Kategori arşivi: Yazılar

Eyyvah Eyvah 2, Almanya Sinemalarında İlgi Görüyor mu?

“Eyyvah Eyvah 2”nin Türkiye, Almanya ve Avusturya sinemalarındaki toplam hasılatı 16 Ocak 2011 Pazar akşamı itibariyle 12 milyon 638 bin 161 doları buldu.

Bu vesileyle Türk sinemasının ürünlerinin Almanya sinemalarında elde ettiği hasılat rakamlarına bir göz atmak istedik.

Almanya’da En Çok Hasılat Elde Eden Filmlerimiz:

* Recep İvedik 2 / 3 milyon 908 bin 882 dolar.
* Recep İvedik / 3 milyon 143 bin 369 dolar.
* Recep İvedik 3 / 2 milyon 825 bin 842 dolar.
* Kurtlar Vadisi Irak / 2 milyon 797 bin 789 dolar.
* New York’ta Beş Minare / 2 milyon 540 bin 373 dolar.
* G.O.R.A.: Bir Uzay Filmi / 2 milyon 256 bin 323 dolar.
* Beyaz Melek / 2 milyon 223 bin 824 dolar.
* Muro: Nalet Olsun İçimdeki İnsan Sevgisine / 1 milyon 865 bin 148 dolar.
* Serseri Mayınlar / 1 milyon 776 bin 165 dolar.
* Vizontele: Tuuba / 1 milyon 771 bin 856 dolar.
* Hababam Sınıfı: Askerde /1 milyon 745 bin 393 dolar.
* A.R.O.G: Bir Yontmataş Filmi / 1 milyon 725 bin 890 dolar.
* Kabadayı / 1 milyon 689 bin 941 dolar.
* Güneşi Gördüm / 1 milyon 555 bin 535 dolar.
* Organize İşler / 1 milyon 275 bin 853 dolar.
* Eyyvah Eyvah / 1 milyon 167 bin 852 dolar.
* Asmalı Konak: Hayat / 1 milyon 143 bin 232 dolar.
* Hababam Sınıfı Üçbuçuk / 1 milyon 127 bin 165 dolar.
* Nefes: Vatan Sağolsun / 1 milyon 53 bin 936 dolar.
* Eyyvah Eyvah 2 / 1 milyon 5 bin 633 dolar.
* Maskeli Beşler: Kıbrıs / 998 bin 171 dolar.
* O Şimdi Asker / 981 bin 677 dolar.
* Yahşi Batı / 902 bin 930 dolar.
* Vizontele / 900 bin 592 dolar.
* Maskeli Beşler: Irak / 865 bin 48 dolar.
* Bal / 820 bin 955 dolar.
* Osmanlı Cumhuriyeti / 702 bin 119 dolar.
* Neşeli Hayat / 659 bin 412 dolar.
* Çok Filim Hareketler Bunlar / 527 bin 876 dolar.
* Deliyürek: Bumerang Cehennemi / 482 bin 926 dolar.
* Kolpaçino / 420 bin 907 dolar.
* Kutsal Damacana 2: İt Men / 414 bin 581 dolar.
* Komser Şekşpir / 411 bin 676 bin dolar.
* Ay Lav Yu / 332 bin 994 dolar.
* Sınav / 295 bin 18 dolar.
* Musallat / 288 bin 552 dolar.
* Neredesin Firuze / 255 bin 109 dolar.
* 120 / 249 bin 860 dolar.
* Ejder Kapanı / 243 bin 868 dolar.
* Süper Ajan K9 / 227 bin 665 dolar.
* Kutsal Damacana / 223 bin 177 dolar.
* Kurtlar Vadisi Gladio / 208 bin 692 dolar.
* Hokkabaz / 198 bin 149 dolar.
* Aşk Tutulması / 196 bin 304 dolar.
* Avanak Kuzenler / 188 bin 350 dolar.
* Issız Adam / 176 bin 361 dolar.
* Rus Gelin / 159 bin 598 dolar.
* Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi / 144 bin 236 dolar.
* Çılgın Dersane Kampta / 140 bin 115 dolar.
* Pars: Kiraz Operasyonu / 132 bin 708 dolar.
* Kadri’nin Götürdüğü Yere Git / 117 bin 25 dolar.
* Çılgın Dersane / 116 bin 915 dolar.
* Ulak / 114 bin 426 dolar.
* Şeytanın Pabucu / 106 bin 224 dolar.
* Cehennem / 90 bin 326 dolar.
* Hemşo / 84 bin 623 dolar.
* Veda / 74 bin 719 dolar.
* Üç Maymun / 67 bin 89 dolar.
* Aşk Geliyorum Demez / 66 bin 806 dolar.
* Takva / 61 bin 674 dolar.
* Pazar: Bir Ticaret Masalı / 55 bin 785 dolar.
* Romantik Komedi / 51 bin dolar.
* Beynelmilel / 36 bin 273 dolar.
* Güz Sancısı / 28 bin 179 dolar.
* Kanal-İ-zasyon / 23 bin 765 dolar.
* Gecenin Kanatları / 21 bin 851 dolar.
* Vali / 21 bin 629 dolar.
* Eşrefpaşalılar / 20 bin 430 dolar.
* Destere / 17 bin 433 dolar.
* İklimler / 16 bin 872 dolar.
* Çakal / 14 bin 228 dolar.
* Sarı Saten: Günahkârların Aşkı / 11 bin 589 dolar.
* Köprüdekiler / 11 bin 199 dolar.
* Umut / 9 bin 895 dolar.
* Ayakta Kal / 7 bin 679 dolar.

(19 Ocak 2011)

Hakan.sonok@tr.net
ercan1962@yahoo.com.tr

Sende mi Ertuğrul Özkök?

Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi’ndeki 19 Ocak 2011 Çarşamba tarihli ve “Siyah, Simsiyah Bir Kuğu” başlıklı köşe yazısını 25 Şubat’ta Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanacak olan Siyah Kuğu – Black Swan” adlı sinema filmine ayırmış… İyi de yapmış… Ertuğrul Özkök, “Siyah Kuğu” adlı sinema filminin kendisinde uyandırdığı çağrışımları, duyguları büyük bir yazı ustalığıyla dile getirmiş, kelimelendirmiş, yazıya dökmüş… Ertuğrul Özkök “Siyah Kuğu”yu çok beğenmiş ve ballandıra ballandıra anlatmış… Ertuğrul Özkök dünyadaki ilk gösterimi 01 Eylül 2010’da Venedik Film Festivali’nde yapılan, 103 dakika uzunluğunda olan, 13 milyon dolar yapım bütçeli ve sadece Kuzey Amerika sinema hasılatı 75 milyon doları bulan (şu sıralar yapım maliyetini fazlasıyla kurtaran) “Siyah Kuğu”yu umarım korsan kopyasından izleyip yazmamıştır… Umarım yurt dışında bir sinema salonunda izleyip yazmıştır… Eğer Ertuğrul Özkök “Siyah Kuğu”yu korsan kopyasından seyredip yazdıysa bu suçtur, suça ortak olmaktır, ayıptır, yazıktır, günahtır, emeğe, sanatçı ve telif haklarına saygısızlıktır… Ertuğrul Özkök “Siyah, Simsiyah Bir Kuğu” başlıklı yazısında “Siyah Kuğu”yu hangi yolla seyrettiğini belirtmediğinden kendisinden bu konuda kamuoyuna bilgi vermesini, bir açıklama yapmasını talep ediyorum… Cevabını rica ediyorum… Saygılarımla…

Ömür Gedik’in Hürriyet Gazetesi’ndeki 18 Ocak 2011 Tarihli Yazısı: Korsana Bir İki

“Hollywood Yabancı Basın Birliği’nin düzenlediği 68. Altın Küre Ödülleri’yle ilgili söylenebilecek en belirgin şey, ödüllerde sözü geçen filmlerin çoğunun henüz bizde vizyona girmediği.

Altın Küre’ye pek çok dalda aday olan, Oscar’da da konuşulacak “127 Hours”, “Black Swan”, “The Fighter”, “The King’s Speech”in vizyona girmesine daha var. Ama Twitter’dan takip ettiğim kadarıyla halkımızın çoğu vizyona girmeyen bu filmleri izlemiş bile. Demek ki merak kediyi öldürüyor ve Altın Küre ya da Oscar adaylıkları kılığına girmiş olan şeytan, çoğu sinemaseveri korsana uyduruyor.

Korsanın önüne geçilmesi isteniyorsa eğer, yılın iyi filmleri ödülleri tescillenene kadar bekletilmemeli. Biz de ödül törenlerini ağzımızın tadıyla izleriz böylece.”

Hakan Sonok’un “Siyah Kuğu” Notları:

* 25 Şubat’ta Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanacak olan “Siyah Kuğu – Black Swan”da Natalie Portman cinsel tercihini kadınlardan yana kullanan bir balerini canlandırdı. Natalie Portman’ın (29 yaşında; 09 Haziran 1981 İsrail, Kudüs doğumlu; 1.60 boyunda ve “Daha Yaklaş – Closer” adlı filmle Oscar ödülüne aday gösterildi) “Siyah Kuğu”daki cinsel partnerini Mila Kunis (1983 doğumlu Mila Kunis tam sekiz yıl boyunca “Evde Tek Başına – Home Alone”un yıldızı Macaulay Culkin’in sevgilisiydi) canlandırdı… ”Siyah Kuğu”yla Natalie Portman, Altın Küre ödülüne de lâyık bulundu.

* Natalie Portman, ”Siyah Kuğu” çekimleri öncesinde bale dersleri aldığı, 1977 Fransa doğumlu bale öğretmeni Benjamin Millepied’ten şu sıralar hamile ve yakında onunla evlenmeye hazırlanıyor. Millepeid “Siyah Kuğu”da Natalie Portman’ın bale partnerini canlandırdı.

* “Siyah Kuğu – Black Swan” yılın en iyi dram filmi, yönetmeni (Darren Aronofsky), kadın oyuncusu (Natalie Portman) ve yardımcı kadın oyuncusu (Mila Kunis) dallarında Oscar ödüllerinin provası niteliğindeki Altın Küre Ödülleri’ne aday gösterilmişti.

* “Siyah Kuğu”nun “Sosyal Ağ – The Social Network”, “127 Saat – 127 Hours”, “Zoraki Kral – The King’s Speech”, ”Dövüşçü – The Fighter”, “Başlangıç – Inception” ve “İz Peşinde – True Grit”yle birlikte adayları 25 Ocak Salı günü açıklanacak ve heykelcikleri 27 Şubat 2011, Pazar gecesi sahiplerini bulacak olan Oscar Ödülleri’nin en güçlü adaylarından biri olması da bekleniyor.

“Siyah Kuğu – Black Swan”
Yönetmen: Darren Aronofsky
Senaryo: Mark Heyman, Andres Heinz
Orijinal hikâye: Andres Heinz
Oyuncular: Natalie Portman, Mila Kunis, Winona Ryder, Vincent Cassel, Barbara Hershey, Benjamin Millepied
Yapım: Fox Searchlight Pictures

(19 Ocak 2011)

Hakan Sonok

Hakan.sonok@tr.net
Ercan1962@yahoo.com.tr

Dersimiz Sinema 5

“Birleşik kaplar” olayını bilmeyenimiz yoktur. Ekosistemi de. Aslında her ikisi de hemen aynı şeydir.

Bizim geleneksel sahne oyunlarımız olan orta oyunu, Tulûat, Karagöz – Hacivat, saplı kukla, meddah arasında birçok ortak nokta vardır. Sanki tek bir bütünün çeşitli görünümleri gibidirler.

Pişekâr – Kavuklu birlikteliği ile Karagöz – Hacivat birlikteliğini bir düşünelim. Farklılıklar mı daha çoktur, aynılıklar mı? Kukladaki İbiş, Pişekâr ya da Karagöz olabilir mi? Meddah bütün bu kişileri ayrı ayrı canlandırıyor olabilir mi?

Öykü, öyküleme benzerleri, benzer konuşmalar, aynı espiriler (nükteler), benzer alt tiplemeler…

Kuklacı ve Karagöz – Hacivat oynatıcısı Talat Dumanlı’nın küçük bir cep defterinin her bir sayfasında bir oyunun özeti yazılıydı, anımsamak için bir göz atardı. Oyun başladığında süreye ve seyirciye göre öyküyü uzatırdı ya da kısaltırdı. Çünkü nasıl oyun kişileri kalıp tipler ise oyunun gelişmesinin de kalıpları ve kalıp konuşmaları söz konusuydu. Her tipin oyundaki işlevi, görevi bellidir ve bunun dışına çıkılmaz.

Aslında aynı şey İtalyan Comedia dell’ Arte Tiyatrosu için de geçerlidir. Geleneksel Japon Tiyatrosu için de.

Buralarda “karakterlerden” söz edilemez, yoktur çünkü. Bunlar, “bireyi” üretmiş toplumlarda ancak bir sürecin aşaması olarak ortaya çıkmıştır “dramatik” oyunlar değildir. Dramatik tiyatro ve drama başka bir kültürün ve toplumun kendi tarihi içinde ortaya çıkan bir oluşumdur.

Biz de ve doğu toplumlarında farklı bir kültür ve süreç söz konusudur. Önce bu farklılığın farkına varılması, anlaşılması gerekir. Bu yapılmadan oluşumların doğru algılanabilmesi olası değildir. Farklı kültürler farklı şeyler üretirler. Ve her kültür ortamının bir birleşik kapları, bir ekosistemi vardır. Hiçbir oluşum bundan soyutlanarak tekil bir oluşum olarak görülmez, değerlendirilemez, karşılaştırma yapılamaz… Ve de her toplumun bir de kültür geleneği vardır, göz ardı edilmemesi gereken.

Bizim geleneksel sahne oyunlarımız tiplere dayanır. Bu tipleri iki kümeye ayırabiliriz. Her oyunda olan iki baş tip, ana tip Karagöz – Hacivat, Kavuklu – Pişekâr. Bir de bunların dışında oyununa göre sahne alan tipler vardır. Sayıları çoktur. Yan tipler, alt tiplerdir bunlar.

Aslında bütün oyunlar iki ana tipin etrafında dönerler, onlar hep vardırlar. Onlar bir çeşit anlatıcıdırlar, yorumcudurlar, rehberdirler. Sahnemizde hep onların maceraları vardır. Bu iki tipin dışındakilerden de en çok sahne alanlarından da ayrı bir küme yapabiliriz belki, sayıları da diyelim beşi geçmez. Yani çoğu oyun bu iki elin parmaklarını geçmeyen tipler etrafında gelişir.

Geleneksel sahne oyunları dediğimiz bütün bunlar bir bakıma imparatorluk başkentinde oluşmuş ve gelişmiş etkinliklerdir, o çevreye özgüdürler.

Bir de bunarın dışında “köy seyirlik” oyunları vardır, masal anlatıcıları, destan anlatıcıları, türkülü hikâye anlatıcıları vardır. “köy” sözcüğü başlı başına anlamlıdır. Bu isim bu oyunlara “kentlilerce” takılmıştır. Başkent dışında, kırsal alanda yaşayanların kendilerine böyle bir ad takmaları söz konusu bile değildir.

