Benoit Debie. Senaryoları da Olivier Lecot yazmış.

Filmin geçiş bölümlerinde kameralı bir genç kadının elinde kamerayla hep çekim yaptığını asla unutmayın. Belki de bu hikâyeler onun kamerasıyla yansıyordur, kimbilir.

Köpekli bir genç (Anton Yelchin) eczaneye girer. Genç, eczacı Riccoli’nin (James Caan) “engelli” kızını (Olivia Thrilby) baloya götürür. Bu hikâyenin finali sürprizli. Bu bölümü Amerikalı Brett Ratner yönetmiş. Senaryosunu Jeff Nathanson’ın yazdığı bölümün görüntüleriyse Pawel Edelman’a ait.

Allen Hughes’ın yönettiği bu bölümün senaryosunu Xan Cassavetes ve Stephen Winter yazmış. Görüntülerse Michael McDonough. Gecenin içinde metroda giden bir kadın Lydia (Drea de Matteo), tanıştığı genç adamla geçirdiği romantik anları ve bir anlık ilişkisini iç sesiyle sorgular. Aynı anda genç adam Gus da (Bradley Cooper), Lydia’yla sevişmelerini anar iç sesiyle. Kendini bir Bertolucci filmindeymiş gibi hissetmiş Gus. Gerçekten de bu bölümde “Bertolucci turuncusu” fark ediliyordu. Ayakları onu bir daha bulmak umuduyla gecenin içinde o bara götürür. Bekler. Umutsuzca dışarı çıkar. Taksi çağırır. Sonra Lydia gelir. Bu aşk belki de birkaç günlük değildir.

Anthony Minghela’nın senaryosundan çekilen bu bölümün yönetmeni Hintli Shekhar Kapur. Kameramansa Benoit Debie. Hikâye bir otelde geçiyor. Isabelle (Julie Christie) otele gelir. Yaşlı belboy (John Hurt) kadını karşılar. Genç belboy Jacob (Shia LaBeouf), Isabelle’in bavullarını odaya taşır. Kadın için bu oda hatıralarla doludur. Genç belboy ona hizmet eder, konuşur. Bu bölümün de finali sürprizli. En gizemli ve hatıralara saygı bölümü bu kısa hikaye. Isabelle, hatıralarını arıyor bu otelde, o odada. Geçmişte trajediler de yaşanmıştır belki.

Bu New York hikâyesinde Natalie Portman’ın da bölümü var. Senaryoyu da Portman yazmış. Kameramansa Jean – Louis Bompoint. Bu bölümde Dante (Carlos Acosta), küçük kız Teya’ya (Taylor Geare) bakıyor. Central Park’ta dolaşıyorlar. Akşam da kızı annesine bırakıyor Dante. Anne Maggie’yle (Jacinda Barrett) Dante arasında geçmişte bir şeyler olmuş mudur? Gizem, daima… Teya, Anne – Maggie’yle Dante’nin kızı değil miydi? Bu bölümün sonuna dikkat edilmeli belki. Dante iyi bir dansçı.

Fatih Akın’ın bölümü de gerçekten çarpıcı. Bu bölümün senaryosunu yönetmenin kendisi yazmış. Kameramansa Mauricio Rubenstein. Ressam (Uğur Yücel) New York’a gelir. Yerleşir. Aktar Çinli kızı (Shu Qi) keşfeder, aşık olur. Resmini yapar ve ölür. Bu bölümde ev sahibinde Burt Young oynuyordu. Fatih Akın, “Rocky” seriyalini seviyor sanki.

Geçiş bölümlerini çeken Randall Balsmeyer; Hall Powell, Israel Horovitz ve James C. Strouse’un senaryosuyla son hikâyeyi çekmiş. Kameramansa Michael McDonough. İki sevgili caddede tartışıyorlarken tanıklık ediyor buna yönetmen. Sarah (Eva Amuri), sevgilisi Justin’e (Justin Bartha) bu şehirden dışarı çıkamadıkları için hüzünlü kelimeler savururken, Justin’in Sarah’ya bir sürprizi oluyor. Çünkü aşk için her şeye değer. Bu bölümün ardından gelen bölümdeki yaşlı karı – kocanın hikâyesi her şeyi tamamlıyor sanki. Tartışmalar her devirde oluyor işte. Aslolan beraberlik, aşk ve saygı… Sevgi kazanıyor, daima…

En etkileyici bölümlerden birini Jashua Marston yönetmiş. Senaryosunu da yönetmen yazmış. Görüntülerse Andrij Parekh’e ait. Bu hikâyeyi etkileyici kılan, 63 yıldır evli karı -koca üzerine. Bu bölümde Eli Wallach (Abe) ve Cloris Leachman oynuyor.

Finalse yine Balsmeyer’in geçiş anıyla yansıyor. Kameralı kadın ve aktar Çinli kız. Sonra, acaba bu filmin hikâyeleri kameralı kadının yansıttıkları mı, diye düşünmeye başlıyorsunuz. Zeki anlatımı ve yaratıcı kurgusuyla birbirinden farklı estetiklerden gelen yönetmenlerin estetik yansıtışlarını bir bütünlük içerisinde ruh birliğiyle perdeden yansıtmak zorlu bir yolculuk. Bu filmin kurgusu, modern zamanların bu metropollerindeki ruh hallerini iyi yansıtıyor.

New York, Seni Seviyorum (New York, I Love You)
Konsept: Emmanuel Benbihy-Marina Grasic
Fikir: Tristan Carne
Geçiş Yönetmeni: Randall Balsmeyer
Geçiş Seraryosu: Hall Powell, Israel Horovitz, James C. Strouse
Geçiş Kameramanı: Michael McDonough
Yapım: ABD – Fransa (2009)

(19 Kasım 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Bitlis’te Beş Minare’den Hareketle…

Filmlerin çeşitli sınıflandırmaları, sıralamaları vardır. Maliyet bütçeleri bunlardan biri olabilir, fakat bu sadece maliyet bütçesidir, filmin sinema değerini belirlemez. Bir suikast (otomobilin havaya uçurulması) ile açılan New York’ta Beş Minare, bilgisayar oyunlarına benzeyen polis baskınları ile devam ediyor. (Bu arada bir soru: Bu bilgisayar oyunu arasına yerleştirilmiş, toplu ayin sahneleri (!) bir camii de çekilmiştir?) Polisin, FBI’dan da destekli Interpol araştırmaları cümlesinden yapılan çalışmalar sonucu iki polis New York’a uçar. FBI’ın yakaladığı, uzun zamandır aranan Hacı’yı teslim alacaklardır. (“Hacı” ne yapmıştır -Hacı’ya ‘deccal’ da denilmektedir.) Hacı ne ile suçlandığını Amerikan polisine de sorar, Amerikalı ajan Hacı’nın 11 Eylül saldırısının plânlayıcısı olduğuna inanır -bu olayda kardeşini kaybetmiştir. Türk polisi Fırat da (Yılmaz Güney’in Umutsuzlar’ının kahramanının adı da Fırat değil mi idi?) döverek konuşturduğu bir kişiden ‘deccal’in Hacı olduğunu öğrenmiştir.

(Aziz Nesin fıkra olarak yazmıştı: Amerika’da suçluları sorgularken kullanılan bir yalan makinesi icat edilir ve emniyetçe kullanılması için mucidi tarafından Türkiye’ye getirilir. Mucit aletine çok güvenir, “Deneyelim” derler ve suçluluğu sabit olmuş -fakat hâlâ inkâr eden- bir hükümlüye uygulamak isterler ve uygulanır da, suçlu inkâr eder. Amerikalı, “Peki”, der, “siz nasıl konuşturursunuz suçluları?” “Sizde deneyelim” derler ve Amerikalıyı dayaktan geçirirler. Amerikalı, yalan makinesine bağlanan suçlunun suçu ile daha faili bulunamamış başka cinayetleri de “işlediğini” itiraf eder.)

Bu Nesin’in mizahçılığının bir görüngesi ama bizzat Amerikalılar yaptığı bir çok filmde polisin “ifade alırken” zanlılara neler yaptığını bir çok kez gördük. Oralara kadar gitmeyin, televizyonlarda yayınlanan Arka Sokaklar’a bakın fırsat bulduğunuz bir aralık. Hacı’nın “suçluluğunun” delilini bu şekilde elde etmiş New York yolcusu Fırat’ın aynı görüşteki arkadaşı Acar ile beraber, New York polisince (aslında FBI) soruşturmaya sokulmak istenmemesi, sadece izleyici durumunda kalmalarına neden olur. Ama sonunda Hacı’yı teslim alırlar ve havaalanına giderken Hacı adamlarınca kaçırılır.

Hacı, aslında marketler zinciri olan otuz yıldır New York’ta yaşayan Hristiyan bir kadınla evli bir aile babasıdır. (Evliliğin eşiğinde bir kızı var). Hacı’nın otuz yıl önce sokaklardan topladığı, “adam ve Müslüman” yaptığı bir zenci arkadaşı vardır. Fırat ve Acar, Hacı’ya FBI’dan önce ulaşırlar ama onların eline geçer ve misafirleri olurlar. Zamanla Acar, Hacı’nın suçsuzluğuna inanır.

Hacı herkes tarafından aklanırken Fırat başta olmak üzere, polisimiz ve FBI tarafından suçlanır ve kendisine somut hiç bir suç isnat edilmez, önce direnen Hacı bir müddet sonra suçlamaları kabûl etmemekle beraber, otuz yıldır gitmediği ülkesine, polis nezaretinde götürülmeyi kabûl eder. Geldiği ülkesinde sorgular devam eder ve bilinmez bir köşeye gelince Fırat da çark eder, “Hacı suçsuzdur” der. Hacı hakkındaki suçlamalar devam ederken, suçların asıl azmettireni, gerçek “deccal” yakalanır, artık Hacı otuz yıl sonra Bitlis’e gidecek, anasının elini öpebilecektir.

Bütün film boyunca kafamı kurcalayan bir -pardon iki- soru: Hacı, bir takım İslamcı, kadına terör eylemleri yapan örgütlerin -hangi örgüt?- azmettiricisi midir? Bunun böyle olmadığı filmde de gösteriliyor ve Hacı’dan özürler dileniyor (!?) da. Hacı her şeyi sakin karşılayıp, dini inancı (ve bilgisi) sağlam biri olarak NEDEN bir mafya babası gibi yaşıyor? Çevresinde beli silâhlı adamlar, polis nakil aracına sis -ve diğer- bombalarla yapılan saldırılar, adamlarının (marketin müdürünün) ketumluğu… FBI cephesinde ise soruşturmayı yürüten ajanın her rastladığına kartvizitini verip -özellikle Fırat ve arkadaşına 24 saat araya bileceklerini söylemesi…

Sonunda ülkesine dönen Hacı, Fırat ve Acar tarafından Bitlis’e götürülür, burada anası vardır, biri daha vardır: Fırat’ın dedesi, yıllar önce oğlu (Fırat’ın babası) öldürülmüştür ve cinayeti ‘çocuk’ Hacı’nın işlediğine inanır, oysa babası işlemiş ve silâhı Hacı’nın eline verip, “üstlenmesini” istemiştir. Fırat, dedesinin bu bilgisinin doldurulmuşluğu ile büyümüş, polis olmuştur, sırf Hacı’yı yakalamak için –FBI ajanı da Hacı’yı kardeşinin öldüğü 11 Eylül saldırısının azmettiricisi olarak arar (asıl neden olarak)- sırf bunun için gitmiştir New York’a, yani New York yolunun başlangıcı Bitlis’te atılan tohumlardır. Bitlis’te Beş Minare adında bir türkümüz vardır, filmin adındaki “minareler” -tabii ki çoğul, ‘beş’ tane – buradan geliyor da, New York’ta ‘minare’ var mı bilemiyorum (ben gitmedim) ancak filmde göremedim ama “ezan sesi” duydum… (Söylenmemesi gereken bir söz ama bir ‘ihtilaf’ konusu da olan film adında, neden minare geçiyor, anlamış değilim, sadece FBI ajanları konuşurken, -New York’taki- “5 cami bölgesinde Hacı’nın bulanamadığı” sözü geçiyordu, minareler her halde bu camilerin minareleridir.)

