Kategori arşivi: Yazılar

Sinemanın En Güzel Kiralık Katili

Kolombiyalı: İntikam Meleği (Colombiana)
Yönetmen: Olivier Megaton
Senaryo: Luc Besson-Robert Mark Kamen
Müzik: Nathaniel Mechaly
Görüntü: Romain Lacourbas
Oyuncular: Zoe Saldana (Cataleya), Amanda Stenberg (Çocuk Cataleya), Cliff Curtis (Emilio), Lennie James (Ajan Ross), Jordi Molla (Marco), Beto Benites (Don Luis), Michael Vartan (Danny), Callum Blue (Richard), Jesse Borrego (Fabio)
Yapım: EuropaCorp-TF 1 (2011)

Fransız yönetmen Olivier Megaton’un Luc Besson’la ikinci işbirliği olan “Kolombiyalı: İntikam Meleği”, gösterişli aksiyon sahneleriyle dolu kanlı bir şiddet filmi.

Film, 1992 yılında Kolombiya’nın başkenti Bogota’da açılıyor. Fabio, CIA’in korumasındaki uyuşturucu baronu Don Luis’e bilgisayar disketleri veriyor. Don Luis, Fabio ve ailesini yok etmek için Marco’yu gönderiyor peşinden. Fabio, küçük kızı Cataleya’ya bir cip ve bazı adresler veriyor. Bunlar küçük kızı, Şikago’daki amcası Emilio’ya götürüyor. Anne ve babası, Don Luis tarafından yok edilen Cataleya hemen bir katil olmak istiyor. Ama amcası ilk önce okuması gerektiğini söylüyor. Hangi işi yaparsanız yapın, o işin metotları ve psikolojisi var çünkü. Hikâye 15 yıl sonraya, 2007 yılına gidiyor. Cataleya büyümüş ve usta bir kiralık katil şimdi. Peşinde de FBI var. Öldürdüğü yirmi kadar insanın vücuduna rujuyla Kolombiya’nın ünlü çiçeği “kataleya orkidesi”nin resmini çiziyor hep. Hiç iz bırakmayan Cataleya, bu resimlerle birilerine mesaj mı yolluyor? FBI ajanı Ross, rastlantıyla bu çizgilerin orkide olduğunu öğrendikten sonra Cataleya’ya adım adım yaklaşıyor. Cataleya’nın bir de ressam sevgilisi Danny var. Sonuçta o da bir insan ve karşı cinse ihtiyaç duyuyor işte. Aslında Cataleya için her şey bahane ve bütün yollar Don Luis’e çıkıyor.

“Leon” ruhu…

“Colombiana – Kolombiyalı: İntikam Meleği” filmini seyrederken, Luc Besson’un 1994 yapımı “Leon – Sevginin Gücü”nü hatırlıyorsunuz. Mathilda, Cataleya olmuş sanki. Cataleya’da Mathilda’yı görüyorsunuz. “Sevginin Gücü”nde Mathilda’nın büyüdüğünü göremeyen seyirci, “Kolombiyalı: İntikam Meleği”nin Cataleyasında bunu görüyor ve nasıl bir ölüm makinesine dönüştüğüne tanık oluyor. Mathida’yla Cataleya’nın hayatta ortak noktaları var. İkisinin de ailesi mafya tarafından yok ediliyor. Mathilda’yı kiralık katil Leon, Cataleya’yı da uzaklardaki, Amerika’daki amcası Emilio himayesine alıyor. “Kolombiyalı: İntikam Meleği”nin senaristi ve yapımcısının Besson olduğunu hatırlatalım. Filmin başlarında yansıyan Bogota görüntüleri yer yer inandırıcı. Düzlüklerde alabildiğine uzanan gecekondulardaki yoksulluk fark ediliyor. Yönetmen, Bogota görüntülerini Mexico City’nin kenar mahallelerinde çekmiş. Bogota’yı gerçekten çağrıştırıyor. Uyuşturucu baronları, sokakları dar Bogota’da şiddetlerini herkese yöneltebiliyorlar. Şehre baktığınızda korkuyu alıyorsunuz. Bu anlarda perdeye yansıyan renk tonları, sarıyla kahverenginin karışımı gibi. Bu renk tonları Amerika’da da öne çıkıyor. Ama, tonlar biraz daha koyu ve gölgeler de daha önde.

Filmin tüm giriş bölümü, hapishane sahneleri ve kanlı final bölümü seyirciye gerçek anlamda heyecanlı macera duygusu yaşatıyor. 1965 doğumlu yönetmen Olivier Megaton’un adı da çok ilginç. Gerçek adı Olivier Fontana olan yönetmen, “Megaton” adını, Hiroşima’ya atılan atom bombasından yirmi yıl sonra doğduğu için sinema kariyerinde kullanmaya başlamış. Olivier Megaton, bu aksiyon yüklü şiddet filminin ruhunu Cataleya’nın ruhuyla buluşturmuş. Cataleya dünyayı nasıl görüyorsa mekânlar da öyle yansıyor perdeye. Yani belirlediğimiz ışık ve renk tonlarıyla. Bu filmin kamerasının ve kurgusunun çok hareketli olmasında yönetmenin önceki filmlerinin katkısı da var. Yönetmen Megaton’un, 2008’de Besson’la ilk şibirliği olan “Transporter 3 – Taşıyıcı 3” aksiyon-suç filmi gösterişliydi. 1978’de doğmuş Porto Rikolu Zoe Saldana, gerçekten bu filmin lokomotifi. O, “cataleya orkidesi” gibi. Bu oyuncu, Tamra Davis’in 2002 yapımı “Crossroads – Dönüm Noktası” filmiyle adı buralarda da yavaş yavaş anılmaya başlandı. Gore Verbinski’nin 2003 yapımı “Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl – Karayip Korsanları: Siyah İncinin Lâneti”nde Anamaria’yı canlandırmıştı. Ama, en önemlisi James Cameron’ın 2009 yapımı “Avatar” filmindeki “Neytiri”ye ruhunu katmasıydı.

(26 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Mutluluk Garantili Jim Carrey

Babamın Penguenleri (Mr. Popper’s Penguins)
Yönetmen: Mark Waters
Roman: Richard-Florence Atwater
Senaryo: Sean Anders-John Morris-Jared Stern
Görüntü: Florian Ballhaus
Oyuncular: Jim Carrey (Tom Popper), Carla Gucino (Amanda), Angela Lansburry (Bayan Van Gundy), Madeline Carroll (Janie), Clark Gregg (Nat), Maxwell Perry Cotton (Billy), Ophelia Lovibond (Pippi)
Yapım: Fox (2011)

Amerikalı yönetmen Mark Waters’ın yönettiği “Babamın Penguenleri”, New Yorklu Tom’a miras kalan penguenleriyle tatlı maceralarını anlatıyor. Bu penguenler Şarlo’nun filmlerine de bayılıyorlar.

Film, Richard ve Florence Atwater’ın 1938’de yayımladıkları aynı adlı çocuk romanından uyarlandı. “Mr. Popper’s Penguins – Babamın Penguenleri”, günümüz New York’una uyarlanmış. Film, küçük Tom’un hep uzaklarda, hayvanlarla olan babasıyla sürekli telsiz iletişimi üzerine açılıyor. Hikâye otuz yıl sonraya gittiğinde yine baba yok ortada. Tom kocaman adam olmuş. 15 yıl evli kalmış. İki çocuğu, Janie ve Billy olmuş. Hatta karısı Amanda’dan boşanmış. Emlâk şirketinde çalışan Tom Popper’ın son işi Central Park’ın içindeki tek özel mülkiyet “Yeşil Taverna”yı almak. Orasının Tom için özel hatıraları da var. Çünkü arada bir gördüğü babasıyla orada ailecek yemekler yemişler. Ama, kapitalizm var ve iş iştir. Eski eşinden olan çocuklarını ziyaret ettikten sonra geniş dairesine dönen Tom hayatının sürpriziyle karşılaşıyor. Küçük sandıktan bir penguen çıkıyor. Dondurulmuş zannettiği penguen hayata dönüyor ve muhteşem macerayı da yaşatmaya başlıyor perdede. Hayat devam ederken, “Yeşil Taverna”nın sahibi Selma Van Gundy’yi tavernayı satması için ikna turlarına da başlıyor. Bayan Van Gundy, bir muhafazakâr ve aile değerlerine önem veriyor. Tom, Güney Kutbu’ndaki ölen babasının kadim dostlarını arıyor penguenden kurtulmak için. Yanlış anlamalardan yeni penguenler de Tom’un dairesine misafir oluyorlar. Aslında bu sevimli yaratıklar, Tom’un hayatına anlam katarken çocuklarıyla da iletişimini geliştirmesine yardımcı oluyor. Öncelikle büyüme bunalımları yaşayan kızı Janie’yle. Hatta eski karısıyla yeni bir aşkı bile yaşatabilir mi bu penguenler? Filmdeki penguenlerle beraber tiplemeler de çok iyi ve eğlendirici.

Yaşasın Şarlo…

1964 yılında Michigan’da doğan Amerikalı yönetmen Mark Waters, 1997 yılında “The House of Yes – Lanetli Sevgili” filmiyle yönetmenliğe başladı. 2001’de “Head Over Heels – Sırılsıklam Aşık”, 2003’te “Freaky Friday – Çılgın Cuma”, 2004’te “Mean Girls – Kötü Kızlar”, 2005’te “Just Like Heaven – Cennet Gibi”, “The Spiderwick Chronicles – Spiderwick Günceleri” ve 2009’da “Ghosts of Girlfriends Past – Hayalet Sevgililerim” filmleri ülkemizde gösterim şansı buldu. Yönetmen Waters’ın tüm filmleri buralara gelmiş oldu “Babamın Penguenleri”yle beraber. Filmdeki en güzel şeylerden biri Charlie Chaplin’e selâm gönderilmesi. Güney Kutbu’nun bu penguenleri, kendileri gibi yürüyen Şarlo’nun filmlerine bayılıyorlar. Ama, bu yer onların yeri mi? Devreye hayvanat bahçesi de giriyor ve kazanan mutluluk oluyor sonunda elbette. 1962 doğumlu Kanadalı Jim Carrey, sinemada seyircileri hep mutlu etmiş bir oyuncu. Peter Weir’in 1998 yapımı “Truman Show”, Milos Forman’ın 1999 yapımı “Man on the Moon – Ay’daki Adam”, Michel Gondry’nin 2004 yapımı “Eternal Sunshine of the Spotless Mind – Sil Baştan” ve Joel Schumacher’in 2007 yapımı “The Number 23 – 23 Numara”filmlerinde dramatik oyunculuğunu da gösterme fırsatını bulmuştu. Carrey’nin hâlâ en çok güldüğümüz, Tom Shadyac’ın 1997’de yönettiği “Liar Liar – Yalancı Yalancı” filmi. “Babamın Penguenleri”, ailecek mutlu olunacak filmlerden.

(Bu yazı 26 Ağustos 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(26 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Tabiat Ananın İnsanlığa Cezası

Yeryüzündeki Son Aşk (Perfect Sense)
Yönetmen: David Mackenzie
Senaryo: Kim Fupz Aakeson
Müzik: Max Richter
Görüntü: Giles Nuttgens
Oyuncular: Ewan McGregor (Michael), Eva Green (Susan), Connie Nielsen (Abla), Stephen Dillane (Samuel), Ewen Bremner (James)
Yapım: BBC Films-Sigma Films-Zentropa (2011)

İskoç yönetmen David Mackenzie’nin karamsar fütüristik filmi “Yeryüzündeki Son Aşk”, nerden geldiği bilinmeyen bir salgın virüs insanların duyularını tek tek yok ediyor.

İskoçya’da 1966 yılında doğan yönetmen David Mackenzie, 2003 yapımı “Young Adam – Tutku Nehri”nde, karanlık kasvet yüklü atmosferiyle suç ve erotizm fırtınası yaratmıştı perdede. “Tutku Nehri”, İngiliz yazar Alexander Trocchi’nin 1957’de yazdığı “Young Adam” romanından uyarlanmıştı. Trocchi (1925 – 1984), “beat kuşağı” yazarlarındandı. Mackenzie bu romanı, büyük yönetmen Jean Vigo’nun 1934 yapımı “L’Atalante – Geçip Giden Çatana” filminin ruhuyla bütünleştirmişti. Anarşist yönetmen Vigo, 1934’te daha 29 yaşındayken veremden ölmüştü. Mackenzie, perdede karanlık atmosfer yaratmaya tutkulu bir yönetmenlerden. Vigo gibi anarşist ruh taşımasa da, öncelikle gördüğümüz son filmi “Perfect Sense – Yeryüzündeki Son Aşk”la çoğu anda mahşeri fütüristik bir yapıt ortaya koymuş. Tabiat ana, yavaş yavaş insanlardaki beş duyu fenomenini yok ediyor bilinmeyen bir virüsle. Bu salgın insanlığı kuşatırken önde de bir aşk hikâyesi var. Şef aşçı Michael’la epidemiyolog Susan arasında. Sanki bu virüsle bu aşk birbirleriyle savaşıyor öznel anlamda. Geneldeyse insanlık mahvoluyor tüm hislerini kaybederken.