Kentteki oyunların kökeni hangi yıllara kadar gider, pek net değildir, ama çok, çok eski de değildir. Oysa kırsal oyunların, anlatıcıların geçmişi çok eskilere, binlerle ölçülecek yıllara, mitolojik dönemlere kadar gitmektedir ve köklü bir inanç ve kültüre dayanmaktadır.

Şimdi bütün bunları niye anlatıyoruz?

Türk sinemasına, Yeşilçam’a gelmek için tabi. Çok ilgisi var çünkü… Çünkü Yeşilçam sineması bu geleneğe bağlanıyor. Çünkü Yeşilçam’ın dip kültüründe bütün bunlar var.

Yeşilçam istediği kadar sinemayı batı sinemasından öğrenmiş olsa da, istediği kadar onları taklit etmiş olsa da, hatta oyuncular batılı oyuncular gibi olmak istemiş olsalar da batılı bir sinema yapamamışlardır. Yeteneksiz oldukları için değil, yapamazlardı. Seyirci buna izin vermedi. Yeşilçam da seyircinin sözünün dışına çıkmadı, çıkamadı. Seyirci nasıl istiyorsa öyle oldu.

Batı sinemasında bir oyuncu, her filminde seyircinin karşısına farklı bir kimlikle, farklı bir kişiyi canlandırarak çıkabilir. “Oyuncu her rolü oynamalıdır” sözü batı sineması için geçerlidir. Ama Yeşilçam’da olmaz. Seyirci istemez. Kabûl etmez. Oyuncu da hep aynı kişiyi oynamak zorunda kalır. Eli mahkûmdur.

Batı sinemasında neyin ne olacağına sinemacılar karar verir. Seyirci buna yatkındır, alışkındır. Hatta öyle olmasını ister. Onun kültüründe işler böyle olur. Bu işin sinema öncesi de vardır çünkü. Oyuncu karakterler canlandırır. Her karakter başka bir kimliktir, başka bir bireydir, kişidir. Seyirci için başarılı bir oyuncu, oynadığı ve inandırıcılığı olduğu değişik kimlikleri canlandırabilirse ancak başarılı ve iyi oyuncudur. “Komple oyuncu” diye bir deyim vardır, her türlü rolü, kimliği, kişiliği, karakteri oynayabilen oyuncuyu tanımlar. “Komedyen” sözcüğü de aynı anlamı kapsar, komik demek değildir. Batı kültürü için geçerli ölçü budur. Bizde değildir. Kültürümüze ters düşer, uymaz.

Bu duruma kimi insanımız “kültürsüzlük” der, çıkar işin içinden. Çünkü bu durumu onun “kültürüne” uymaz. O başka kültürün insanıdır, ülkesinin, halkının kültürünü bilmez, ona yabancıdır. Halkın kültürü onun için yalnızca folklordur, batıdaki gibi bir kültür değildir. Doğrudur, öyledir.

Ama ortada bir de olgu vardır. Ve bunun da bir şekilde açıklanması gerekmektedir. Doğru ve geçerli bir ölçek bulmak zorundayız. Batı ölçekleriyle (şablonlarıyla) bunu yapamayız. Çünkü onlar batı kültürünün, sanatının ölçekleridir. Biz başka bir kültür ortamının insanlarıyız. Ölçeklerimizi kendi kültürümüz içinde aramalıyız. Taş, yerinde ağırdır. Bu işler öyle “evrensellik” falan da pek işlemez.

Yeşilçam filmleri için, “yerli film” denir. Gerçektende yerlidirler. Yeşilçam, yerli sinemadır. Bize özgüdür. Ve Yeşilçam artık bir olgudur. Bu olguyu doğru okumamız gerekir. Bunun için, içinden çıktığı seyircinin kültürünü doğru okumalıyız.

Yeşilçam sinemasında tipler vardır, karakterler değil. Ve her oyuncu belli bir tipi oynar, belli bir tipin oyuncusudur, tıpkı geleneksel sahne oyunlarımızda olduğu gibi.

Oyuncu algılamamız farklıdır. “İyi oyuncu”, “kötü oyuncu” yoktur. Seyirci benimsemişse iyi oyuncudur. Benimsememişse zaten, yok olur. Bu bakımdan bütün oyuncular iyidir. Yalnız bu iyiler içinde daha iyiler, az iyiler olabilir. Yeşilçam’da tipin oyuncuları vardır. O tipler, o oyuncularla var olurlar. Oyuncular da o tiplerle.

Yeşilçam’ın, geleneksel sahne oyunlarından biraz farkı, dayandığı seyirciden kaynaklanır. Seyirci kırsal ağırlıklıdır. Bu nedenle kırsalın kültür boyutu Yeşilçam’da baskındır. Yeşilçam’ın kökenini bu bakımdan kentsel olan geleneksel sahne oyunlarından çok geleneksel kırsal kültür içinde bulabiliriz.

Bu gün bile insanlarımızda bireysel algılama değil, toplumsal algılama daha belirgindir. En okumuşumuzda, kentlileşmişimizde de durum böyledir. Bu bizi batılı insandan ve toplumdan ayıran en temel özelliktir. Belki günün birinde bireysel algılama da geçerli olabilir toplumumuzda, o zaman ne olur? İyi olur herhalde. Toplumsal ve bireysel algılama genelleşirse çok ilginç, önemli durumlar olabilir. Toplumsal ile bireysel algılama birbirinin zıddı değildir. En azından bizim kültürümüzde. Çünkü bizim kültürümüzde ve inanç sistemimizde karşıtlık yoktur, zıt kutuplar yoktur, düalizm (ikicilik) yoktur, (batıda vardır oysa), düalite (ikili birlik) vardır, birlikte olmak vardır, bir bütünü oluşturan iki unsur vardır, yani zıtlık değil, birlikte var olmak vardır. “Anti” öneki bizde yoktur. Tez, antitez geçerli değildir, tez ve tez birlikte vardır, aynı birliği oluşturan ikili durum söz konusudur. Bu bakımdan bizimle ilgili oluşumları, diyalektik yöntemle çözümleye bilir, anlayabilir miyiz acaba? Üzerinde düşünmekte yarar var.

Karagöz ve Hacivat ya da Kavuklu ve Pişekâr birbirlerinin zıddı, karşıtı değildir. Birlikte var olurlar, birbirlerini var ederler. Bütün diğer tipler de bir bütünün parçalarıdır, birlikte var olurlar, her oyunda karşımıza çıkarlar.

Yeşilçam sinemasında da durum farklı değildir. Aynı tipleri hemen hemen bütün filmlerde görürüz. Oyuncular değişebilir yalnızca ama tipler değişmez. Bu bakımdan Yeşilçam sineması da bir bütündür ve halkın yaşamı algılaması, dünyaya bakışı filmlere yansır. Filmler de bize özgü bir sahicilik vardır. Tekrar tekrar, bıkmadan seyredilir. Toplumsal algılamaya denk gelir bu filmler, günlük, gelip geçici, moda algılamaların ötesindedirler. Toplumun derinliklerinden beslenirler. Seyircileri buradan gelir.

Baş kadın tipi ile baş erkek tipi, kim oynarsa oynasın hep aynı tiptir ve halkın sözlü kültür derinliklerinde karşılıkları vardır. Çok nadir, aynı filmde birlikte olurlar, daha çok tek başlarınadırlar filmlerde. Baş kadının karşısındaki erkek, ya da baş erkek tipinin karşısındaki kadın destek rollerdir. (tiplerdir)

Tabii bütün bunlar matematik kesinlikle değildir. Çünkü bilinçli bir hesapla yapılmamıştır. Hatta yapanlar olayın bu boyutlarının (üretimin üzerinden zaman geçmesine rağmen) hâlâ farkında değillerdir. İçgüdüsel bir oluşum söz konusudur. Batılı filmlerin de etkisi altında, film yapanlar farklı şeylerinde peşinde olmuşlardır. Seyircinin de belli bir algılama esnekliği vardır. O bakımdan Yeşilçam’a yüzeysel bakıldığında, derinlerdeki değişmezler gözden kaçabilir, farklı değerlendirmeler yapılabilir. Bir de bakanın hangi gözle (kültür gözüyle) baktığı da çok önemlidir.

Yeşilçam sinemasına geleneksel kırsal sözlü kültürden masal geleneğinden çok destan geleneği geçmiş, belirleyici olmuştur. Masal kahramanları destan kahramanlarının gerisinde yer almışlardır. Destan ve masal birlikte vardır Yeşilçam’da ama destan ana yapıtı oluşturur. Başkahramanlar (tipler) destan kahramanlarıdır (tipleridir.)

Bilince yakın bir anlayışla Yılmaz Güney’in çizdiği kişilerden söz edilebilir.

Geleneksel kentsel sahne oyunlarımıza, geleneksel kırsal oyunlara ve anlatılara ve de Yeşilçam sinemasına birlikte bakmakta yarar var.

Başlarken ne demiştik “birleşik kaplar”, “kültür ekolojisi” ve ekleyelim “kültür genetiği”!

Yeşilçam çoklukla görüldüğü, sanıldığı kadar yüksek, yoz, kimliksiz, ilkel kötü bir sinema olmayabilir. Çok yüceltmeye de, nostalji yapmaya da gerek yok. Doğru görelim yeter.

Peki, “doğru” nedir?

(18 Ocak 2011)

Engin Ayça

Padişahlar Sütten Çıkmış Ak Kaşık Değildi

“Muhteşem Yüzyıl” adlı pembe diziye yöneltilen “Osmanlı yüksek kademelerinde içkiye ve sekse düşkünlük yoktu” tarzındaki eleştirilere katılmıyorum… Tarihçilerin yazdıkları okunduğunda 500 yıl önceki yöneticilerimizin tüm zamanlarını dini ibadetle geçirmediği görülebiliyor. Yine tarihçilerin yazdıklarına göre, yozlaşma, rüşvet, suistimal, zimmet, adam kayırma, her türlü adaletsizlik, her türlü haksızlık, masum insanların canına kıymak, masum insanları yerinden yurdundan etmek, cinsel saldırılar, fuhuş, içkiye ve uyuşturucuya düşkünlük çok eski zamanlarda da fazlasıyla vardı.

Bu vesileyle Türkiye sinemalarında Eylül 1990’da gösterilen “The Favorite – Gözde” filmine uygulanan sansürü Özen Film CEO’su Mehmet Soyarslan’dan dinleyelim istedim:

“Sene 1990; I. Abdülhamit’in (20 Mart 1725’te dünyaya geldi; 21 Ocak 1774’te Padişah oldu ve 07 Nisan 1789’daki ölümüne kadar tahtta kaldı) cariyesi Nakşidil’in öyküsünü anlatan İstanbul’da çekilmiş bir Fransız filmi olan Gözde’yi sinemaseverlere sunuyoruz. ‘Gözde’de Sultan 1. Abdülhamit (‘Amadeus’ filmindeki Antonio Salieri rolüyle Oscar kazanan ve Sovyet diktatör Stalin’i de canlandıran Fahrid Murray Abraham 1. Abdülhamit’i canlandırıyordu) 50 yaşlarındaydı, Gözde’si ise çok genç bir kadındı. Binbir güçlükle kalbini kazanıyor Sultan ve sevişiyorlar. Sansür yasaklara başlıyor, ‘Kesin, yasak!’ Neden? ‘Halife sevişirken terlemez!’

Aynı filmden başka bir sahne: Sultan Abdülhamit savaş dönüşü ölmüş, III. Selim tahta geçmiş, Nakşidil ile araları çok iyi. Tebdil-i kıyafet şehirde geziyorlar, pazarda bir çocuk hırsızlık yaparken yakalanıyor, hemen cezası verilip eli kesiliyor: Sansür! Yasak! Bu sahne kesilsin! Sebep? El kesilmesine kadı karar verir, yeniçeri ağası kesemez! Türkiye için kötü imaj!

İyi ama, bu film yurtdışında zaten kesilmeden gösterildi. Bizim suçumuz ne? Herkesin bizim hakkımızda ne düşündüğünü bilmek bize neden yasak? Bu film, daha sonra bir TV kanalında gösterildi, bu sahneler yine yoktu; yani kesilmişti.”

(17 Ocak 2011)

Hakan Sonok

hakan.sonok@tr.net

Sinemada Oyuncu “Nedir”?

Sinemayı oyuncuları ile izliyorduk, sonradan oyuncunun bir unsur olduğunu öğrendik ama Hollywood star sistemi diye bir şey kurmuştu çoktan ve filmi salt oyuncu ile izleyenler her zaman oldu. Böylece oyuncuların bir kısmı, beyazperdede gördüğü rağbeti her şeyde aramaya başladılar.

Lâfı uzatmayacağım, gazetede okudum Nicolas Cage, Ghost Rider 2 filminin bir kısım sahnelerinin çekimi için ülkemize gelmiş… Amerika için bütün dünya bir stüdyo ve aynı zamanda pazardır. Ele aldıkları konuyu kendilerine uydurup dilediklerince film yapıp, tüm dünyaya pazarlarlar, bu mekanizma böyle kurulmuştur da. Şimdilerde basınımıza yansıyan Ghost Rider 2 filmi için ülkemize gelinmesine bir şey demiyeceğim ama filmin oyuncusu Nicolas Cage için Pamukkale civarındaki yapılan hazırlıklara ne demeli. Önce yapılan film nedir ve yapılan film ne olursa olsun, bir oyuncuya gösterilen bu önemseme nedir? Doğal olarak yapımcı firmanın, film ekibinin -salt oyuncunun değil- çalışma ve çalışma dışı ortamını hazırlamasını, başrol oyuncularına biraz daha torpilli davranılmasını anlarım ama gazetelerin yazdığı gibi (16.1.2011 / Hürriyet) Nicolas Cage için kalabileceği otelde kral dairesinin yeniden inşa edilmesini, kalabileceği odanın duvar, tavan ve kapı renklerini “hazretlerin” isteği doğrultusunda düzenlenmesini ve daha birçok -film dışı- hazırlıkların yapılmasını anlamam mümkün değil.

Çekilecek film, Ghost Rider 2 imiş, bunun demek ki 1’i de var. Görmedim, meraklısı da değilim, 2.si neyi anlatır (anlatmak ne kelime, yani gösterir – neyi pazarlar) bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Film tamamlanıp ülkemize geldiğinde de seyredeceğimden emin değilim. Çünkü ben bir film eleştirmeni değilim ama önceden plân yaparak -çeşitli nedenlerle- gittiğim filmler vardır, onları da seyrettikten sonra -kendimce- değerlendiririm. Şu veya bu nedenle hiç hazırlıksız seyrettiğim filmler de oldu ve olacaktır da. İyidir veya kötüdür, değerlendirme seyrettikten sonra ama tüm bunlarda, yönetmeni, yönetimini, senaryo yazılımını, kamera kullanımını, müziği, oyuncuyu -salt- o film için değerlendirirken, geçmiş filmlerine de gönderme (hatırlama) yapabilirim. Bir filmi salt oyuncusu için dahi seyredebilirim, oyuncuyu şu veya bu şekilde anar, olumlu veya olumsuz eleştirebilirim. Hepimizin bildiği, yaptığı şeylerdir bunlar… Bir filmin çekim aşamasının ne hazırlıklar gerektirdiği değerlendirmek, gerekli olan işleri yapmak başka şeydir, kim olursa olsun film çekmeye gelmiş bir oyuncu için yeniden kral dairesi inşa etmek başka şeydir.

