Kategori arşivi: Yazılar

Uğur Vardan ile Sansür, Eleştiri ve Sanatsal Kriterler Üzerine…

Bu söyleşi, sinema yazınımızın -son dönemlerde örneklerine pek de rastlamadığımız ölçüde- hararetli (ve kuşkusuz gerekli) tartışmalara sahne olduğu günlerin ardından, tarihe kayıt düşmek amacıyla gerçekleştirildi.

Hatırlarsınız; ilk işaret fişeği, etkili ve yetkili bir devlet büyüğümüzün, filmlere yapılan devlet yardımına emsal olarak, yıllar yılı “ailecek” izlediğimiz “Malkoçoğlu” seriallerini göstermesiyle yakılmıştı (!). Sonraki günlerde; –Şehir Tiyatroları’na yönelik yaptırımlar noktasında- yaşanan gelişmeler, söz konusu düşünceyi “kişisel bir yorum” olarak nitelendirmemizin olanaksız olduğunu ortaya koydu.

Konumuza dönersek: İhsan Kabil’in 21 Şubat 2012 tarihinde, Star Gazetesi’nde yayımlanan “Tartışmaya ‘Açık’ Filmler” başlıklı yazısı, atını sıcak aile yuvamıza doğru dörtnala koşturan Malkoçoğlu’nun teri soğumadan yeni bir polemiğin başlamasına neden oldu. Yazar, ilgili yazısında !f seçkisinde yer alan kimi filmlerin festivalin değerini gölgeleyeceği gibi, etkinliğe yapılan kamu yardımının da sorgulanmasına yol açacağını iddia ediyordu. 26. sayımızın konuğu olan Uğur Vardan’ın bu yaklaşıma tepkisi oldukça sert oldu. Kabil’i ve temsil ettiği bakış açısını ihbarcılığa kadar uzanan bir çizgi içinde değerlendiren yazar, aldığı olumlu ya da olumsuz tepkilerle, belki de yaşanması kaçınılmaz olan bir tartışmanın öznelerinden biri haline geldi.

Genel bir bakışla “sansür” ve “değer” kelimeleri üzerinde yoğunlaşan ve uzun soluklu bir kavram tartışmasını da beraberinde getireceğini öngörebileceğimiz bu sürecin dayandığı noktalardan biri olan “Sinematek”i dosya konumuz olarak ayrıntılarıyla ele alacağız. Ötesini Vardan’dan dinleyelim:

Dilerseniz sohbetimize, 27 Şubat tarihinde Radikal’de yayımlanan “Yeni Bir İhbar Hattı” yazınızla başlayalım. Fitili ateşleyen bu yazıda sizi, kültür ve sanat erbabının ihbarcılığa soyunduğu yargısına iten süreç nasıl gelişti?

Aslında, doğal olarak her bir yazıyı okumuyorum. Sağ olsun genç kuşak sinema yazarlarından Olkan (Özyurt) kardeşim uyardı, “Abi bir baksana, İhsan Kabil şöyle bir yazı yazmış” dedi. Derinlemesine bir samimiyetim olmamasına karşın İhsan’ı bir yazı-çizi adamı olarak saygıyla anardım hep. Entelektüel bir ses, bir düşünce adamı olarak görürdüm. Böyle bir yazı yazmasına anlam veremedim, üstelik bu yazıyı ‘haber-yorum’ formatında kaleme almıştı. Bu durumda kendi üslûbumca meseleye dâhil oldum, itirazlarımı yaptım. Sonrasında da iş çığırından çıktı, karşı tarafının bildirilmiş kıtaları, beklenen refleksi gösterdiler, “Her şeyi mübah sayan bir sanat istemiyoruz” gibi benim yazıyla ilgisi olmayan bir şeye soyundular. Yok, ben inançlı kesimlere saldırıyormuşum, yok bu fikirde olanlara hakaret ediyormuşum falan. Bir kere bütün bunlar taraftar mantığıyla yapılmış şeyler, ben inançtan falan söz etmedim, klişe olacak ama ‘Öteki’ kavramını sorgulayın demeye çalıştım. Lâfı, “Geçmişin mazlumları olarak zalim olmayın” demeye getirdim. Bir filmi kendi dünya görüşünüze göre yargılayabilir, eleştirebilir, beğenmeyebilir, sorgulayabilirsiniz ama başkalarının onu görmesini, yasaklanmasını isteyemez, giderek “Bunlar niye çekiliyor” türünden bir mantık üretme noktasına gelemezsiniz. Üstelik bunu sanatsal kriterlerin dışında, ‘Aileye uygun değildir’ mantığıyla hiç yapamazsınız.