Film, Michael’ın evinde açılıyor. Michael’la bir kadın, yataktalar. Sabah olmak üzere. Michael, yatakta biri varken uyuyamıyor ve kadınının gitmesini istiyor. Sonra hikâye, birbirlerine uzak Susan’la Michael’ın günlük hayatlarının yansımasıyla gelişiyor. Filmdeki kıyameti, bir kadının anlatımıyla anlamaya çalışıyor seyirci. Önce koku alma duyusu gitmeye başlıyor insanların. Bu duyu yok olmadan önce duygu patlaması yaşıyorlar. Ağlamaya başlayan insanlar, sanki suçluluk duygusu yaşıyorlar. Michael’ın şef aşçılık yaptığı restoran iyi iş yapıyor. Bu duyu gitmeye başlayınca müşteriler gelmez oluyor. Restoranın arka kapısında sürekli sigara içen Michael, dairesinin penceresinde sigara içen Susan’ı görüyor ve tanışıyorlar. Aşk da başlıyor aralarında.

Tabiat ananın intikamı…

Filmin senaryosunu, 1958’de Kopenhag’ta doğmuş Kim Fupz Aakeson yazmış. Aakeson, senaryolar yanında romanlar da yazıyor. Geride senarist olarak iyi yapıtlara imza atmasına rağmen, yaratıcılığını ortaya koyduğu filmler buralara pek uğramadı. Filmin senaryosu gerçekten iyi yazılmış ve kurgu da sağlam. Ses efektleri de mükemmel. Yönetmen, filminde sadece Glasgow’dan değil, başka kıtalardan da anlar yansıtıyor. Güney Amerika, Afrika ve Hindistan’dan. Duyularını kaybeden insanların trajedileri her yerden hikâyeye dahil oluyor. Tat alma duyusunu kaybeden insanlar, vahşi hayvanlar gibi yiyeyecekleri oburca midelerine indiriyorlar. Etleri bile çiğ çiğ yiyorlar. Duyma duyusunun yitirildiği anlarda o anı seyirci karakterlerle beraber yaşıyorlar. Sessizliğin sesi var bu anlarda. Duyma yetisini kaybetmek, duyguları da tüketiyor ve insanlar birbirlerine karşı sert davranıyorlar, kırıcı oluyorlar. Şehirler savaş alanına dönüşüyor. Sonra gelense körlük. Her yer kararıveriyor birden. Son fenomen dokunma duyusu hakkında bir şey hissettirmiyor yönetmen. Ama, günümüzün postmodern dünyasında insanlar birbirlerine dokunmaktan çekiniyorlar. Filmin hikâyesinin Glasgow’da geçmesi filme gotik bir atmosfer vermiş. Viktorya dönemi mimarisinin hâkim olduğu şehir, puslu havayla da buluşunca insana kuşatılmışlık duygusu veriyor. Glasgow’da Ortaçağ mimarisi de var. Bu şehre gittiğinizde elbette korkmuyorsunuz, sadece büyüleniyorsunuz. Sinemada virüs salgını üzerine epeyce film var. Francis Lawrence’ın 2007 yapımı “I am Legend – Ben Efsaneyim”, Danny Boyle’un 2002 yapımı “28 Days Later – 28 Gün Sonra”, Juan Carlos Fresnadillo’nun 2007 yapımı “28 Weeks Later – 28 Hafta Sonra”, Breck Eisner’ın 2010 yapımı “The Crazies – Salgın” hemen akla gelen filmler. Elbette, Portekizli yazar Jose Saramago’nun 1995’te yayımlanmış “Ensaio Sobre a Cegueira” romanından, yönetmen Fernando Meirelles tarafından 2008’de “Blindness – Körlük” adıyla sinemaya uyarlanan film de unutulmamalı. Bu roman, “Körlük” adıyla Can Yayınları’ndan çıkmıştı.

(Bu yazı 26 Ağustos 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(26 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Uzaylılar Bir Gece Londra’ya İndi

Uzaylıların Şafağı (Attack the Block)
Yönetmen-Senaryo: Joe Cornish
Müzik: Steven Price
Görüntü. Thomas Townend
Oyuncular: Jodie Whittaker (Sam), John Boyega (Moses), Alex Esmail (Pest), Jumayn Hunter (Hi-Hatz), Leeon Jones (Jerome), Franz Drameh (Dennis), Simon Howard (Biggz)
Yapım: Studio Canal- Film4-UK Film (2011)

İngiliz Joe Cornish’in ilk yönetmenlik deneyimi olan “Uzaylıların Şafağı”, Londra’nın güneyindeki banliyöye bir gece boyunca uzaylı yaratıkların istilâsını anlatıyor.

Londra’nın güneyinde geçen filmde her şey bir gecede oluyor. Sanki rüya-kâbus gibi. Londra’nın güneyinde banliyöler yoğun. Orada yoksulluk ve geleceksizlik var. Gençler umutsuz ve çetecilik oynuyor. Uzaylılar, durup dururken bu serseri gençlere çarpıyorlar bu hafif korku-bilimkurgu filminde. “Attack the Block – Uzaylıların Şafağı”nın alt metnini araştırmak, metaforları bulmak ve simgelerin anlamlarını yerli yerine koymak tam bir macera. Belki de bu filmde, hiçbiri yoktur ve her şey heyecan olsun diye perdeden yansıtılmıştır. Biliyorsunuz, birkaç hafta önce Londra’nın güneyindeki Totenham’da yoksul gençler ve göçmenler ayaklanmıştı. Arada bir de olsa, geleceksiz ve çetelere bulaşmış gençler buralarda anarşizm yaratıyorlar. Yönetmen, bu filminde bu geleceksiz gençlerden ilham almış. “Uzaylıların Şafağı”, 1968’de Londra’da doğan aktör, senarist ve yönetmen Joe Cornish’in de yönettiği ilk uzun sinema filmi.

Hepsi dişi içindi…

Havai fişeklerin patladığı gecenin karanlığında, Moses’ın çetesi hemşire Sam’i soyduktan sonra karanlık gökyüzünden tuhaf bir yaratık çetenin yakınına düşüyor. Moses, maymuna benzer bu tuhaf yaratığı sıkıştırıp öldürüyor. Ardından, geceden bile daha siyah başka yaratıklar banliyöye yağmaya başlıyor. Dişleri zümrüt yeşili gibi parlayan yaratıklar sadece çetenin peşine düşüyor. Özellikle de Moses’ın. Bu bir intikâm öfkesi mi, diye düşünürken bir yerde Moses’ın montuna daha önce öldürdüğü uzaylı yaratığın kokusu bulaşmış. Ölen dişi bir yaratıkmış. Bu koku, tüm uzaylı yaratık erkeklerine cinsel davet gönderiyormuş. Hikâyeye birçok karakter de dahil oluyor sonra. Uyuşturucu satıcıları, gençler ve onlara katılmak zorunda kalan hemşire Sam bu filmin birkaç karakteri. Sonunda kahraman Moses, uzaylı yaratıkları yok etse de polise bunu nasıl kanıtlayacak? Uzaylıları, banliyödeki birkaç kişiden başka kimse de görmüyor. Polis, arayıp da bulamadığı çeteci gençlerin hepsini tutukluyor ve sorunu da çözüveriyor. Sanki her şey, birkaç kişinin aynı kâbusu görmesi gibi “Uzaylıların Şafağı”nda. Filmin görselliği de gerçekten heyecan verici. Sokakların gece atmosferinde yansıyışı, sinemaskop görüntülerle bile bir kasvet yaratabiliyor perdede. Zaten bu hikâye bir gece boyunca sürüyor. Fonda duyulan müzikler de iyi. Bu film, tipik Hollywood uzaylı filmlerine de benzemiyor. Kendine özgü, alt metinleri olan ve kült mertebesine ulaşabilecek filmlerden biri bu.

(25 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Amerikan Adaleti Cinayet İşledi

Suikast (The Conspirator)
Yönetmen: Robert Redford
Senaryo: James D. Solomon
Müzik: Mark Isham
Görüntü: Newton Thomas Siegel
Oyuncular: James McAvay (Frederick), Robin Wright (Mary), Kevin Kline (Stanton), Tom Wilkinson (Senatör Johnson), Gerald Bestrom (Lincoln), Danny Huston (Savcı Holt), Evan Rachel Wood (Anna), Johnny Simmons (John), Colm Meaney (Yargıç Hunter), Toby Kebbell (Booth)
Yapım: Focus-AFC (2010)

Amerika’nın iç savaşının ardından Başkan Lincoln’e suikasti ve sonrasındaki mahkeme sürecini anlatan “Suikast”, Robert Redford’un yönetmen olarak en iyi filmlerinden.

Amerika’nın 1860’larda süren iç savaşında Cumhuriyetçi başkan olan ve köleliği kaldıran Abraham Lincoln’e suikast yaparak öldüren suikastçıların arasında tek kadın olan Mary Elizabeth Jenkins Surratt, mahkûm oldu ve ardından 1865’te idam edildi. O, Amerika’da idam edilen ilk kadın. Katolik Mary Surratt, Güneyli grilerden, yani “Konfederasyon”dan yanaydı. Suikaste katılan diğerleri erkekti ve içlerinde oğlu John Surratt da var. Suikastçılar, Mary’nin pansiyon olarak çalıştırdığı evi üs olarak kullanmışlar. Lincoln, 14 Nisan 1865’te eşiyle Washington’daki Ford Tiyatrosu’nda “Our American Cousin – Amerikalı Kuzenimiz” oyununu özel balkonda seyrederken, aslında casus olan Marylandli Konfederasyon sempatizanı ünlü tiyatro oyuncusu John Wilkes Booth tarafından ensesinden tek kurşunla öldürülüyor. Suikast sonrası sahneye atlayan Booth, “Güneyin intikamı alındı” diye bağırıyor. Onun ilk plânı Lincoln’ü kaçırmak, ama Lincoln, birkaç gün önce siyah hakları üzerine konuşma yapınca, plânını değiştiririyor. Oyuncu Booth, suikast çetesinin de başı. Bu suikast gerçekleşirken çetenin diğer elemanları da Başkan Yardımcısı Andrew Johnson ve Dışişleri Bakanı William Seward’ı katlediyorlar. Bu suikastte en masum olan Mary, İstiklâl Mahkemesi’ne benzer askeri mahkemesinin önyargılı yargısıyla diğerleriyle idama mahkûm oluyor. Aslında müebbet hapis alsa, iki buçuk yıl sonra Anayasa Mahkemesi’nde bazı ceza yasalarında değişikler olduğunda serbest kalacaktı. Amerikan adaleti bir cinayet işlemiş oluyor. Vicdan azabı çeken Mary’nin oğlu John da, annesinin ölümünden bir buçuk yıl sonra teslim oluyor ve bir yıl sonra da mahkemece serbest bırakılıyor. Mary Surratt’ın Maryland’deki evi bugün müze olarak kullanılıyor.

Önyargılı duruşma…

Yönetmen Robert Redford, öncelikle Mary Surratt’ın duruşması üzerinde yoğunlaşarak gerçeği araştırıyor. Film ilerledikçe, Mary’nin hiç yalan söylemediğini anlıyorsunuz. Önceden kararını vermiş düzmece mahkeme, tiyatro sahnesi gibi bir oyun sergiliyor kamuoyu önünde. Mary, hücresinde mahkemenin önyargısına karşı yemek yemeyi de reddediyor. Yönetmen filmde, tanıkların mahkemede anlattıklarını geriye dönüşle olduğu gibi yansıtıyor. Filmi seyrederken, görünenin gerçeği nasıl örttüğünü de fark ediyorsunuz. Tanıkların anlattıkları Savcı Holt’un bir senaryosu olduğunu hissediyorsunuz. Savcı Holt, Mary’nin kızı Anna’yı bile annesine karşı yalan ifade vermeye zorluyor. Genç avukat Frederick, Mary’nin masumiyetini kanıtlıyor, ama her şeye önceden karar verilmiş. Filmin hikâyesi, 1863 yılında cephede açılıyor. Mavili Frederick, yaralı. Film, 1865 yılına gidiyor. Gaziler, bir partiye katılırken, suikastçılar, gecenin içinde sessizce olay mahalline gidiyorlar ve soğukkanlılıkla cinayetleri işliyorlar. Cinayet sonrası dağılıyorlar. Booth, saklandığı yerde öldürülüyor. Diğerleri yakalanıyor. Mary’nin oğlu John firar ediyor, annesi idam edildikten sonra teslim oluyor. Yönetmenin kurgusu, seyirciyi o atmosferin içine alıyor ve gerçeklik üzerine düşündürüyor. Film bittikten sonra Amerika’nın cinayet işlediğini anlıyorsunuz. Yönetmen idam anını, tıpkı mahkeme duruşmaları gibi soğuk ve tedirgin edici yansıtmış. İnsan gerçekten soğukluğun esintisini yüzünde hissediyor. Filmdeki iç mekânlarla gece atmosferi, estetik anlamda filme çok şey katmış. 30. Uluslararası İstanbul Film Festival’nde de gösterilen “The Conspirator”, Georgia eyaletinin Savannah şehrinin kırsalında kurulan setlerde çekildiğini belirtelim. Dönemin mimarisi inandırıcı ve insanı atmosferinin içine alıyor.