Başka bir filme geçeceğim, konuda değişecek. Kısmen ülkemizde çekilen Hafif Süvari Alayının Hücumu – The Charge of the Light Brigade (Tony Richardson) filmi için ülkemize gelen ekibe bir Türk yönetmeni de katılır. Oyunculuk, asistanlık yapan Fikret Uçak gün gelir yönetmenliğe başlar ve filmler çeker. Bu arada Richardson filmini çekmek için ülkemize gelince gidip onlardan iş ister ve 6. (altıncı) yönetmen yardımcısı olarak işe alınır. Film boyunca çalışmalara katılır ve bu çalışma sırasında edindiği bir kısım malzemeyi sonraki yıllarda çevirdiği filmlerde kullanır. Bu olay yukarıda değindiğim konu ile ilgili değil gibi ama 6 yönetmen yardımcısının olduğu bir film setini düşünün. (Belki bizde de yönetmen yardımcısında bu sayıya ulaşılabilir ama 6. yardımcıya sonraki filmlerinde kullanabilecek ne gibi bir malzeme kalır?)

Aytekin Akkaya da yabancılarla ortak çekilen bir film setine arabalarla götürülüp getirildiklerini, çekim sonrasın da ise yıkanma, üst değiştirme gibi ihtiyaçlarının karşılandığını, yerli filmlerde bu olanağı her zaman bulamadıklarını anlatmıştı. Tabi ki bunlar yapım çalışmalarının yapılması gerekenleridir ama Cage için üç katlı kral dairesi yapılmasını (bu yapım işlemi değildir, neresinden bakarsan) anlamış değilim. Bu konukseverlik de değildir.

Ülkemizde yaşanmış bir Yeşilçam dönemi sona ermiş ve yapım şirketlerinin -kendince- yerleşik üretim faaliyet aşaması sonuçlanmıştır. Şimdilerde film yapım işlemleri, sponsor aranması aşamasını çözümlemekle başlıyor. Tüm bunlar bir filmi üretebilmek için. Beri yandan tamamen üretim dışında kalan (ve iyice abartılan) bir ağırlama işinin, -sitemlerim Cage’in şahsına değil, bu Eastwood da olabilirdi, Pitt de-, detaylandırılarak -ve önemli imiş gibi-, dillendirilerek yansıtılması. Yapılacak film ne olursa olsun, oyunculuk kamera karşısında olur. Kral dairelerinde ağırlanmak oyunculukla ilgili değildir ama ağırlayanlar hangi oyunun içindedirler?

(16 Ocak 2011)

Sadi Çilingir

Dersimiz Sinema 4

2010, “Dünya Bio Çeşitliliği Koruma Yılı” imiş. Bio çeşitlilik, yer kürenin sağlığı konusunda tartışılmayacak tek gösterge imiş bilim insanlarına göre. Ama bu bio çeşitlilik şimdilerde ciddi bir yıkımla karşı karşıya imiş. Bunun tek sorumlusu da insanmış. Ekonomik, sosyal yapımızı, gıdamızı, uygarlığımızı ve yeryüzündeki yaşamın varlığını destekleyen eko sistem yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaymış. Yeryüzündeki doğal yaşam alanları giderek küçülüyormuş. Var olan bitki ve hayvan nüfusu ciddi tehdit altındaymış. (Bunları ben, Sadık Çelik’i Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısından aktarıyorum. 12 Haziran 2010)

Eğer bütün bunlar doğru ise ki ben kuşku duymuyorum, hatta azı yok çoğu var diye düşünüyorum, çok önemli, vahim bir durumla karşı karşıyayız.

Bütün bu gelişmelerin tek sorumlusu olarak insan öğesi öne çıkarılıyor. Genel olarak bakıldığında doğru (gibi) görünüyor. Ama bu konuya dikkat çeken, doğanın korunması için çaba gösteren insanlar da var. Ayrıca sorumlu olmadığı halde kurban olan sayısı azımsanmayacak bir insan nüfusu da söz konusu.

Bu nedenle insanı böyle toptancı bir yaklaşımla sorumlu göstermek yerine bu insanı belli bir sistemin insanı olarak düşünmek de gerekmez mi?

Denecek ki o sistem de bir insan ürünü. Doğrudur. Sistemi insan yarattı, ama o insan artık kendi yarattığı sistemin elinde, sisteme hizmet eden, onun kölesi bir varlığa (insana) dönüşmüşse, bizim burada asıl konumuz artık bu sistemin bizzat kendisi olmalıdır. İnsan kendi yarattığı canavarı gene kendisi yok edebilir.

Demek ki, asıl sorun, neymiş, sistemmiş. Adını tam koymak gerekirse, tek değer parayı merkezine almış kapitalizmdir.

Para, kendi dışındaki bütün değerleri, kendi çıkarı, egosu doğrultusunda ölçmektedir. İnsan, paranın tutsağıdır, bu sistemde, yani kapitalizmde.

Konumuz aslında sinema. Ama işte sinema olayını da öyle soyutlamak, boşlukta bir şeymiş gibi görmek ne kadar doğru? Çünkü sonuçta sinema da kapitalist sistemin bir çocuğu, ona bağlı, ona bağımlı.

Biolojik ekosistem gibi, ekonomik ekosistem gibi. Bunlar gibi bir de kuşkusuz kültürel ekosistem de var.

Aslında doğal yaşam içinde de her şey güllük gülistanlık değil. Orada da bir yaşam mücadelesi, egemenlik mücadelesi söz konusudur. Orada da, insana bağlı olmayan yok olmalar hep olmuştur. Ama orada, yani doğal yaşamda, gelişmeler, dönüşümler, yok olmalar, iç dengeyi yıkmadan, bütünü tehdit etmeden kendi doğal mantığı içinde olmaktadır. (Belki bu bile tartışılır)

İnsan, sanki başka bir âlemden dünyaya gelmiş gibi, yabancı bir unsur olarak algılamaktadır çevreyi. Çok eskilerde bu böyle değildi. Zamanda insan böyle bir canavara, doğa düşmanına dönüştü.

Bu para canavarı insan her şeye bu gözle bakar oldu.

İnsanın diğer canlılardan önemli bir farkı yaptıklarını düşünerek, tasarlayarak yapmasıdır. İnsan düşünerek, tasarlayarak güdüsel yaşamın dışına çıkmıştır. İnsan, güdüleri de denetim altına alınmıştır.

Aslında doğal güdüler de bencillik üzerine kuruludur. Her birey, her tür, öncelikle kendi varlığını korumak, sürdürmek güdüsüne sahiptir. Doğa yasaları böyle işler. Bizim vahşi doğa dediğimiz ortamın kuralıdır, bu.

İnsan bu ortamda bilinçli tasarımlarda bulunur. Genelde bu tasarımlar “olumlu insan” değerlerine (insani değerler) göre yapılır. İyinin, güzelin peşindedir. Doğal işleyişe uymaz, ona kendi değerleri yönünde müdahale eder.

Evimizin bahçesini düzenlerken, tercih ettiğimiz bitkilerin yaşaması için müdahalede bulunursunuz, bahçenizi “zararlı” otlardan temizlersiniz. Aynı müdahaleyi tarlanıza ektiğiniz bitkileri korumak için de yaparsınız.

Kedinizi, köpeğinizi, tavuklarınızı pirelerden korumak için ilâçlarsınız. Bu örnekleri çoğaltmak olasıdır.

Bizim bir kedimiz pireler yüzünden öldü.

“Bakımsız” bir bahçe (yani doğal haline bırakılmış bir bahçe) kısa sürede kimi bitkilerin egemenliğine girer.

Yani konu o kadar basit değil aslında. Doğa da yaşamak için egemenlik kurma güdüsü çok kuvvetlidir. İnsanın iki doğası var: vahşi doğa ve insani doğa. Biz insani doğanın insanda asıl egemen olması düşüncesindeyiz.

Gene sinema alanının dışına çıktık.

Sinemaya gelince. Sinema bir eğlence dünyası, para yatırıp, para kazanma alanı olmasının yanı sıra bir kültür de üretir, yani kültür alanıdır. Sanatsal boyuta şimdilik girmeyeceğiz.

Sinema çok geniş bir ailedir. İçinde sanatsal ürünler olduğu kadar, böyle bir boyutu olmayan, haber, araştırma inceleme, bilimsel, tanıtım, propaganda, reklâm gibi alanlarda vardır. Ve hepsi de kültürün parçasıdırlar.

Bio çeşitliliğin yanına kültürel çeşitliliği, biolojik ekosistemin yanına da kültürel ekosistemi koyarak, konumuz olan sinemaya bakabiliriz.

Doğada her türün kendi özellikleri olduğu gibi toplulukların da kendi özellikleri ve kendi kültürleri vardır. Nasıl türlerin kaybolmamasına, yani bio çeşitliliğin sürmesine özen gösteriyorsak, toplulukların da kendi özellikleri ve kültürleriyle birlikte var olmalarına yani sosyo-kültürel çeşitliliğin sürmesine özen göstermek gerekmektedir.

Evet, gerekmektedir de durum böyle midir? İşte bu noktada “vahşi doğa yasaları”, “insani doğa yasalarının” önüne geçmekte olduğuna tanık olmaktayız.

Doğal bio çeşitliliğin tehlike altında olması gibi kültürel çeşitlilik de tehlike altında. Bunun başka bir nedeni de egemenlik altına alma güdüsü olmaktadır.

Egemenlik yalnızca bir işgâl olayı değildir, toplumun bütün kalelerinin ele geçirilmesidir. Bunun için içerden yerli unsurlardan da yararlanılır. Ekonomik alanlar, eğitim ve de kültür alanları egemenlik kurma amacında olanın etki alanına girer.

Kültür, bir toplumun kimlik kartı gibidir. Kültürünü kaybeden, kimliğini kaybeder. Aslında kültür, amaçlı olarak, plânlanarak kaybettirilir ve yerine plânlayanın kültür ve kimliği yerleştirilir.

Böyle kültürel çeşitlilikler yok olarak tek kültürlülüğe (egemenlik kültürüne) doğru yol alınır. Bu da insanlık için büyük bir tehlikedir, yıkımdır.

Sinema alanında da benzer bir gelişme söz konusudur. Sinema kapitalizmin kuralları sinemaya yön vermektedir. Üstelik bu yeni bir durum değildir. Sinema baştan beri kapitalizmin bir çocuğudur, onun elinde gelişmiştir. Belirleyici hep para yaratan olmuştur, yani yatırımcıdır, yaratıcı değil.

Sistemin yatırımcısının başlıca iki hedefi vardır: Kârlı bir yatırım yapmak (yani kâr getirecek ürüne para yatırmak) ve de piyasayı elinde tutmak. Yatırım yapmak kadar, piyasayı elinde tutmak. Yatırım yapmak kadar, piyasayı elinde tutmak da çok önemlidir.

Piyasayı elinde tutmak demek, başka ürünlere piyasayı kaptırmamak (yada başkasının ürünlerine piyasayı kaptırmamak) demektir. Konumuz sinema olduğu için de sinema piyasasının kaptırılmamasıdır.

Sinema kapitalizmin kucağına doğdu demiştik. Kapitalizmin merkezi Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’dir. Buralarda şekillenen sinema bir model olarak bütün dünyaya pazarlanmıştır ve bir dünya piyasası oluşturmuştur. Bu durum bu gün de geçerlidir. Model hep kapitalizmin merkezine dönüşen ABD’nin Hollywood’udur. Batı Avrupa kapitalist ülkelerin ticari sineması da hep Hollywood’un yolundan gitmektedir.

Ayrıntılara girmeyerek, genel bir çerçeve çizmekle yetiniyoruz. Genel bir akıntının içinde her türden aykırı, ters küçük akıntılar olabilir ama genel akıntı hep bir yönedir. Bunun için ayrıntılara girmiyoruz.

Sinemada piyasa demek seyirci demektir. Piyasayı denetlemek demek, seyirciyi denetlemek (kontrol etmek) demektir.

Kapitalizm kolay ve yaygın ürün üretir piyasa için. Bu ürünler bir tüketim malıdır ve piyasa ise tüketiciler, müşteriler demektir.

“Seyirci”, o kutsal sinema mabedinin, “kutsal seyircileri”, uydurulmuş bir şehir efendisidir aslında, yatırımcı için onlar yalnızca, basit tüketicilerdir, müşterilerdir. (Bu konu birçok bakımdan düşünülmeye ve tartışmaya açıktır).

Basit tüketicilerdir, dedik ama işin bir de şu boyutu var: Bu tüketiciler insandırlar ve toplumu oluştururlar, dolayısıyla bu tür filmlerle sistem bir çeşit toplum mühendisliği de yapar, toplumu biçimlendirir, yönlendirir. Bu da işin ideolojik, siyasal boyutudur.

Sinema salonlarını sinemanın mabedi olarak görmek yaygın bir görüştür. Orada bir tören gerçekleşir. Belli bir filmi seyretmek için insanlar evlerinden, işlerinden çıkıp tek tek ya da gruplar halinde sinema salonuna gelirler, biletlerini alırlar, biletlerini kestirip fuayeye girerler, beklerler, gong vurur, salona girerler, yer gösterici onlara oturacakları yeri gösterir, bahşişini alır, oturulur ve salonun kararması beklenir, salon kararır, kalın kadife perde yavaş yavaş açılır, beyaz perde görünür ve gösterim başlar, önce pek yakında ve gelecek program gösterilecek filmlerin fragmanları oynar, sonra belli bir haber filmi ve de en sonunda beklenen film başlar tanıtım yazılarıyla. Beş dakika ara ve filmin sonunda salondan çıkılır, bu kez film üzerine konuşmalar, yorumlar başlar, vb… Bütün bunlar basit bir film seyretmenin ötesinde şeylerdir seyirci için. Sosyalleşmedir, topluca aynı düşleri paylaşmadır, heyecandır, duygudur, sevgiliyle buluşmadır, vb… İnsanın pazarları kilise ayinine gitmeleri gibi. Kilisenin tapınak olması gibi sinema salonları da bir tapınak işlevi görmüştür. Kiliseler nasıl dinin kutsal mekânıysa, sinema salonları da sistemin kutsal mekânlarıdır, bir bakıma. Bu karşılaştırmayı herkes kendine göre geliştirebilir ya da yanlışlayabilir.

Ama kapitalizmin ve kapitalist yatırımcının çok masum olduğunu ya da olabileceğini düşünmek biraz saflık olur. İstisnalar da genel durumu, genel işleyişi değiştirmez.

Bu nedenle, filmleri sinema salonlarında seyretme işinin, efsaneleştirilmesi, sistemin kamuflâjı olabilir mi?

Topluca beyin yıkama, biçimlendirme operasyonu olarak görünüyor olabilir mi “sinema salonlarında topluca film seyretme ayini” sistem tarafından?

Düşünmek gerek.