Yazının ardından, olguya “Bir film festivali nedir, nasıl bir anlam taşımalıdır?” sorusuyla yaklaşmak gerektiği iddia edildi. “Mahrem olanın umumileşmesi” eleştirisini de beraberinde getiren bu yaklaşım için neler söylemek istersiniz?

İhsan Kabil karşı yazısında sözün özü meseleyi şuraya getiriyor, “Sokakta yapamadığınız şeyleri sinemada da yapamazsınız.” Yani “Ev içine, mahremiyete giremez’ diyor. Bu da bir görüştür ama benim sinemasal yaklaşımıma uymaz. Meselâ bu durumda ‘ensest’i ne yapacağız, bu topraklarda yıllarca ört bas edilen sorunlara sinema el atamayacak mı? Üstelik bazılarına göre bu sorun da olmayabilir. Bertolucci’nin ‘La Luna’sını nereye koyacağız. Ondan öte meselâ bir apartman dairesinde biçimlenen ve gayet mahrem bir ilişkiyi anlatan ‘Paris’te Son Tango’yu ne yapacağız? Daha da ileri gideyim, son yılların belki de en muhteşem yapıtı olan Asghar Farhadi’nin ‘Bir Ayrılık’ı ne olacak? Alın size ev içi bir dram. Ayrıca her festival çok anlam taşımayabilir, üstelik size anlamsız gelen şeyler, başkaları için çok daha anlamlı olabilir. Elbette fikir belirtebilirsiniz ama devlete şikâyet ya da ihbar kabilinden, “Şunlara desteği çekin” demek beni rahatsız eder, etti de.

“Aile değerleri” ve “toplumun sahip olduğu ahlâki kriterler”, geçmişten de aşina olduğumuz; ancak son dönemde kimi sanat ürünlerinin eleştirisinde en çok rağbet gören kavramlar olarak karşımıza çıkmaya başladı. Bu durum, sizce neye işaret ediyor?

Son dönemdeki bu tür ‘sanatsal’ refleksler, her şeyin plânlı programlı olduğunu ve toplumun bütün yan unsurlarıyla ele geçirilme çabasına girişildiğini gösteriyor. Özellikle de tiyatro alanında son yaşanan gelişmeler. Bunu paranoyakça bulanlar olabilir ama sürekli bir ‘dizayn etme’ çabası olduğu açık. Zaten bu yüzden de halihazırdaki iktidarın, özellikle askerler üzerinden demokrasi yaklaşımları, bence inandırıcılık taşımıyor. Bir kere sanat, devletle işbirliğine girmez, çünkü bu türden bir ilişki sürekli arıza çıkarır. Sanat kendi yolunda ve doğrularında yürür, iktidar ise kaybetmeye tahammülü olmayan bir olgudur ve yerleştikçe, yayıldıkça, süresi uzadıkça korkuları artar. Sanatçı dediğin varlık da, iktidar için her daim potansiyel korkutucudur. Biraz daha ileri gideyim, sanatçı anarşisttir ve içindekini hemen söylemek ister, politikacı ise durumu idare eder, sorunları erteler ve kendi iktidarı için yeri geldiğinde ‘Makyavel’e başvurur. Dolayısıyla zaten işi doğası gereği ortada bir çatışma vardır. ‘Aile değerleri’ kavramı ise iktidarın en bilinen refleksidir. Sanatın aileye değil, yeni, farklı ve orijinal fikirlere ihtiyacı vardır. Aile ise zaten binlerce yıldan beri olan bir kurumdur ve yenilikten çok, geleneklerden yanadır. Bu tanımlar doğru mudur, yanlış mıdır ya da iyi midir kötü müdür bilemem ama durum tespiti benim açımdan bu yöndedir.

Eleştirinizin merkezine oturan yazara ilişkin “bir zamanlar sisteme karşı beraber durduğunuzu sanma” düşüncesi, “her şeyin mübah sayıldığı bir sistemden yana olmama” itirazı ile karşılandı.