Filmin orjinalinde, en azından Amerikalılar ve de polisimiz Acar, Amerikalılarla İngilizce konuşuyor, benim denk geldiğim kopya dublaj yapılmış olduğu için herkesTürkçe konuşuyordu ve arkadaşı Acar (dublaj sonucu) Amerikalılar ile de Türkçe konuşunca hemen yanındaki Fırat -İngilizce bilmediğinden- aval aval bakınıp “ne söylediklerini” soruyordu. Komikliğinde bir sınırı vardır ve çok az da olsa Kürtçe konuşmalar -hadi ayetlerin okunduğu Arapça konuşmaları geçelim- neden dublaj yapılmamıştı? -veya niye İngilizce konuşmalar dublajlı idi?

Sinema tarihimizin “en pahalıya mal olmuş filmi” olarak anılan New York’ta Beş Minare kendisine yakıştırılmak istenilen bu ibareye rağmen, senaryo zafiyeti taşıyan, gösterişli ve ucuz, mali değil sinema bakımından ucuz bir film.

Yine söylemeden çekinmeyeceğim, filmin en beğendiğim sahnesi, Hacı’nın kızı ile nişanlısının, evlenmek üzere ellerinde giysi torbaları ile evden çıktıkları ve koşarak uzaklaştıkları sahne oldu. Filmin hikâyesi ile hiç bir bağlantısı yok fakat filmin en sinema olan yeri. filme hiç konmasa da olurdu ama iyi ki çekilmiş, iyi ki konulmuş, hani Bunuel’in mealen, “en zayıf filmde bile sinema keyfi veren belirli bir bölüm vardır” demesi gibi, bu sahne bana sinema keyfi verdi.

(14 Kasım 2010)

Orhan Ünser

Bir Kitap… Bir Film

2010 yılı 47. Antalya Film Festivali için Övgü Gökçe ile Fırat Yücel’in hazırladığı Başka Türlü Bir Hikâye NUR SÜRER kitabını okudum. İlginç. Sinemamızın ilginç oyuncularından Nur Sürer üzerine, filmlerinden söz eden ve Sürer ile yapılmış bir söyleşiyi de içeren bir kitap. Kitap hakkında yazmayacağım, Sürer’in bir filmini, kitap nedeni ile sinemamız (sinema) hakkında ele alarak yazmak istediğim izlenimlerimi iletmek istiyorum.

Film: Kiraz Çiçek Açıyor. Yaşar Seriner’in yönettiği 1990 yılı yapımı. Senaryo: Macit Koper. Filmin adındaki “Kiraz” filmde Sürer’in canlandırdığı karakterin adı. Kocası Almanya’ya çalışmaya gitmiş, bir çocuğu ve kayınvalidesi ile oturan kırsal kesimli bir kadının öyküsü. Köylerinin yanından geçen otoyolda çoğunluğu kamyon sürücüleri ile para karşılığı ilişkiye giren bir kadın, bu Kiraz. Bir süre aynı yol üzerindeki bir dinlenme yeri / lokanta (aş evi) sahibi (Halil Ergün) Kiraz’a yanında çalışmasını, fahişeliği bırakmasını önerir. Ve Kiraz bu uğrak yerinde çalışmaya başlar…

Bu arada komşular köyde olanları kocasına iletmişlerdir. Koca, öldürmek niyeti ile köye gelir, Kiraz’ı lokantada çalışır görür ve niyetini gerçekleştiremez. 1990 yılı filmi olması nedeni ile filmi 90 veya 91 yılında gördüm, sinemada. Aynı günlerde filmin karelerinden çekilerek düzenlenen bir “foto-roman” bir gazetenin (?) ekinde yayınlanıyordu. Gazetede yayınlanan bu foto-roman’ın finalinde Sürer kocası tarafından öldürülmüş olarak asfaltta yatmakta idi, son karelerde (öldürülmüştü). Film ve foto-roman farklı yapımlar olsa idi hiç bir sorun yok idi (yine de yok!) ama foto-roman’da yayınlandığı hali ile verilen sonun da film içinde çekilmiş olması gerekir, fakat filmde kullanılmamış olması, filmin kurguda üretildiğinin (Rosellini) ilginç bir uygulamasını oluşturmaktadır.

Filmlerde üretim aşamasında kullanılmayan (kullanılamayan) bazı sahneler olabilir, bu bir zorunluluk da olabilir, yeni bir yorumlama da. Bu film için bir “zorunluluk” olduğunu düşünmüyorum. Ama aklıma da “Acaba filmin ‘farklı’ kurgulanmış bir kopyası olabilir mi?” sorusu da gelmiyor değil. Bu olasılığı öteleyerek, (benim gördüğüm) filmden uzaklaştırmak istiyorum.

Film: Vay Arkadaş (Kemal Uzun). Kemal Uzun, 1985 yılında Ümit Efekan’ın İlyas Salman’ın baş rolünü oynadığı Ya Ya Ya Şa Şa Şa filminde “oyunculuk” da yapmış (bir futbolcuyu oynuyordu), televizyondan gelme bir yeni sinemacı. Vay Arkadaş, seyretmesi rahat, -kişiye göre değişebilen- izler bırakabilecek bir film. (Önemli mi, bilmiyorum ama verilen arada bir tanıdığı ile cep telefonu ile konuşan bir kadın seyirci, Vay Arkadaş’da ilk yarıda “çok güldüğünü” ısrarla belirtiyordu. Film komedi filmi, ben hiç gülmedim ama bu bir eleştiri değil. Filmin komedi olması da “güldürme” önkoşulunu taşımaz.) Filmin “arkadaş” olan erkek oyuncuları (Ali Atay – Fırat Tanış – Mete Horozoğlu) abartılı da olsa filmi götürüyorlar. Yalnız mafya babasının “kitap” takıntısına ben de takıldım. Eğitim üzerine didaktik filmlerimizde bile “kitap” hakkında bu kadar lâf edilmez. Buradaki bu takıntıyı anlayamadım. Ama asıl sorunum film ile değil, filmde Demet Evgar’ın -babasının- kamera(sı)ya kaydettiği, boru ile yaptığı dans gösterisi medyaya konu oldu. Evgar’ın bu dansı yapmak için 2,5 ay ders almasını yazdılar, doğrudur, yazılabilir (hatta yazılmalı) ama bu sahnenin bir strip-tease sahnesi olduğunda medyanın ağız birliği etmesine ne demeli. Ya ben strip-tease’in ne olduğunu bilmiyorum, ya da medyamız.

Tunç Başaran’ın Üç Kral Serseri (1970) filminin afişinde Feri Cansel’in elleri başının üzerinde bağlı, belden yukarısı çıplak, sırttan görülen bir fotoğrafı yer almaktadır fakat böyle bir sahne filmde yoktur. Bu yapımcı firmanın / afiş hazırlayanın yaptığı, seyirciye yönelik kabûl edilebilir bir aldatmacadır. Belki Vay Arkadaş’daki borulu dans sahnesinden de strip-tease’miş gibi söz edilmesi, yapımcı düzenlemesidir (artık öyle yapımcılar kaldı mı?) ama medyanın -dans için 2,5 ay ders alındığına değinerek, sonrada- strip-tease ortak kararına varması, cevabı hiç bir zaman alınamayacak (?) bir soru olarak kalacaktır.

Adı anılmadan “erotikliğin” altı çizilse de (aslında şimdilerde filmlerde erotik sahne bulunması hiç de ilginç bir şey değil), bazı medyada bu sahnenin erotik değil komik olduğu yazılsa da, değişen bir şey olmamaktadır. Bütün bunlar yerine filmin, sinemamızın geldiği bugünkü konumda da, abartmadan, gereksinim duyulan yapımlardan biri olduğunun altı biraz daha çizilse doğru olacağı düşüncesindeyim.

(11 Kasım 2010)

Orhan Ünser

New York, New York

Sadi Bey’in -Yarım Porsiyon- Twitter Günlükleri: (Mevzu eskiyeceğinden günlük bu seferlik çok kısa oldu, mağrurunuza affuren arz ederim. “Mağrurunuza affuren” diye bir ifade tabiî ki yok, “mümkün mertebe”ye özendiğimden öyle yazdım, aslında “affınıza mağruren” olmalıydı.)

“New York’ta Beş Minare” için herkes “Mahsun’un üçüncü filmi, Mahsun’un üçüncü filmi” diyor. Bir TV röportajında da kendisi “Aslında …

New York’ta Beş Minare ilk film olacaktı, ancak Beyaz Melek öne geçti.” mee’alinde birşeyler söyledi. 1987 yılında Temel …

… Gürsu’nun yönettiği “Sarışınım – Yaşamak Haram Oldu”da Mahsun rolünde Yılmaz Morgül mü oynadı, Nail Kırmızıgül mü? Ben mi yanlış …

… hatırlıyorum, Washington’un Etrafı Dumanlı Dağlar?

Beyazperde Yazısı: Her problem için beyefendi, bir çözüm vardır. (Red, Yön: Robert Schwentke.)

New York geçmişte kaldı, geleceğe bakarsak, bugün Çağan Irmak’ın son filmi “Prensesin Uykusu” basına gösterildi. Çok çok beğendim. Hani …

“Babam ve Oğlum’dan daha da duygusal olmuş” diyesim geliyor. Çağan Irmak her filminde farklı ve değişik bir konuya el atıyor.

“Prensesin Uykusu”nu çok sevme nedenim belki de başroldeki “Gülen Adam” Çağlar Çorumlu’nun filmin muhtelif yerlerinde ağaçlara …

… sarılması ve onları okşamasıdır. Bu nedenle filmi sadibey.com’daki “Sadi Bey’in Ağaçları” bölümüyle kardeş film ilân ettim.

Sinemamızın diğer “Gülen Adamı” bilindiği üzere Kemal Sunal’dır. Çağan Irmak filmde Yeşilçam sinemasına çok hoş göndermeler yapmış.

Genco Erkal’ın canlandırdığı yönetmenimiz gerçek hayattaki gibi çok sevimliydi, onu seviyoruz, her zaman başımızın tacıdır.

(09 Kasım 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Paranormal Activity 2

Beğenin ya da beğenmeyin, Paranormal Activity günümüz korku sineması için bir milât… Türün etkisini iyiden iyiye yitirdiği 2000 sonrasında, Paranormal Activity bir elektro şok etkisi yarattı. Tabi Paranormal Activity de dahil olmak üzere birçok filmin ilham kaynağı olan Blair Cadısı’nı unutmamak lâzım. Parlak bir fikir, milyon dolarlar harcanarak yapılan birçok Hollywood yapımını bir anda solda sıfır bırakabiliyor. Blair Cadısı da, Paranormal Activity’de bu başarıya sahip yenilikçi filmlerden… Sırf bu yüzden bile saygıyı hak ediyor.

Devam filmine geçmeden önce ilk filmi kısaca hatırlayalım. Birlikte yaşayan genç bir çiftin evlerinde birtakım doğaüstü olaylar yaşanıyordu. Çift, geceleri uyudukları odaya kamera yerleştiriyor ve bir sonraki gün, gece boyunca olup bitenleri izleyip neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Günden güne işler kötüleşiyor, öteki alemden gelen varlık kontrolü tamamen ele geçiriyordu.