Has bir sinemacı…

1936’da Kaliforniya’nın Santa Monica şehrinde doğan Amerikalı aktör-yönetmen Robert Redford, 1960’ların başında televizyon dizileriyle oyunculuğu başladı. 1962 yılında Denis Sandes’in Kore Savaşı’nı anlatan siyah-beyaz “War Hunt – Harp Dehşeti” filminde Roy karakterini canlandırdı. 1960 yapımı Joshua Logan’ın 1960 yapımı siyah-beyaz “Tall Story – Uzun Hikâye” filminde ilk defa görünse de bu spor filminde adı geçmiyordu. İlk başrolünü, Arthur Penn’in ırkçılık karşıtı 1966 yapımı renkli ve sinemaskop “The Chase – Kaçaklar” filminde Marlon Brando ve Jane Fonda’yla paylaştı. Asıl ününe Sydney Pollack’ın, 1966 yapımı “This Property is Condemned – Lânetli Kadın” filmiyle ulaştı Pollack’la, 1972’de “Jeremiah Johnson”, 1973’te “The Way We Were – Bulunduğumuz Yol”, 1975’te “Three Days of the Condor – Akbabanın Üç Günü”, 1979’da “The Electric Horseman – Elektrikli Binici”, 1985’te “Out of Africa – Benim Afrikam” gibi önemli filmler yaptı. Elbette George Roy Hill’in iki önemli filminde Paul Newman’la başrolü paylaştı. Bunlar, 1969 yapımı “Butch Cassidy and the Sundance Kid – Sonsuz Ölüm” ve 1973 yapımı “The Sting – Belâlılar” filmleriydi. Asıl adı Charles Robert Redford Jr. olan sanatçı, elbette başka unutulmaz filmlerde de oynadı. 1967’de Gene Saks’ın “Barefoot in the Park – Parkta Çıplak Ayak”, 1972’de Peter Yates’in “The Hot Rock – Belalı Elmas”, 1974’te Jack Clayton’ın “The Great Gatsby – Muhteşem Gatsby”, 1976’da Alan J. Pakula’nın “All the President’s Men – Başkanın Bütün Adamları”, 1980’de Stuart Rosenberg’ün “Brubaker” bunlardan birkaçı. 1980’de “Ordinary People – Büyük Ceza” filmiyle yönetmenlik de yapmaya başladı ve şimdiye kadar sekiz film yönetti Redford. Bir bilgi, “Ordinary People” filmi “Sıradan İnsanlar” adıyla gösterime hazırlanırken sansür bu film adına izin vermedi. Ama TRT, daha sonraki yıllarda bu filmi “Sıradan İnsanlar” adıyla göstermişti. “The Conspirator – Suikast”, Redford’un en iyi filmlerinden.

(21 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Modern Zamanlarda Aşkı Anlatmak

Her Yerde Aşk (Manuale d’Am3re)
Yönetmen: Giovanni Veronesi
Senaryo: Ugo Chiti-Giovanni Veronesi
Görüntü: Giovanni Canevari
Oyuncular: Robert de Niro (Adrian), Monica Bellucci (Viola), Riccardo Scamarcio (Roberto), Valeria Solarino (Sara), Michele Placido (Augusto), Laura Chiatti (Micol), Donatella Finocchiaro (Eliana), Carlo Verdone (Fabio), Vittorio Emanuele Propizio (Cupido)
Yapım: Filmauro-De Laurentiis (2011)

İtalyan yönetmen Giovanni Veronesi’nin aşk üzerine üçlemesinin son filmi olan “Her Yerde Aşk”, aşkın üç devrini anlatıyor. Filmin en büyük armağanıysa muhteşem Robert de Niro.

Toskana bölgesindeki tarihi Prato şehrinde 1962’de doğan İtalyan yönetmen Giovanni Veronesi, üçleme olarak çektiği “Manuale d’Amore” filmini tamamlıyor. 2005 ve 2007 yıllarında ilk iki filmi çeken yönetmen Veronesi, finali Robert de Niro’yla yapıyor. Carlo Verdone bu üçlemenin hepsinde yer aldı. Üçlemenin ikinci filminde Monica Bellucci ve Riccardo Scamarcio yine vardı. Önceki iki film dört bölümden oluşuyordu. Üçlemenin son filmiyse üç bölüm var: “Gençlik” (giovinezza), “vade” (maturita) ve “ötesi” (oltre)… İtalyanca anlamı “Aşkın El Kitabı” olan “Manuale d’Am3re – Her Yerde Aşk”ın hikâyesi Toskana’nın büyüleyici Castiglione della Pescaia sahil kasabasıyla bir açıkhava müzesi olan başkent Roma’da geçiyor. İnsanı kendine hemen bağlayan Castiglione della Pescaia’nın dar sokaklarında üç tekerlekli “Moto Guzzi”lerin yarışı insanı hemen büyülüyor. Bu üç tekerlekli küçük motosiklet kamyonetler eski zamanlarda, 1970’lerde çok bulunurdu ülkemizde. Ona binip dolaşmak çok keyifliydi. Bu üç tekerlekliye aslında “Triportör” diyorlar. İngilizlerin muhteşem “Thames” minibüsleri gibi 1970’lerde, hatıralarda kaldı şimdi bu üç tekerlekliler de. Yazlık sinemalarda içilen “Cincibir” gazozları da öyle. Yazlık sinemalar da artık bir tarih şimdi.

Filmde aşk okunu “Cupido” fırlatıyor. “Cupido”, Roma mitolijisinde bir “aşk tanrısı”, tıpkı Yunan mitolojisindeki “Eros” gibi. “Cupido”, aşk oklarını fırlatırken taksi şoförlüğü yapıyor. Yönetmen hınzıca Robert de Niro’nun Vietnam gazisi Travis’i canlandırdığı Martin Scorsese’nin 1976 yapımı “Taxi Driver – Taksi Şoförü” filmine de selâm göndermiş. Ne de olsa bu filmde De Niro da var. Hem de nasıl! Atalarının topraklarına gelmiş De Niro kusursuz İtalyanca da konuşuyor bu filmde. Bu film, “önsöz” (prolog), “üç bölüm” ve “sonsöz”den (epilog) oluşuyor. “Sonsöz”, finaldeki bebeğin doğuşuydu. Bebek, hem umut hem de gelecek anlamına geliyor. Yönetmen, iç ve dış mekânları neredeyse eşit kullanmış. Adrian’ın dairesi de şehrin ruhuyla buluşuyor, insana huzur veriyor. Gerçekten birinci ve üçüncü bölüm huzurlu ve iyi geliyor. Filmin estetiği de doğal olarak bölümlerde birbirini tamamlasa da ilk bölümdeki kamera daha hareketli.

Birinci Bölüm: Gençlik…

Ön jenerikteki “önsöz”le genç “Cupido”, seyirciye aşk üzerine bir şeyler anlatırken okunu ilk hikâyedeki Roberto ve Sara’nın aşkına fırlatıyor. Aşkın ilk gençlik devri de başlıyor. Roma’da genç avukat Roberto, Sara’yla nişanlı ve evlenmeleri de yakın. Sara, bir an bu aşkı sorgulamaya başlıyor. Erkeklerin hemen yorumlaması kolay olmayan bir şey bu. Roberto, ilk işi için Toskana’nın Castiglione della Pescaia sahil kasabasına yolculuk yapıyor. Amacı, Hector Michelacci, eşi ve zihinsel engelli oğullarının yaşadığı çiftlik arazisini ellerinden küçük bir para karşılığı almak. Kasaba, eğlenceli ve şakacı insanlarla dolu. İşini hemen çözemeyen Roberto, kasabanın “üç yıldızlı” oteline yerleşiyor önce. Sonra da deli dolu ve maceracı güzel sarışın Micol’le tanışıyor. Yarışa meraklı Micol, şehirli Roberto’ya ilgi gösteriyor. Kasabanın erkekleri de Micol’e sırılsıklam aşık. Castiglione della Pescaia’nın dar sokaklarında “Moto Guzzi” yarışından sonra Roberto Micol’ün dünyasına giriyor ve oranın macera dolu çılgın bir dünya olduğunu anlıyor. Roberto, zengin ve yaşlı bir adamla evli Micol’le macera dolu bir hayatı mı, yoksa Sara’yla evlenerek çoluk çoçuğa karışıp huzurlu bir hayatı mı seçmeli? Sara şehirli, modern ve plânlı. Micol tam tersi ve macera yüklü. Roberto’yu canlandıran Riccardo Scamarcio’yu, Daniele Luchetti’nin 2007 yapımı “Mio Fratello e Figlio Unico – Abim Evin Tek Çocuğu” filminden hatırlıyoruz.

İkinci Bölüm: Vade…

Bu bölümde televizyonda haber sunan emekliliği yaklaşmış Fabio’nun kâbusları var. Bir partide Eliana’yla tanışmak zorunda kalan Fabio, küçük bir kaçamağın düzenli hayatını nasıl da altüst ettiğini yaşıyor birkaç günde. Psikolojik tedavi gören manik depresif Eliana, Fabio’yu her şeyiyle yok ediyor. Bu hikâyenin sonuna Adrian da katılıyor. Fabio, Eliana’nın dairesinden çıkarken, Amerikalı tarih profesörü Adrian apartmana taşınıyor. Filmin, özellikle birinci ve ikinci bölümlerinde az da olsa yönetmenin ahlâkçılığı fark ediliyor. Roberto felâketin kıyısından dönerken, Fabio da felâketin dibine düşüyor.

Üçüncü Bölüm: Ötesi…

Karısı ölmüş, kalp ameliyatı geçirmiş eski Vietnam gazisi tarih profesörü Adrian, eski arkadaşı Augusto’nun yanına Roma’ya taşınarak emekliliğini yaşayacakken hiç beklenmedik bir aşk onu bekliyor bu muhteşem şehirde. Augusto’nun Paris’ten gelen kızı Viola, Adrian’a hayatın ve kalbinin kendini emekliliğe ayırmadığını anlıyor. Adrian, kızı yaşındaki Viola’yla yıllar sonra mutluluğu bulurken baba olma duygusunu da tadıyor sonunda. Bu son bölüm, aşkın her daim yola çıkacağını fark ettirirken, eski zamanların romantizmini de beyazperdeden gönderiyor. Bu bölümde bir ara Sara da görünüyor. Televizyon kanalının Somali’ye sürgüne gönderdiği Fabio’ya da, El Kaide’yle bağlantısı olan Somalili terör örgütü Eşşebab’ın (Harekât el Şebab) esir aldığına tanık oluyorsunuz bir ara.

(Bu yazı 19 Ağustos 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(19 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Üç Boyutlu Arabalara Casuslar Bulaştı

Arabalar 2 (Cars 2)
Yönetmen: John Lasseter
Senaryo: Ben Queen
Müzik: Michael Giacchino
Görüntü: Jeremy Lasky-Sharon Calahan
Seslendirenler: Larry Cable Guy (Mater), Owen Wilson (Şimşek McQueen), Michael Cain (Finn), Emily Mortimer (Holley), Eddie Izzard (Sir Miles), John Turturro (Francesco), Joe Mantegna (Grem), Franco Nero (Topolino Amca), Vanessa Redgrave (Kraliçe), Thomas Kretschamann (Zündapp)
Yapım: Walt Disney-Pixar (2011)

Kendisini animasyon sinemasına adamış Amerikalı yönetmen John Lasseter’in üç boyutlu “Arabalar 2” filmi, çocuklara ve içinde çocuk ruhu taşıyan herkesi eğlendiren heyecanlı bir macera.