Bu onların sorunu. Benim demokrasi anlayışım bunu gerektiriyor. Ben zulüm gördüğüm yerde zalimin karşısında elimden geldiğince olmaya çalışırım. Meselâ adımı ilk kez bu tartışmayla duyduğum biri oturup bana ve konuya ilişkin uzun bir yazı döşenmiş (ismini de vereyim Enver Gülşen) ve bu meselede, özetle şunları da söylemiş: “Kardeşim, sen tipik bir burjuvatik sol / liberalsin, zaten klişesin, böyle davranman normal. Ama bu işler böyle değil.” Peki nasıl? Şöyleymiş, ‘Öteki var, öteki varmış.’ Ben ve benim gibiler bütün ‘Öteki’leri aynı torbaya koyarmışız. Bu da köksüz ama yeri geldiğinde de zorbaca bir refleksmiş. Doğrusu bu nasıl çıkarımdır anlamadım ama reflekslerime köksüzden çok, ‘kökü dışarda’ demek mümkündür. Keza ilk yazıda adına ‘resmen’ anmadığım ve kendisini sinema yazarı kabul etmediğim için köpürdükçe köpüren bir başkası da, ‘yandaş medyalar’da gezinip kendisiyle yapılan söyleşilerde öfkesini daha bir köpürtürken, “Benim ismimi anmayarak bana ‘Şopar’ muamelesi yaptı” diyor. Bu, resmen ırkçı bir ifade… Bir bilinçaltının dışavurumu. Meseleyi inanç düzleminde ele alan birinin, hele ki İslâm gibi herkesi kucakladığını iddia eden bir din, ideoloji, kültür vs, ne derseniz deyin o yakadan baktığını öne sürenin yaklaşımına bakar mısınız? Üstelik bu tartışmada ‘Derin entelektüel sularda’ gezinen ve günlerce, “Bakın ben bu konuda ne kadar birikimliyim”i göstermeye çalışan ama bence sonuçta, “Sansüre karşı mısın değil misin?” soruma pek de cevap veremeyen, bunun yerine “Sen kimsin, hangi sinema teorin var” diyen Prof. Yusuf Kaplan da, aynı kişiye sürekli kol kanat gererken meselâ bu ‘Şopar’ sözcüğü için kalemini oynatmamayı yeğledi. Bu tartışmada ‘bilgi meselesi’ ise en komiğime gideniydi. Sorun bilgide değil ki, ilkelerde ve vicdanda. Uç bir örnekle meseleye noktayı koyayım: Dr. Mengele de çok bilgiliydi, tıp teorileri vardı ama o kadar bilgiyi, teoriyi ne yaptı? Cevabı hepimiz biliyoruz, Yahudiler üzerinde uyguladı. Ben böyle bilgiyi, teoriyi ne yapayım.

Ayrıca şunu da söylemek durumundayım, Yusuf Kaplan’ın bendeki notu 9 Mart’ta kaleme aldığı ‘Marmara İletişim’de Öncü Atılımlar’ başlıklı yazısından dolayı da kırıktır. Malûm, Marmara İletişim’in dekanı kendisi hakkında ‘ekşisözlük’te entry girdi diye öğrencisine yapmadığını bırakmamış, iş dallanıp budaklanınca da üniversite yönetimi hafiften geri adım atmış, altı aylık okuldan uzaklaştırma cezası, bir haftalık uzaklaştırmaya dönüştürülmüştü. Kaplan, işte bu dekan hakkında öyle övücü ifadeler kullandı ki (yazıdan bir cümleyi aynen alıntılıyorum: “Türkiye’de örnek ve önaçıcı bir iletişim eğitiminin temellerini atmak için yola koyulan genç, parlak ve heyecanlı bir arkadaşımız, Profesör Yusuf Devran önemli bir çalışma başlattı.”), sanırsınız bilimde büyük bir keşif yapıldı da biz farkında değiliz. Övdüğü dekanın eleştiriye tahammülü konusunda ise çıt yok. Üstelik bu yazının, dekanın tam da basın tarafından deşifre olduğu günlere rastlaması da sadece tesadüf (!) olsa gerek.