İlk filmde, ikinci filme referans olan bazı bilgileri de öğreniyorduk. Katie’ye musallat olan bu şeytani varlık aslında kız kardeşlerin çocukken yaşadıkları bir kâbusun ta kendisiydi. Bu yüzden evi barkı yanıp kül olan bu aile geçmişe bir set çekmiş ve yeni bir hayata başlamıştı. Ancak yıllar sonra bir şey onu yeniden harekete geçirmişti. İkinci filmde bunun nedenini de öğreniyoruz.

Peki Paranormal Activity 2 iyi bir devam filmi olma başarısını yakalayabilmiş mi? Devam filmleri her zaman risktir ve çoğu ilkini mumla aratır. İlk filmle kimsenin beklemediği bir başarı elde eden Oren Peli’nin, bu kez yönetmen koltuğunu Tod Wiliams’a bırakmasının nedeni de devam filmi kaygısının açık bir göstergesi. Bence ikinci filme, devam filminden öte bir başlangıç filmi desek daha doğru olur. Yönetmen senaryo üzerinde o kadar kafa yormuş ve oynamış ki, iki film bütünleşmişler.

İnanın ya da inanmayın paranormal olaylar insanları her zaman ürkütür. Çünkü buna benzer hikâyeleri hangi din, ülke ya da inanıştan olsun birçok insandan duymuşuzdur. Veya bir gün benim de başıma gelirse düşüncesi bile tırsmak için yeterli bir sebeptir. Filmi sinema salonunda izleme keyfinden geri kalmayın. Bir de tabiki akşam ya da gece seanslarını tercih edin. Eve dönüp yatağınıza yattığınızda en ufak bir tıkırtının sizi yerinizden zıplatacağını garanti ediyorum.

(26 Ekim 2010)

Gizem Ertürk

29 Ekim 2010 Haftası

“Son Ayin”, “Race with the Devil” (1975) ile akraba olan bir film. Amerika’nın, modern düşünce sistemlerine direnen fanatik ‘derinliklerinde’, Tanrı’ya inanan çoğunluğun içinde yuvalanan Şeytan’a (ve iblislerine) tapanlara dair, seyircinin, kendi inancı ve durduğu yere göre iki farklı şekilde de ‘görebileceği / yorumlayabileceği’ bir korku öyküsü. Yine el kamerasıyla, gerçekliğin idrak edilebileceği şekilde çekilmiş. Tema etkili mi? Evet! Korkar mısınız? Bilmiyorum!

“Sihirbaz”, 1959 yılında, varyetelerin rock gruplarına yerlerini bıraktığı dönemde, yalnız bir Fransız illüzyonistin, önce İskoçya kıyılarının küçük kasabalarında, sonra yanına takılan genç kızla Edinburgh’da mesleğine devam etmek istemesini, ancak değişen dünyanın sert gerçekleri sonunda yeniden işsizliğine ve üşütücü tek başınalığına dönmesini, muhteşem komedyen Tati’nin (1907 – 1982) kızına yazdığı bir mektuptan yola çıkarak öykülüyor. Canlandırmada çizgilerin gücünün, bir hikâyeyi nasıl salt görüntülerle anlatabileceğini ve bir kentin, bir mekânın, bir karakterin animasyon dünyasından içeriye alındığında, nasıl hem kendine özgü, hem de stilistik bir dokuya kavuşabileceğinin değerli örneklerinden. Pastel bir güzellik… Şefkatin tanımı. Bir film, izleyenin, çoğu kez ‘dondurucuda saklanan’ insani duygularını ancak bu denli başarıyla ısıtabilir.

“Nefes Nefese”, ABD sınırına yakın, dünyanın en tehlikeli kenti Juarez’deki yer altı dünyasında, ölümüne çok az kalmış küçük kızı için yasadışı organ nakli peşinde koşan Amerikalı savcının -bu suç dünyası içinde- hızlanan kalp atışlarını izleyene aynen yansıttığı gerilim. Vicdanının adalet talep eden sesi ile kızının umutsuzca almaya çalıştığı nefes arasında kalan adamın çarpıcı kararına giden süreçte, her unsuruyla başarılı bir dram. Meselesini, hikâyesinin ayrıntılarıyla sağlamlaştıran bir film!
Uzun eleştiri için tıklayınız.

30 Ekim 2010

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Bakırköy / Bahçelievler

Bakırköy’e akşamları İETT otobüsleri ile dönen Güven Bey, tek başına yaşadığı evini, iş yerinde ailesi ile birlikte yaşadığı ‘yuva’ olarak gösterir, her gün saat dörtte okuldan dönen kızı (Çiçek) telefon ederek babası ile konuşmaktadır. İşini ‘saat’ olarak dahi aksatmayan Güven Bey, bu düzeni sürdürürken masasında karısı ile kızının -aslında bir dergiden kesilmiş bir kadın ile çocuğun- fotoğrafı durmaktadır. İşyerine yeni gelen, yeni çalışanın, kapısında ‘muhasebe’ yazan Güven Bey’in yanına yerleştirilmesi bir şeyleri değiştirecektir…

O güne kadar her gün saat dörtte çalan telefonla konuşan Güven müdürünün yanında olduğundan ve telefon beklediği için huzursuz iken çalan telefonu -ister istemez- oda arkadaşı Arzu hanım açacaktır ve karşısında ‘uyandırma servisini’ bulacaktır… Daha sonra Arzu, Güven’in evinde gerçek karısının fotoğrafını görecek ve ‘insanların çok değiştiği’ konuşulacaktır bir kaç cümle ile aralarında…

Arzu’nun beş yaşında bir kızı vardır ve kocası ile ilişkileri kopma noktasına gelmiştir. Beş yıl önce bir gün, doğumuna kısa bir süre kalmış olan Güven’in karısı kocasının ısrarı ile ‘ormana’ kamp yapmaya giderken; alkolik kocasının ağırdan alması ile sancıları son aşamaya gelmiş Arzu’nun çığlıkları üzerine acele ile yola çıkan karı koca hastaneye giderken acele geçtikleri bir KAVŞAK’ta gidiş yönlerine dik olarak seyreden Güven’in kullandığı arabanın ani durmasına neden olunca, arkadan çarpan bir araba yüzünden karısını ve -doğmamış kızını- kaybeder…

Bakıcısının bir gün izin alması nedeni ile Arzu artık beş yaşında olan kızını bir gün iş yerine getirir ama Güven hâlâ -doğamamış- kızı ile ‘uyandırma servisi’ aracılığı ile her gün saat dörtte konuştuğunu “göstermekte”dir çevresindekilere… Daha başka kişilerde var, Güven’in iş yerinde -kız kardeşi ameliyat olacaktır, O’na para bulmak durumundaki- servis çalışanı ve O’nu izlemeye çalışan aynı serviste çalışan kız; kiracı olarak oturduğu evi müteahhide vermek düşüncesindeki, kızından şüphelenip döverek sokağa atan, sinir gerginliği içindeki emekli polis; Arzu’nun kaç defa tövbe ettiği belirsiz, ayrılmalarından sonra iyice kontrolünü kaybetmiş alkolikliğin eşiğindeki kocası…

Telefonda, karşısında ‘uyandırma servisini’ bulan ve masadaki fotoğrafın (anne / kız) bir yakıştırma olduğunu öğrenen Arzu, -gizliden- Güven’i araştırmaya girince, edindiği bilgilerden sonra, bir gün Güven üstüne gelince, meraklılığının doğru olmadığı ikazını alır ama şemsiyesini arabasında unutan Güven’in evine gidip, -gerçeği- anlatıp anlatmak istemediğini soracaktır, -yalnız- Güven, kimselere söylemediği şeyleri Arzu’ya anlatacaktır… Güven’in doğrudan veya dolaylı katkıları ile evi müteahhide vermekten vaz geçen emekli polis, sokağa attığı, sonradan evden kaçacak kızına almamakta direndiği telefonu alacak, muhasebenin açık vermesine neden olan servis elemanının kız kardeşi başarılı bir ameliyat geçirecek ve hastanede ziyaretlerine giden Güven -elemanına – o işin (!) çözüldüğünü söyleyecektir. Arzu ise kucağındaki çocuğu ile kendilerini kapıda şaşkın karşılayan kocasının kapısını çalar ve Güven sandıkda sakladığı defin ruhsatını çıkararak yıllardır gitmediği mezarlıkta, hamile iken ölen karısını ziyarete gider. -ilk defa MI?-

Selim Demirdelen’in yazarak yönettiği Kavşak, iyimserliği biraz öne çıkarılmış finali ile de olsa, bir kişi (Güven) aracılığı ile bize gündelik yaşamın içindeki karşılaşmaları -finalde sonuçlandırma gibi bir kolaya kaçsa da- anlatıyor.

Bahçelievler’de oturan, baba baskısındaki delikanlı, kendisine tutkun Van’lı kız ile birazda arkadaşlarının gaz vermesi ile ilişki kurar ve babasının tepkisi ile karşılaşır. Alkollü ilken yaptığı trafik kazasından babasının ilişkileri nedeni ile -kendilerinin çözümleyemediği- trafik raporundan kurtulur. Askere gitmemek için, ilgilenmediği açık öğrenimde okur görünmektedir, babasının iş yerinde bir şey yapmazken gönderildiği Gebze’deki şantiyede yetkiyi ele geçirirse yeteri kadar bilgisi olmadığı konularda bile nasıl baskıcı olduğunu gösterecektir. Geliştirdikleri ilişki sonunda evlenmeyi bile düşündüğü kızı, babasının kabûl etmemesi nedeni ile kendinden uzaklaştıracak ve bu sırada akrabalarınca memleketine götürülünce kurtulmuş olduğuna sevinecektir. Kısa süren Gebze -“sürgün” mü demeli?- günlerinden sonra zaten içinde olduğu ÇOĞUNLUKa -sağlam- bir dönüş yapacaktır.

Seren Yüce, Çoğunluk filminde, “öyküsüz” bir film ile karşımıza çıkıyor. Filme öyküsüz diyorum, bu uzun yıllar Yeşilçam filmlerinde derdin “çoğunlukla” öykü anlatmaktan kaynaklanmış olmasından geliyor. Anlatılmak istenen öykünün tutarlı olup olmaması önemli değildi o dönem ama bu olgu hep vardı. Yeşilçam döneminde gündelik yaşamı anlatmak pek itibar edilmeyen bir olgudur. Yüce filminde gündelik yaşamdaki kişilerin davranışları ile anlatısını sürdürürken, büyük sözler söylemeden -oysa bu önemli- bir dönem içinde bulunulan düzenin dışınına bilinçsiz olarak çıkılmasının olanaklı olmayacağını gösteriyor.

Bir akşam yemeği sofrasında bitirilen filmde her akşam eve dönen kişiler belli bir ritüel ile ayakkabılarını çıkarırlar Yüce bunu her defasında tekrarlatıp filmine yerleştirmiş ve bu böylece sürüp gidecektir. Bir takım ilişkilerle değiştirilen rapor sonucu, trafik kazasında hasar gören taksinin, şoförünün, kasko sigortayla yetinmesinin neden olunmasından sonra, şoförün Gebze’ye gelip “kaderine razı” olduğunu söylemesi ve -bir anlık geçici pişmanlığın- duyulması ile duygusallaşan film, şantiyedeki diğer davranışlarla gerçekçiliğine tekrar dönecektir.