Paslı ve külüstür araba çekicisi Mater, kadim dostu Şimşek McQueen’in Radyatör Kasabası’na (Radiator Springs) gelmesiyle çok mutlu oluyor. Şimşek McQueen’in Porsche’den tasarlanmış sevgilisi Sally de öyle. Ama, 95 numaralı kırmızı yarış arabası ve daha çok günümüzden Chrysler’in Dodge Viper tasarımından ilham alınmış Şimşek McQueen’in Tokyo’ya dönmesi gerekiyor hemen. Çünkü “büyük yarış” onu bekliyor. Chevrolet ve GMC’nin 1950’lerdeki araba çekicilerinden ilham alınarak tasarlandığı sanılan dostu Mater’i de Tokyo’ya götürüyor Şimşek McQueen. Yarışlar biyoyakıt, yani bitkilerden elde edilen yakıtlardan olması gerekiyor. İlk Range Rover’dan yola çıkılarak tasarlanmış Sir Miles Exlerod, biyoyakıt allinol’le araba yarışı düzenliyor. Şimşek McQueen’in en büyük rakibi Francesco Bernoulli, tam bir formula yarış arabası gibi. Tokyo’da, tam bir casusluk gerilimi de başlıyor. “007 James Bond”u çağrıştıran Volvo’dan ilham alınmış Finn McMissile ve Jaguar’ı çağrıştıran İngiliz casusu Holley Shiftwell olayları kontrolleri altına alırlar. Elbette Mater’in sayesinde. Mater, Holley’nin ilgisini bir flört göndermesi sanarak, diplerde kalmış zekâsını kullanıyor. Aşk, ilham veriyor ona. “Kötü adam” Zündapp da var. Profesör Zündapp, Zuendapp Janus’un 1950’lerin sonunda Almanya’da üretilmiş modelinden tasarlanmış. Bu arabaların bir özelliği de, önünün ve arkasının insanlar tarafından karıştırılması. Filmde fosil yakıtlara eleştiri var. Fosil yakıtlar, kürese ısınmaya neden olurken iklimler değişiyor. Ama, biyoyakıt faydalı gibi gözükse de, insanların karnını doyurması gereken verimli topraklar “allinol”le arabaların midesini dolduruyor. Dünyadaki kuraklıkla beraber “allinol” de açlığa neden oluyor. Çözümse, şarj yapılabilen elektrikli arabalar, güneş ve rüzgâr enerjileri. Yeryüzünü başka hiçbir şey kurtaramayacak.

Sanki gerçek mekânlar…

Tabii ki hikâye sadece Tokyo’da değil. İtalya’nın Akdeniz kıyılarındaki ve “Grand Prix” yarışlarının yapıldığı Santa Ruotina’yla kıyı kasabası Porta Corsa, Paris, Londra ve elbette Arizona’ya çağrıştıran hayali Radiator Springs de bu animasyon filmin mekânları. “Live-action” tarzında çekilen “Cars 2 – Arabalar 2” animasyon filminde, bu mekânları gerçekmiş gibi algılıyorsunuz. 1957 doğumlu Amerikalı John Lasseter, kendini animasyon sinemaya adamış bir yönetmen. 1995 yılında “Toy Story – Oyuncak Hikâyesi”yle ilk uzun animasyon filmini çekmişti. 1998 yapımı “A Bug’s Life – Bir Böceğin Yaşamı” da önemli animasyonlarından. “Oyuncak Hikâyesi” gibi “Cars – Arabalar” animasyonu da devam filmleriyle sinemada yol alıyor. “Arabalar 2” filminine girmeden seyirci için hoş bir “Oyuncak Hikâyesi” gösteri de var. O da üç boyutlu. Filmde Franco Nero ve Vanessa Redgrave de var. 1937 model Fiat 500 Topolino Amca’da sesiyle olan İtalyan sinemasının her daim önemli oyuncularından 1941 Parma doğumlu Franco Nero’yu özlemişiz. Kraliçe ve Mama’ya sesini armağan eden 1937 doğumlu muhteşem İngiliz oyuncu Vanessa Redgrave de sinemaseverlere hoş bir sürpriz. Bu filmde arabalar, insan duygularını da veriyor. Bu yüzden filmde dramatik taraflar da öne çıkıyor. Bu eğlenceli ve macera yüklü film, içinde çocuk ruhu taşıyan herkese göre. Mater, sinema tarihinin özel karakterlerinden olabilir.

(19 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Kıyametten Sonra Kâbus Dünyası

Vampir Cehennemi (Stake Land)
Yönetmen: Jim Mickle
Senaryo: Nick Damici-Jim Mickle
Müzik: Jeff Grace
Görüntü: Ryan Samul
Oyuncular: Nick Damici (Mister), Connor Paolo (Martin), Kelly McGillis (Rahibe), Michael Cerveris (Jebedia Loven), Danielle Harris (Belle), Sean Nelson (Willie), Bonnie Dennison (Peggy)
Yapım: Dark Sky-Belladonna (2010)

Jim Mickle tarafından yönetilen ve bilimkurgu özellikleri de olan “Vampir Cehennemi”, tipik bir Hollywood korku filmi ötesinde mahşer sonrası dünyasını çarpıcı bir anlatımla perdeye yansıtan bağımsız bir yapım.

Yönetmen Jim Mickle hakkında pek bir bilgi yok ama vampirler üzerine bu kıyamet sonrası filmi, 2010 yapımı “Stake Lake – Vampir Cehennemi”yle sinema belleğimize yerleşti. Yönetmen, bizde sadece 2006 yapımı korku-bilimkurgusu “Mulberry Street – Mulberry Sokağı”yla biliniyor şimdilik. Bu ilk filmi DVD olarak yakın zamanlarda yayımlanmıştı. Mickle, kadim dostu aktör-senarist Nick Damici’yle işbirliğini bu ikinci filmi “Vampir Cehennemi”nde de sürdürüyor. Yönetmen, başkarakteri “Mister” (Beyefendi) aracılığıyla Tanrı’ya, dine ve politikacılara mesafeli duruyor bu filminde. Hıristiyan köktendinci “Kardeşlik” milis gücünün lideri Jebedia Loven’ın varlığıyla “Ku Klux Klan” ırkçı örgütüne de gönderme yapıyor sanki.

Yönetmen Mickle, bu karanlık kasvet yüklü filminde “klostrofobik” (kapalı mekân) korkusuyla “agorafobik” (dış mekân) korkusunu iç içe geçirerek insanlara farklı duyguları aynı anda yaşatıyor. Hiçbir yer güvenli değil. İç mekânlarda gölgeyi öne çıkartan dışavurumcu ışık düzenlemeleri kuran yönetmen, gece atmosferindeki dış mekânlarda da kasvet duygusu yaratabilmiş. Bu kasvet duygusunu bulutlu gündüz atmosferinde de yaşatabiliyor. Bu ışık düzenlemeleri, sert renk kontrastlarıyla bütünleşerek korku sinemasındaki gotik havayı oluşturabilmiş perdede. Yönetmen, sinemaskop çektiği bu filminde insana daralma duygusunu da yaşatabiliyor. Yönetmen Mickle, müziklerini korku sinemasının o tedirgin edici gerilimli tonlarının ötesinde keman, çello ve piyano tınılarını kullanmış fonda. Hikâyenin atmosferinde tedirginlik yaşayan seyirci, tuhaf biçimde bu tınılarla zihinsel anlamda bir rahatlama hissediyor. Seyirci, belirlediğimiz hem mekânlarla hem de müziklerle farklı duyguları aynı zamanlarda yaşayabiliyorlar. Bir de bu filmdeki vampirler steril Hollywood filmlerindeki vampirlere benzemiyorlar. Aslında yönetmen bu filminde Hollywood’un tipik korku filmlerinin dışına çıkmış ve iyi de olmuş. Bazı anlarda da western tadı da alabiliyorsunuz bu filmden. “Mister”, bir “spagetti western”den düşmüş yalnız bir kovboy. Öldürdüğü vampirlerin dişlerini söken “Mister”, kadınları ve içkiyi seviyor.

Vampirler nereden geldi?…

“Mister”le arabada yol alan Martin, iç sesiyle olanları anlatırken, “Mister”le tanışmasını da hatırlıyor. Anne-babasıyla bu mahşerde güvenli yere kaçmaya çalışırlarken vampirler ailesini öldürüyor. Martin’in koruyucusu da olan “Mister” bir bir vampir avcısı. Fazla konuşmayan, soğuk ve güvenli biri o. Kanada’daki güvenli “Yeni Cennet Bahçesi”ne, kuzeye doğru arabayla yol alırken, bu yolculukta karşılarına vampirler ve iyi insanlar da çıkıyor. “Mister”in, iki tecavüzcüden kurtardığı rahibe katılıyor onlara önce. Ama, “Kardeşilik” tarikatına yakalanan üçlü, Jebedia Loven’ın esaretinden tek tek kurtuluyorlar ve kader onları Kanada sınırında buluşturuyor. Aralarına hamile Belle ve asker Willie de katılıyor sonra. Trajedilerin yaşandığı bu mahşer filminde “Yeni Cennet Bahçesi” bir umut. Yeniden başlama. Yeni aşkların doğuşu. Ama, bu o kadar kolay olacak mıdır? Bu bağımsız korku filminde Kelly McGillis sürprizi de var. 1957’de Kaliforniya’da doğan McGillis, sinemaseverler için Tony Scott’ın 1986 yapımı “Top Gun” filmindeki güzel yüzüyle hatırlanıyor daha çok. Filmde, dünyayı ele geçirmiş vampirlerin nereden geldiği pek açık değil. Belki de bu bir metafor. Şehirlerin ve kasabaların terk edilmiş gibi görünen sokakları, enkaza dönmüş binaları nükleer kıyamet sonrası gibi sanki. Yol filmi de olan “Vampir Cehennemi” bir “kült filme” de dönüşecek gibi.

(Bu yazı 05 Ağustos 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(19 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Türk Sineması Hakkında Gelecek Kaygısı

Sevgili sinemaseverler… Size bu yazımda,

– Türk sinemasının nereye koştuğundan,
– Ne kadar çok film çekildiğinden,
– Yerli film seyirci sayısının ne kadar arttığından,
– Sinema salonu olmayan illerden,
– Tekelleşen sinema gruplarından,
– Festivalde ödül alıp, 10.000 seyirciye oynayan ama hâlâ tek bir Oscar adaylığımızın bile olmadığı bir sektörden,
– Filmlerimizi kuşa çevirip televizyonlarda buzlandırarak araya uzun reklâm alarak sakız gibi uzatan televizyon zihniyetinden bahsetmeyeceğim.
– Filmlere farklı dilde dublaj yaparak vizyona sokan şirketlerden,
– Sinema örgütlerinden sansasyonel biçimde istifa edenler yazarlar hakkında konuşmayacağım.
– Ya da vizyona giren bir Türk filminin ne kadar güzel veya ne kadar kötü olduğunu anlatmayacağım.

Ne düşündüğünüzü biliyorum… O halde yukarda bahsettiğin konular dışında konu yok, yazacak bir şey yok diye düşünebilirsiniz. Merak ettiyseniz devam edelim…

İstanbul’da Dizi Çekilmeyen Sokak Kalmadı

Sinemamız özellikle son 6 yıldır televizyonların gölgesi altında ilerliyor. İstanbul adeta Hollywood platosu olmuşcasına her köşede bir film setine rastlamak mümkün. Çılgınca büyüyen dizi dünyası yan sektörleri ile birlikte 100.000 kişiye istihdam sağlamaktadır. Sektörün büyük olması, aslında ailelerin sinemaya gidecek bütçelerinin olmaması, tek eğlence kaynağının televizyon olması ile basitçe açıklanabilir.

Artık birçok özel Uydu – TV hizmeti veren firmalar birbirini ezercesine teknoloji rekabetine girdi. Seç izle, tekrar izle, kirala izle gibi seçenek sunan hizmetler sinemasever halkımızın hiçbir zahmet göstermeden oturduğu yerden her tür görsele ulaşmasını sağlıyor.

Televizyon izleyicisinin artması reklâm pastasının büyümesine yol açarken, rating canavarı, dizi filmlerin konularını belirlemeye başladı. Dizilerin (Kurtlar Vadisi, Behzat Ç) veya dizi karakterlerinin, (Muro, Recep İvedik) izleyici tarafından sevilmesi, sinema versiyonlarının çıkmasına yol açtı.

Bu yoğun dizi enflasyonunu tıpkı Yeşilçam’ın 70’li yıllardaki coşmasına benzetiyorum. O zamanlar taşradaki film tüccarlarının isteklerine göre film çekilirdi. Örneğin Adana bölgesi vurdulu kırdılı ve özellikle Yılmaz Güney filmlerini çok seviyordu. Seyircinin bu isteğini ise sinema tüccarları iyi bildiğinden film şirketlerine bono ile istedikleri filmleri çektirebiliyordu. Yani o zamanlar ratingi belirleyen tüccarların yerini bugün rating ölçüm cihazları aldı. Sonuçta her ikiside aynı amaca hizmet ediyordu. Yani halka sevdiği şeyleri vermek.