İlk yazınız ve devamının, tartışmaların genişlemesine ve zenginleşmesine olanak sağlaması anlamında önemi büyük. Bu kapsamda söze giren bir başka yazar, saldırgan olarak nitelendirdiği yaklaşımınızı, (tam olarak kavrayamadığımız) Sinematek eleştirisiyle “taçlandırdı”. Uzun yıllardır sinema yazınının içinde yer alan bir kalem olarak bu eleştirilere yaklaşımınız nedir?

‘Sinematek’ tartışması anladığım kadarıyla bir kuyruk acısının dışavurumu. Bu tartışmayı başlatan Yusuf Kaplan, “Yıllarca bizi buraya almadılar, sen de bunların devamısın” demeye getiriyor. Doğrusu Sinematek yıllarına yetişmedim, orada böyle bir kavga var mıydı, onu da bilemem ama Sinematek çevresindeki insanların sinemaya olan ilgileri, sevgileri ve bilgileri zaten tanık olduğumuz şeylerdi. Üstelik bizler (ya da ‘Bizim kuşak’ diyeyim) için, İstanbul Film Festivali adeta bir ‘Sinematek’ görevi üstlendi. Bu festival sayesinde onca yönetmen, eleştirmen ve sinefil yetişti. Cüneyt Cebenoyan da yazısında belirtti, 12 Eylül’ün gadrine uğramış bir kuruma, böyle ‘subjektif’ görüşlerle saldırmak bana çok inandırıcı gelmedi. Bence Kaplan ve benzerlerinin şöyle bir sorunu var; eğer o kurumları beğenmiyorlarsa alternatiflerini yaratabilirler. Doğrusu ben kişisel olarak bir yere kendimi ait hissetmiyorsam, orayla ilişkimi fiziksel ve ruhsal anlamda bitirir, kendime yeni bir yol açarım. Sürekli “Bunlar da böyle, bunlar da şöyle” yaklaşımı, travmatik bir dışavurum gibi geliyor. ‘Sinematek’ bence kayda değer bir mirastır, ben buna sahip çıkılmasından yanayım. Üstelik o kurumu biçimlendirenler, zamanın faşizan görüşlerine karşı yiğitçe ve da aydın tavrı doğrultusunda karşı çıktılar, mücadele ettiler, onları karalamak yerine şu soruyu yöneltebilirim: “İyi de siz o dönem ne yaptınız?”

“Sansürcü Olmak ya da Olmamak” yazınızın finalinde konuya kısmen yer vermiştiniz; ancak yine de sormak isteriz. Tüm bu tartışmaların gelip dayandığı noktalardan birinin (hemen her defasında) SİYAD olmasının nedenleri nedir?

SİYAD meselesi de ‘Sinematek’ meselesi türünden bir refleksi barındırıyor. ‘SİYAD’, sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle değil ki? İnsanın olduğu her yerde sorun olur, önemli olan çözmek. Çözülmediğinde de tavrını göstermek. Meselâ ben geçen yıl SİYAD yönetimiyle bu türden bir problem yaşadığımızı düşündüm ve üyesi olduğum, ‘Üye Takip Kurulu’ndan ayrıldım. Başkan Tunca Arslan benim çok eski ve yakın arkadaşım, hâlâ da öyle. Yönetimdeki Deniz Yavuz, beni ilk sinema dergisi kavramıyla buluşturan Saim Yavuz’un oğlu ve Deniz, neredeyse gözümüzün önünde büyüdü. Ortaokulda dersten çıkıp babasının yanına geldiği dönemi bilirim. Ama geçen yılki tartışmada benim için kendi doğrularım önemliydi. Öyle bir karar verdim. Ayrıca daha önce de dile getirdim, yaklaşık iki yıl önce bir başka SİYAD üyesi Ömür Gedik, militarizm kokan ve ucu sansüre uzanan bir yazı kaleme almıştı, ona da kendimce itiraz ettim. Dolayısıyla benim derdim, vicdanlı bir hakem gibi “Gördüğümü çalmak.” Her hakem gibi yanlış görmüş de olabilirim, orası ayrı.