Çoğunluk gerçekci finali ile sonuçlanırken, sıra dışı -karşılarındaki kişilerce beklenmeyen davranışlarda bulunan- Güven Bey’in neden olduğu olaylar ile giderek romantikleşen bir sonuca ulaşır Kavşak. İki yeni yönetmen, Yüce ve –Anlat İstanbul’daki skecini gözardı etmeksizin- Demirdelen, ilk filmleri ile sinemamızda büyük lâflar etmeden, gösterişe kaçmadan ama bir çok şeyi içinde barındıran çalışmaları ile izlenilmeyi hak ediyorlar.

(24 Ekim 2010)

Orhan Ünser

Derviş Zaim’le Vicdan ve Hakikatin Peşinde

Derviş Zaim’le; son filmi “Gölgeler ve Suretler”in teknik sorunlar yüzünden gecikmeli olarak gerçekleştirilen galasından bir gün sonra ve ödüllerin açıklanmasına saatler kala görüşme olanağı bulduk. Basın söyleşisinde, “Cenneti Beklerken” ve “Nokta”nın ardından gelen filmiyle üçlemeyi tamamlayan Zaim, coğrafyanın her defasında farklı noktalarını göstermeye çalıştığını vurgulamıştı.

Geleneksel formlardan yola çıkarak film yapma mantığını “kes-yapıştır” olarak adlandırdığı yöntem yerine bu unsurların yapılarına bakıp onlardan hareket etmek ve bunların nasıl metafor üreteceğini düşünmek olarak açıklayan yönetmen, temel başvuru kaynakları arasında (Karagöz’ün dışında) Eflatun’un “etik” meselesini gösteriyordu.

Senaryo danışmanları arasında bir Yunanlı yazarın da bulunduğunu belirten Derviş Zaim, ele aldığı dönemin olaylarına mesafeli yaklaştığını özellikle vurguluyordu. Festivalden (kişisel bir yorum olsa da, şaşırtıcı biçimde) yalnızca SİYAD ve Kurgu ödülüyle dönen “Gölgeler ve Suretler”in, yakın bir gelecekte kimi tartışmaların merkezine oturacağını şimdiden söyleyebiliriz:

Sinemanızda bu toprakların geleneksel formlarından yararlanmak konusuna basın toplantısında bir parça açıklık getirmiştiniz. Başlangıçta bunu biraz daha açmak istiyorum. Gölge oyunu ve 60’lardaki Kıbrıs… Bu iki unsur nasıl bir araya geldi?

Gölge oyunu aslında her yere girebilir; ama şöyle bir tespitte bulunabiliriz Gölge meselesine ilişkin olarak: Eflatun’un meşhur mağara metaforunu göz önüne alarak konuşalım. Mağara duvarına vuran gölgeler ve o gölgelere bakıp, dışardaki esas nesnelerin nasıl olduğunu tahmin etmeye çalışan esirlerden bahseder Eflatun ve ahlâki / etik olarak bütün sistemini bunun üzerine kurar, özgürleşmeyi bu yolla savunur. Dolayısıyla insanın karanlık tarafıyla kurduğu ilişki söz konusu olduğunda, gölge oyununun bu kadar yoğun kötülüklerin yaşandığı bir coğrafyayla ilişkilendirmek bağlamında benim işime çok yarayacağını söyleyebilirim. Asıl ilgi alanım olan insanın karanlık tarafını incelerken çerçeveyi Kıbrıs olarak ele almanın mümkün olabileceğini düşündüm.

Belki kritik ya da rahatsız edici bir soru olabilir; ancak filminizin gösterime girmesinin hemen ardından, (bir gün önceki basın toplantısında da ipuçlarını edindiğimiz üzere) sıklıkla karşılaşacağınızı düşünüyorum: “Gölgeler ve Suretler”, -olaylara mesafeli yaklaştığınızı belirtmenize karşın- resmi tarihin izini sürmek veya onu aklamaya çalışmak türünden iddialarla karşı karşıya kalabilir.

Bir film ortaya çıktıktan sonra; seyirci, eleştirmen, yazar-çizer cephesinde okunması anlamında bazı iddialarla karşı karşıya kalabilir; ama ben yorumlara röportajlar aracılığıyla yanıt vermektense, filmimin kendisinin bir cevap oluşturmasını isterim. “Gölgeler ve Suretler” zaten buna benzer sorulara dürüstlük ya da durduğu yer bağlamında yeterince açıklık getiriyor, bu anlamda içim son derece müsterih. Buna rağmen, “resmi tarih” tezleri vb. yaklaşımlara dair belirtmeden geçemeyeceğim bazı şeyler var: Olaylara Rumlar cephesinden bakıldığında, onlar 60’lı yılları yok sayıyorlar ve şöyle bir argüman geliştiriyorlar: “Bizler önceden gayet güzel yaşıyorduk, daha sonra Türkler emperyalizmin ajanı olarak 1974’te adaya girdi ve bütün bu olaylar başladı.” Dolayısıyla 60’lar, onlar adına varolan bir zaman dilimi değil; yani onların resmi tarihinde böyle bir dönem hiç yok. Dolayısıyla filmi izleme olanağı bulan 18 yaşındaki bir Rum genci de kendi yakın tarihiyle ve coğrafyasıyla ilgili önemli bir bilgiye sahip olacak. Bunun özgürleştirici bir tarafı var. Yine mağara metaforuyla ifade edecek olursak: gölgeleri değil de, gölgelere sebep olan nesneleri gösteriyor bu film. Bu hem Türkler, hem de Rumlar için böyle.

Tam da bu noktada, filminizdeki Rum oyuncuların her gün sınırı geçerek çekimlere katıldıklarını belirttiğinizi hatırlıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam, pek çok şeyi riske ettiklerini söylemiştiniz. Bu konuyu oldukça önemli buluyorum.

Bakın, Popi Avraam, 2003’teki Rum halkı tarafından %75’le reddedilen referandum esnasında “evet” oyu verenlerden biriydi ve dört yıl boyunca iş bulamadı. Yıllar sonra Kuzey’de çekilen bir Türk filmine her gün sınırı geçerek katıldı ve bu onun adına büyük bir riskti.

Kuşkusuz filmin bir de Rum kamuoyu cephesi var. “Gölgeler ve Suretler”in o tarafta nasıl karşılanacağını düşünüyorsunuz?

Muhtemelen beğenilmeyecektir; ancak bu tür filmler beğenilecek / sevilmeyecek türünden yaklaşımlardan ziyade ele alınmalıdır. Sinema tarihinde örneklerine defalarca rastladığımız üzere, böyle filmler, insanların yoğun olarak aynı fikri paylaştıkları yapımlar kategorisine girmezler; ama farklı görüşler uyandırabilirler ve bu da önemli bir şeydir.

Bu arada filmin yapımcılığını da üstlendiniz ve bu durumu “bir delilik yaptım!” şeklinde açıkladınız.

Yapımcı olarak akıllı bir insan, gider Taksim ve çevresinde üç haftada filmini çeker ve işine devam eder. Akılsız bir insan ise benim yaptığım gibi Kıbrıs’a gider ve film çekmeye çalışır; çünkü bunun finansal ve lojistik, hizmetler, maliyet ve gümrüğe dair bir sürü problemi vardır, risk faktörü neredeyse iki katına çıkar. Dolayısıyla bunun, -üstelik günümüzde değil, 40 yıl önce geçen bir hikâye olduğunu düşünürseniz- böylesi bir bütçeyle kendi adıma bir çılgınlık ve aynı zamanda bir yapım başarısı olduğunu vurgulamam gerekiyor. Sonuçta yapmayı çok istediğim bir filmdi, şimdiye kadar söylenmemiş bir cümlenin söylenmesi gerekiyordu. İnsanlar kalkıp da “filânca tarihin sözcüsü” türünden kelimeler sarfedebilirler; ancak şunu unutmamak gerekiyor: bir yerde acı çekiliyorsa bunun resmisi-gayriresmisi olmaz. Bu acının dile getirilmesi gerekiyordu ve ben de bunu yaptım. “Eğer gerçekliği gösterirsem resmi tarih beni kullanır” diye düşünüyorsanız, çekilen bir acıyı perdeye getirmemek suçuna iştirak edersiniz ve tarih de bunun hesabını bir biçimde Kıbrıslı bir sanatçı olarak bana soracaktır.

Dilerseniz filme dönelim. Filmin iki kadın karakterin portreleri, Ada’da yaşayan iki unsuru adeta simgeler nitelikte çizilmiş. Finaldeki karmaşa dışında köyde başka kadın figürüne rastlayamıyoruz.

Dikkate almanız açısından üstüne basarak söylüyorum, bir erkek tarafından çekilen bu filmin başrol karakterleri, gerek dramatik yapı gerek de hacim olarak kadınlar. Kadına yaklaşımımı, bilinçli/bilinçsiz önyargıları dışlamaya çalışan tavrımı film esnasında gözlemlemiş olmalısınız. “Gölgeler ve Suretler”de kadın karakterler, en olumsuz koşullarda dahi tek başına ayakta durabilmektedir. Anna karakterine bakın: oğluyla yaşamaktadır, bir kahve çalıştırmakta ve tek başına var olmaya çabalamaktadır. Kendi kararlarını kendisi verir, erkeklerin dayatmalarına rağmen inisiyatif alıp uygulayabilen bir yapıdadır. Diğer cephede yer alan kız ise erkeklerden oluşan bir topluluğun baskılarına ve karşı koyuşlarına rağmen babasını aramaya kararlıdır. Köyün erkekleri komutanla konuşmaya cesaret edemezken o bu görevi başarır, kısacası kendi hayatına dair kararları alıp uygulayabilecek durumdadır. Türk sinemasında kadınların temsili konusunda geçer not alan çalışmaların çok az olduğunu takdir edersiniz. Ben bu konuda da oldukça müsterihim.

Filmde ‘zaman ve mekânın oynak inşa edilmesi’ üzerinde durduğunuz ve sıklıkla vurgu yaptığınız bir başka konu.

Bu konuyu pek çok bağlamda konuşmamız mümkün olabilir. Karagöz ve Hacivat konusuna kafa yormaya başladığınız zaman bunun biraz da Araf’ta olmayı gerektiren bir durum olduğunu farkediyorsunuz. Gölge oyununu oluşturan metinlerin tamamında bu durumu görebilirsiniz, Karagöz oynatıcısı Araf’tadır, o herşeyi söyler, hiçbir şeyden sakınmaz. Bu filmi çekerken bunun farkındaydım. Dolayısıyla biçim ve içeriğin araştırılmasında gene önceki filmlerimde olduğu gibi Gölge Oyunu’na bakarak, bundan bir şeyleri filme yapı olarak aktarmaya karar verdim. Bu noktada, perdenin sonsuz görüntüleri içerebilecek bir potansiyele sahip olması kritik bir kavramdı. Fotoğraf geçişlerini hatırlarsanız, görüntünün kendisinin bir başka karakter tarafından alınıp, bir sonraki plânda gösterilecek bir geçiş haline dönüştürüldüğünü farkedersiniz. Ruhsar’ın yaşadığı evin içerisinde bulunan o fotoğraflar odadaki masanın üzerinde öylece duruyorlar ve filmde yer alan karakterlerin geçmişleri ve gelecekleriyle ilişki içindeler. Hayat, bize bazı yeni biçimler sunuyor; mağaranın duvarındaki görmek, onları yorumlamak, ya da dışarıdaki esas nesneleri farkedip özgürleşmek bize bağlı olan şeylerdir. Yani hayat bize masanın üzerinde fotoğraflar sunuyor; ister onlara bakar ve birleştir, onların ardındaki gerçeklere ulaşırız, istersek de özgürleşiriz. Film, bunun biçimlerini kavramaya çalışıyor diyebiliriz.