Formül Belli Dizi + Rating + Reklâm Geliri = Sinema Filmi

Formülün çözülmüş olması sistemin bu şekilde devam etmesini kolaylaştırdı. İş yapacağı önceden belirli filmler vizyona girerken, az tanınan oyuncu ve yönetmenlerin filmleri gişe mağduru oldu. Yani sözüm ona seyirci zaten bildiği tanıdığı ve mutlaka güleceği ve ağlayacağını bildiği filmlere gitmeyi tercih etti. Örneğin çok beğendiğim Cem Yılmaz’ın ne çekerse çeksin 1 milyon barajını gözü kapalı geçeceğini düşünüyorum. Oysa Nuri Bilge Ceylan’ın bütün filmlerinin gişesi bile bu rakama ulaşmamıştır.

Böylece, düşük senaryolu, yüksek teknik maliyetli, gişe garantisi olan filmler üretilmeye başladı. Son 3 yıllık istatistiklere bakılırsa yerli film izleyicisi 20 milyon, film sayısı ise 50 – 60 civarına demir atmış vaziyette. Yani, formülün gayet iyi çalıştığını söyleyebiliriz.

Dizi Sektörü Patlamaya Hazır Bomba Gibi

Dizi sektörü bugün şişmiş, doymuş ve kapasitesinin üzerinde üretim yapmaktadır. Televizyonların ani bir krize girmesi (teknolojik, ekonomik, siyasal) zincirleme reaksiyona yol açıp önce dizileri bitirip, piyasaya bir anda onbinlerce sektör mağduru çıkarabilir. Böyle bir kriz sinema üretimini de bıçak gibi kesecektir. (2001 krizini hatırlayın. O sene 17, sonraki sene ise sadece 9 film çekilmiştir.)

Böyle bir süreçten tabi ki Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan gibi seyirci takıntısı olmayan festival yönetmenlerimiz etkilenmeyecektir. Onlar yine istediklerini çekmeye devam edeceklerdir.

Bu kadar…

Sevgiyle kalın,

(17 Ağustos 2011)

Erhan Işık
erhan@yesilcam.gen.tr
www.yesilcam.gen.tr

Adil Kral Zamanında Din Savaşları

Kral Henry (Henri of Navarre)
Yönetmen: Jo Baier
Roman: Heinrich Mann
Senaryo: Cooky Ziesche-Jo Baier
Müzik: Henri Jackman-Hans Zimmer
Görüntü: Gernot Roll
Oyuncular: Julien Boisselier (Henri 4), Joachim Krol (Théodore), Andreas Schmidt (Bartas), Roger Casamajor (Rosny), Cléo Stefani (Gabrielle), Armelle Deutsch (Margot), Sven Pippig (Beauvoise), Sandra Hüller (Catherine), Hannelore Hoger (Catharina), Ulrich Noethen (Charles 9), Devid Striesow (Dük d’Anjou), Gabriela Maria Schmeide (Marie), Adam Markiewicz (Dük d’Alençon), Wotan Wilke Möhring (Guise)
Yapım: ARTE-BR-Degeto Film (2010)

Alman yazar Heinrich Mann’ın iki ciltlik ronmanından uyarlanan “Kral Henry”, Katoliklerle Protestanların din uğruna vahşi katliamlarını dışavurumcu bir görsellikle beyazperdeye yansıtıyor.

Film, din için savaşmış Protestan ve Katolik ölülerin üzerine açılıyor. Fransa’da, 16. yüzyılda Protestanlara “Huguenot” diyorlar. Katolikler yenilmiş ve ellerinde bir tek Paris’teki saray Louvre kalmış. Fransa’nın güneyinde, Pirene Dağları’ndaki Bask bölgesinde küçük krallık Navarre’ın küçük prensi Henri gelecekte Fransa’nın kralı hayaliyle şatoda büyüyor. Öğretmeni ve her şeyi de Beauvoise onun. Henri genç bir prens olduğunda, Paris’teki saraydan barış teklifi gelir. Güçlü kadın Catharina de Medicis, kızı Margot’yla Henri’nin evlenmesiyle Katoliklerle Huguenotlar arasında katliamların biteceğini söylüyor. Acaba öyle midir? Her şeyi “en ince ayrıntısına” kadar plânlayan Catharina, krallığını sağlamlaştırabilmek için yeryüzündeki tüm ihtirasları üzerinde toplamış bir kadın. Oğlu kral Charles 9’un ruhunu tüketmiş. Küçük oğlu Dük d’Anjou bir eşcinsel ve saray için veliaht dünyaya getirmesi uzak ihtimal. Çünkü o, kadınlardan tiksiniyor. En küçük oğlu Dük d’Alençon da sessizce köşesinde bekliyor. Ama, barış için Margot’nun Navarreli Henri’yle evlenmesi gerekiyor. Catharina, plânlarını yavaş yavaş uygulamaya koyuyor. Çocukken, öğretmeni Beauvoise tarafından banyo yaptırılan Henri, bu banyolarda üşüdüğünden olmalı banyoyu pek sevemiyor. Arada bir banyo yaptığı için vücudu da balık gibi kokuyor. Üstelik sarımsağı da çok seviyor Henri. Onun balık kokusu Paris’teki saraya kendinden önce geliyor ve Margot, kokan bu adamla evlenmek istemiyor. Bu Margot sarayın çapkını. Hoşlandığı erkekle özgürce oluyor. Son gözdesi de halkın sevgilisi Guise. Nostradamus’un adil kral olacağını tahmin ettiği Henri, Paris’e Huguenotlarıyla beraber geliyor. Önce annesi vefat ediyor. Sonra da Margot’yla tanışıyor Henri. Margot, başta Henri’ye uzak dursa da hemen cinsel çekim başlıyor aralarında ve ipinden boşalmış gibi sevişiyorlar. Margot istemese de Henri’yle evlenmek zorunda kalıyor.

Düğünün olduğu gün katliamlar başlıyor. Anne Catharina, kral oğlundan emir çıkarttırıyor Huguenotların amiralinin öldürülmesi için. 1572’deki bu katliama “Bartholomew Günü” deniliyor. Ayrıca bu katliam “kan ve düğün” olarak da tarihe geçti. Katolikler, 30 bin Protestanı katletti bugünde. Bir süre sonra öldürüleceğini anlayan Henri saraydan ve Paris’ten kaçıyor. Bir zaman sonra hayatının kadını Gabrielle karşısına çıkıyor. Güzel ve zeki Gabrielle onu hemen büyülüyor. Tahta geçmek ve Margot’dan ayrılmak için Katolikliğe geçen Henri’nin peşini trajedi hiç bırakmıyor. Gabrielle öldükten sonra Toskanalı Medici ailesinin orta yaşlı kızı Marie’yle varis için evlenmek zorunda kalıyor Henri 4. İspanya’yla savaşa hazırlanırken, 1610 yılında “kırmızı saçlı” Charentais tarafından arabanın içinde bıçakla öldürülüyor Henri 4. Marie, kendini başka kadınlarla aldatan Henri 4’ten kıskançlık intikamı mı alıyordu? Gerçekten bu filmde kıskançlık, içten hesapçılık, entrikalar ve birçok şey tam anlamıyla Shakespeare tadında. Bir de doğrudan Margot’yu anlatan bir film vardı. Patrice Chéreau’nun 1994 yapımı “La Reine Margot – Kraliçe Margot” filmi de önemlidir. Isabelle Adjani, Daniel Auteuil, Virna Lisi ve Vincent Perez’in başrolde olduğu bu filmin müziklerini Goran Bregovic yazmıştı. Muhteşem etkileyicilikteki unutulmaz görüntülerse Philippe Rousselot’ya aitti. Chéreau’nun filmi, “baba” Alexandre Dumas’nın (1802 – 1870) aynı adlı romanından çekilmişti.

Dışavurumcu estetik…

1949’da Münih’te doğan Alman yönetmen Jo Baier, sosyalizmi savunan dışavurumcu Alman yazar Heinrich Mann’ın (1871 – 1950) “Die Jugend des Königs Henri Quatre – Kral IV Henri’nin Gençliği” (1935) ve “Die Vollendung des Königs Henri Quatre – Kral IV Henri’nin Gelişimi” (1938) adlı romanlarını beyazperdeye uyarlamış. Mann, bu iki ciltlik eserinde gücün insanlık yararına kullanılabileceğini savunmuş. Mann, 19. yüzyıl Fransız felsefesine de yakın durmuş yazarlardan. Din savaşlarını anlatan yönetmen, öncelikle savaş ve katliam anlarını dışavurumcu bir görsellikle perdeden yansıtıyor. “Bartholomew Günü”nde sarayın koridorlarındaki ve sokaklardaki cesetler, sanki dışavurumcu bir tablo gibi perdeyi kaplıyor. Zaman zaman kendinizi büyük ressam Francisco Goya (1746 – 1828) tablolarının içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Goya, modern resmi de etkilemiş önemli bir sanatçı. Dışavurumcular, gerçeküstücüler ve izlenimciler onun işlerinden ilham aldılar hep. Yönetmen Baier’in filminde Alman sinemasının dışavurumcu estetitiği de fark ediliyor. Mekânda uzayan gölgeler ve silüet yansımaları gibi. Yönetmen, savaş anlarında çok yakın çekimler yapmış. Kamera da sürekli sarsılıyor. Bu anlar, fonda duyulan çığlığa dönüşen müziklerle beraber Henri’nin iç dünyasının dışarı yansıması gibi. Her şey Henri’nin zihninde kaosa dönüşmüş. Filmde yer yer gerçeküstücü estetik de öne çıkıyor. Dışarıdan içeriye yansıyan gün ışığıyla özellikle “zincirlemeli” geçişler. 1970 yılında Nantes’ta doğan Fransız oyuncu Julien Boisselier, bizde Isabelle Broué’nin 2004 yapımı “Tout le Plaisir est Pour Moi – Zevk Düşkünü” filminde François karakteriyle hatırlanıyor. Filmin diğer Alman ve Polonyalı oyuncuları, gerçekten muhteşem Fransızca konuşuyorlar. Elbette filmde Fransızca’nın yanında İtalyanca ve birazcık Latince de duyuluyor. Hikâyesini akıcı bir dille anlatan ve muhteşem bir görsellikle yansıtan “Kral Henry” sezonun önemli filmlerinden.

(Bu yazı 12 Ağustos 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(12 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Rezil Patronlara Kara Mizah

Patrondan Kurtulma Sanatı (Horrible Bosses)
Yönetmen: Seth Gordon
Senaryo: Michael Markowitz-John Francis Daley-Jonathan M. Goldstein
Müzik: Christopher Lennertz
Görüntü: David Hennings
Oyuncular: Jason Bateman (Nick), Charlie Day (Dale), Jason Sudeikis (Kurt), Kevin Spacey (Dave), Jennifer Aniston (Julia), Donald Sutherland (Jack), Colin Farrell (Bobby), Jamie Foxx (Dean), P.G. Byrne (Kenny), Lindsay Sloane (Stacy), Julie Bowan (Rhonda)
Yapım: New Line Cinema (2011)

Amerikalı yönetmen Seth Gordon’ın filmi “Patrondan Kurtulma Sanatı” tam anlamıyla bir kara mizah örneği. Filmde ekonomik krize ve durgunluğa da dokunuluyor.

Nick, bir finans şirketinde çalışıyor ve terfisini bekliyor. Patronu Dave onu sürekli psikolojik baskı altında tutuyor. Dünyadaki biricik ninesini hasta yatağında bile doğru düzgün ziyaret edememiş, kadınlarla olamamış ve sabahın köründen akşam geç saatlere kadar patronunun “ağız kokusunu” çekmiş. Dale, Stacy’yle nişanlı ve bir dişçide asistanlık yapıyor. Yahudi Dale, her gün iş yerinde patronu Julia’nın cinsel taciziyle karşılaşıyor. Kurt da işinde yükselme bekliyor. Patronu yaşlı Jack Pellit’in gözdesi. Ama bir rakibi var. O da Jack’in kokain müptelâsı oğlu Bobby. Nick, Dale ve Kurt liseden beri üç sıkı arkadaş. Barda içerken, işsiz arkadaşları Kenny yanlarına gelir. Kenny işsiz olduğu için aç sefil. Onlardan birkaç dolar alır karnını doyurabilmek için. Filmde, ekonomik durgunluğa da dokunduruluyor. İşlerini bırakmak isteyen üç arkadaş, Kenny’nin durumunu görünce başka bir şey denemeye karar veriyorlar: Patronlarını ortadan kaldırmaya… Bu o kadar kolay mıdır? Los Angeles’ın karanlık sokaklarındaki bir bara giderler ve orada tuhaf lakaplı siyahi Dean’la karşılaşıyorlar. Dean, bir bakıma cinayet danışmanları oluyor onların. Aslında Dean bir korsan filmci. Sinemada kamerayla film çekerken yakalanmış ve hapis yatmış biri. Ardından birbirlerinin patronlarını ortadan kaldırmaya karar veriyorlar. Julia’ya dair her şeyi dişçi muayenehanesinde gösteren yönetmen, Dave ve Bobby’nin gizli dünyasına dalıyor üç kafadar arkadaşla. Dave, kıskanç ve fıstıklara alerjisi olan biri. Karısı Rhonda’nın kendisini aldattığını da biliyor. Bu kara mizah filmde bir de cinayet işleniyor ve plânlar altüst oluyor.