Meseleyi SİYAD üzerinden dillendirenler ise ‘Toptancılık’ yapıyor ve “Bunların alayı böyle” türünden hem gerçekçiliği olmayan, hem de vicdana sığmayan yazılar yazıp görüşler ileri sürüyor. Arada derneğe yakın ya da uzak geçmişte alınmayan entelektüel birikim konusunda sığ, sinemayı bir düşünce alanı olmaktan çok daha çok eğlence alanı olarak gören ve sadece ‘Sinema yazarı’ hüviyetine kafayı takmış insanlar var, onlar da gereksizce topa girip kendi nefretini kusuyorlar.

(*) Uğur Vardan, 1964 Zonguldak doğumlu. Orta ve lise eğitimini Sakarya Arifiye Öğretmen Okulu’nda tamamladı, daha sonra İTÜ’de mimarlık okudu. Meslek hayatına Erkekçe Dergisi’nde başladı. Arkitekt, Antrakt, Sinema Gazetesi, Aktüel, FHM gibi yayın organlarında çalıştı, Telerama, Özgür Gündem, Yeni Binyıl gibi yayınlarda da sürekli yazarlık yaptı. Halen Radikal Gazetesi Spor Servisi Şefi ve sinema yazarıdır. 1993’ten beri de SİYAD üyesidir. Daha önce İstanbul, Antalya ve Ankara Film Festivallerinde jüri üyeliği yapmıştır.

NOT: Bu yazı ModernZamanlar Sinema Dergisi’nin 26. sayısında yayımlanacak olan söyleşinin bir bölümünü içermektedir.

(26 Nisan 2012)

Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

Sinemada Rekabet ve Atışma

Zeki Demirkubuz’un Yeraltı isimli filminin basın gösteriminden sonra bazı sinema yazarlarının yorumları çok ilgimi çekti. Yeraltı’nın Zeki’nin Masumiyet’ten sonra “en iyi filmi” olduğunu kabul edenler, filmde Nuri Bilge Ceylan’a dönük olumsuz “göndermeler” yapıldığını ileri sürüyorlar. Buna sebep olarak da Zeki’nin Nuri’ye anlattığı bir öyküyü Nuri’nin Üç Maymun filminde kullanmasını gösteriyorlar.

Doğrusunu isterseniz çok iyi arkadaş olduklarını bildiğim Zeki ile Nuri’nin aralarının açık olduğunu ben de duymuştum. Ama hiçbir zaman Zeki’nin Nuri için “eser hırsızlığı” imasında bulunacağı ve bunun utanç verici bir tartışma yaratacağını düşünmemiştim. Meslektaşlarımız arasında “tatlı” rekabetin ve atışmanın yararlı sonuçları olabilir.

Geçmiş yıllarda sinemamızın iki ustası Atıf Yılmaz ve Osman Seden’in yaptıkları bir atışmayı hatırlatmak istiyorum. Bu iki usta, canciğer iki arkadaş olmalarına rağmen biribirleri ile tatlı ve sevimli rekabete girerek iki film yaptılar. Osman Seden yaptığı filmin adını Erkeklik Öldü mü Atıf Bey diye koyarken, Atıf Bey de Allah Cezanı Versin Osman Bey diye ona nazire yaptı. Çok hoş ve anlamlı bir atışmaydı. Ancak daha sonra kadehlerini tokuşturup kucaklaşmasını bildiler.

Bu gün ise Yeraltı’na yapılan yorumlar, yıkıcı ve zararlı bir tartışmaya kapı aralıyor. Ülkemizin son yıllarda yetiştirdiği en gözde yönetmenlerin başında gelen Nuri Bilge Ceylan’ın böyle bir suçlama ve karalama ile karşı karşıya kalmasına sebep olması Zeki’yi mutlu ettiğini katiyen düşünemem. Bunu bilerek ve isteyerek yaptığını düşünmek bile istemiyorum. Gerçi kendisi Radikal Gazetesi’ne verdiği demeçte bu yorumları yapanları sopa ile kovalamak istediğini söylese de cin şişeden çıkmış ve sevgili Nuri “zan altında” kalmıştır.