Karamsar gibi görünen; ama belki de yaşanılanın özetine işaret eden final, babanın yeniden belirmesiyle farklı bir yöne kanalize oluyor sanki… Bugüne gelirsek, Ada’da hâlâ sancılı bir süreç var; kalıcı barış ve bir arada yaşama koşullarının sağlanması önündeki engeller sürüyor.

Bu mesele Hukuk’la, yeni bir Anayasa’yla ve karşılıklı görüşmelerle çözülecek bunlara inanıyorum; ama insanların ruhuna, kalbine ve aklına hitap edemezseniz, üç-beş sene sonra yine silâhların konuştuğunu görürsünüz. Bu noktada “ne yapmalı” sorusunu kendimize sormamız gerekiyor: Demek ki bu işin vicdan ve akılla çok yakın bir ilişkisi var. Bu ikisi arasındaki bağı ve kaynaşmayı en çok sinema yoluyla sağlayabileceğimizi düşünüyorum. “Gölgeler ve Suretler” en çok bunun için yapıldı. Bu işlerin farkında olmayan Türk ve Rum gençleri bu filmi görsünler, akıl ve vicdan melekeleriyle, durumlarla ilgili fikir yürütsünler; çünkü siz vicdanınızı ve aklınızı harekete geçirmezseniz Anayasa’ya atılan imzalar üç günde ortadan kaldırılır. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle doludur. Buradan hareket ederek, kendi sinemamı da ilgilendirmesi bağlamında ‘vicdan ve hakikat’ diyorum.

Bir diğer konu da, filmde finalden önce beliren karamsarlık. Bu, sinemadki ilk günlerimden beri dikkatli olduğum bir konu. Filmlerimin sonu problematik olabilir; ama karamsarlığa soru işareti koyuyorum. Tüm o yaşanan acılara, köyden sürgün edilişlere rağmen kız babasını bulur. Babası o son noktada, gene Kıbrıs’a özgü bir stilde Karagöz oynatmakta ve şunları söylemektedir: “Belki bir gün aklımız ve ruhumuz arasında bir denge olur, iyi insanlar olur ve mağaradan çıkarız.” Dolayısıyla bu sonu bütünüyle karamsar olarak da nitelememek gerekir. “Böyle gelmiş, böyle gider” türünden kaderciliğe ve yazgıya mahkûm olmak akıllıca ve vicdani bir şey olmaz.

Bütün bunların sonucunda, “Gölgeler ve Suretler”de gerçeğe sadık kalmaya, o dönemi perdede doğru biçimde temsil etmeye gayret ettim. 60’larda sürülen, yok sayılan taraf Türklerdi. Bu gerçeğin bu biçimde perdeye aktarılmaması hakikate ve benim değerlerime aykırı olacaktı. Öte yandan benim Kıbrıs’a ilişkin bakış açımı yargılamak isteyenlerin “Çamur”u bir kez daha izlemelerini tavsiye ederim.

Bütün bunların ışığında sinemanızı ve bir bütün olarak sinemamızı kapsayacak bir soruyla sonlandırmak istiyorum. Bugün Türkiye’de bir Derviş Zaim Sineması gerçeği var ve filmlerindeki kavrayış, 47. Portakal’da da bolca gözlemleme olanağı bulduğumuz gibi özellikle Batı’da (ya da içerde, kimi çevrelerce) övgüye boğulan yapımların biçim/anlatım kalıplarından uzakta bir yere konuşlanıyor.

Altyazı’da iki bölüm halinde yayınlanan bir makale yazmış, özellikle de ikinci bölümün sonunda Batı’nın Türk sinemasına bakışını ve bizden nasıl filmler talep ettiğini açıklamaya çalışmıştım. Özetle yineleyebilirim ki, Batı bizden kendi taleplerine uygun filmler istiyor. Üstelik bu filmleri hem biçim hem de içerik olarak talep ediyor. (Eskiden bu talepleri sadece biçimsel olarak ifade ederdik; ancak bugün ikisini birlikte ele almamız ve kavramsallaştırmamız gerektiğini düşünüyorum.) Bunu ben ‘ehlilleştirilmiş öteki’ olarak adlandırıyorum. Yabanıl bir şey var orada ve onu o haliyle kabûl etmiyor, kendi süzgecinden geçirdiği şaraba, bala, yağa yatırdığın ve istediği koşullarda hazırladığın ve sunduğun koşullarda kabûl ediyor, hazmedebiliyor. Aksi taktirde dışarda bırakıyor. Bunun iyi tarafı ne? Ülkenin görünürlüğü artıyor diyebilirsiniz, Batıyı fethettiğinizi düşünebilir “Türkler geliyor’” diye böbürlenebilirsiniz. Görünürde gerçekten de güzel şeyler olabilir; ancak bizim kafa kafaya verip Türk sinemasının ortak aklının şunu tartışması gerekiyor: “Bu süreç bize neyi kaybettiriyor?” Bu sorunun yanıtının bizde var olan bir takım potansiyellerin ortaya çıkmasını engellediği olduğunu düşünüyorum. Bu ancak bizi şöyle bir köle ahlâkına götürebilir; “ben, ancak onlara yarandığım zaman bir yerlere gelebiliyorum.” Yapabileceğimiz üç-beş-on şey varken, ancak bir kaç tanesini değerlendirerek, o potansiyeli aktife geçirerek hayatınızı idame ettirebileceğiniz anlamına geliyor. Sinemada yapmanız gereken ve belki de daha değerli olacak olan alternatifleri ta başından itibaren dışarda bırakmanızın yaratacağı sonuçların ortak akılla tartışılması büyük önem taşıyor ve bundan sonraki on yıllar içinde esas gündeme gelecek olanın bu olacağını söylüyorum.

(23 Ekim 2010)

Tuncer Çetinkaya
Modern Zamanlar Sinema Dergisi
m_zamanlar@hotmail.com
www.modernzamanlar.com

Doğuştan Bir Dahi: Orson Welles

Sinemanın önemli sanatçısı Orson Welles sinemanın temel yönetmenlerindendi. 1941’de çektiği “Yurttaş Kane”, sinemanın gelmiş geçmiş en önemli filmidir. Sinema onu özlüyor. Ama televizyon kanalları hariç.

Orson Welles, doğuştan bir dahiydi. Daha üç yaşında Shakespeare oynadı. Yirmili yaşlarının başlarında bir radyo programıyla Amerika’yı birbirine kattı. Welles on altı yaşında Dublin’de başrol oynadı “Gate Theater”da. Doğumundan ölümüne kadar mutluluğa pek ulaşamadı. Çocukluğunda ardarda anne ve babası öldü. 6 Mayıs 1915’te Winconsin’de doğan Welles, 10 Ekim 1985’te Los Aneles’ta öldü. Sanat dışında hayatı mutsuzluklarla geçen Welles’in, sanatın içerisindeki arayışları ve denemeleri sinema sanatının gelişimine çok önemli katkılar sağladı.

Önce tiyatro…

Welles, sinemaya gelmeden önce tiyatroya sundu yaratıcılığını. New York’taki tiyatro mabedi Broadway’de hem oyunculuk yaptı hem de oyunlar yazdı. Radyo skeçleri de yapıyordu. Kendi tiyatrosunun oyuncularının oynadığı radyo skeçlerinde de büyük başarı kazandı. Özellikle 1938’de, H. G. Wells’ten uyarladığı “The War of the World – Dünyalar Savaşı” radyo oyunu, Amerikalıları birbirine kattı. Korkunç bir tedirginlik ve kaos yarattı bu oyun. Radyo oyununda, Marslıların Amerika’yı istilâ ettikleri sahneleniyordu. Her şey öyle bir gerçekçi bir dille yansıtıldı ki, Amerikalılar gerçekten Marslıların ABD’yi istilâ ettiklerine inandılar. Bu başarı ödülsüz kalmadı ve Hollywood’dan davet aldı Welles.

İlk filmi başyapıt…

Welles, Herman J. Mankiewicz’le ortak yazdığı senaryodan 1941’de çektiği “Citizen Kane – Yurttaş Kane”, her yönüyle olay bir filmdir. Hem anlattıklarıyla hem de sanatsal diliyle. Welles’in yirmi altı yaşında çektiği bu film, sinema tarihi içindeki soruşturmalarda gelmiş geçmiş en iyi filmi oldu hep. Filmde kısaca, bir basın imparatorunun hayatını geriye dönüşlerle anlatılıyordu. Gazete patronu Charles Foster Kane’in ölürken söylediği bir son söz vardı. Kane, “rosebud” der. Yani “goncagül…” Kimse bunun anlamını bilmez. Bir gazeteci bu kelimenin anlamının peşine düşer ve dışarıya karşı çok güçlü ama zavallı bir adamın hikâyesiyle karşılaşır. Welles’in anlatım dili çok çarpıcıdır. Film, şimdiki zamanı, gazetecinin araştırmalarıyla yansıtırken, geriye dönüşleri de belli bir sırayla yansıtmıyordu. Hangi tanık neyi anlatıyorsa film onu gösteriyordu. Böyle olunca seyirci parçaları birbirine ekleyip bir bütünlük oluşturuyordu zihinsel anlamda. Bu filme bir kişi karşı çıktı: Amerika’nın basın imparatoru William Randolph Hearts… Çünkü, filmde anlatılanların kendi hayatına benzediğini öne sürdü. Filmi yapan RKO şirketi, gelen baskılara dayanamayarak filmin kurgusuyla oynadı. “Yurttaş Kane”, gerçeklik üzerine de çok güçlü filmdi. Bu filme dair bir hatıramız da var… 1980’lerin ortalarında İzmir’in Güzelyalı semtinde parkın yanınıdaki kahvehanede “Yurttaş Kane” filmini seyretmiştik. TRT ilk defa gösteriyordu bu filmi. Film başladığında kahvehane birdenbire doldu. Çoğunluğu ayakta “Yurttaş Kane”i seyretti insanlar. Tıpkı heyecanlı bir dünya kupası finalini seyreder gibi. İnsan hayatında gerçeküstü bir anı kaç defa yaşayabilir ki.

‘Alan derinliği…’

Öncelikle bu film, 1940’lardan başlayarak günümüze kadar birçok sinemacıyı etkiledi. Filmin kurgusunun şaşırtıcılığıyla beraber, teknik yönleriyle de etkilemiştir sinemacıları. Filmin görüntü yönetmen Gregg Toland’ın kamerası da sinemada devrim yarattı. Öncelikle kullandığı objektiflerle. Bunlar bir ilk olduğu için, çekimlere deneysel olarak bile yaklaşıldı. Kameraman Toland, bugün çok basit olan teknik işlemler yapmıştı filmde. Kamerada kısa odak uzaklıklı objektifler kullanarak “alan derinliği” yaratmıştı. Bu teknik durum, Rönesans’taki “perspektif”in bulunuşu kadar önemlidiydi. “Yurttaş Kane” filmine kadar görüntüde derinlik duygusu belirgin değildi. Aslında bu olay, basit bir teknik gelişim değil, gerçekliğin yeniden yorumlanması için de sanat estetisyenlerine yeni bakış açıları verdi. Sinemada gerçekçi geleneğin “Yurttaş Kane”le başladığı söyleniyor hep. Bu teknikle, mekânların (uzamların) bütünlüğü sağlandığı ve kurguyla gerçekliğe müdahale edilemediği için, seyirci gerçekliği yorumlayabiliyor. Welles’in bu önemli filminin bir diğer özelliği, “dışavurumcu” estetiği de yetkin bir estetikle perdeye yansıtabilmesiydi. Özellikle ışık düzenlemeleriyle. Gölgeler ve derinliği hissettiren ışık düzenlemeleriyle, karakterlerin ruh hali perdeye yansıyordu böylelikle.