Tam bir kara mizah…

Hikâyesi birkaç haftada geçen filmde gerçekten kara mizah muhteşem. Yer yer insana kahkahalar attırıyor. Belden aşağı espriler de yerini bulmuş. Belki de filmde birçok insanın hayal ettikleri yansıyor. Film de olsa, gerçek de olsa patronlar zeytinyağı gibi hep üste mi çıkıyorlar? 2011 yapımı “Horrible Bosses – Patrondan Kurtulma Sanatı” filmi, az da olsa patronların küçük düşmesi yönünden insanı eğlendiriyor. Sinemanın birçok alanında çalışan, belgeseller ve televizyon dizileri de çeken 1974 Illinois doğumlu Amerikalı yönetmen Seth Gordon, bizde 2008 yapımı “Four Christmases – Zoraki Tatil” komedi filmiyle biliniyor sadece. Kevin Spacey, Donald Sutherland, Colin Farrell, Jamie Foxx ve Jennifer Aniston filmin sürprizleri ve bir bakıma da armağanları. Göründükleri sahnelere ışıklarını saçıyorlardı. “Patrondan Kurtulma Sanatı”, sadece Kuzey Amerika’da, yapım maliyetlerini çıkarınca 100 milyon dolar civarı hasılat yapmış. Bazı espriler fazla Amerikan kaçsa da güldüğünüz yerler oluyor. İnsana iyi geliyor.

(12 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

İşte Sözün -Gerçekten- Bittiği Noktadayız: Bir Eleştirmen Olarak Tamamen Acizim!

HABER AYNEN ŞU:

TRT Basın Müşaviri Birol Uzunay “Tosun Paşa”nın sansürlendiği iddiasıyla ilgili olarak Ramazan ayında TRT’nin yoğun yayın gündemine dikkat çekti. Yayın akışı sırasının bozulmaması için filmin kısaltılması gerektiğini vurgulayan Uzunay, “Diğer programın yayına girmesi için orada 20 – 25 dakikalık bir sürenin kısalması gerekiyordu. Tüm filmi yayımlayıp sadece hamam sahnesini kaldırsak bu sansür olurdu. Ancak bahsedilen şey, filmin genelindeki 25 dakikalık kısaltmada 30 saniyelik bir sahne” dedi. Birol Uzunay sözlerine, “Kesilen başka sahneler de var. Yani orada sansür yok kısaltma var. Yayın planını oturtmak için yapılan bir kısaltma bu” dedi.

Uzunay kısaltmalarla ilgili yapımcılarla bir anlaşma yapılıp yapılmadığı şeklindeki soruya da Uzunay, “Yayın hakkı ve bütün uygulamalar bize ait. Bu bütün kanallarda uygulanan bir yöntemdir. Bir sonraki programın vaktinde yayınlanabilmesi için böyle kısaltmalar yapılır” dedi.

Son cümleyi bir defa daha yazıyorum: BİR SONRAKİ PROGRAMIN VAKTİNDE YAYINLANABİLMESİ İÇİN BÖYLE KISALTMALAR (bir sinema eserinden bahsediyor)YAPILIR!

Bu son cümleyi “üç maymun”u oynayan, “kaygılı ve diken üstünde” Türk sinema sektörüne armağan ediyorum; tepe tepe kullanın!

Ben ise tamamen acizim; ne yazacağımı, hangi sözcükleri kullanacağımı bilemiyorum!

(11 Ağustos 2011)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Türk Sinemasının Enkazını Toparlayan Adam

50 yılı aşkın bir süredir sinema sektörümüzün içinde yer alan ve akla hayâle gelebilecek her türlü teknik sorunu âdetâ kırmızı renkteki şu meşhur ‘İsviçre ordu çakıları’ gibi çözmesiyle tanınan bir ses ve görüntü sistemleri duayeni Erdoğan Bidav…

Erdoğan Usta’nın son yıllardaki en öncelikli misyonu ise elde kalan 16 ve 35 mm’lik kopyaları hurdaya dönmüş durumdaki eski Türk filmlerini titiz bir onarım eşliğinde yok olmaktan kurtarıp, televizyonlarda yayımlanabilecek kıvama getirmek!

Eski dönemlere ait olup, negatif ve pozitif kopyaları artık iyice yıpranmış durumdaki sinema filmlerinin restorasyonu, günümüzde artık yalnızca ABD ve Avrupa’da değil, Türkiye’de de rahatlıkla yapılagelen rutin bir işleme dönüşmüş durumda… Nitekim, ben de yakın geçmişte, özellikle bu konuda öncü bir rol üstlenen İstanbul merkezli şirketlerden VİPSAŞ A. Ş.’nin çalışmalarına ilişkin bazı haberler yapmıştım sinema sayfalarımızda…

Sözgelimi, Türk sinemasının “Selvi Boylum Al Yazmalım”, “Çöpçüler Kralı”, “Kurbağalar” gibi artık klâsikleşmiş bazı önemli yapıtları son yıllarda hep VİPSAŞ’ta restore edildi ve izleyenlerin şaşkınlıkla karşıladıkları bir görsel-işitsel kaliteye kavuşturuldu. Ses kayıtları boğulmuş, her karesi çizik ve leke içinde kalmış, akışlarında hikâyenin bütünlüğünü bozan kopuklar ve rahatsız edici sıçramalar gözlenen daha pek çok film, VİPSAŞ’ın yaklaşık 1 milyon dolara ithâl ettiği çağdaş bir teknolojik altyapıyla âdetâ günümüzde çekilmişçesine berrak bir görünüme kavuşturuluyor.

Bütün bunlar elbette ki çok güzel gelişmeler… Fakat, şu da unutulmasın ki restorasyon konusunda uzmanlaşan şirketler yorgun bir filmi “ameliyata yatıracakları” zaman, yapımcısından en öncelikle onun “master kaydı”nı talep ediyorlar. Yani, daha ilk çekildiği zaman kameradan çıkan orijinal negatifini… Dijital restorasyon işlemi ancak o zaman gerçek anlamda verimli olabiliyor çünkü… Bunun dışında, yapımcı şirket uzun yıllar boyunca Anadolu’yu kent kent dolaştığı için hurdaya dönmüş bir ikinci jenerasyon kopya teslim ettiğinde, restorasyon çalışmasını yürüten teknisyenlerin ellerinden de çok fazla bir şey gelmiyor. Yenileme operasyonuna temel oluşturan kopyanın durumu içler acısı olduğunda, ses ve görüntüde mucizevî bir düzelme beklemek abesle iştigâl…

Pekiyi ya, restore edilmesi istenen yapıt, bırakın kameradan çıkan orijinal negatifini, dünya üzerinde doğru düzgün bir pozitif kopyası bile kalmamış, var olan son 16 ya da 35 mm’lik şeridi de perişan durumdaki çok eski tarihli bir Türk filmi ise ne oluyor?

İşte, o zaman, Beyoğlu – İstiklâl Caddesi üzerindeki Sadri Alışık Sokak’ın derinliklerinde bulunan “Bidav Telesine” adlı küçücük bir dükkâna, o dükkânın içinde neredeyse tek partili Türkiye yıllarından kalma sinema makineleri, kameralar ve film şeritlerinin arasında sabırla boğuşup duran 73 yaşındaki bir adama başvuruyorsunuz. İlerlemiş yaşına rağmen, sıra işini yapmaya gelince inanılmaz zinde ve çevik olan bu güleç yüzlü er kişinin adı Erdoğan Bidav…

Kendisi, benim de -bir sinema yazarı ve aynı zamanda bir amatör filmcilik meraklısı olarak- adını bu sektörde ta uzun yıllar öncesinde tıpkı bir “efsane” gibi dilden dile dolaşırken duyduğum, fakat yüz yüze tanışmamızın ancak geçen yıl nasip olabildiği gerçek bir ses ve görüntü teknolojileri duayeni…

13 yaşlarında atıldığı çalışma hayatında, son 60 yıldır makinist çıraklığından başlayarak kesintisiz bir şekilde sinemayla yatıp sinemayla kalkmış olan Erdoğan ağabeyin yaptığı işi, gazete sayfalarının iki boyutlu yüzeyinde anlatmak o kadar zor ki aslında… Sizlere ancak dilim döndüğünce aktarabilirim bu çok özel adamın sinemamıza verdiği el emeği göz nuru hizmetleri… Girizgâhı kendi koleksiyonculuk serüvenimden güncel bir örnekle yapmak, belki de en doğrusu olacaktır.

Bundan 7 – 8 ay önce, eBay adlı uluslararası müzayede sitesinden yaklaşık 2 – 3 dakika süreli ve oldukça nadide bir film şeridi satın aldım. Amerikalı bir koleksiyoncunun elinde bulunan bu kısa çekim, İstanbul kentinin 1910’da çekilmiş siyah – beyaz görüntülerini içermekteydi. Gelin görün ki benim film, dünyada artık ne kamerası, ne de gösterici makinesi kalmamış, sürükleme delikleri yanlarda değil şeridin tam orta yerinde gömülü olan arkaik bir model; Fransız Pathe şirketinin bir dönem yaygınlaştırdığı, sonrasında ise yok olup giden 9,5 mm formatındaydı. ABD’den kargoyla gelen küçük bobini nasıl izleyebileceğimi, bu kısacık çekimdeki eşsiz görüntüleri hangi yöntemle kurtarıp gün ışığına çıkartabileceğimi kara kara düşünürken, sektörde tanıdığım herkes, “Bu işi çözse çözse Erdoğan Bidav çözer” diyerek, Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki o mütevazı dükkânı işaret etti.

Sesi ve görüntüsü yok olmanın eşiğine gelip kullanılamayacak kadar hurda olmuş, kendisini oynatabilecek herhangi bir mekanik sistem kalmamış ne kadar antika film varsa bunları ne yapıp edip modern video bantlara aktarabilmesiyle tanınan Erdoğan ağabey, kendisine duyulan o yüksek güveni benim işimde de boşa çıkartmadı ve ülke içinde tek bir göstericisi bile olmayan 9,5 mm’lik o tarihî “İstanbul filmi”ni bir yolunu bulup beyazperdenin üzerinde sağ salim oynattı; sonra da aynı görüntüleri “telesine” işlemiyle profesyonel bir kasete aktararak bana teslim etti. Bunun için ne ücret mi alarak? Yalnızca 100 TL!

Aynı işlemi ABD’de, İngiltere’de ya da Fransa’da yaptırmaya kalkışsam canıma okuyacaklarını gayet iyi bildiğim için, böyle bir jest karşılığında kendisine duyduğum saygı ve minnettarlık daha da arttı.

Yarım Yüzyılı Aşkın Bir Süredir Sinema Sektörünün Hizmetinde

1938 doğumlu Erdoğan Bidav, Balkan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Eskişehir’de dünyaya gelmiş. Mesleğe radyo tamircisi olarak başlayan Erdoğan Usta’nın çocukluk ve gençlik yılları, babasının memuriyeti nedeniyle kent kent dolaşarak geçmiş. Adana’da önce Erkek Sanat Enstitüsü’nü, ardından da elektrik – elektronik üzerine diğer bazı destekleyici kursları başarıyla tamamladıktan sonra, 1960’larla birlikte yavaş yavaş sinema sektörüne yönelmiş. İlk aşamada sinema salonlarının ses sistemlerini kurmakla başlayan bu ilgi, daha sonra yine başka bir kurstan aldığı “sinema makinistliği” ehliyetiyle daha profesyonel bir boyut kazanmış. O tarihten itibaren de sinema teknolojilerine ilişkin olarak meslektaşlarını fersah fersah aşan düzeyde bir uzmanlık noktasına erişmiş. Sektörün eskilerinin de kabûl ettiği bu tespitim kesinlikle bir mübalâğa değil; öyle ki Erdoğan Usta’ya ormancı baltasıyla paramparça edilmiş bir sinema makinesi kalıntısı verin; bir hafta sonra yanına gittiğinizde onu eskisinden daha bakımlı ve sorunsuz şekilde film oynatır durumda bulabilirsiniz!