Öte yandan Yeraltı, Zeki’nin en güzel filmlerinden biri. Ben Masumiyet’i Türkiye Sineması’nın “En İyi On Filmi” arasında sayanlardanım. Sinema değeri açısından Yeraltı’nı ise bir yönetmenlik dehası olarak algıladım ve hayran oldum. Bu filmin içinde geçen bazı sözcüklerden yorumlar çıkarılmasını hem üzüntü ile karşıladım hem de Zeki’nin bu yorumların yapılabileceğini öngörememesine bir anlam veremedim. Sinema ile ilgili herkesin Nuri ile Zeki’nin neredeyse beş yıldır görüşmediklerini bildikleri için, Zeki senaryosundaki sözcük seçimlerinde daha özenli davranmalıydı. Gereksiz yorumlarla Yeraltı gibi bir başyapıta haksızlık yapılmasını bir sinema insanı olarak içime sindiremiyorum.

Öte yandan bu yorumlara kaynaklık eden Nuri’nin Üç Maymun’unu seyrettiğim zaman ben de kendi adıma Nuri’nin Yılmaz Güney’in Baba isimli filminden esinlendiğini düşünmüştüm. Çünkü yoksul bir babanın patronu adına suç üstlenip hapse düşmesi çok matah bir konu değildir. Dünya sinemasında ve bizde onlarca kere işlenmiştir. Ancak Nuri, bu konudan hareket ederek, olağanüstü bir anlatımla bizi “üç maymun”la değil yetmiş üç maymunla buluşturuyor. Bu acı öykünün dayandığı toplumsal zeminden utanç duymamızı sağlıyor. Alt sınıftan insanların sessiz çığlığını yüreğimize saplıyor. Yoksul bir ailenin üç maymun’a dönüşen kahredici çaresizliği, seyreden her seyirciyi derinden etkilemiştir. Nuri, büyük bir sinemacı olarak bağırıp çağırmadan etkili ve erdemli bir sinema yapıyor. Bir Zamanlar Anadolu’da ile de doğru bildiği yolda emin adımlarla yürüyor. Bu nedenle dünya sineması içinde hepimizi onurlandıran ve mutlu eden bir konuma sahip oluyor. O’nu bilerek veya bilmeyerek yıpratmak sinemamıza ve hiç kimseye bir şey kazandırmaz.

Hem Zeki’nin hem de Nuri’nin daha kat edeceği çok uzun bir yol var. Her biri onurlanacağımız daha çok filmler yapacaklar. Henüz elli yaşına bile gelmemiş bu iki yetenekli yönetmenimizin bir an önce barışıp kucaklaşmaları gerekiyor. Bu en içten dileğimdir.

(19 Nisan 2012)

Sabahattin Çetin

Sinemamızda Dökülen Yapraklar

Hangisinden başlamalı? Herkesin en azından adını duyduğu (filmini görmemiş olabilir mi?) Ekrem Bora’dan mı, yoksa televizyoncuların (seyircilerinin) yakından tanıdığı Meral Okay’dan mı? Ben Ekrem Bora’dan başlarım; gerçek adını Ekrem Uçak olarak bildiğim Ekrem Bora’dan. Ama tam adı Ekrem Şeref Bora imiş. Gazetedeki ölüm ilânda yer alan üç kızından birinin adı Lale Bora olduğuna göre Uçak olan soyadı Bora olarak değişmiş olmalı, yani bildiğimiz adı ile Ekrem Bora. Şu, Yıldız Dergisi’nin yarışması sonucu sinema oyuncusu olarak seçilen, Alın Yazısı (Mehdi Özgürel) filmi ile sinemaya başlayan, kısa bir aradan sonra sinemaya yerleşen Bora’dan. Sinemada ilerlemiş yılları sırasında yapılan bir röportajından fotoğraf meraklısı (en azından bir zamanlar) olduğunu öğrendiğim kişiden. Geçen gün Metin Erksan’ın Acı Hayat filminin finalini seyrettim. Yağmur altında Ayhan Işık, ıslak mezar toprağına -T. Şoray’ın- bulanmış elini kaldırınca (tam vuracak iken) başına çeviren -ve tokattan kurtulan- Ekrem Bora’dan.