Diğer filmleri…

Sinemada “enfant terrible”. yani “yaramaz çocuk” diye anılmaya başlanan Welles, 2. Dünya Savaşı’nda askerleri eğlendirmek için oyuncu Marlene Dietrich’le beraber oyunlar sahneye koydu. 1945 yılında Hollywood bu “yaramaz çocuğa” bir fırsat daha verdi. Senaryoya sadık kalırsa filmi çekeceği söylendi. O da kabul etti. “Stranger -Yabancı” filminde, Edward G. Robinson’la karşılıklı oynadı. Filmi de yöneten Welles, Amerika’ya kaçmış cani bir Nazi’yi anlattı. Amerika’da saygın bir rahip olan ve kimliğini kimsenin bilmediği Nazi’nin peşine deneyimli bir dedektif düşüyordu.

Kadınlara karşı derin olmasa da yine de içekapanık olan Welles, Anthony Quinn’in çöpçatanlığıyla ulaştığı ve evlendiği ünlü oyuncu Rita Hayworth’la “The Lady from Shanghai – Şanghaylı Kadın”ı 1948’de çekti. Dört yıl evli kaldığı Hayworth’la boşandıktan sonra bu filmi yapmıştı Welles. Bu film seyirciden ilgi görmedi. Ardından aynı yıl Shakespeare’den “Macbeth”i çekti. Otoriteler, Welles’in tiyatro, özellikle Shakespeare uyarlamalarının daha iyi olduğunu söylüyor.

50’lerden sonra…

Filmlerini çekebilmek için para bulamayan Welles, başka yönetmenlerin kötü filmlerinde oynamak zorunda kaldı. 1958’de yönettiği “Touch of Evil – Bitmeyen Balayı”nda, Meksika’nın sınır kasabası Los Robles’ten hikâyeler anlattı. Virane kasabaya balayına gelen yeni evlenmiş bir çiftin kaosun içine düşmesini anlatıyordu bu film. Özellikle filmin girişi, bugün bile muhteşem bir hayranlıkla izleniyor. Çok uzun ve tek bir çekimle Amerika’dan Meksika’ya giren “dolly”ye takılı kamera kayar, kayar, kayar ve kasabanın köhne viraneliğinin içine dalar. Geceleri yaşayan bu Kaliforniya sınırındaki kasaba, Avrupa şehirlerinin “kitsch”i gibidir. Filmin estetik yönü ve kullanılan ışık düzenlemeleri, dışavurumcu anlatımla buluşuyordu.

Welles, en iyi Kafka uyarlamalarından biri olan “The Trial – Dava”yı 1962’de çekti. Bu film bir bakıma modernizmin düş kırıklığı olabilir belki de. Yirminci yüzyıl, faşizmi ve korkunç soykırımı yarattı. Welles’in “Dava”sını, hem Kafka’nın yabancılaşmasıyla hem de modernizmin çürümüşlüğüyle birleştirebilirsiniz. Welles’in Joseph K.’yı takip eden kamerasından yansıyan alabildiğine uzanan bir çölle Auschwitz’i andıran bir toplama kampından kurtulmuş insanlar vardır. Filmin bu sahnesi ve finali, Welles’in kendi düş kırıklıklarını yansıtıyor. Finalde Joseph K. kuyunun içindedir. Kendisine atılan dinamite dokunur ve mantar bulutu gökyüzüne yükselir. Welles bu filmi Avrupa’da çekti. Bir süre orada yaşadı. Yaşlılık dönemini Amerika’da geçirdi. Welles, sinemanın temel yönetmenlerinden biriydi.

(23 Ekim 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Poppy Daima Mutlu

Poppy’nin sevgilisi yok, yalnız, ama mutlu. İlkokul öğretmeni Poppy, iyi erkeklerin bir yerlere gittiği Londra’da aşka büyük özlem duysa da onu hiçbir şey mutsuz edemiyor. Gülüyor. Aşkı bekliyor. 2008 Filmekimi’nde gösterilen “Daima Mutlu” vizyona çıkamadı. Şimd, DVD’de.

Mike Leigh, İngiliz sinemasının Ken Loach’la beraber yaşayan önemli yönetmenlerinden. Filmlerinde orta sınıfı, gerçekçi ve de yer yer mizahi açıdan perdeye yansıtıyor. 20 Şubat 1943 yılında Manchester’da doğan Yahudi kökenli Leigh, İngiliz “Özgür Sinema” akımının içinde yer almadı. 1970’lerin başından bu yana süren sinema yolculuğu günümüzde de sürdürüyor. Televizyonda da dramalar çeken Leigh, 1971 yılında “Bleak Moments – Kasvetli Anlar”la ilk filmini çekti. “Happy-Go-Lucky / Daima Mutlu” onun on ikinci filmi oldu. Nihilist diye nitelendirilen filmi 1993 yapımı “Naked – Çıplak”la Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü almıştı. Leigh, 1996 yılında da yine Cannes Film Festivali’nde “Secrets and Lies -Sırlar ve Yalanlar”la “Altın Palmiye”yi kazanmıştı.

‘Gamsız’ Poppy…

Leigh usta, son filmi “Daima Mutlu”da Londra’da ilkokul öğretmenliği yapan genç bir kadın Poppy’yi anlatıyor. Poppy, insanı çileden çıkartacak kadar hep iyimser. Hep gülüyor. Hep konuşuyor. Hep mutlu. Ama, sevgilisi yok. Poppy, evi bir kız arkadaşı Zoe’yla paylaşıyor. Onun da sevgilisi yok. İyi erkekleri bekliyorlar. O iyi erkekler nereye gitmişler ki? Hangi erkek, Poppy gibi güzel ve daima mutlu bir kadını hayatında istemez? Poppy, bisikletinden sıkılınca araba almak istiyor. Ama, ehliyeti yok. Ehliyet alabilmek için de hep sinirli Scott’a başvuruyor. Scott’tan ders almaya başlayan Poppy, sorunlu öğrencisi Nick’i fark ediyor. Nick, okulda sürekli arkadaşlarıyla kavga ediyor. Nick’in sorunu çözmek için okulun müdiresi Heather’a başvuruyor Poppy. Okula, Sosyal hizmet görevlisi Tim geliyor. Sanki Nick, Scott’ın çocukluğunu yaşamış. Scott, kadınlara karşı öfkeli. Hem onlara ulaşamıyor hem de çocukluğundan gelen bir travması var. En azından çocukluğu Nick gibi geçmiş. Nick’in babası yok. Annesinin erkek arkadaşı Jason evlerinde kalıyormuş ve Nick’e kötü davranıyormuş hep. Mutsuz ve agresif Nick de öfkesini arkadaşlarından çıkartıyor böylece. Hiç sevgilisi olmayan Poppy de bu arada, sosyal hizmet görevlisi Tim’e ilgi duymaya başlıyor. Tango derslerine katılıyor. Evsiz (homeless) bir adamla dostluk kuruyor. Bu berbat dünyada daima mutlu Poppy. Filmin orijinal adı “Happy-Go-Lucky”, İngilizcede bir deyim ve “gamsız” anlamına geliyor. Argoda da kibarca “sevgilisi yok” demek. Tam tamına Poppy de bu tanıma uyuyor işte. Mike Leigh’in bu “Daima Mutlu” filmi, 2008 Berlin Film Festivali’nde Poppy’ye hayat veren Sally Hawkins’e de “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü kazandırmıştı. “Daima Mutlu”, Leigh’in sinemaskop çalıştığı bir filmdi. Londra’yı merak edenler için de iyi bir film bu.

Daima Mutlu (Happy-Go-Lucky)
Yönetmen-Senaryo: Mike Leigh
Müzik: Gary Yershon
Görüntü: Dick Pope
Oyuncular: Sally Hawkins (Poppy), Eddie Marson (Scott), Alexis Zegerman (Zoe), Samuel Roukin (Tim), Sylvestra Le Touzel (Heather), Jack MacGeachin (Nick)
Yapım: Film4 (2008)

(19 Ekim 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

22 Ekim 2010 Haftası

“Sosyal Ağ”ın, salt, başlangıcı 2003 – 04 olan sosyal görüngü, şu an dünyanın en kalabalık üçüncü ülkesi olan Facebook’un kısa yaşamı üzerine olduğunu düşünürseniz yanılırsınız. Bu film, yaradılıştan bu yana tüm bir insanlık tarihini belirleyen, hırs, azim, dayanışma, kıskançlık, ihanet, çatışma gibi, öykü anlatma sanatlarının temalarından bir kısmını içeriyor. Ve öyküyü de, popüler sosyalleşme ağı Facebook’a insanların kurgulayıp yükledikleri ‘gerçekler’ gibi, karakterlerin bakış açılarından üç farklı ‘gerçek’le sunuyor. Nabzı kavramış, mükemmel bir ritimle tabii… Siyahla beyaz arasındaki tonlarda ilerleyen, sinema talebelerine ders olarak okutulması gereken bir senaryo; bu çok yakın geçmişe, oyuncularla birlikte keskin bir ‘dönüş yapmış’ yönetmenlik! Bu yılın en iyilerinden.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

“Son Savaşçı”, M. S. 117’de İngiltere’de yayılmaya çalışan Romalıları gerilla taktikleriyle engelleyen Pict halkının hâkimiyetindeki bölgede sıkışan Komutan Quintus Dias ve bir grup askerin kurtulma yolculuğunun hikâyesi: Sert, vahşi, şiddetli, kirli, karanlık, çarpıcı… Yayılmacılığın ve çirkin politikaların bedellerini herkesin, hem işgâle uğrayıp her şeylerini kaybedenlerin hem de işgâl edenlerin ödediği, insanoğlunun güç gösterisini lânetleyen bir dram. Yüksek bütçeli filmlerin ‘plâstik’ gösterilerinden uzak, çıplak vücuda saplanan çeliği iyice hissettirip, et parçalarının dokusunu ve kanın kokusunu algılatan bir gerçeklik! Bir İngiliz yapımı!

“Paranormal Activity 2” ile ilgili, Paramount Pictures’ın gizlilik politikasına bağlı kalarak, sadece fena halde tırstığımı söylemekle yetineceğim. İpucu 1: İlk filmle direkt bağlantılı. İpucu 2: Jenerik izleyenler, film bittikten sonra kararmış perdeye bakarak bir dakika kadar beklemek zorunda! İpucu 3: Yönetmen, sinefillerin iyi bildiği “The Door in the Floor”a imza atmış Tod Williams.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

“Aşka Fırsat Ver”de, kariyer hırsı – para kazanmak – rekabet üçgeni içinde sevgili bile olabilmiş erkek ve kadından kadın olanı, ‘yedi yaşındaki kendisinden’ aldığı mektuplarla bulunduğu noktadan geriye doğru bakarak, yaşamının hiç de hayal ettiği gibi gelişmediğini görür ve… Bu duygusal ve zeki film, kökleşik olsa da, bir defa daha, iş dünyasının insan suretli ‘canavar’larından biri olduğumuzda, ’insanlığa dönüş’ yapmamızı salık vermekte: Zengin sinema dili ve Sophie Marceau’nun katkısıyla da, izleyen üzerinde etki kurabilmekte.

“Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor”, ‘canlı ve saldırgan’ dünyamızdan, asıl ait olduğumuz spiritüel evren içindeki evrenlere(Matruşka Bebekleri’ni düşünün), ‘karma’, ruh göçü ve derin düşünme gibi kavramlarla yolculuk yapmamızı sağlayan, rüya görmekle -neredeyse- eş bir film. Bu ruhani yolculuğu, Budizm’in öğretileri ve mistisizmiyle -ticari çarkın dışında kalarak- ilgilenenlere özellikle öneriyorum.