Bio çeşitlilikten nerelere geldik. Sinema piyasasının seyirci olduğunu söyledik. Ama seyirci de öyle, her yerde her zaman, tek tip insanlar topluluğu olarak görülmemelidir. Ülkelere göre, bölgelere göre, yaş gruplarına göre, eğitim düzeylerine göre, sınıfsal, etnik durumlarına göre, vb… Çeşit çeşit seyirci kategorileri vardır ve bunların her biri diğerlerine göre farklı beklentiler içinde olabilir. Öyledir de.

Ama kapitalist yapımcı için, bu seyirci gruplarının her biri için ayrı filmler yapmak kârlı bir yatırım değildir. Bunların hepsini birden aynı filmleri seyreder konuma sokulmaları gerekir. Öyle de yapılır. Böylece bütün herkes sinema salonunda film seyrederken eşitlenir. Zengini de yoksulu da, işçisi de burjuvası da vb… Birlikte gülerler, birlikte hüzünlenirler, birlikte korkarlar, heyecanlanırlar, vb… Ayrılıkların, çatışmaların ortadan kalktığı bir beraberlik, bütünlük sağlanır böylece…

Ayrıca Hollywood’un ABD özelinde çok özel bir de görevi vardır. ABD toplumu bütün dünyadan göç aldığı için yamalı bohça gibidir, karışık bir toplumdur. 72 millet diliyle, töresiyle, inancıyla, kültürüyle ayrı ayrı yaşamaktadır. Bir devlet için böyle bir yapı uygun değildir. Herkesin ABD ortak kimliğinde birleştirilmeleri, bütünleştirilmeleri konusunda Hollywood çok etkili bir iş görür. Herkesi ortak ABD kimliğini aşılar.

Söz konusu “herkes” olunca, ayrılıklar, farklılıklar artık yoktur. ABD vatandaşlığı vardır.

Yani neymiş? Sosyo-kültürel zenginlik ve kimlikler bastırılıp yeni bir ortak sosyo-kültürel tek kimliğe dönüştürülür. Artık herkes Amerikalıdır.

Ama Hollywood, yani kapitalist yatırımcı, dünyaya da açılarak aynı görevi ve işlevi bütün dünya uluslarına da uygular. Dünyadaki herkesi Hollywood yapımcılarının kârlarını artırmak için kullanır. Diğer yandan ise Amerikan toplumunda yaptığı gibi, diğer toplumları da Amerikanlaştırmaya çalışır ve büyük ölçüde de başarılı olur. Hollywood kahramanları artık bütün dünyadaki insanların kahramanıdır. Binlerce yıllık Köroğlu destanını bizler bile yeterince bilmezken Hollywood masallarının dünkü kahramanlarını herkes bilir.

Acı ama gerçek. Bunun adı kültür emperyalizmidir. İşgâldir. Kendini başkalarının yerine ikame etmektir.

Hollywood bir Amerikan masalıdır. Tıpkı Coca-Cola, blue jean, Marlboro vb… gibi. Amerika dünyayı bunlarla ele geçirmektedir.

Hollywood’da herkesin seyredeceği filmler yapmak asıldır. Bu bir kural olarak bütün dünyada geçerli kılınmıştır. Kimse de bunu sorgulamamaktadır. Bu, seyircileri müşteri görme algılamasının bir sonucudur. Bu, para yatıranın, yani kapitalist yapımcının gözüyle sinemaya bakmaktır, filmleri seyredilecek (tüketilecek) “meta” olarak görmektir. Genel işleyiş böyledir.

Böylece ortaya belli bir sinema anlayışı, film tasarlama yöntemleri çıkmıştır. Sinema okullarında, geleceğin sinemacıları bu anlayışla eğitilir ve bu anlayışa uygun filmler yapması istenir, beklenir. Bu sinema için yazılacak senaryo anlayışı öğretilir. Plân ölçekleri, kamera açıları, kurgu bağlantıları vb… Bütün sinemalar için ortaktır. Yani bütün dünyada aynı formata uygun filmler çekilir, filmler yapılır. Bu, ortak sinema grameridir. Ortak sinema dilinde filmler çekmektir. Öyküler farklıdır ama gramer ve dil aynıdır.

Seyirciler bu tür sinemaya alıştırılmışlardır. Hep bunu beklerler. Bildiği, alıştığı sinema diliyle ona her seferinde farklı öyküler anlatılmasını ister. Öyle de yapılır. Aynı dil kullanılarak herkes kendi öykülerini anlatır seyircilere. Özgünlük daha çok öyküdedir, öykülemededir. Anlatımda, dilde, sinemayı kavrayışta değildir. Dünyada böylece irili ufaklı birçok Hollywood patentli sinemalar oluşmuştur.

Bir de dillerden düşmeyen evrensellik-yerellik konusu vardır.

Bize göre kültür ve sanat ürünleri hep yereldir. Evrensellik bir efsanedir.

Kuşkusuz sinema, resim, müzik, tiyatro ve diğer sanat dalları evrensel bir olgudur. Herkes bunları kendine göre üretmektedir. Teknik ortaklıklar vardır. Ama sonuçta sanat üretimi kişisel bir etkinliktir. Kişide gerçekleşir. Kişi ise içinde olduğu topluluğun bir üyesidir, onun ürünüdür. Her topluluğun, toplumun bir tarihsel sosyo-kültürel boyutu ve derinliği vardır. Ayrıca toplumların da bir belleği vardır, kültürel genetiği vardır, kimse kendini bundan soyutlayamaz. Bunlar bir şekilde o toplumun kişilerinin de belleğindedir. Bu, toplumsal ve kültürel çeşitliliktir. Bunun da bir ekolojisi vardır.

Evrensellik adı altında, egemen çevrenin kendisini dünyaya dayatılması olabilir mi? Resim evrenseldir, ama batı resmi değildir. O batının yerel resmidir. Picasso gibi yapmak bir yabancılaşmadır. Mehmet Siyahkalem’in resimlerinden alınacak çok dersler vardır, ama kaç kişi farkında. Oysa Mehmet Siyahkalem bize ait, Picasso batı resim kültürüne aittir. Başkalaşmak değil esinlenmek, öğrenerek kendini, kendine ait olanı geliştirmektir asıl olan.

Eisenstein’in sinemasında, Brecht’in tiyatrosunda Japon tiyatrosu, resmi vardır ama özümlenmiştir ve Eisenstein, Sovyet sinemasıyla ilgili düşüncelerini, kuramlarını geliştirmiştir, aynı şekilde Brecht, Alman kabare gösterileri üzerine kendi tiyatro anlayışını kurmuştur. Ve hepsi de özgündür ve yereldir.

Dil de evrensel bir iletişim aracıdır. Ama herkesin kendi farklı dili vardır. Anlaşılabilmek için dil öğrenmek gerekir. Başka bir dil öğrenmek, o dilin kimliğine girmek değildir. Ama o kimliğe girmek içinde dil bir araçtır. Yani hiçbir şey bize gösterildiği, reklâm edildiği, dayatıldığı gibi değil.

Bio çeşitlilik, bio-ekosistem dedik, nerelere geldik. Bir fark yok.

Evrensellik bir kandırmacadır. Ya da evrensellik bir genel olgudur ama egemenlik için kandırmacaya alet edilmektedir, egemen kendi söylemini evrensel bir olgu diye dayatmaktadır. Yerellikleri, farklılıkları yok etmektedir, dönüştürmekte kendine benzetmektedir. Kendisininki gibi yapmaktadır.

Hollywood dili evrensel sinema dili olarak ortaya atılmaktadır. Bu, Amerikan sinema anlayışının dilidir. Amerikancadır. Böyle biline.

Amerikan sineması farklılıkları ortadan kaldıracak, bütün insanlarda var olan ortak biolojik güdülere yönelen bir sinema anlayışı geliştirmiştir. Bu güdüler evet, evrenseldir, ama insanın hayvani boyutudur. İnsan kültür üreterek bu hayvani boyuttan insani boyuta evrimleşmiştir, farklılaşmıştır ve gelişmiştir, uygarlıklar kurmuştur. İnsanı, bu boyutlarından soyutlayıp, ilkel, güdüler temelinde ele almak, insanı o güdülerden yakalayıp ele geçirmek, yönlendirmek, yöneltmek kapitalizmin en temel davranışlarından biridir. Hollywood sineması bu anlayış ve kavrayış üzerine kurulmuştur. Hollywood güdülere seslenen bir sinemadır, düşünceye, düşünmeye (beyne) seslenen değil. Egemenin, egemenlik aracıdır beyazperde. İnsanı esir eder, büyüler, kendi yaşamından soyutlar, düşler, masallar âlemine sokar ve yöneltir. Seyirci edilgendir, beyazperdeye tabidir. Tek egemen ve etkin olan o mabet denilen karanlık salonda beyazperdedir ve o perdedeki sinemadır, sinema anlayışıdır.

(16 Ocak 2011)

Engin Ayça

Tütün Zamanı

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri:

Aylık bir sinema dergisi, “hangi sinemalarda film izlemekten hoşlandığımı” sordu, şöyle cevap verdim: “Klâsik sinemalardan Emek Sineması

… en sevdiğim sinemaların başında geliyordu. Beyoğlu Sineması ise sanat ağırlıklı filmler sineması alışkanlığı yarattığı için gösterim …

… şartları çok iyi olmasa da film seyretmekten zevk aldığım bir salondur. Koltuk araları uzun bacaklarımı rahatsız etse de, bizleri …

… bugünlere taşıyan klâsik sinemalardan olduğu için Beyoğlu Atlas Sineması’nda film seyretmeyi severim. Film gösteriminde iki makine …

… kullandığından ve makinelerin aydınlatma lâmbaları farklılık gösterdiğinden, filmin iki yarısını farklı aydınlıkta seyretmek bile …

… hoşuma gider. AVM sinemaları içinde ise Maçka Cinebonus G-Mall Sineması, Nişantaşı City’s City Life Sineması, Levent Cinebonus …

… Kanyon Sineması, İstinye Park AFM Sineması en beğendiğim sinemalardır. İstanbul’un Avrupa yakasında oturduğumdan bu sinemaları saydım.

Diğer bölgelerde de aynı kalitede sinemalar olduğunu biliyorum. Bu kadar lâftan sonra kısaca şöyle diyeyim: Filmi sinemada seyredeyim de …

… hangi sinemada olursa olsun. Tahta koltuklu da olabilir, kışın soğuğunda kaloriferi yanmayan, yazın sıcağında kliması olmayan sinema …

… da olabilir, bence sinemaların hepsi film seyretmeye uygundur.”

Memleketin neredeyse her vilâyetinde bir film festivali yapılmaya başlandı. Yıllanmış festivalleri bir yanda tutarsak her yıl birkaç …

… yeni film festivali ile tanışıyoruz. Gerçi, Uluslararası Aşkın Film Festivali, -adını tam hatırlayamıyorum ama- Giresun Film Festivali gibi …

… bazıları pek kısa ömürlü oluyor ama memleketteki film festivali enflasyonuna katkıda bulundukları da inkâr edilemez. Gezici Festival

… ve Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden sonra şimdi birde adında “Gezici” ibaresi olmasa da maşallah neredeyse …

… gezilmedik şehir bırakmayacak olan Dağ Filmleri Festivali yapılmaya başlandı. Geçtiğimiz yıl Ankara’ya da taşınan festival bu yıl …

… İstanbul’dan başlayıp Ankara, İzmir, Antalya, Niğde ve Ağrı olmak üzere tam 6 şehri dolaşacak. Neyse ki içlerinde ünlü bir dağa …

… sahip bir şehrimiz var. Yakında ilçeleri de dolaşmaya başlayan festivallerimiz olursa hiç şaşmayalım. Aslında memleketin en büyük …

… festivali mi olur, Kültür Bakanlığı mı olur, bu festival düzenlemelerine bir düzenleme getirse hiç de fena olmaz. Ne bileyim, öyle …

… her önüne gelen film festivali düzenlemese, bazı ön şartları olsa, fos çıkan veya festival gibi festival olamayan festivaller yüzünden …

… film ve sinemacılık sektörü, zaten şu kadarcık olan prestijini de kaybetmese, vs., vs. Öyle ya vatandaş ne bilsin, film festivali …

… adı altında yapılan şenliklerde doğru dürüst film izleyemeyince ve doğru dürüst sanatçı göremeyince hemen sektörü suçlama yönüne …

… gidiyor. Anlatabildim değil mi?

Beş Dakika Ara (Belki Bulursun)

Singapur’un merkezinde nehrin denize dökülen kısmında birkaç cadde ve sokakta aynen bizim Beyoğlu’ndaki Çiçek Pasajı, Nevizade Sokağı ve civardaki diğer sokaklardaki gibi bol miktarda restaurant, cafe ve bar türü mekânlar var. Cuma ve Cumartesi akşamları neredeyse bütün Singapur eğlenmeye buraya geliyor. Bir akşam yemeğinden sonra ertesi gün, birde gündüz gözüyle göreyim diye aynı yerleri dolaştım. Nehir kenarına kavuşan bir sokağın orta yerinde Turkish Ice Cream yazan bir tezgâh ve içindeki kırmızı fesli karayağız delikanlıyı görünce hemen yanaştım. Dil bilmez ayaklarına yatıp önce karemelli dondurmayı işaret edip “Bundan” mânâsına “Ih”, sade dondurmayı işaret edip “Ih” dedim. Delikanlı gayet sakin “Abi, ‘karışık’ desene şuna” deyiverdi. Şaşırdım tabiî ki, “Nereden anladın?” dedim. “Abi buralarda memleket insanı hemen anlaşılıyor” dedi, benim niye baştan Türkçe sormadığımı merak etti. Bende izah ettim. Daha önce şehir merkezinde bulunan Turkish Cousine adlı restauranta uğrayıp, biraz memleket havası alayım diye çalışanlara lâf atınca bir baktım hepsi çat pat Türkçe konuşuyorlar. Meğer sadece patron Türkmüş, çalışanların hepsi Hintli. Patron yemekleri yapıp akşamdan çekip gidiyormuş. İnsan yurtdışına gittiğinde hareketlerine, oturmasına, kalkmasına, konuşmasına dikkat etme zorunluluğu hissediyor. Çünkü yurtdışında yabancılar, bizim suretimizde Türk insanını görüyor ve tanıyor. Yaptığımız herhangi bir olumsuz hareket yabancıların hafızasına hemen Türkler kötüdür imajını yerleştiriveriyor.