O film ile mi adını iyi oyuncuya çıkardı, -daha öncesi var mı?- (ama o filmde, iyi film-dir.) sonra bir Hızlı Yaşayanlar (Pesen), bir Kadın İntikamı (Engin), bir Sürtük (1 / Eğilmez), bir Firari Aşıklar (Saydam). Hepsi bir yana Sürtük (1 / Eğilmez – 1965) filmi bambaşkadır. Şarkıcısı (Ferah Nur) ile başı dertte olan gazino patronu (Ekrem Bora) daha fazla kaprislere dayanamayarak, şarkıcısına herhangi bir kadını da kısa zamanda ünlendireceğini söyler ve o gece (sokakta mı? gazinoda mı?) rastladıkları sokak şarkıcısını (Türkân Şoray) kısa zamanda şöhret yapacağını söyler, bahse girerler. Sokak şarkıcısı bilgisiz, görgüsüz olduğu kadar da kabadır, müzik için tutulan, (gazinonun piyanisti mi idi?) Cüneyt Arkın, sokak şarkıcısına ders vermeye başlar. Müzik, ayrıca başka derslerde alacaktır sokak şarkıcısı. Sonunda müzik konusunda patronuna ders verecek duruma gelir ama piyaniste de aşık olur (O da ona).

Yetiştirdiği, ürettiği şarkıcının başka birine ilgi duymasını kıskanan patron, “onları” ayırmaya çalışır. Ayıramayınca (İstanbul’da / gazinolarda) çalışmalarına mani olmaya çalışır. Onlarda taşraya gitmeye karar verirler ama sonuç umdukları gibi olmaz. Kadın / şarkıcı (Şoray) patrona döner ama ruhsuz bir vücut olarak. Bu patronun (Bora) hiç beklemediği bir şeydir. İlk kez yenilmiştir, hem de hiç hesaba katmadığı kişiler tarafından. Adamlarından birine bir gazino açtırır. Yine sokaklara dönmüş olan şarkıcıyı buldurup, açtığı gazinoya assolist olarak getirir. Kadın isteksiz çıktığı sahnede piyanist olarak Cüneyt Arkın’ı görünce formunu bulur. İki aşık bakışarak şarkı çalar / söylerken onları kulisten bir süre izleyen Ekrem Bora, kendini gece Beyoğlu’suna, sokaklara atar. Başında şapkası, elleri cebinde -belki (ilk kez) ağlayarak- yürürken geri doğru kayan kamera gittikçe kendisinden uzaklaşır… film siyah/beyaz. Eğilmez 1970’de Sürtük’ü (2) tekrar çeker. Sürtük, Hülya Koçyiğit, piyanist Göksel Arsoy ve gazino patronu (yine) Ekrem Bora… ama film renkli (ve ben bu versiyonu görmedim). Acaba, Ekrem Bora yine şapkası başında, yine elleri cebinde, kendini Beyoğlu yollarına vururken, kamera yine geri kaydırma yapıyor mu? Yine Ekrem Bora gece sokaklarda yitip gidiyor mu -ama bu kez film renkli!

Meral Okay, şimdi herkes bu ismi şu veya bu şekilde duymuştur. Hele geçtiğimiz günlerde, beklenen ama yine de çok erken ölümü ile adı iyice duyuldu. Önce, neden bu kadar tanınıyor, ona bakmak lâzım. Asmalı Konak’ın (dizi) senaryosunu yazmış… Dizi, herkesin (ben hariç) seyrettiği bir TV olayı idi (öncelikle dizi seyretmek gibi bir alışkanlık edinemediğimden seyredemiyorum, sonrası yok…) ama bu dizi Okay’ı hiç değilse ismen duyurdu, sonra Yeditepe İstanbul’dan önce Kasap Melahat rolü ile İkinci Bahar’da seyircileri kendine bağladı. Televizyon dizi senaryoları en son Muhteşem Yüzyıl (yine seyredemiyorum, seyretmek gibi bir kararım da olmadı) ile artık popülerliği iyice gelişti… ama bu arada Seni Seviyorum Rosa (1992), Hiçbiryerde (2001), O Şimdi Asker (2002), Beynelmilel (2006), Kaptan Feza (2009) gibi filmlerde oynamış, ödüller almış… ve yanına gömüldüğü Yaman Okay (erken ölümü nedeni ile hakkında birşeyler yazamadık ne yazık ki…) ile dokuz yıllık evliliği (-değil- aşkı) yaşamış biri olarak ve şimdi gazetelerde -ölümü üzerine- çok çeşitli yönleri ile anılmaya devam eden ve edecek olan, sinemamızda az çalışmasına rağmen sosyal sanatımızda derin izler bırakan biri olarak… Meral Okay.