(20 Ekim 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Hayde Bre

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri:

47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali de hayırlısıyla sona erdi. Alanlar aldığına, verenler verdiğine sevindi.

47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin en dikkat çeken yönü, ben diyeyim “Türkiye’nin engin ve geniş kültür mozayiğini yansıtan filmler …

… gösterildi”, sen diyesin “Ne âlâkası var”. Şu âlâkası var: Festivalde ilk seyrettiğim “Press” filminin gala gösterimi sonrasında …

… filmin başrol oyuncusu söyleşiye bir güzel Kürtçe başladı, seyirciden gelen tepki üzerine konuşmasını telâşla Türkçe’ye çevirerek …

… sürdürdü. Özgür Gündem Gazetesi’nin başına gelenleri anlatan filmde doğal olarak bol bol Kürtçe konuşmalar da vardı. Daha sonra “Kar …

… Beyaz”ı izledik. Onun söyleşisinde de filmin müziklerini yapan Mircan Kaya, filme 2 adet Lazca şarkı koyduğunu söyledi. Zor anlaşılır …

… bir film olsa da yönetmen Selim Güneş’in dediği gibi diyalogdan çok görselliği ve müziğe verdiği önem nedeniyle ilgiyi hak eden bir …

… film olmuş. “Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak” adlı filmde İsmail Hacıoğlu’nun canlandırdığı gencimiz bir güzel İtalya’ya gidip …

… İtalyanca öğrendi ve Sinyora Enrica ile haşır neşir oldu. Sonra biliyorsunuz Altın Portakal jürisi festival tarihinde bir ilki …

… gerçekleştirerek En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü İtalyan ilâhesi Claudia Cardinale’ye verdi. Orhan Oğuz da Şevket Emrulla ile Nilüfer …

… Açıkalın’ı başrollerde oynattığı “Hayde Bre”de Makedonya’ya gitti geldi. Derviş Zaim “Gölgeler ve Suretler”de Kıbrıs olaylarını …

… tarafsız bir gözle çok güzel anlatmış, filmde bir konuşma Türkçe, bir konuşma Rumca. Festivalde doğal olarak Türk insanını anlatan …

… filmlerde vardı. En İyi Film Ödülü bilindiği gibi bunalımlı insanlarımızı “başarılı bir şekilde” anlatan “Çoğunluk”a verildi. “Gişe …

… Memuru” derseniz çaresiz insanlarımız üzerine odaklanmış. Yönetmenin dediğine göre filmin çekiminden sonra otoban gişelerindeki …

… memurlar yok olmuş, her şey otomatiğe bağlanmış. 05 – 09 Ekim tarihleri arasında İzmir’de gerçekleştirilen Türkiye Psikiyatri Derneği …

… Kısa Film Yarışması’nda birincilik ödülünü -açıklamada yazıldığı gibi- “Bîsqîlet” (Bisiklet), ikincilik ödülü ise “Dut Zamanı” (Dema …

… Tûya) adlı filmler kazanmış. 40 yıllık -lâfın gelişi-, aslında 96 yıllık Türk Sineması, birkaç yıldır Türkiye Sineması olarak …

… adlandırılıyordu. Festivalde muratlara erildi mi ne? Ne diyeyim rahmetli Cem Karaca’nın dediği gibi “Bindik bir âlâmete, gideyoz …

… kıyamete?” mi?

Çeçenlerle ilgili gemi kaçırmaları, vs. olduğu yıllarda Taksim Meydanı’nda metrodan çıktım, tam merdivenin köşesini dönüyorum 50 – 60 …

… yaşlarında bir amcam bana doğru geldi, kızgın kızgın konuşmaya başladı: “Devlette iş yok, olayları iyi yönetemiyor, gideceksin …

… Çeçenistan’a…” vs. gibi bir şeyler söyledi. Merak ettim: “Hayırdır amcabey, seninle ne âlâkası var, nerelisin sen?” Amcam Çeçen …

… imiş, 40 yıl önce Türkiye’ye gelmiş. Açmış, yedirmişiz, çıplakmış giydirmişiz. Doğal olarak tutamadım kendimi: “Amcabey, buradan atıp …

… tutacağına git babavatanına, kurtarıver oraları” deyiverdim. Bilmem doğru mu deyiverdim, eğri mi deyiverdim? Mamafih takıldı kafama.

(19 Ekim 2010)

Sadi Çilingir

sadicilingir@sadibey.com

Kabaran Dalga

Türk sineması önemli bir ivme yakalamış görünüyor. Çok devingen… Çeşitli arayışlar içinde. Kimileri biraz acemice, özenti de olsa farklı olmaya çalışıyor. Zaman içinde, kalanlar ve yeni gelenlerle Türk sineması belli bir olgunluğa ve yetkinliğe ulaşacaktır kuşkusuz… Daha şimdiden ikinci, üçüncü filmleriyle kendilerini kanıtlamış olanlar az değil. Sürekli yeniler geliyor ve biraz öncekiler bir anda “eski kuşak” oluveriyor. Çoğu çalışmanın gişe kaygısı yok. Ama bir derdi var. Ticari sinema formatlarının dışında kişisel anlatım oluşturma çabaları dikkati çekiyor. Özentiler, acemilikler kuşkusuz var, ama bunlar kolayca aşılabilir. Türk sineması bayrak yarışında gibi, kendisiyle yarışıyor. Bu bir ivmenin sürmesi, boğulmaması ve mutlaka desteklenmesi gerek. Üzümün çöpü var demenin bir anlamı yok. Sinema yazarları, gazetelerdeki kısa eleştiri yazılarının dışında bu oluşumlara eğilmeli, hoş görüyle ama sinema adına ödünsüz araştırmalar yapmalıdır, inceleme yazıları yazmalıdır. Onlara da bu mutfakta çok iş düşmektedir.

Ayrıca seyirci de önemli görev üstlenmelidir. Çünkü iş aslında onda düğümlenmektedir. Seyirci bu filmleri yalnız bırakmayacak. Hep arkasında olacak. Beğenmese de gidip destekleyecek. Futbol seyircisi gibi, sinemasına sahip çıkacak, iyi zamanın da, kötü zamanında da yanında olacak. Tepkisini filmlere gitmeyerek göstermeyecek. Gidecek, ama sözünü de sakınmayacak, esirgemeyecek. Amerikan filmlerinin peşine takılarak şımarıklık yapmayacak, sorumluluğunu bilecek, gereğini yapacak. Bu destek bir görev çünkü… Seyircisiz bir sinema var olamaz. Seyirci zorlayacak kuşkusuz. Alışkanlıklarından, beklentilerinden kopmak kolay değildir. Çaba ister, irade ister. Bu çabayı gösterecek, sabır da gösterecek… Türk sineması ezber bozmaya çalışıyor. Seyirci de ezberini bozacak, başka yolu yok. Zor bir yola çıktı Türk sineması, seyircisiz ve yazarsız kalmamalı.

Özgün Yeşilçam sinemasının üstüne farklı yeni bir özgün sinema oluşturmak kolay değildir… Elbirliğiyle ancak olur… Yeşilçam, seyircisiyle var olmuştu. Bu yeni sinema arayışları da kendi seyircisiyle var olacaktır. Kendi kimliğimizle, kendi sinema dilimizle, algılayışımızla, anlayışımızla dünya sinemasına açılacağız. Biz olarak bunu yapacağız. Sinema tarihindeki çalışmalardan etkileneceğiz, esinleneceğiz ama bu sinema tarihine kendi “taş”ımızı koyacağız. Biz de varız diyeceğiz. Sabırla koruk üzüm olur, helva olur.

Film yapmak para gerektirir. Para yaratıcıda yoktur. Genç sinemacılarda yoktur. Kimde vardır? Devlette vardır, yatırımcıda vardır. Yatırımcıyla bunların buluşması gerek. Devlet, sanata yatırımı özendirmek için sponsorluk yasası çıkarmıştır. Ama sponsorluk, özellikle sinemada pek amacına uygun olarak kullanılmamaktadır. Sinemada sponsorluk para kazandıracak, geniş seyirci hedefleyen projeler yerine, böyle kaygılardan daha çok, sinema sanatındaki yeni arayışlar peşinde olan projelere yönelmesi beklenir. Sponsorlar, özgünlük çabası ve arayışı olan çalışmalara ve kişilere öncelik vermelidir. Bu katkılar, sponsorlara, dolaylı da olsa para kazandırmaz belki, ama prestij kazandırır, onur verir… Ki bunlar asıl kalıcı değerlerdir. Dünyanın ilgi odağı olacak bir Türk sineması ülkemize onur kazandırır. Bunun değeri parayla ölçülemez.

Sanat devamlı yenilik, farklılık, özgünlük, özellik peşindedir, arayışındadır. Sinema sanatını geliştirmek isteyen yaratıcılar da aynı amacı güderler. Sanat özgün ve özel yaratıcılıktır. Geniş kitlelere hemen ulaşması, ticari olması kolay değildir. Bu nedenle yatırımcılar tarafından yaratıcıların desteklenmesi beklenir. Yaratıcılık, yenilik, özgünlük peşinde olan sinemacıların desteklenmesi, özendirilmesi bir çeşit AR-GE olayıdır. Bu şekilde görülmesi, algılanmalı ve düşünülmelidir sponsorlar tarafından. Devlet de desteğini bu açıdan değerlendirmelidir.

Dünyada ses getiren bir Türk sineması, Türkiye’yi temsil eder, Türkiye’ye onur kazandırır, gurur verir. Ve bundan bütün Türkiye kazanır. AR-GE hemen getirisi olmayan bir yatırımdır. Birçok sonuçsuz girişimleri de destekler. Bütün gelişmiş ülkelerde AR-GE çalışmalarına büyük kaynaklar ayrılmaktadır. Devletin de sanata ve sinemaya desteğini AR-GE olarak değerlendirip, daha çok ve geri dönüşsüz olarak kaynak ayırması gerekir. Ticari beklentilerin baskısından kurtulmuş bir Türk sineması çok daha yaratıcı arayışların içine girebilmektir. Belki çok fire verilecektir ama kazanılacak az sayıdaki özgün çabalar buna değer. AR-GE zaten bu demektir.

Bütün olumsuzluklara, parasızlıklara, yazarsızlıklara, eksikliklere, hatta Amerikan filmlerinin kirletmelerine karşın son yıllarda Türk sinemasında gözlenen kabarma, bir yanardağ gibi patlamanın eşiğinde görülüyor. Her yıl dalga dalga yeni yönetmenler, ilk filmler geliyor sinemamıza… Bunlar bir öncüler kuşağı konumundalar. Başlardaki tek tek öncüler çoğalmakta, dalgaya dönüşmekte… Bu ivme iyi gözlemlenmeli, iyi değerlendirilmelidir. İşte bu nedenle, sinemamızdaki bu fokurdama fark edilmeli, seyircilerimizle, yazarlarımızla, sponsorlarımızla ve Devletimizle sabırla desteklenmelidir. Bu, bizim sinemamız, bundan asıl kazanan ülkemiz olacaktır çünkü…

(18 Ekim 2010)

Engin Ayça

Bu yazı Modern Zamanlar Dergisi’nin 18. sayısında yayınlanmıştır.

15 Ekim 2010 Haftası

“Sammy’nin Maceraları”nı izlerseniz, bir deniz kaplumbağasının yanında tam elli yıl gezegenin sularında dolaşıp ‘insanoğlunun ihaneti’ne karşın ‘pes etmeyen’ doğanın mucizevî güzelliklerine tanık olmanın keyfini süreceksiniz. Anımsatalım, IMAX için 3 Boyutlu üretim yapan nWave Pictures’ın filmi, kusursuz bir derinlik duygusu oluşturuyor.
Uzun eleştiri için tıklayınız.