Sadi Bey’in Twitter Günlükleri (2. yarı)

Türsak’ın düzenlediği Yeşilçam Ödülleri etkinliği, ilk 3 yıl Aralık ayının sonlarında gerçekleştiriliyordu. Aralık geldi, geçti, doğrusu …

… merak ediyordum niye hâlâ ilân edilmedi diye. Nitekim Ocak ayının yarısına doğru yine geniş katılımlı bir jüri tesbit edilmiş, …

… bendenizi de jüri üyeleri arasına dahil ederek onurlandırmışlar. Muhtelif dallardaki en iyilerin 07 Şubat tarihine kadar bildirilmesi…

… isteniyor. Demek ki bu duruma göre ödül töreni Şubat’ın sonuna doğru yapılacak. Tam burada zat-ı Sadi’m sanki bir rekâbet kokusu duyuyor …

… gibi oluyorum. Çünkü yukarıda bahsettiğim gibi Yeşilçam Ödülleri töreni sadece 3 yıldır yapılıyor. Öte yandan SİYAD – Sinema …

… Yazarları Derneği de ben diyeyim 33, sen diyesin 43 yıldır SİYAD Ödülleri Töreni’ni sanıyorum hep Şubat aylarında yapıyor. Hani not …

… düşeyim dedim. Düşmüşken bir not daha düşeyim: Türsak neredeyse sadece film festivali, ödül töreni, yarışma töreni vs. düzenleyen …

… bir kurum haline geldi. Yıllar önce üç, beş tane Sinema Yıllığı yayınlamıştı. Bu alışkanlığı neden devam ettirmedi ve ettirmiyor?

Her yıl, 100 sayfa bile olsa, vizyona giren filmlerin sadece künyeleri bile olsa, şu Sinema Yıllığı bastırma işini yeniden başlatsa ve …

… sürdürse diyorum. Param olsa ben bastıracağım. Ama yok. 4. Yeşilçam Ödülleri’nde oy verdiğim film ve sanatçılar şöyle:

En İyi Film: Kosmos (Reha Erdem), En İyi Yönetmen: Reha Erdem (Kosmos), En İyi Senaryo: Kavşak (Selim Demirdelen), En İyi Müzik: Tamer …

… Çıray (Av Mevsimi), En İyi Görüntü Yönetmeni: Colin Maunier (Yüreğine Sor), En İyi Kadın Oyuncu: Sevinç Erbulak (Prensesin Uykusu),

… En İyi Erkek Oyuncu: Sermet Yeşil (Kosmos), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melisa Sözen (Av Mevsimi), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: …

… Bülent Emin Yarar (Beş Şehir), En İyi Kurgu: Levent Çelebi (Çakal), En İyi Sanat Yönetmeni: Ege Dora (Eşrefpaşalılar, Yüreğine Sor)

En İyi Genç Yetenek: Şenay Orak (Ben Gördüm), En İyi İlk Film: Çakal (Erhan Kozan). Bakalım kaç tane isabet ettireceğim.

1958 yapımı “Tütüncü Kızı Emine”, 1959 yapımı “Tütün Zamanı” ve 1969 yapımı “Tütüncü Kız Emine” adlı filmleri TV.de, sinemada, özel …

… gösterimde, nerede rastlarsanız hemen seyredin. Betacam, VHS kaset, VCD, DVD, nesini bulursanız hemen alın, çünkü bu filmleri bu …

… isimlerle bir daha izleyememe ihtimalimiz var. Son günlerdeki malûm tartışmalara bakarsak Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme …

… Kurumu’nun “Tütün ve Alkollü İçkilerin Satış ve Sunumuna İlişkin Esas ve Usuller Hakkındaki Yönetmeliği”nin Resmi Gazete’de …

… yayınlanmasının ardından Efes Pilsen Kulübü’nün kapatılıp kapatılmayacağı tartışılıyor. Tam bu aşamada bir spor kulübünün Tütün Spor

… olan adının Tutun Spor olarak değiştirileceği gazetelere yansıdı. Sahipleri, bu bahsettiğim filmleri herhangi bir TV kanalına satmaya…

… gittiğinde, yönetmeliğe göre ya satamayacak yada adlarının değiştirilmesi istenecek. TV.lerde filmlerin sigaralı sahnelerinin …

… flulaştırılmasından şikâyet ederken birde başımıza bu geldi. 40 yıllık Tütün Spor’un Tutun Spor olması gibi ister misiniz bu filmleri…

… de TV.lerde bundan böyle “Tutun Kızı Emine”, pardon “Tutuncu Kızı Emine”, “Tutun Zamanı”, “Tutuncu Kız Emine” olarak izleyelim. Aman …

… ha fazla kurcalamayalım, alkol piyasası, tütün zamanı falan derken “Sarhoş Atlar Zamanı”, “Bişr-i Hafi: Bir Zamanlar Sarhoştu”, …

“Derinlik Sarhoşluğu”, “Adım Çıkmış Sarhoşa”, “Sarhoş”, “Sarhoş Usta”, “Aşk Sarhoşu” gibi filmleri bir hatırlarlarsa, onları da …

… bundan böyle başka isimlerle izlemek zorunda kalabiliriz. Nedamet getirip, doğru yolu bulduğundan “Bişr-i Hafi” istisna olabilir.

Bu da böyle biline.

(16 Ocak 2011)

Sadi Çilingir

Bakın Size Ne Anlatacağım

The Favorite – Gözde adında bir film gösterime girmeden haftalar önce fırtınalar koptu yasaklansın diye. Dönemin Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek dönemin tek kanalı TRT’ye açıklamalar yaptı, gazeteler manşet attı. Fragmanını dahi izlemeyenler linç kampanyası başlattılar ülkede. BU FİLM OYNATILAMAZ başlıkları ile hem de.

Film, Cezayirli korsanlarca Akdeniz’de soyulan bir gemiden tutsak alınan ve Osmanlı sarayına köle olarak satılan 18 yaşındaki Fransız dilberi Aimee’nin, yani sonraları bizim Nakş-ı Dil Sultan olarak bildiğimiz genç kızın hikâyesini anlatmaktaydı.

Yıl 1990. Aylardan Eylül. Filmin PR çalışmalarını yürüttüğüm dönemdi ve şimdiki gibi filmlere yaş sınırlaması yoktu. Kurul izler ve uygun görmediği yerleri keserdi. Başlatılan aleyhte kampanya beni şirketime karşı çok zor durumda bırakmıştı ve filmi tanıtayım derken karşıma devleti almıştım farkında olmadan. Film tamamen yasaklanırsa Danıştay yolu açıktı ama onca yatırım boşa gitmiş olacaktı.

Bu gürültü ile film denetime girdi ve beklediğimiz gibi kesilerek çıktı. Hangi sahne kesildi biliyor musunuz? Padişah 1. Abdülhamit’in, Aimee ile ilk kez beraber olduğu sahne. Ne var bunda diyeceksiniz belki. Açıklayayım.

Gerekçeli karar: PADİŞAHI SEVİŞİRKEN TERLİ GÖSTERDİĞİ VE 1. ABDÜLHAMİT’İ ZAYIF, YETERSİZ, ACİZ YANSITTIĞI İÇİN KESİLMESİNE…

Bundan 3 yıl sonra gösterime giren TEMEL İÇGÜDÜ filmi Yargıtay’ca aklanan ilk film olma özelliğini taşır. (Gariptir bu da 1993 yılı Eylül ayı.)

Bir Cumhuriyet savcısının filmi izlerken AH… OH… seslerinden tahrik olması sonucu yasal işlem başlatılmış ve kopyalar 1 gece içinde toplatılmış (13 kopya) ve tam 9 ay süren mahkemeler sonucu FİLMİN GÖSTERİLMESİNDE BİR SAKINCA görülmeyerek serbest kalmıştı.

Şu sıralarda bir TV kanalında bir dizi için bunca yaygara koparılırken, sinemalarda gösterilen bir film için galalar basılırken tarihe not düşeyim dedim.

(14 Ocak 2011)

Nizam Eren

Tarih, Kavram ve İdeoloji Işığında Dönem Filmlerinin Eleştirisi Üzerine

Giriş Yerine…

Türkiye, 2011 yılına, önceden, Atatürk filmleri bağlamında aşina olduğumuz bir dizi tartışmanın gölgesinde girdi. Bu kez söz konusu olan, kaynağını Osmanlı İmparatorluğu’ndan alan bir TV dizisi idi. Dizinin fragmanının yayınlanmasının hemen ardından ayağa kalkan kimi çevreler, yapımı ‘maksatlı bir çabanın ürünü’ olarak nitelerken, doğrusu (ve bir kez daha) sınır tanımıyorlardı.

Önce, çalışma alanıyla ilişkilendirmenin olanaksız olduğu bir sendikanın başkanı; dizinin “Türkiye’nin son yıllarda izlediği başarılı dış politikanın önünü kesmek” gibi, algı sınırlarımızı zorlayan bir komplo teorisi neticesinde gündeme geldiğini iddia ediyordu. Kervana, hedeflenenin önemli bir tarihsel şahsiyeti küçültüp aşağılamaya çalışmak olduğunu belirterek katılan tanınmış bir siyaset adamımız ise, “ecdadımıza yapılan bu küfre karşı” kamuoyunda oluşan tepkilerin dikkate alınması gerektiğini ve diziyi yayınlayan kanalın üzerine düşeni yerine getirmesini salık veriyordu. (Yazının kaleme alındığı dakikalarda uyarıyı emir telâkki eden RTÜK’ten gelen açıklamayı hatırlayalım: “Kurullarımız, inceleme sonucunda yayın ilkeleriyle bağdaşmayan bir durumla karşılaşırsa, gereken yapılacaktır!”)

Girişte de vurguladığımız gibi, yakın bir geçmişte Atatürk filmleri üzerinden koparılan gürültüye yeni bir halka olarak eklemlenen bu tartışmalar, -geçtiğimiz günlerde vizyona giren Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi ekseninde yaşanan polemiği de akla getirerek-, ülkenin referandumla doruğa ulaşan son dönemine damgasını vuran sosyal ve siyasal sürecin biraz da doğal sonucu olarak seyrine devam ediyor. Bir başka deyişle, söz konusu olan film ve diziler, “resmi ideolojinin izinde olmak” ile “malâm mihraklara cesaret vermek” arasında gidip gelen eleştirilerle karşılaşmaya devam ediyor.

Taraf Olmak ya da Olmamak!

Anılan film ya da dizilere getirilen eleştirilere bir bütün olarak bakıldığında, ideolojik bakışa bağlı olarak “olguya taraf olma” yaklaşımının ağır bastığını söyleyebiliriz. Genel olarak ‘tutarlılık’ gibi asgari düzeyden nasibini pek de alamamış bu serzenişler (örneğin, karşı kutbunda yer alan bir yapıma duyulan öfkeyi ‘özgürlükler’ ya da ‘hoşgörü’ çerçevesinde ele almayı doğru bulduğunu beyan eden bir siyaset adamı, kendi cephesini rahatsız eden bir eseri, pekâlâ ‘mazisine hakaret etme’ şeklinde niteleyebiliyor.) politikacılardan köşe yazarlarına, pek çok çevreyi kapsamasına karşın, konu ve tartışma yaratan kavramlarda görüşüne en az başvurulan kesim, -hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde- sanat ve sinema camiası oluyor.

Bütün bu gelgitlerin tarihsel arka plânı incelendiğinde, sinema tarihinin sanat ve ideoloji kavramlarından bağımsız düşünülemeyeceği görülecektir. Yedinci sanatın sessiz dönemlerinden başlamak üzere; Eisenstein’ı coşku yaratan Sovyet Devrimi’nden, Easy Rider’ı tüm dünyayı kısa sürede peşine takacak ’68 ruhundan ya da Yılmaz Güney klâsiklerini Türkiye’nin 70’li yıllarına damgasını vuran siyasal ortamdan farklı bir yerde konumlandırmak nafile bir çabanın ürünüdür. Benzer bir yaklaşım, sanatın tüm dallarını kapsayacak bir biçimde genişletebilir; Rönesans hareketini Reform’dan, Romantik dönem sanatçılarını Fransız Devrimi’nden ya da Dışavurumcu Alman ressamlarını, Hitler öncesi dönemin kaotik ortamından koparamazsınız. Buna karşın, adı geçen ilişkinin, sanatı sanat yapan temel değerler bütününden bağımsız ele alınması (tam da 2011 Türkiyesi’nde olduğu gibi) bir başka çelişkinin doğmasına yol açacaktır.

Sinema Nedir ya da Ne Değildir?

Tartışma konusu yapılan yapıtlara dair sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için, sözgelimi Can Dündar’ın Mustafa’sının belgesel sinema adına hangi yenilikleri içerdiğini, yok edilmek istenen bir ulusu var etmeye çalışan bir liderin profilini hangi görsel ve yazılı kaynaklardan yararlanıp bütünlüklü bir anlatı içinde seyirciye ulaştırmaya çabaladığını ve bunu gerçekleştirirken estetik değerlere sahip olup olamadığını sorgulayabilirsiniz. Benzer biçimde, bu yapımın anti-tezi olduğunu öne süren Dersimiz: Atatürk’ün didaktik anlatı formlarından neden bir türlü sıyrılamadığını, biyografik bir yapımın ‘olmazsa olmaz’ ilkelerinden niçin nasibini alamadığını ve salt ticari bir yapım olarak ‘sınıfta kaldığını’ (sinema tarihinde öne çıkan benzer yapımları da görüşlerinize referans yaparak) öne sürebilirsiniz. Böylesi bir bakışla, yer aldığınız taraf ve savunageldiğiniz ideolojiyi belki bütünüyle göz ardı etmeden; ancak soğukkanlı bakış açınızı da yitirmeden Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi filmini de masaya yatırabilirsiniz. Karşınıza çıkan, filmin hararet yaratan Atatürk’le ilişkili sahnesini TV için hazırlanan fragmanının omurgası yaparak prime dönüştürmeye çalışan yapımcıdan ya da “role hazırlanmak için sabahlara dek namaz kıldığını” beyan ederek filmin hedef kitlesine göz kırpan oyuncudan başkası olmayacaktır. Tıpkı, gösterim şansı yakalayan ilk Kürtçe filmlerinde kendi çevreleri dışındaki tüm kesimleri bir canavar olarak resmetmesine karşın, seyircinin savundukları karakterlerle özdeşleşmesine engel olan (ve eldeki tek argüman olan ‘gerçekleri anlattık’ söylemini tek atışta heba etmeyi başaran) Min Dit ekibi gibi. Oysa İki Dil Bir Bavul gibi, benzer bir yaşanmışlık deneyiminden hareket eden bir filmin ‘Andımız’ sekansı, öncülünün saatler boyu söylemeyi çalıştığı ‘şey’leri bir çırpıda izleyicinin kulağına fısıldayacaktır. Örnekleri Kubilay’dan Nene Hatun’a süren bir çizgide çoğaltabilir; hatta bu filmlerin ele aldıkları temayı algılamaya yatkın (ya da olgunlaşmış!) bir seyirci tabanının varlığına rağmen gişede neden yere çakıldıklarına dair fikir yürütebilirsiniz. Kısacası savunulan ideolojinin niteliği ortaya çıkan ‘öz’ü değiştirmeyecek, bir yapımın yaratıcı kadrosunun kılavuz edindiği ideoloji, “neyin”, “nasıl” anlatıldığı önemsenmediği ölçüde başarıya ulaşamayacaktır. Çünkü sinema, yalnızca siyasal bakışınıza ve yer tuttuğunuz safa güvenerek ortaya koyabileceğiniz (ve bundan bir çırpıda sonuç alabileceğiniz) kadar küçük bir sanat dalı değildir. Eisenstein’ı büyük bir yaratıcı yapan temel nedeni yalnızca ideolojisine olan bağlılıkla açıklayamaz, sinema sanatına yaptığı önemli katkıları bu yolla göz ardı edemezsiniz. (Griffith’in ırkçı yapıtının (The Birth of a Nation) ya da Leni Riefenstahl’in Nazi belgesellerinin savunduğu çarpık ideolojinin, bu filmlerin sanatsal niteliğini gölgelememesi gibi.)