İçi tıklım tıkış eski film şeritleri, her formattan film gösterim makineleri, antika film kameraları ve her ne ararsanız bulunan esaslı bir tamirat setiyle dolu dükkânında Bidav’ın meslekî hatıralarını dinlediğinizde, anlattığı şeylerin aslında Türk sinema tarihindeki çok önemli dönemeçlere işaret ettiğini fark ediyorsunuz. İlk renkli filmler, kömür ışıklı makinelerden lâmbalı makinelere ilk geçiş, ilk çift kanallı / stereo sesli filmler, ilk 70 mm’lik filmler, ilk Dolby Digital 5.1 ses sistemleri… Nitekim, üniversitelerin sinema – TV bölümlerinde okuyan gençler de onun hatıralarının Yeşilçam tarihine ışık tutan değerini keşfetmiş olacaklar ki dükkânı haftanın her günü genç sinemacı adayları ve kıdemli sinema tarihçilerini ağırlıyor. Sözgelimi, Türkiye’de yalnızca Beyoğlu – Emek Sineması’nda bulunan ve 1970’ler boyunca 10 – 15 tane önemli filmin gösteriminde kullanılan 70 mm’lik dillere destan geniş perde sinema makinesini, 1974 yılında bir İngiliz mühendisiyle birlikte o kurmuş. Bunun gibi, daha pek çok salonun sinema makinelerinin bakım ve onarımı, gelişen teknolojilere paralel olarak revize edilmesi, hükmünü uzun yıllar sürdüren tek kanallı / mono donanımların ardından Türkiye’deki ilk stereo ses çıkışlı, hemen ardından da Dolby Digital düzenekli salonların teknik dönüşümlerinde çoğu kez onun emeği var. Son yıllarda bu tür teknik hizmetler daha ziyade yurt dışı bağlantılı ekipler eliyle yürütüldüğü için, ağabeyimiz de çalışmalarında ağırlığı hurdaya dönmüş eski Türk filmlerinin derlenip toparlanmasına vermiş.

Elinde sinema makinesine takılamayacak kadar hurda şeritler olan her kim varsa soluğu Beyoğlu’ndaki “Bidav Telesine”de alıyor ve Erdoğan Usta’dan filmini kurtarmasını istiyor. Onun ise böyle durumlarda yaptığı işlemler tek kelimeyle akıllara zarar… İki saatlik bir sinema filminin 3200 metre dolayında olduğunu göz önünde bulundurursak, filme ait makaraları tezgâhına takıyor ve neredeyse kare kare fiziksel inceleme yaparak sarıma başlıyor. Bu süreçte de şeridin üzerine yapışmış bant, leke, yabancı madde, yanı sıra sürükleme deliklerinde kırıklar, kötü yapıştırılmış noktalar, oynatımı bozabilecek her ne sorun varsa, gariban pantolonuna yama yapar gibi tek tek onararak ilerliyor. Sabırsız birini çatlatma potansiyeli yüksek olan bu işlemin aşırı yorgun filmlerde iki haftaya kadar yayıldığını da özellikle belirtelim. Ardından, onardığı üç kilometreyi aşkın şeridi üst üste bir kaç kez, üzerine bu iş için üretilmiş özel bir solüsyonun döktüğü narin yüzeyli bir bezle silip, filmi “video transfer”e uygun duruma getiriyor. Son aşamada ise kıra döke ilerleyen o filmi, bir kaydedici kamera ile bir gösterici makineden oluşan telesine sistemine bağlayıp dijital ortama aktarıyor. Artık geri döndürülmez nitelikteki fiziksel yıpranmalar ve kırıklar nedeniyle, transfer amaçlı oynatım da defalarca duraklayarak gerçekleştirilen son derece sıkıntılı bir işlem…

Ondan bu tür “hayata döndürme operasyonları”nı talep eden belli başlı kuruluşlar ise ya eski Türk filmlerine ait toz toprak içindeki makaraları “kiloyla” satın almış, fakat bunları rahatça oynatabilecekleri video bantlara dönüştürmekte zorluk çeken televizyon kanalları, ya da depolarındaki eski filmleri VCD ve DVD formatında piyasaya sürerek o yapıtlardan yıllar sonra ek bir gelir elde etmeyi plânlayan Yeşilçam’ın kıdemli yapım şirketleri… Eldeki kopya ne kadar kötü durumda olursa olsun, Bidav’ın bugüne kadar “Yapamadım, pes ettim” dediği bir vak’a da çıkmamış.

Geçtiğimiz Mayıs ayında, mesleğine verdiği 50 küsur yıllık emekleri nedeniyle Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Vakfı tarafından başkente davet edilerek, üniversitede düzenlenen bir törende “teşekkür belgesi”yle onurlandırıldığını öğreniyoruz Erdoğan Usta’nın… Duvarına asmış olduğu o belgeyi bize gururla gösteriyor.

Günün birinde, gecenin bir yarısında televizyonun karşısında otururken, gözleriniz siyah – beyaz yıllardan kalma, görüntüleri çizik içinde, sesleri yalpalayan, fakat buna rağmen zamanın yıpratıcılığına elinden geldiğince direnerek akıp giden 1940’lar, 1950’ler ya da 60’lardan kalma yorgun görünümlü bir Türk filmine takılırsa, bilin ki o filmin sizlere ulaşmasında Erdoğan Usta’nın şahin gözleri ve mahir ellerinin de ciddi bir hakkı vardır. Klâsik dönem Türk sinemasının artık hiç bir bilgisayarın kurtaramayacağı kadar kötü durumdaki yâdigârlarını günümüzde bile iyi kötü hâlâ izleyebiliyorsak, bunun sebebi onun simgesel bir el hakkı karşılığında ortaya koyduğu hayranlık uyandırıcı sabrıdır.

* * *

Sinemacılıkta “telesine işlemi” nedir?

Batı dillerindeki yazılışı “telecine” şeklinde olan bu işlem, 8, 16, 35, 70 mm ve IMAX formatlı sinema filmlerindeki ses ve görüntünün, televizyon gösterimleri için, herhangi bir kalite kaybına yol açılmadan, dijital yayıncılıkta kullanılan profesyonel video bantlara aktarılması anlamına geliyor. Bunun için de bir tarafında film gösterim makinesi, diğer tarafında ise profesyonel bir video kamera bulunan, her biri kendi yerlerine sabitlenmiş yekpare bir cihaz grubundan yararlanılır.

Film makinesine takılan bobin, göstericinin objektifinin hemen önünde bulunan yarı saydam bir buzlu camda, ses ve görüntü berraklığı en iyi duruma getirildikten sonra küçük bir resim çerçevesi boyutunda oynatılmaya başlanır. Buzlu camın diğer tarafında bulunan dijital bir kamera da aynı resim çerçevesine odaklanarak camda oynayan filmi bir video kasette kayıt altına alır. Bu sırada sesler ise oynatıcıdan kameraya giden özel bir kablo aracılığıyla aktarılmaktadır.

Böylelikle, “telesine” işlemi yapılmış, yani şeritten dijital ortama transfer edilmiş film, bir kasetin ya da hard-diskin içinde oradan oraya rahatlıkla taşınarak televizyon yayınlarında daha pratik bir yöntemle gösterilme imkânına kavuşur. O kaset ya da hard-diskten de aynı filmin VCD ve DVD kopyaları üretilir.

Adana Erkek Sanat Enstitüsü Kimliği

Bonservis

Kurs Bitirme Belgesi

Sinema Makinesi Kullananlara Mahsus Ehliyetname

(Bu yazı, Yeni Şafak Gazetesi’nin 08 Ağustos 2011 Pazar günkü sinema sayfasında aynen yayımlanmıştır.)

(10 Ağustos 2011)

Ali Murat Güven
Yenişafak Gazetesi Sinema Editörü

alimuratg@yahoo.com

Tarihi Bir Film

Başlığa bakıp ciddi bir filmden söz edeceğim sanılmasın, gerçi sinemamızın ilginç (benim için ilginç, -aşağıda açıklayacağım) filmlerinden biri ama sadece filmlerinden biri. Eski bir anekdotu burada anlatmak istiyorum, seyirci olmaktan öte, sinema ile ilgilenmeye başladığımız günlerde, arkadaşlara göre onlardan ilerde olduğum düşünülmüş ki –Tokat Ali Sabri Sineması’nda-, bir yerli film seyrederken, jenerikte yazan isimlerin ne yaptığını belirten yazıları okuyarak bana soruyorlardı.

Prodüktörün, senaristin, kameramanın ne yaptığını söyledim de sıra rejisöre gelince duraladım. Sahi filmde “rejisör” ne yapardı. (O zamanlar kullanılan tabir bu.) Öğrendik sonradan ne yaptığını, neler yapabildiğini ve isimlerinin jenerikde -çok az istisnalar dışında- en son yazdığını. Ve zamanla ister istemez, jenerikde ismi en son yazanlar kafamıza kazındı. Şimdilerde sinemamızda -adı jenerikte en son yazanlar hakkında- bir dizin yapmaya hazırlanıyorum. Bu konuda Sn. Özgüç ve Sn. Evren’in yayınlanmış kitapları var ama benim formatım daha değişik olacak.

Neyse, biz filmimize gelelim: Güzeller Resmigeçidi (1960 / Kemal Film – Seden Film). Fakat daha önce görmemiz gereken durumlar var. 1917’de ilk filmimiz (Pençe / Sedat Simavi) ile başlayan sinemamıza ses, 1931’de geliyor, İstanbul Sokakları (Muhsin Ertuğrul) ile. Zaman içinde Münir Nurettin Selçuk, Perihan Altındağ Sözeri, Müzeyyen Senar, Malatyalı Fahri (Kayahan), Ahmet Üstün, ses sanatçısı (şarkıcı) olarak filmlerde roller almaya başladılar, doğaldır ki denk getirildi, şarkı da söylediler.

O devirlerde televizyon -bir süre sonra- ancak filmlerde görüp hayalini bile kurmadığımız (?) bir teknoloji. Sosyal durumların ikame prensipleri gereği, şimdiki günlerde televizyonların (sazlı / sözlü) eğlence programları yerine filmler üretildi. Caz Saz (Alpan – 1952), İstanbul Havası (Alpan – 1952), İstanbul Yıldızları (Muhtar – 1952), Şehir Yıldızları (Ergün – 1956), Cilalı İbo Yıldızlar Arasında (Ergün – 1959). Bu filmlerde, bir gazino veya yarışmada geçen yarım saatlik bir hikâye arasına serpiştirilmiş çeşitli şarkıcı, türkücüler ile tam bir “eğlence programı” oluyor ve seyircilere ilginç geliyordu.

Aynı gruba sokulabilinecek bir film olarak 1960 yılında yapılan Güzeller Resmigeçidi ilginç bir durum arz ediyor. Bir gazino ortamı, (bir kızı aramak için düzenlenen) bir ses, dans ve güzellik yarışması, hepsi bir araya geliyor ve şarkıcılarımız, türkücülerimiz resmi geçit yapıyorlar. Jenerikte 15 oyuncu ismi yer alıyor: Ahmet Tarık Tekçe, Nilüfer Sezer, Türkan Şoray, Rauf Alazan, Nubar Terziyan, Osman Türkoğlu, Faik Coşkun, Yüksel Tanık, Necati İlktaç, Orhan Aykanat, Hasan Danabaşoğlu, Saim Bilge, Canan Erdura, Yaşar İzgi, Feridun Karakaya… ve 13 adet ses sanatçısı (şarkı ve türkü) Sevim Tanürek, Ümit Şener, Semra Atalay, Azize Tözem, Nurinisa Tatlıses, Aynur Akın, Şemsi Yastıman, Güler Gürses, Metin Bükey (ve korosu), Kaplan Tarsuslu, Celal Adanalı, Sebilci Hüseyin, Ali Kocadinç, dansözler -dansçılıkları belirtilerek adları yazılmamış- onları da isim isim yazsak, oyuncuları bastıracaklar. Filmin öyküsü ise, bir Arap ülkesinde babasından hükümranlığı almayı bekleyen Ahmet, mirasın İstanbul’da yaşayan adı, sanı, adresi bilinmeyen bir kıza bırakılmasına çok bozulup, İstanbul’a gelerek kızı bulup öldürmek niyetindedir. Kızın katılacağını umarak bir yarışma düzenler ve oyuncuları arasına alınmış tüm şarkıcı ve türkücüler sıra ile marifetlerini gösterirler… Bu arada jenerikte “senaryo yazarı” diye bir isim belirtilmemiştir. Filmin yönetmenini Özgüç, Osman F. Seden (s. 159) gösterir (aynı zamanda senaryo yazarı), internette Sinematürk’te ise O. Nuri Ergün olarak verilir.

Bir konuşmamızda Mehmet Dinler filmin çekimlerini anlatmıştı. Ben notlarımda yönetmen olarak Dinler’i yazmışım. Ama bana söylediği, filmin içinde bulunan güzellik yarışması bölümünü Necati İlktaç’ın çektiği idi. (Bu çekimin mizansen değil, yurt dışında yapılan gerçek bir güzellik yarışmasında çekildiği idi. / Bu güzellik kraliçeliği bölümüne Türkan Şoray’lı bir pasaj eklenecek ve Şoray kraliçe seçilecektir.) Sn. Alican Sekmeç, hazırlamakta olduğu Mehmet Dinler kitabı için konuştuğunda ise, Dinler’in bu filmi üstlenmediğini söylüyor. Bu durum karşısında şaşırınca, filmin jeneriğinde bulunan (ve yönetmeni belirtmesi gereken yazıda) “SEDEN FİLM Ekibi tarafından meydana getirilmiştir.” açıklamasına dayanarak, filmin bir tek yönetmeni olmadığı ve (sıra ile veya sırasız) Seden Film ekibinin (Seden, Ergün, Dinler…) filmde çalıştığı sonucu çıkıyor.