“Red”, biri kadın dört CIA emeklisi sıkı ajanın bir suikastlar zincirinden kurtulmak için teşkilâtta adamları da olan ‘kötü silâh tüccarı’ ve avanesiyle giriştiği -neredeyse- küçük çaplı muharebeleri, ‘kurt oyuncular’ın ayrıntılarla süslediği bir mizahla sunuyor. Bir sürü farklı kentte ve bir tuhaf tanışma / aşk öyküsü ekseninde istemediğiniz kadar aksiyon, tamamen eğlenmeniz için! Ama dikkat: Aynen “Sevgili Hedefim” gibi, katillere fazlasıyla sempati duymanız, sonra rahatsız edebilir!

“Çoğunluk”, dünyadaki yerine, mesleği / kültürel katkılarıyla ile değil de hüviyetiyle (Türk / Müslüman) tutunmaya çalışan, yüzyıllar öncesinden bu yana süregelen can alma / can verme misyonunu iliklerine kadar hisseden, tensel temasın tinsel sağlığa açılan kapı olduğunu bilmeyen ve keşfedemeyen, keşfetmeyen şefkat yoksunu sert erkeklerin kendi çocuklarını da aynı minvalde yetiştirmeye çalıştıkları bir toplumda çekirdek aileye odaklanıp, seyirciyi, evin ‘zayıf halka’sı delikanlının yaşamına bir süreliğine dâhil ediyor. Bu, hiçbir olguyu / detayı seyircinin gözüne sokmayan, her plânı incelikle düşünülüp yazılmış ve çekilmiş, toplum bilimsel spektrumu geniş bir tespit… Yüksek düzeyde bir sanat yapıtı değil; kusursuz bir sinema filmi. Şahsen farkında olmadığım ve bilmediğim bir şeyi anlatmıyor, ancak ‘bir ülkenin anatomik bilgileri’ni tarihe not düşüyor. Bir ilk filmde kırk yıllık yönetmenlerin başaramadıklarını gerçekleştirmek az buz değil. Seren Yüce’ye bravo!

(17 Ekim 2010)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Sinemanın Unutulmaz İkilisi: Yavru ile Katip

Sinemanın, “Laurel ve Hardy” gibi özel ikilisi olan İtalyan komedyenler Franco ve Ciccio, Türkiye’de özellikle “002 Yavru ile Katip” olarak biliniyor. Erol Günaydın – Altan Erbulak’ın dublajları hiç unutulmadı.

Bir zamanlar Türkiye’de, en çok 1970’lerde, birçok sinemaseverin Louis des Funes’yle beraber en büyük tutkularından biriydi “Yavru ile Katip…” İtalyan sinemasının bu muhteşem kadim dostunu Altan Erbulak’la Erol Günaydın seslendirmişlerdi. “Katip”i Altan Erbulak “donuk” bir ses tonuyla konuşurken, Erol Günaydın da “Yavru”yu “sıcak” ve doğaçlama olarak konuştu. Bu filmleri Erol Günaydın – Altal Erbulak ikilisinin seslendirmesi olmadan seyrederseniz o kadar tat almayabilirsiniz, belirtelim. Kısa boylu ve hafif tombulca olan “Yavru”ya Franco Franchi hayat verdi. Uzun boylu, soğuk, kıvırcık saçlı ve kaytan bıyıklı “Katip”i de Ciccio Ingrassia oynadı. “Yavru”, kaşlarını oynatmakla ve mimikleriyle meşhurdu. Onların hiç parası yoktu ve şehri altını üstüne getirirlerdi.

“Yavru” Franco Franchi, 28 Eylül 1922’de Palermo’da doğdu, 09 Kasım 1992’de Roma’da öldü. “Katip” Ciccio Ingrassia da, 05 Ekim 1922’de Palermo’da doğdu, 28 Nisan 2003’te Roma’da öldü. İkisi de Sicilyalıydı. İkisinin yolları sinemada 1960 yılında buluştu ve küçük rollerde birlikte görünmeye başladılar. Sonra da sinemada kahkaha makinesine dönüştüler. Onların karakterlerinde “aptal – zeki” karşıtlığı vardı. “Yavru ile Katip”, 1960’lı yıllarda Türkiye’de “Bıdık ile Düdük” adıyla anılıyordu. Örneğin, Luigi Scatti’nin yönettiği 1966 yapımı “Due Marines e un Generale” filmi “Bıdık ile Düdük Gönüllü Kahramanlar” adıyla gösterime girdi. İkili bu filmde başrolü büyük usta Buster Keaton’la paylaştı. Sinemaskop çekilmiş bu filmin hikâyesi 2. Dünya Savaşı’nda geçiyordu. Bu muhteşem ikili “Yavru ile Katip” diye de anılıyordu tabii ki.

1970’lere damga vurdular…

Türkiye’de bazı uğraşlar gerçekten uğraş istiyor. 1970’lerde “Yavru ile Katip” filmlerinin sinemada gösterilen Türkçe adlarını bulabilmek gerçekten çok zorlu bir macera. Bulsanız da bu sefer de orijinal adlarını bulmakta zorlanıyorsunuz. Türkiye’de “002” olarak da bilinen “Yavru ile Katip” sinemanın “süperstar”larıydı ama Türkiye’de çabucak unutuldular. Onların yolları, 1960 yılında Mario Mattoli’nin yönettiği renkli ve sinemaskop çekilmiş “Appuntamento a Ischia” (Ischia’da Randevu) filminde kaçakçı rolleriyle buluştu. Ischia, Napoli açıklarında cennet bir tatil adası. Bu muhteşem adada, René Clément’ın 1960’ta yönettiği “Plein Soleil – Kızgın Güneş”, Joseph L. Mankiewicz’in 1963’te yönettiği “Cleopatra – Kleopatra”, Billy Wilder’ın 1972’de yönettiği “Avanti – Dokunma Gıdıklanırım” ve Anthony Minghella’nın yönettiği 1999 yapımı “The Talented Mr. Ripley – Yetenekli Bay Ripley” gibi filmler de çekildi.

1960’lı yıllarda da Türkiye’de filmleri gelse de daha çok 1970’li yıllarda popülerlik kazandı “002 Yavru ile Katip…” Şubat 1970’te Marcello Ciorciolini’nin yönettiği 1968 yapımı “I nipoti di Zorro – Zorro Diye Biri” filmleri gösterildi ikilinin. Yönetmen Giovanni Grimaldi’nin yönettiği 1967 yapımı “Il lungo, il corto, il gatto – Yavru, Katip ve Kedi”, Sergio Leone’ye bir selâm spagetti westerniydi. 1972 yılında Giorgio Simonelli’nin 1966 yapımı “I due figli di Ringo – 002 Yavru ile Katip Konuşan Katır”, Giovanni Grimaldi’nin 1969 yapımı “Franco e Ciccio sul Sentiero di Guerra -002 Apaçilere Karşı”, Osvaldo Civirani’nin 1971 yapımı “I Due della Formula uno alla Corsa piu Pazza Pazza del Mondo – Yavru ile Katip Çapkın Şoförler”, Giuseppe Orlandini’nin yönettiği 1971 yapımı “I Clan dei Due Borsalini – 002 Borsalino Çetesi” filmleri gösterime girdi. Osvaldo Civirani’nin yönettiği 1972 yapımı “I Due figli di Trinita” filmi “002 Trinita’nın Çocukları” ve “002 Trinita Kardeşler” adlarıyla anılıyor. Bu spagetti western 1973 yılında ülkemizde gösterildi. 1974’te Osvaldo Civirani’nin yönettiği 1971 yapımı “I Due Pezzi da Novanta – 002 Hızlı Kayakçılar”, 1974 yapımı “002 İdam Mahkumları” ve Nanno Cicero’nun 1973 yapımı “Ultimo Tango a Zagarol – 002 Roma’da Son Tango” komediseverlerle buluştu. 1975 Mart ayında Riccardo Pazzaglia’nın 1974 yapımı “Farfollon – 002 Kelebek” filmleri gösterildi sadece. Ciccio Ingrassia’nın 1974 yılında yönettiği ve kendinin oynamadığı, ama kadim dostu Franco Franchi’nin başrolde oynadığı “Paolo il Freddo” (Soğuk Paolo) filmini yönetti. Sinemaskop çekilmiş bu filmin kameramanıysa Tino Santoni’ydi. “Yavru ile Katip”, 1970’lerin ortasından sonra artık filmlerde sık sık bir araya gelmiyorlardı. 1980’li yıllarla beraber televizyona ağırlık verdiler. 1980’li yıllarda “Yavru ile Katip” zaman zaman televizyon dramalarında bir araya gelmeye başladılar. Beraber oynadıkları son sinema filmi, Taviani kardeşlerin 1984’te yönettiği “Kaos” oldu. “Kaos”ta “Katip” Ciccio Ingrassia, Don Lollo karakteriyle unutulmaz bir kompozisyon çizdi ve “mamma mia” nidası hâlâ belleklerde. “Yavru” Francho Franchi de Zi’ Dima rolündeydi bu filmde. “Katip” Ciccio Ingrassia, büyük usta Federico Fellini’nin 1974 yapımı “Amorcord – Hatırlıyorum” filminde de Teo karakterini canlandırmıştı. “Katip”, 1990 yılında ustalardan Ettore Scola’nın “II Viaggio di Capitan Fracassa – Kaptan Fracassa’nın Yolculuğu”nda küçük bir rolle göründü. “Katip”, 1992’de “Yavru” öldükten sonra sinema filmlerinde ve televizyon dizilerinde küçük rollerde görünmeyi sürdürdü 1996 yılına kadar. Sonra da ölene kadar hiçbir yapıtta oynamadı. Onlar, bir zamanların “süperstar”ları gibi unutulup gittiler. Bruno Corbucci’nin1968 yapımı “I Due Pompieri – 002 İtfaiyeciler” filminde itfaiyeci olan ikiliden “Yavru”nun “Bastır Ankaragücü” nidası gibi.

Filmlerinden:

1960: Appuntamento a Ischia – Ischia’da Randevu
1964: L’Amore Primitivo – Bıdık ile Düdük Dünyada İlk Aşklar
1964: Due Mafiosi nel For West – 002 Vahşi Batı
1964: 002 Agenti Segretossimi – 002 İtalya’dan Sevgiler
1965: Due mafiosi contro Goldginger – 002 Altınparmak
1965: I due Toreri – Aslan Trafikçiler
1965: I due Figli di Ringo – 002 Konuşan Katır
1965: Per un Pugno nell’Occhio – Bir Avuç Dolar
1966: Due Marines e un generale Due marines e un generale
1966: Due Marines e un Generale – Bıdık ile Düdük Gönüllü Kahramanlar
1966: Le Spie Vengono dal Semifreddo – 002 Kadın Avcıları
1966: I due figli di Ringo – 002 Yavru ile Katip Konuşan Katır
1967: Il lungo, il corto, il gato – 002 Yavru, Katip ve Kedi
1968: I nipoti di Zorro – Zoro’nun Torunları
1968 I Due Pompieri – 002 İtfaiyeciler
1969: Franco e Ciccio sul Sentiero di Guerra – 002 Apaçilere Karşı
1969: Don Franco e Don Ciccio nell’anno della Contestazione – 002 Babanın Oğlu
1971: I Due della Formula uno alla Corsa piu Pazza Pazza del Mondo – Yavru ile Katip Çapkın Şoförler
1971: I Clan dei Due Borsalini – 002 Borsalino Çetesi
1975: II Sogno di Zoro – 002 Zorro Diye Biri

(14 Ekim 2010)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com