Madalyonun Öteki Yüzü

Bu süreç, madalyonun öteki yüzüne bakıldığında, her sanatsal ya da düşünsel olgudan siyasal sonuçlar çıkarmaya heveslenen politikacılar veya hamlelerini “duyarlı kamuoyunun sesi” olma adına gerçekleştiren köşe yazarları adına da ilginç sonuçlara ulaşmamıza olanak tanımaktadır.

İlk olarak, bu çevreler, uzunca bir süredir dizi sürelerinin uzunluğuna işaret eden; hatta bu işkencenin sonucunda kimi arkadaşlarını toprağa veren dizi emekçilerinin çığlığına kulak tıkamışlar ve (Muhteşem Yüzyıl örneğinde olduğu gibi) RTÜK’ü müdahaleye çağırmamışlardır. Dolayısıyla, bugün gösterdikleri hassasiyeti masum veya olağan bir talep olarak nitelendirmenin uygunluğu tartışma konusudur.

İkincisi; dizi ya da filmleri “gelenek, kültür, tarih, miras” vb. kavramların ağırlıkta olduğu bir bakışla değerlendirmeye kalkışmanın, -söz konusu tavrın ‘sanatın özgürlükçü bir ortama ihtiyaç duyması’ niteliğiyle çelişmesi bir yana-, olguya gerçek (ya da hedeflenen) değerinden farklı bir anlam yükleme gibi, bir başka nafile çabanın ürünü olduğunun altı çizilmelidir.

Bir Kubrick kahramanına “vatanseverlik, bir hainin son sığınağıdır” cümlesini söyleten anti-militarist söylem (Paths of Glory), savaşların son bulmasına neden olmamıştır. 60’ların görece özgür ortamında sistemin ve her türden otoritenin sorgulanması gerektiğine inanan pek çok yönetmen, 80’lerin muhafazakâr politikalarına engel olamamış, Vietnam’ı sorgulayan onlarca yapım, sözgelimi Irak’ta, milyonlarca insanın gözü önünde oynanan oyunu durdurmaya yetmemiştir. Çünkü sinema, tüm sorunları tek başına çözme gibi bir etkiye sahip değildir; dahası böyle bir iddia peşinde de değildir. Biraz da bu yüzden, sinema tarihi; değiştirmeye, yıkmaya ve yerine yenisini koymaya hevesli onlarca başarısız yapımı da kapsamaktadır. Yarına kalan politik eserler ise “yüzleşme”, “sorgulama” ve “duyarlı kılma” gibi, bireyde hiç de küçümsenmeyecek durumları ortaya çıkarmaları nedeniyle önem arzetmektedirler.

Dolayısıyla Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi veya Muhteşem Yüzyıl gibi yapımların bakış açılarını topluma aşılayacağı ve dahası bu yolla bir dönüşüm yaratabilecekleri savı geçerli değildir.

Sonuç Olarak…

Sorun; (belki de gerekli olan) bir sorgulamayı, örneğin Mustafa filmi ekseninde gönül rahatlığıyla gerçekleştiren ve ‘özgürlükler adına yüzleşme’ söylemini baş tacı eden kesimlerin, böylesi bir hesaplaşmaya ne kadar yanaşacaklarıyla âlâkalıdır.

Sanırız geçmişte Halit Refiğ’in, bugün sinemamız adına çıtayı aşmayı başaran bir dönem filmi olarak değerendirilen Haremde Dört Kadın adlı eserine gerçeklerin çarpıtıldığı ya da tarihimizin karalandığı iddialarıyla ve benzer bir saldırganlıkla tepki gösterenlerin, aynı düşünce sistematiğinden yola çıkan yeni nesillerini uyarmaları yeterli olacaktır; çünkü ne o film, ne de diğerleri, tarihin yerli yerine koyduğu Osmanlı imgesini yerle bir etmeyi başaramamıştır. Tıpkı, “Muhteşem Mazimiz Ayaklar Altına Alınamaz!” şeklinde pankart açan grupların, şanlı zaferler ve fetihlerin yanı sıra; haremin, entrikaların veya Hürremlerin var olmadığı bir Osmanlı sarayı yaratmayı başaramayacağı gibi!…

İnanın, gerçek “ucubelik”, tersi bir yaklaşımı dayatmanın sonucunda ortaya çıkacaktır.

(10 Ocak 2011)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Sinemacılar Kaygılı ve Diken Üstündeymiş! Günaydın Hepinize, Günaydın!

Sinema Meslek Birlikleri Güç Birliği (BİROY, BSB, FİYAB, SETEM, SESAM, SEYAP, SİNEBİR, TESİYAP), bir bildiri yayımlayıp, son günlerin tartışılan dizisi “Muhteşem Yüzyıl” ile ilgili RTÜK’ün uyarı kararından dolayı, kaygılarını dile getirmiş. Hepsine “Günaydın”!

Anılan 3984 numaralı RTÜK YASASI’nın Resmi Gazete’de yayımlanma tarihi: 20.4.1994. 17. yılın içinde! Peki, bugüne dek, televizyon kuruluşlarına sinema filmleri yayınlarından dolayı arka arkaya cezalar yağarken, neredeyse hiçbir film kesintisiz, ‘blur’lanmadan yayımlanamazken kaygılanmıyorlar mıydı? Devlet büyükleriyle defalarca görüşmediler mi, sayısız toplantı yapmadılar mı? Sadece akçalı işlerde değil, RTÜK adlı çağ dışı sansür kurumu konusunda da kaygılarını yeterince dile getirselerdi ya! Hangisi, filmlerini sansür uygulamalarından dolayı televizyonlardan geri çekti? Neden yasal sendikal haklarını kullanıp, emekçinin aleyhine işleyen dizi sistemini kökten değiştirmek için bir grev kararı alamıyorlar? Hollywood’da stüdyoları dize getiren senaryo yazarları grevi de ilham vermiyor mu?

Sansürün kalkması ve yasal haklara kavuşulması için, bildiri yayımlama dönemi falan çoktan geçmiştir. Keşke, sinema yazarları bu konularda defalarca yazıp uyarırken, müstehzi gülümsemelerde bulunmak yerine ciddiye alsaydınız! Yeni RTÜK Yasası devreye girdiğinde hepinize kolay gelsin!

(14 Ocak 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Beşiktaş Kültür Merkezi’nin Dokunduğu Altın Oluyor!

Yılmaz Erdoğan ile Necati Akpınar’ın patronajındaki Beşiktaş Kültür Merkezi her geçen gün Ertem Eğilmez ile Nahit Ataman’ın patronajındaki Arzu Film’in yerini dolduruyor.

Aşağıdaki yazımda Vizontele 3 ve Eyyvah Eyvah 3 olacak mı? sorularının cevabını bulabileceksiniz.

Beşiktaş Kültür Merkezi’nin uzun vadeli yeni projeleri şöyle sıralanıyor:

* Mutlaka ve mutlaka Beyazıt Öztürk’le bir sinema filminde çalışılacak. Beyaz’ın da oynayacağı Yılmaz Erdoğan’ın senaryo yazarı, yönetmen ve oyuncu olarak yer alacağı proje Bağ Bozumundan vaz geçildi. Ancak başka projeler geliştiriliyor.

* Vizontele 3’ün senaryosu henüz yazılmadı. Ancak Yılmaz Erdoğan bu seriyi 12 bölüme ulaştırabilecek öyküleri, sinopsisleri oluşturdu. Şimdi geriye kalıyor senaryoları yazarak diğer on sinema filmini gerçekleştirmek.

* Eyyvah Eyvah 2’de öyküye nokta kondu. Üçüncüsü çekilmeyecek.

Beşiktaş Kültür Merkezi’nin son onbir yıldaki belli başlı sinema işleri şöyle sıralanıyor:

*Vizontele / 2001 / 3 milyon 308 bin kişi.

*Vizontele Tuuba / 2004 / 2 milyon 894 bin kişi.

*G.O.R.A.: Bir Uzay Filmi / 2004 / 4 milyon bin kişi.

*Organize İşler / 2005 / 2 milyon 618 bin kişi.

*Hokkabaz / 2006 / 1 milyon 710 bin kişi.

*Beynelmilel / 2006 / 431 bin kişi.

*Neşeli Hayat / 2009 / 1 milyon 125 bin kişi.

*Çok Filim Hareketler Bunlar / 2010 / 1 milyon 141 bin kişi.

*Eyyvah Eyvah / 2010 / 2 milyon 459 bin kişi.

*Eyyvah Eyvah 2 / 2011 / Gösterimi halen sürüyor.

(13 Ocak 2011)

Hakan Sonok

Film Şeritlerinin Üzerinde Uyuyan Adam

İşin aslına bakarsanız, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Erhan Kayaalp’in sinema tutkusunun boyutlarını tanımlamak için yukarıdaki başlık da son derece kifayetsiz kalıyor; Erhan Hoca’nın Nişantaşı’ndaki evinde gördüğüm manzaraya tam bir karşılık bulmak gerekirse ‘Film şeridi yiyerek hayatta kalan adam’ demek çok daha doğru olacaktır!

Boğaziçi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’nda Fransızca dersi öğretmenliği yapan Erhan Kayaalp ile karşılaşana kadar, “sinema tarihi” alanındaki arşivciliğimle epeyce böbürlenen bir tavrım, hatta bu konuda gizlemeye gerek bile duymadığım muzip bir ukalâlığım olduğunu söyleyebilir(d)im. Fakat, ne zaman ki memleketimizin önde gelen film ithalât, üretim ve işletme şirketlerinden Umut Sanat’ta satış müdürlüğü yapan değerli dostum, tıpkı benim gibi bir “biriktirme delisi” olarak nâm salmış Metin Ergül, “Gururlanma Ali Murat’ım, böbürlenme sevgili sinefilim, şu sinemacılar âleminde senden ve benden daha büyük bir Erhan Kayaalp var” deyip beni yakın zamanda bir akşam vakti bu gizemli er kişinin mekânına götürdü; işte o gün bugündür tövbe istiğfar edip Kayaalp’in müritleri arasına katılmış durumdayım.

Aşağı yukarı bir 30 yıldır 8, 16 mm formatında film şeritleri ve bu formatta filmleri gösterilebilen sinema makineleri, yanı sıra da video kaset, plâk, müzik CD’si, DVD, film afişi, lobi kartı ve benzer türden bilumum görsel – işitsel malzeme biriktiririm. Dürüstçe itiraf edeyim beni bu süreçte böylesine komplekse sokan, koleksiyonculukta ulaştığı nokta itibarıyla çatır çatır kıskandıran başka bir rakiple daha karşılaşmamıştım!

“Bizi ağırlamayı murad ederse, kendisinin bir acı kahvesini içelim” diyerek ortak dostumuz Metin ile önce bir haber saldığım, “Buyursun gelsin, koleksiyoncu koleksiyoncunun külüne muhtaçtır” cevabı üzerine de geçen hafta Nişantaşı semtinin gözden ırak ara sokaklarından birindeki evine konuk olduğum Erhan Kayaalp, anadili düzeyindeki Fransızcasıyla Boğaziçi Üniversitesi’nde uzun yıllardır öğretmenlik yapan bir akademik eğitimci… Ki kendisiyle ilgili olarak okul çevrelerinde jet hızıyla bir araştırma yürüttüğümde, adının çevresinde dolaşan öğrenci nitelemeleri arasında en ön plâna çıkan sıfatın “süper öğretmen” olduğunu gözlemledim. Buna karşılık, onu böylesine onurlandırıcı bir sıfatla ananların pek çoğu, sözlerinin hemen sonuna da “Fakat, notu inanılmaz kıttır” cümlesini eklemeyi ihmâl etmiyordu. “Fransızcayı sular seller gibi öğretir” diyordu rahle-i tedrisinden geçenler, “Ancak, yaptığı sınavlarda adamı çok kötü kasar! Çünkü, mükemmeliyetçidir, döküntülüğe asla tahammülü yoktur!”

Erhan Hoca’nın, 8, 16 ve 35 mm’lik formatlarda binlerce film bobini, yanı sıra da düzinelerce sinema makinesini barındıran “sinema müzesi” görünümündeki evine girip incelemelerime başladığımda, Fransızcasının düzeyini tartabilecek bir yabancı dil bilgim olmasa bile bu mükemmeliyetçi tavrının yansımalarını her köşede bizzat gördüm.

Kayaalp, 1960 yılında, bu iki katlı apartman dairesinde doğmuş ve bütün çocukluğu da yine aynı evde geçmiş. Apartmanın tamamına sahip olan babası zaman içinde bazı katları satılığa çıkarsa da sonuçta en üstteki iki kat Hoca’ya miras kalmış ve o da bunları birbirine bağlayarak ileride iyice zıvanadan çıkacak olan “hobi”si için kendisine genişçe bir alan oluşturmuş. “Bal dök yala” görünümdeki bu evde sigara içilmesi kesinlikle yasak; çünkü her köşede nadide bir sinema makinesi, adları sinema tarihine altın harflerle yazılmış filmlerin özel koruyucu naylonlar içindeki makaraları ve yüzlerce parça sinemasal hatıra eşyası muhafaza ediliyor. Bütün bu koleksiyonu koruyabilmek içinse doğal olarak tavizsiz bir sterilizasyon şart…

Her şey, Kayaalp’in ilkokuldayken kendisine karne armağanı olarak bisiklet alan babasına, “Ben bisiklet falan istemiyorum, git bunu geri ver, bana bir sinema makinesi al” demesiyle başlamış. Babasının ona Sirkeci’deki bir mağazadan satın aldığı Avusturya malı Eumig marka 8 mm’lik sessiz sinema makinesinden itibaren de bugünlere kadar gelmiş koleksiyonculuğu…

Ancak, içinde bulunduğumuz günler itibarıyla, Erhan Hoca’ya artık bu iki katlı krallığın da yettiği söylenemez; çünkü evin içinde dolanırken bir şeyleri devirmemek ya da çarpmamak için ciddi ciddi sıkıntı çekerek adımlar atıyoruz. Ev sahibi ise ortamın sıkışıklığına o kadar alışkın ki en dar yerlerden bile ustalıklı beden manevralarıyla geçerek aradığı her şeye saniyeler içinde kolayca ulaşıveriyor. Çünkü kendisi için bu malzemeler, onun hayat alanını dolduran ıvır zıvırlar değil, hayatının ta kendisi! O yüzden de onlardan arta kalan bölümlerde düzenli bir hayat yaşamaya son derece antrenmanlı…

Evde, sayıları net olmamakla birlikte, farklı formatlarda 50’ye yakın sinema makinesi, 8, 16 ve 35 mm formatlarında 2000 dolayında film ve sayılamayacak kadar çok afiş, lobi kartı, eski kamera, fotoğraf makinesi, boş makara ve benzeri optik-mekanik malzeme bulunuyor.