Sinemamızda şu veya bu nedenle birçok filmde birden fazla yönetmen çalışmıştır fakat hiç birinin jeneriğinde benzeri bir ifadenin bulunduğunu görmedim (diyorum ama bu konudaki her tür bilgiye de açık olduğumu belirteyim.) Denebilir ki, bu o kadar önemli bir konu mudur? Önemli değilse, yönetmen yerine yazılan ibare yerine, Seden Film adına yönetim ekibine katılan isimlerin hepsinin (bizim anmadıklarımızda olabilir) belirtilmesi iyi olurdu diye düşünüyorum. Sinemamız tarihi içinde çekilen filmleri “yönetmen” denen kişilerle ilişkilendirmek gibi bir işe kalkışmış benim gibi kişiler için önemli bir konu diye düşünüyorum.

(10 Ağustos 2011)

Orhan Ünser

Watanabe’nin Şarkısı Yunan Tragedyası

İmkânsızın Şarkısı (Noruwei no Mori)
Yönetmen-Senaryo: Tran Anh Hung
Roman: Haruki Murakami
Müzik: Jonny Greenwood
Kurgu: Mario Battistel
Görüntü: Ping Bin Lee
Oyuncular: Rinko Kikuchi (Naoko), Kenichi Matsuyama (Watanabe), Kiko Mizuhara (Midori), Tetsuji Tamayama (Nagasawa), Reika Krishima (Reiko), Kengo Kora (Kizuki), Eriko Hatsune (Hatsumi)
Yapım: Japonya Asmik Ace-Fuji-Toho (2010)

Haruki Muabake’nin Türkçede de yayımlanan romanı “İmkânsızın Şarkısı”, Vietnamlı yönetmen Tran Anh Hung’un etkileyici anlatımıyla sinemaseverlerin hatıralarında yer alacak bir film gibi.

Sinemanın Vietnamlı ustası 1962 doğumlu Tran Anh Hung, etkileyici Japon yazar Haruki Murakami’nin 1987’de yayımlanan romanını kendi mekânlarında, Japonya’da sinemaya uyarladı. Bu roman, “İmkânsızın Şarkısı” adıyla 2008 yılında Doğan Kitap’tan çıkmıştı. Film, 1967 yılında açılıyor. Çocukluktan beri çok iyi arkadaş olan Naoko ve Kizuki’nin dünyasına giren Toru Watanabe, içinde trajediler olan bu hikâyeyi anlatıyor filmi izleyenlere. Watanabe, yazar Haruki Murakami’nin kendisi. Mutlu geçen bir lise çağı, Kizuki’nin intiharıyla derin bir boşluk bırakıyor Naoko’nun zihninde. Liseyi bitirdikten sonra Tokyo Üniversitesi’ne edebiyat okumak için gelen Watanabe, yurda yerleşiyor ve oda arkadaşları iyi öğrenciler. Üniversiteyi bitirince diplomat olabilecek Nagasawa, insanı çabucak etkileyebilen ve kadınlara hemen tutulmayan biri. Nagasawa, kendine sırılsıklam aşık Hatsumi’nin derin tutkusunu umursamıyor bile. Hatsumi de hikâyenin bir yerinde intihar ediyor. Nagasawa, F. Scott Fitzgerald’ın (1896 – 1940) “Muhteşem Gatsby” romanının içinden düşmüş bir bohem gibi. Watanabe’ye, “zamanın kutsamadığı kitapları okuma” diyor. “Muhteşem Gatsby”, 2004’te Bilge Kültür Sanat’tan çıkmıştı. Watanabe’nin iyi anlaştığı oda arkadaşlarından Itoh’la da Boris Vian ortak noktaları. Ama bu filmde öne çıkmıyor. Boris Vian (1920 – 1959), Fransız bilge diye anılıyor. Onun şairliği, müzisyenliği, romancılığı, oyun yazarlığı ve eleştirmenliği hayatında öne çıkanlar. Bu bilgenin eserleri hem gerçek adıyla hem de Vernon Sullivan takma adıyla Türkçede yayımlandı. Watanabe de Vian gibi güzel kızların yanında. Yönetmen, bazı anlarda Vian’ın gerçeküstücü ve varoluşçu bakışını filminde deniyor. Bu denemelerde seyirci, algı bulanıklığıyla zamansal karışıklık yaşadığını sanıyor. Filmi seyrederken bunları fark edebilirsiniz. Anlatılanlar, Watanabe’nin hatıralarından yansıyan anlar. Hatıralarda bulanık yerler olabilir. Watanabe, bir de üniversiteyi çeşitli işlerde çalışarak okuyor, hayat ve eğitim sisteminin çarkları arasında. Buralarda İsviçreli yazar ve ressam Hermann Hesse’nin (1877 – 1962) “Çarklar Arasında” eserinin ruhu var gibi. Hesse’nin bu romanı 2002’de Can Yayınları’ndan çıkmıştı. Murakami’nin bu romanın, yabancı kaynaklardaki değerlendirmelerinde bahsettiğimiz yazarlara ve eserlerine göndermeler yaptığı belirtiliyor. Yönetmen Hung, filminde bu yazarlara ve eserlerine doğrudan gönderme yapmasa da onların ruhuna dokunabiliyorsunuz.

Onunla küçük anlar…

Üniversiteye başladığında, batının 68 kuşağının ruhu Tokyo’ya da ulaşıyor. Üniversite gençliğinin sokak eylemleri sürerken, Watanabe geride bıraktığı Naoko’yla karşılaşıyor birden. Naoko, yirmi yaşına giriyor. Watanabe, doğum gününde ona, görmesek de, Beatles’ın içinde “Norwegian Wood” şarkısının olduğu albümünü doğum günü hediyesi olarak veriyor. Naoko’nın evi, “Norwegian Wood” şarkısındaki gibi ahşap yapı. Şarkıdaki genç, kızla olmayı düşünürken hayal kırıklığı yaşıyordu. Hung, şarkıdaki hayal kırıklığını siliyor, Naoko’yla Watanabe sevişiyorlar. Yönetmen, bu sahneyi sade yansıtışla veriyor. Sadece iki gencin yüzündeki acı ve hazzı gösteriyor yakın çekimle. Sonra Naoko birden çekip gidiyor. Bir zaman sonra Naoko’dan mektup alıyor Watanabe. Naoko, Kobe’ye dönmüş. Daha sonra da Kyoto’nun ormanlarının içindeki sanatoryuma yatmış. Watanabe, Naoko’yu ziyarete gittiğinde Thomas Mann’ın (1875 – 1955) “Büyülü Dağ” romanını okuyor. Bu roman, Can Yayınları tarafından 1998’de iki cilt olarak yayımlanmıştı. Watanabe de, sanatoryumda bir tür iç yolculuk yaşıyor. Orada, Reiko’yla da tanışıyor. Reiko da tedavi görüyor ve orada insanlara müzik dersi vererek kendi sorunlarından da uzaklaşıyor sanki. “Norwegian Wood” şarkısını gitarıyla ilk Reiko’nun sesinden duyuyor seyirci. Beatles’ın şarkısında ormana vurgu yoktu. Ama, Hung’un filminde orman zihindeki boşlukları da dolduruyor. Watanabe, Kizuki’nin intiharını da anlamaya çalışıyor. Bilemediğimiz, kadınlara özgü bir şeyden Naoko ve Kizuki beraber olamamışlar hiç. Sonra Kizuki intihar ediyor. Watanabe’nin hayatına capcanlı ve hayat dolu Midori de giriyor bir zaman sonra. Midori de Yunan tragedyası derslerine takılıyor. Midori, sevgilisi olduğunu söylemesine rağmen Watanabe’nin dünyasına birdenbire giriveriyor ve aşkın ateşini Watanabe’nin kalbine atıyor. Midori, Watanabe’nin hayatının aşkı belki de. Bu hayat dolu kız, bir erkeğin şefkatli aşkını arıyor sanki Watanabe’de. Midori’nin anlattığı hikâye kadınların bilinçaltında hep olan şeyler miydi? Kız, sevgilisinden çilekli turta istiyor. Oğlan, turtayı arayıp buluyor. Sonra kız turtayı istemediğini söylüyor. Oğlan turtayı pencereden atıyor. Sonra oğlan, “aptalım biriyim, sen haklısın” diyor. İşte böyle olunursa, kadınlara karşı şefkatli aşık oluyormuş erkekler. Tanrı’nın mucizeleri gibi kadınların da gizemlerine sual olunmuyor herhalde. Watanabe, Naoko öldükten sonra, farkında olmadan kalbini kırdığı Midori’nin yeniden sevgisini kazanmak için verdiği mücadele de aşk için umut gibiydi.

Görüntüler ve müzikler muhteşem…

Hung’un kamerası, insana gerçekten heyecan veriyor bu filmde. Dışarıdan yansıyan gün ışığı, estetik olarak etkileyici. Yumuşak ışık kullanan Hung, sıcak renk tonları oluşturmuş çoğu anda. Orman bölümlerindeyse ışık biraz sertleşiyor ve renk kontrastları da fark ediliyor. Yönetmenin kamera kullanımı da, ilk filmi 1993 yapımı “Miu du du Xanh – Yeşil Papayanın Kokusu”nun dinginliği ve 1995 yapımı ikinci filmi “Xich lo – Bisikletçi”deki öfkesi arasında gidip geliyor. Ormanda, Naoko’yla Watanabe’yi kayarak takip eden kamera, bilinmeyenler ortaya çıktığında, birden kuş gibi havalanıyor, takla atar gibi dönüveriyor. Filmi festivalde görenler, bu sahneyi bütün olarak gördüler hiç kesilme olmadan. Sanki bu kamera Watanabe’nin zihninin içindeymiş gibi. Görsel anlamda, belleklerde kalacak bir an daha var filmde. Watanabe’nin, Naoko’nun ölümüyle boşluğa düştüğü andaki sahneler çarpıcı yansıyor. Okyanus kıyısında dalgalar kayaları öfkeyle döverken, fonda Jonny Greenwood’un “Quartertone Bloom” tınıları duyuluyor. Keman ve çello tınıları iç içe geçip kafanızın içinde dolaşıyor sanki. Watanabe, Naoko ve Midori’nin aşkı arasında kendini kederli bir boşluğun içerisinde de buluyor bazı anlarda. 1954 doğumlu Tayvanlı Ping Bin Lee, önemli kameramanlardan. Tayvanlı büyük usta Hou Hsiao-hsien’in filmlerinin gözü de oldu kameraman Lee. Bu filmdeki sinemaskop çerçeveleri ilham verici. Ayrıca, bu filmdeki bütün oyunculara övgü gönderiyoruz. Filmin diyalogları ve kelimeleri derin. Bu filmde, gerçekten Uzakdoğu’ya özgü bilgelik, sakinlik ve bir kabûlleniş var. Elbette müzikler. Romanın ve filmin adının aldığı Beatles’ın “Norwegian Wood” şarkısı da son jenerikte duyuluyor. “Norwegian Wood” şarkısı, Beatles’ın 1965’te yayımlanan ilk albümü “Rubber Soul”da yer aldı. Hindustani müziğinin en önemli enstrümanı olan sitarı da George Harrison çalmıştı. Alternatif ve deneysel rock grubu İngiliz Radiohead’in gitaristi 1971 doğumlu Jonny Greenwood’un Johann Sebastian Bach’ın (1685 – 1750) kıyılarında dolaşan müzikleri, Hung’un filminin ruhuna çok şey katmış. Greenwood’un gitar, piyano, keman ve çello tınılarını ruhunuzda hissediyorsunuz. 1968’de Almanya’da kurulmuş, deneysel rock yapan, ama prograssive ve psychedelic rock sularında da dolaşan Kölnlü Can müzik grubunun “Mary, Mary, So Contrary” (Monster Movie albümü 1969) ve “Bring Me Coffee or Tea” (Mango Tongo albümü, 1971) yanında daha önceleri filmlerde kullanılmış şarkıları da duyuluyor bu filmde. Hung’un, “Can Soundtrack” albümünden kullandığı şarkılar da şunlar: “Don’t Turn the Light On, Leave Me Alone” (Leon Capetanos’un komedi filmi Cream – Schwabing – Report, 1971) ve “She Brings the Rain” (Thomas Schamoni’nin bilimkurgu filmi Ein Grosser Graublauer Vogel, 1971). “İmkânsızın Şarkısı”, insanın hatıralarında kalacak filmlerden. Hung’un filmi, 30. Uluslararası Film Festivali’nde gösterilmişti.

(Bu yazı 05 Ağustos 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(05 Ağustos 2011)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com