Hoca’ya “Buralar artık iyice dolmuş, siz de maşaallah daha gençsiniz, bu toplama işi böyle devam ederse ilerleyen yıllarda tavan çökebilir, ne yapmayı düşünüyorsunuz?” dediğimde, “Çöktüğü yere kadar devam!” cevabını veriyor kıs kıs gülerek, “Benim bunca malzemeyle başka bir eve taşınma faslımı düşünebiliyor musun? Asıl o zaman çökerim ben, yeni bir evde bütün bunları yerli yerine koymak hayatımın bundan sonraki bölümünü topyekün işgâl edecektir! O yüzden de yerimden hiç kıpırdamıyorum.”

Favori yönetmeni Stanley Kubrick

1970’li yılların başından bu yana aralıksız film şeridi, film makinesi ve sinemasal hatıra eşyaları biriktiren Erhan Kayaalp’in koleksiyonunda, bugün artık değme koleksiyoncuların bile iç çekerek inceledikleri birbirinden nadide parçalar birikmiş durumda… Sözgelimi, sinema tarihinin ikonik oyuncularından “Şarlo” nâmlı Charles Spencer Chaplin’in hayattayken kullandığı orijinal kartivizitlerinden biri bu sinema mabedinin ana salonunda, duvarda çerçeveli olarak duruyor. Stanley Kubrick’in kült filmi “2001”e ait dev boyutlarda bir poster ise aynı salonda sergilenen bir başka nadide parçayı oluşturmakta…

Kayaalp’e, benim de favorilerim arasında yer alan bu muhteşem filmin öyle her zaman her yerde bulunamayacak olan 1968 tarihli özel baskı posterini nasıl temin ettiğini sorduğumda, “2001’in 1970’lerin ilk yarısında Beyoğlu – Emek Sineması’nda yapılan 70 mm’lik özel gösteriminden kalma” cevabını veriyor. Türkiye’de 70 mm’lik film gösterebilen tek salon olarak hatırlanan Emek’te, anılan dönemde “2001”, “İrlandalı Kız”, “Büyük Yarış”, “Batı Yakasının Hikâyesi” gibi bazı destansı filmler 70 mm’lik geniş perde formatında gösterilmişti. İşte, “2001”in bu akıllara zarar posteri de ta o günlerdeki gösterimin ardından, Kayaalp’in yakın arkadaşı olan sinema makinistinin bir jesti olarak duvardaki yerini almış.

Söz Kubrick’ten açıldığında Erhan Hoca, bu yönetmenin kendisinin de favorisi olduğunu belirterek, “Böyle bir adamın en verimli döneminde ölmesi ne kadar da acı bir durum” diyor, “Çağının ötesinde bir sinemacıydı; daha uzun yıllar boyunca da çağının ötesinde kalmayı sürdürecek. O benim sinema dünyasındaki tartışılmaz favorimdir.”

Bu sözlerini ben de başımla onaylıyorum. Çünkü, çocukluğumda izlediğim ilk filmi “Dr. Garipaşk”tan itibaren hayatımı değiştiren ve bana sinema sanatını delicesine sevdiren Kubrick’i unutabilmek, aynı şekilde benim için de mümkün değil. Beyazperdenin bu büyük ustası, 7 Mart (1999) tarihinde, yani benim doğduğum gün hayata gözlerini yummuştu. İngiltere – Hertfordshire’daki evinde öğle uykusuna yatarak ve bir daha hiç uyanmayarak… O tarihten beri de her yaş günümde, bana ekmek paramı kazandığım bu mesleğin ilhamını verdiği için müteveffa Kubrick’e gönülden bir selâm gönderirim.

Ev ortamında 35 mm’lik profesyonel sinema makinesi!

Erhan Kayaalp’in, her köşesi makineler, filmler ve hatıra eşyalarıyla dolu iki katlı evinin salonunda, görenlere “Artık bu kadarı da çok fazla!” dedirten bir bölüm var. Salonuna yıllar önce bir “makine dairesi kabini” yaptıran Hoca, içine tek kişinin zorlukla girebildiği bu özel odacığa, ticarî sinema salonlarında kullanılan türden 35 mm’lik bir sinema makinesi yerleştirmiş. Uzun yıllardan beri de her Cuma akşamı, öğrencileri ve dostlarından oluşan 20 – 30 kişilik bir kitle saat 22:00 dolaylarında evin salonuna toplanıyor; erken gelenler koltuklara, geç kalanlar ise yerlerdeki minderlerin üzerine yayılarak tam karşılarındaki beyaz duvarda 35 mm formatında sinema filmleri izliyorlar. Hoca sinema atmosferi elde etme noktasında işi öylesine ileri bir noktaya vardırmış ki film başlamadan önce makinenin yanındaki bir ses kayıt cihazından salona üç kez “gong” sesi veriliyor ve filmden önce duvarı kaplayan otomatik perde açılıyor! Ayrıca, kullanılan ses sistemi de 4 kanallı “Dolby Surround”…

Evde, özel naylon poşetlerin içinde korunan 500 dolayında 35 mm film olmasının yanı sıra, ithalâtçı şirketlerdeki dostlarının kendisine ödünç olarak verdikleri yeni tarihli filmlerin makaraları da sürekli gidip gelerek binlerce filmlik bir trafiğe yol açıyor.

Kayaalp’in düzenlediği bu haftalık gösterimlere katılmanın ise herhangi bir ücreti yok. Tek kural, sinemayı “video projeksiyon” yerine 35 mm film şeridinden izlemenin ayrıcalığının farkında bir sinemasever olup, Hoca’yı “Ben de geliyorum üstad, lütfen yerimi ayırın” diyerek önceden aramanız…

Fotoğraflar: Metin Ergül

(10 Ocak 2011)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com

Film Yapımı Kobi’leşirken…

Kalem herkes “yazar” olsun diye keşfedilmedi. Fotoğraf kamerası ve sinema kamerasının keşfi de öyle… İkisi de ortaya çıktıklarında toplumsallığın “o an”nını veya “o anlar”ını kaydetmek için oluştular. Sonra bu aletleri beceriyle kullanan bazı öncüler, onlarla “fotoğraf” ve “sinema” sanatını yarattılar. Sinema için bu yaratım, kameranın keşfinden 10 – 15 yıl sonra, öncülerin sinematografinin (hareketli görüntülerin dilbilgisi) imkânlarını genişletmesiyle büyük bir ivme kazandı. Sinema insanoğlunun tarihini öylesine hızlı bir giriş yaptı ki, eleştirmenler ilk anda ona bir isim bile bulamadılar. Öncekileri sıraya bile koymadan, onları toplu saydılar ve sinemaya “Yedinci Sanat” adını verdiler.

Herkesin bildiği gibi, kameralar başlangıçta sinema filmi yapmak için kimyasal bir madde olan “film”i kullanırdı. Film işlemleri bu kimyasal malzeme yüzünden büyük sermaye, uzmanlık ve iş bölümü isterdi. Oysa
günümüzde kayıt malzemesi elektronikleşti ve oldukça da ucuzladı. Kalem / kağıt kadar ucuz olmasalar bile, kitleler artık tüketim için kendilerine sunulan aletleri alıp üretime yöneltiyorlar. Hareketli görüntü artık eskisinden çok daha fazla kitlelerin kişisel tasarrufu altında ve onların üretimine (ve tüketimine) açık. Otuz yıl önce kim kendi başına film yapmayı veya 1.000 tane dünya film klâsiğini bir hard-diske yüklemeyip cebine koymayı düşünebilirdi ki?

Günümüzde hareketli görüntünün tüm dünyadaki TEMEL ÇELİŞKİSİ, artık her geçen gün tarih sahnesinden çekilmekte olan pelikül filmle yapılan eski üretim tarzı ile birikmiş ve kendini elektronik üretim tarzına uyarlamış uluslararası entertainment sermayesi ile, her geçen gün biraz daha toplumsallaşan yeni elektronik üretim tarzının kobileşen yerel biçimleri arasında olacaktır.

Teknoloji hızla gelince onu nesnesine uygun mantığı da kendiliğinden geliyor. Dolayısıyla teknoloji ucuzlayıp kullanımı kolaylaşınca, herkeste kendiliğinden “ben de film yapabilirim” duygusu artıyor. Şüphesiz bu güzel bir şey… Acaba hareketli görüntü için bu yüksek ilginin sonu nereye varır diye düşünülebilir? Bu konuda bir tahmin
için insanoğlunun birçok deneyimi var aslında. Dünyadaki okuma / yazma sayısına karşılık “yazar”, boya / fırça sayısına karşılık “ressam” veya artan fotoğraf makinesi sayısına karşılık “fotoğraf sanatçısı” sayısı / oranı belli. Sinema kamerası için de aynı şey olacak, belki herkes kamera kullanıp bir şeyler çekecek ama herkes sinemacı olmayacak / olamayacak!

Şimdi bir geçiş sürecindeyiz ve “yapabilirim” hevesi çok sıcak… Bu ivmenin daha da süreceğini söylemek bir kehanet değil. Fakat “bir şeyler yapmak” ile bir “sanat” yapmanın farkları da yavaş yavaş görülmeye başladı. Kamera sahibi olanların sayısı belki artıyor ama “film” için gerekli düşünce / bilgi ve deneyim unutuluyor. Adeta
sorunların teknoloji tarafından kendiliğinden çözüleceği, filmin ise neredeyse kamera tarafından yapılacağı sanılıyor. Önlenemez bir gelişim bu…

Film yapma imkânları, eskisine göre artık herkesin elinin altında olabilir ama film yapmak için çalışılması gerek ödevler hâlâ aynı. Edebiyatın en güzel klâsiklerinin divit uç veya tüy kalemle yazıldığını hatırlayalım. Teknoloji ile yeni şeyler üretmek mümkün tabii ama teknolojiye ulaşma kolaylığı bize dramanın bilgisini kendiliğinden vermeyecek. Onu yine öğrenmek zorundayız. Yeni teknoloji ancak o zaman yeni imkânlara kapı açacak. Ama günümüzde üniversitede bile, “Her öğrencimize bir kamera düşüyor” diye övünen sinema bölüm başkanları var. Her öğrenciye bir kamera almak doğru mu? Sinema, fotoğraf gibi kişisel olarak yapılan bir sanat değil ki! Sinema setinde hâlâ bir kamera gerekiyor! Böyle olunca, herkes elinde doğru dürüst bir senaryo olmadan, eline kamerayı alıp sete çıkmaya başlıyor. Kameranın kullanım kılavuzu okununca belki kameraman olunur ama algının ışıkla ilişkisini bilmeden görüntü yönetmeni olunmuyor. Bilgisayarına bir kurgu programı doldurup, programın el kitabı ile onu kullanmayı öğrenince kurgucu olduğunu düşünenler giderek yaygınlaşmaya başladı. Oysa kurgunun beyinde / algıda var olduğunu bilmek ve öğrenmek için yapılması gereken mesai hâlâ aynı…

Hareketli görüntü elektronikleştiğinden beri tüm dünyada “sinemacı olmak” yolları da aynılaştı. Bu değişimin en belirgin kurumlarından birisi de hareketli görüntü alanındaki KOBİ’leşme. Tamamen sistem dışı bir gelişme bu… Bir hevesli, bir kurgu programı bulup evindeki bilgisayara onu doldurunca aslında bir KOBİ kurmanın ilk adımını atmış oluyor. Bunu da en çok sinema öğrencileri yapıyor. 35 kadar fakültede her sömestr 400 – 500 film çekiliyor. Bu süreç, okullardaki kurgu setlerinin yetersizliği veya sömestr sonlarında kurgu setleri önünde uzayan kuyruğa girmemek için başlıyor. Bilgisayara zaten yabancı olmayan yeni nesiller, kafa göz yararak, kurgu programını kullanmayı kısa sürede öğrenip, yine kafa göz yararak kendi filmlerini kurgulamaya başlıyorlar. Fakat iş orada kalmıyor. Daha sonra aynı şeyleri okulda yapamayan arkadaşlarının filmlerini de (evde!) kurgulamaya başlıyor ve bu konuda giderek uzmanlaşıyorlar. Geleceğin KOBİ’lerini kuracak tanışmalar da bu tür yerlerde oluyor. Çoğu sınıf veya dönem arkadaşı bu sinema öğrencileri, okulu bitirdikten sonra, 2 + 1 bir daire kiralayıp, çoğu zaman şirket bile kurmadan, bir KOBİ haline geliveriyorlar. Şüphesiz bu yeni sinemacıların çok büyük çoğunluğunun ütopyası “sinema yapmak”. Hatta bazıları bu ofisleri home – ofis olarak bile kullanıyor. Tanıtım, fuar, ucuz reklâm, klip filmleri, vb. çekip, kendi yağları ile kavrulan bu işleyiş, onları televizyon dizi sektörünün orman kanunlarından da koruyor. Onlar asla eski düzenin modelini takip etmeyen, hepsi kurgu, kamera, ses, ışık, vb. aletlerin kullanımını az – buçuk bilen, bağımsız ruhlu yeni sinemacı özneler…

KOBİ’lerin küçük boyları amatör, orta boyları ise profesyonelliğe doğru tırmanıyor. Çoğunun kafasında ekmeğini hareketli görüntü ile iş yaparak çıkarmak ve sinema yapmak var. İnternet ortamı başlı başına bir iş alanı onlar için. İş dünyası artık basılı katalog yerine tanıtım filmleri yaptırıyor. Müzik dünyası artık klip yapmadan çalışmıyor, vb… Zamanında sinema salonları ve TV kanalları kısa film ve belgesele yeteri kadar yer vermediler ama her ikisi de şimdi altın çağını yaşıyor. Kısa film ve belgeseller artık yer yerde…

Yol arkadaşlığı bazılarına yanlışlar da yaptırıyor. Bunların en tipik olanı, hepsi yönetmen / yapımcı ruhlu birkaç kişinin bir araya gelmesi. Bu çok doğru bir araya geliş değil. Çünkü o zaman her biri, hayatın maddi kısmını götürecek, kazanı kaynatacak işin ucundan aynı anda sarılmıyor / sarılamıyor. O yüzden de işler kötü oluyor veya hiç olmuyor. Ödenemeyen kira vb. masraflar yüzünden KOBİ dağılıyor.

Bu yüzden bazı başarılı örnekleri inceledim. Bu tür KOBİ’lerde, üçlü bir sacayağı şeklinde, kısmi bir işbölümü var. Birisi sacayağının yapımcı, birisi yönetmen yapımcı bir diğeri de teknoloji (kamera, kurgu, ışık ses) ayağında duruyor. Şüphesiz hepsi diğerinin işini de az – buçuk yapabiliyor, birisi olmayınca diğer ikisi onun boşluğunu görevi dolduruyor.

Sinema eğitim kurumları hâlâ eski üretim biçiminin istediği (artık istemediği) uzmanları yetiştirmeye çalışıyor. Bu yüzden üniversite dışındaki eğitimler oldukça önem kazandı. Yasalar ise çok gerilerde ve kredi alabilmeleri için hâlâ onların farkında değil…

Sinemadaki KOBİ’leşmenin yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları ile buluşması için çaba sarf etmeyi çok anlamlı buluyorum. Çünkü bu buluşmada, gelecekte sinemanın nasıl yapılacağının da nüvesini görüyorum.

(Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafında izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.)

(12 Ocak 2011)

Hüseyin Kuzu
Senarist / Öğr. Gör.
Sine – Sen Eğitim ve Araş. Dai. Bşk.

14 Ocak 2011 Haftası

“Tehlikeli Aşk”ta, Bollywood, çok güzel kızla nefes kesici derecede yakışıklı erkeğin, gerçek dünyaya taban tabana zıt ve inanılmaz ‘plâstik’ estetiğe sahip ‘acıklı aşk hikâyesi’ni, Las Vegas, Los Angeles, New Mexico’dan sunuyor: Tuhaf derecede sürrealite! Eleştirmenin anlamı var mı? Tanrı, bizleri 128 dakikalık sürümünden korudu (bu 90 dakika)!

“Megazekâ”, ‘dünyayı kurtarma günleri’nin yakışıklısı süper kahramanın, aslında, ‘kötü’ diye tanımlanan dehanın ‘olmazsa olmaz’ı olduğuna, meseleye ‘diğer taraf’tan bakarak işaret ediyor. İşaret etmekle kalmayıp, doğrunun ne olduğuna bambaşka açılardan yaklaşarak, buruk ve buruk olduğu kadar neşeli bir ‘süper zeki adam’ portresi yaratıyor. Eğer çocuklar illâ bir ders alacaklarsa, hayatın siyah ya da beyaz değil rengârenk ve farklı olanı sevmenin de önemli olduğunu öğrenecekler.

“Kâğıt”, insanlara hizmet etmek yerine onların yaşamlarını çevreleriyle birlikte mahveden ‘ceberut devlet’in en önemli organı olan bürokrasiyi, insanlığın aydınlanması ve özgürlüğü yolundaki en önemli buluşlardan biri olan ince – kuru yaprakların kötücül amaçlarla kullanılmasıyla simgeleyen hikâyesini farklı stilde anlatmayı deniyor… Ancak sinemamızın ezeli zaafı olan, kaba hatlı, kıvrımsız, düz ve ‘kendi içinde estetik’ barındırmayan metnin kurbanı oluyor. ‘Mesajlarını gözümüze sokuyor’; soktukça da etkisini yitiriyor… Sonunda da bir derse dönüşüyor! Biz seyirciler ‘gayet iyi anlayıp’ tam puanla sınıfı geçiyoruz da, geriye sinema adına belleğimizde ve yüreğimizde ne kalmış oluyor, bilemiyoruz. Yine de desteklenmesi gerekli bir film. Hele ki, RTÜK İmparatorluğu gibi kurumlarla sansürü devam ettiren ‘haşmetli devlet’, silâh gibi kullandığı kâğıtlarını şimdilerde başka hedeflere fırlatıyorken…

“Cadılar Zamanı”, Ortadoğu’ya yapılan Hıristiyan Seferleri’nde (14. yüzyılın ilk yarısı), kadınların ve çocukların da öldürülmeye başlanması üzerine ‘yüreklerindeki şeytan’dan rahatsız olup savaşmayı bırakan iki şövalyenin, sonradan ‘mecburen’ üstlendikleri bir görevde ‘gerçek şeytan’la karşılaşarak kefaretlerini ödemeleri çizgisinde gelişen fantastik serüven. Orta Çağ’ın, veba salgınının, kilise egemenliğinin ‘karanlığı’ ile gotik korkuyu başarıyla birleştiren, set tasarımları, müziği ve özellikle ışık kullanımında şaşırtıp büyüleyen görüntüleriyle, perdeye mıknatıs gibi çekiyor (Osmanlı döneminde ‘kabak ışık’ kullanan görüntü yönetmenleri özellikle izlemeli).

“Benim Adım Aşk”, Milano’da yaşayan kent soylu zengin ailenin üç çocuklu gelini Rus asıllı kadının, oğlunun aşçı arkadaşıyla sürüklendiği tutkulu cinsel serüvendeki ‘açığa çıkma’ anını ve ardından gelecek trajik olayı bekleyen seyirciyi, biçimsel ustalıkları da kullanarak, tam iki saat hikâyeye ‘yapıştırıyor’. Sinemayı sanat yapan bu tabii ki: Binlerce kez işlenmiş öyküyü, değişik – riskli bir gramer belirleyerek tazelemek! Bu film, tepeden tırnağa sanat eseri!

”Aşk Sarhoşu”, yeryüzündeki insan sayısı kadar tanımı olan ‘aşk’ın en zorlarından, en imkânsız gibi görünen hallerinden birini öykülüyor. Yaşamındaki ‘mümkün olmayanlar’ listesinin ilk sırasında ‘birine duygusal bağlılık’ gelen ressam kız ile ‘cinsel performanslarını paraya tahvil etse çok zengin olacak’ ilâç prezantasyon temsilcisi ‘şeytan tüylü’ genç adam arasında oluşan kuvvetli cinsel ilişkinin sonradan dönüştüğü aşk! Herkesin birbiriyle acımasızca savaştığı ‘rekabet muharebeleri’nin tam ortasında, sinsi bir hastalığın pençeleri içinde, gelecekte fiziki – ruhsal kötü günlerin yaşanacağı bilindiği halde, aşk, nasıl olup da, sistemin, toplumsal afyonların, bireysel uyuşturucuların üzerine çıkıp, bu kadınla erkeği sımsıkı bağlayabildi? Büyük ve değerli filmlerin yapımcı – yönetmen – yazarı Edward Zwick (1952 doğumlu), kalplerine sızarak harika performanslar elde ettiği iki oyuncusuyla birlikte, duygusal sömürülere prim vermeden ve mizahın gücünü akıllıca kullanarak bu sorunun yanıtını aramış… Genç karakterlerle, olgun seyircilerin daha kolay duygudaşlık kuracaklarını sanıyorum.

(12 Ocak 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Music is Our Business

“Uçan Melekler”i hatırladınız mı? Memleketin ilk dans filmi olarak bundan birkaç ay önce büyük umutlarla vizyona girmiş velhasıl sessiz sedasız ortadan kaybolmuştu. Niyet güzeldi belki ama akıbet ne yazık ki kimseyi memnun etmedi. Sözünü ettiğim akıbet, niceliksel bir sonuç değil, niteliksel bir olmamışlığın sonucu… Peki neden şimdi bunu kurcalıyorum? Filmden geriye hafızalarda kalan bir tek şey için, filmin takdire şayan müzikleri!

Bir sinema filmi elbette bir bütündür. Yönetimi, oyuncukları, kurgusu, müzikleri ve diğer tüm unsurlarıyla birlikte… Ancak “Uçan Melekler” bir dans filmi olduğu için müziğin bu denli ön plânda olması gayet normal. Filmin önüne geçmesi değil tabiî ki…

Nihayetinde “Uçan Melekler” hevesimizi ve heyecanımızı kursağımızda bırakan Türk filmlerinin ne ilki, ne de sonuncusu olacak. Yönetmen Fırat Gürsoy’a bundan sonraki çalışmaları için iyi dileklerimizi gönderip, yazımıza mevzu bahis olan iki müzisyen, Orkun Tunç ve Taner Yurdunkulu ikilisine dönelim.

Orkun Tunç ve Taner Yurdunkulu nasıl bir ikilidir, neler yapar?

Orkun Tunç: Uzunca bir süredir birlikte müzik yapan iki insan. Soundtrack ve birçok farklı sanatçı ile yaptığımız prodüksiyonları Armageddon Turk ismiyle sürdürüyoruz. Ayrıca Avrupa’dan ve Amerika’dan ve ülkemizden birçok sanatçıya dans remixleri de yapıyoruz.

Taner Yurdunkulu: 3. Dünya savaşı çıkmadan yapabildiği kadarını yapar.

“Uçan Melekler” filminin müziklerini yapma teklifi size nasıl geldi?

Orkun: Filmin oyuncularından Okan Aydoğan bize filmden bahseden ilk kişi oldu. Sonrasında yönetmen Fırat Gürsoy ve prodüktör Hacı Yılmaz ile tanışıp filmin müziklerine başladık. Sanıyorum ki Sultana, Aziza A. gibi Türkiye’nin önemli hiphop sanatçılarıyla çalışmış olmamız da kararlarında etkili oldu. Daha önceden de “Adab-ı Muaşeret” filminin tema müziği olan “Ben de İstiom”u yapmıştık.

Filmle ilgili yapılan olumsuz eleştiriler ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Bu aynı zamanda sizin de ilk sinema filmi deneyiminizdi… Hayal kırıklığı yaşadınız mı yoksa iyi bir deneyim olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Taner: Sinema maalesef müzik camiasından daha acımasız, yani bilmem kaç milyon dolar harcayıp günlerce çalışıp vasat bir film yapma ayrıcalığınız yok. Daha kötüsü en basit izleyicinin bile yapabileceği sert eleştirilere göz yumabilme tahammülünü gerektiriyor. Çünkü izleyici her durumda istediği eleştiriyi yapabilme hakkına sahip diye düşünüyorum. Hayal kırıklığı yaşamadık. Sonuçta Türkiye’nin ilk dans filminin müziklerini yapabilme şansını yakaladık ve çıkan sonuçtan memnunum.

Orkun: Ben de yaptığımız işten oldukça memnun kaldığımızı söyleyebilirim. Her şeyden önce Türkiye’deki ilk dans filmi oldu ve biz de bunun bir parçası olmaktan mutluyuz. Rapizm Çağla, Kemali, Big-O, MC Spark gibi gerçekten yetenekli MC’lerle çalıştık. Kısa zamanda çok iyi iş çıkardığımızı düşünüyorum. Hatta değinmeden geçemeyeceğim; daha 11 yaşında bir MC olan “Altan” bize beatbox’larıyla renk kattı. Bizim için güzel bir tecrübe oldu. Filmin eleştirilerini fazla okumadım. Ama DVD’si piyasaya sürüldüğünde ve TV’lerde gösterildiğinde daha fazla ilgi çekeceğini düşünüyorum.

“Uçan Melekler”, eleştirmen ve seyirciler tarafından düşük not aldı fakat müzikleri eleştirilerden muaf tutuldu ve övüldü. Bu çelişkiyi nasıl açıklarısınız?

Taner: Eleştiriden muaf olmak sevindirici.

Orkun: Music is our business.

Sinema filmine müzik yapmak ile albüm ya da single yapmak arasında ne gibi farklar var?

Orkun: Tabi ki görüntü üzerine müzik düşünmek apayrı bir bakış açısını gerektiriyor. Bu filmde bazı sahnelerdeki hareketler üzerine bile ritm oturtmaları yaptık. Filmin prodüksiyonu ile eş zamanlı gidiyorduk. Normal albüm yaptığınızda tabi ki hit single yapmanız isteniyor. Radyolarda çalınabilecek türde hit şarkılar… Film müziğini yaparken yine bu kıstasları referans aldık. Yönetmenimizin de isteklerini yerine getirdik tabiki. Kollektif bir çalışma oldu diyebilirim. Soundtrack yapmak gerçekten çoook zevkli bir iş bizim için.. Çünkü film delisiyiz ikimizde ve bazen filmleri izlemiyoruz sadece dinliyoruz.

Taner: Normalde bir dans filminde sahne ve dans müzikleri olarak iki kısım vardır. Sahnelerde genelde tematik ambient parçalar kullanılırken, dans sahnelerinde hit potansiyeli taşıyan enerjik ritmik parçalar yapmanız gerekiyor. Normalde bir filmde her dans parçası farklı bir sanatçıdan alınarak kullanılır. “Uçan Melekler”de tüm dans parçalarını ve tematik parçaları biz yaptık bu noktada sürekli etkileyici parçalar yapmaya çalıştık, bu açıdan yorucu oldu diyebilirim.

Türkiye’de soundtrack’li film sayısı günden güne artıyor. Tek bir müzisyenden öte, filminin müziklerini rock gruplarına da emanet eden yönetmenler de var. Bu çalışmaları takip ediyor musunuz? Mesela en son Vay Arkadaş: Manik, Tik, Dildo filminde müziklerde Multitap imzasını görmüştük…

Orkun: Birçok şeyi takip ediyoruz. Gruplar ve kişi olarak yapılan soundtrack çalışmalarını. Bugüne kadar en özgün bulduğum soundtrack çalışması Mazhar Alanson’un “Her Şey Çok Güzel Olacak” için yaptığı çalışma idi. Eskilerden, Yalçın Tura’nın işleri ilginç geliyor. Müzik gruplarının da soundtrack yapıyor olması çok sevindirici. Bunların albüme dönüşmesi de öyle. Öte yandan grup müziğinin hep yükseliş hem de satış anlamında en zavallı olduğu bu dönemde, soundtrack’lerde rock gruplarının yer alması çok harika. Yepyeni bir mecra… Reklâm camiasi şu anda 3 – 5 kişinin tekelinde. Diziler tamamen post – modern türkü formatını aşamadı, bari film soundtrack’leri bizim olsun. Örneklerin çoğalmasını diliyorum.

Türkiye’den filmlerini beğendiğiniz ve çalışmak istediğiniz özel bir yönetmen var mı?

Taner: Kendimizi ifade edebileceğimiz bir konsept olduktan sonra hangi yönetmen olduğu önemli değil, herkesle çalışmaya açığız.

Orkun: Biz her tarz yönetmenle çalışabiliriz. Sadece yaptığımız işlerle örtüşebilen içerikler olsun yeterli. Daha çok ambient ve electronic soundlarda film soundtrack’leri talep edilse çok memnun oluruz. Beğendiğim bazı yönetmenler var, Yavuz Turgul, Ömer Faruk Sorak, Cem Yılmaz, ilginç bir deneme olan “Ada: Zombilerin Düğünü” filminin yönetmenleri Talip Ertürk ve Murat Emir Eren… Eskilerden Metin Erksan ve Mehmet Muhtar (Türkiye’nin bilinen ilk korku filmlerinden “Drakula İstanbul’da”yı çeken yönetmen.)

Bugüne kadar izlediğiniz en iyi müzikal film hangisiydi?

Orkun: 80’lerin Breakin’ serisi.

Taner: Beat Street.

Son olarak sevdiğiniz soundtrack albümlerini öğrenebilir miyiz?

Taner: Harold Faltermeyer’in Axel F, Top Gun, Tango & Cash… Paul Hertzog – Blood Sports, Kick Boxer, Maurice Jarre – The Message…

Orkun: Tangerine Dream’in 80’ler ve 90’larda yaptığı tüm film müzikleri, özellikle “Risky Business”, “Miracle Mile”, “Near Dark”, “The Sorcerer” filmleri. John Carpenter’ın “Halloween” ve “Assault On Precinct 13” ve “Christine” için yaptığı müzikler. Giorgio Moroder’in “Midnight Express”i, Harold Faltermeyer’in “The Running Man”i, “Thief Of Heart” filmleri için yaptıkları ve liste çoook uzun…. Clint Mansell’in “Solaris”i.. David Julyan’ın “The Prestige”inin yanı sıra yenilerden Daft Punk’ın “Tron”u, Edward Shearmur’un “Mother & Child”ını çok sevdim.

(11 Ocak 2011)

Gizem Ertürk