Paşa Gündoğdu ve Mustafa Yılmaz… Filmlerin -eskiden yalnız başında olurdu, şimdilerde bazen başında olmuyor fakat finalde mutlaka oluyor- jeneriklerini (tanıtma yazılarını) ne kadar okuruz ve karelerde yer alan (veya akıp giden) yazılarda rastlanan (eskilerde “kameraman / foto direktörü”) şimdilerde görüntü yönetmeni karşısında yazanları (bunları aynı şekilde afişlerde de görmek mümkün), kaç tanemiz hatırlarız. “Görüntü yönetmeni” deyince bana kaç isim verebilirsiniz? İşte bunlardan iki tanesi Paşa Gündoğdu ve Mustafa Yılmaz, geçtiğimiz günlerde yaşama veda etti. Sinema çevrelerinin bile pek haberi olmadan. Paşa Gündoğdu, belki birinci sınıf bir görüntü yönetmeni olamadı ama Yeşilçam’a emek verenlerden biri idi. Ya Mustafa Yılmaz? Yıllarca Uğur Film (Memduh Ün) yapımlarında -çoğu siyah / beyaz filmlerde- o zamanlar dünya standartlarının hayli gerisindeki kameralarla ne çalışmalar yaptılar. Mustafa Yılmaz bu çalışmalarından birisi ile (Namusum İçin) Antalya’da bir ödül dahi aldı. (Bu ödüllerin, alanlarını ne derece tanıtır olduğu da hayli tartışmalıdır.)

Paşa Gündoğdu’nun haberi ailesinin gazetelere (Hürriyet) verdiği ilânla duyuruldu tanıyanlarına. Mustafa Yılmaz’ın ölümü ise cenazesinin -hemen hemen kimsesiz- kalkmasından on beş gün sonra, bir zamanlar yanında çalışan biri tarafından duyuruldu, sessiz sedasız olarak… Herşey olup bitti mi? “Yeşilçam” demek şöhretleri kendilerinden menkûl bir takım aktör ve aktristler demek midir? Onlarda bilir kendilerini “yıldız” yapan bir adsızlar ordusu olduğunu ama bu adsızları neden hep öldüklerinde hatırlarız? Bir “adsızlar ordusu” dedikse, -bu gün- o ordu dediğimiz kitle pek fazla kalabalık değildir. Zaten birçoğu ebediyete intikâl etmiştir. Geride kalanların adlarını ölüm ilânları veya bir zaman sonra şu veya bu şekilde çevresinde bulunanlardan öğrenmek bana hiç de adil gelmiyor. Neden böyle oluyor? Bu -hadi yine aynı deyimi kullanalım:- “adsızlar ordusu”na sahip çıkacak -kişi değil- kurum, hani nerede?

Güngör Erbayık. İsim olarak hatırlayanınız var mı bilemiyorum ama gazetelerde ölüm haberi yer aldığında merakım sinema ile ilgilenip ilgilenmediği oldu. Seyretsin veya seyretmesin herkesin -en azından- adını duyduğu Bizimkiler dizisi oyuncularından. Hadi diziyi seyredenlerin tanıyabileceği sıfatı ile söyleyeyim: Dizideki Tahta Kafa’nın karısı rolünde oynayan Erbayık. Sinemada bir tek Yeşil Bir Dünya (1990 / Faruk Turgut) filminde oynamış… Filmin, kitaplara giren oyuncu kadrosunda adı geçmiyor ama oynamış… Zaten oynadığı filme de kitaplardan (Türk Filmler Sözlüğü / Agâh Özgüç, Cilt: 2 – 1990 yılı) başka bir yerde rastlamadım -en azından ben rastlamadım, sinemalarda filân- ama bu, Erbayık’ı sinemacı olarak anmamıza mani değil…

Üç oyuncu (biri yılların oyuncusu, diğerleri az, “tek” sayıda film oyuncuları), iki görüntü yönetmeni. Kimi gürültülü, çoğu sessiz sedasız aramızdan ayrıldı. Yazdıklarımız okundukça (ve yazılanları saklayanlar oldukça, belki yıllar sonra) hatırlanabilecekler. Ne kadarı tanınabilecek… Adı daha çok anılacak olan Yeşilçam kişileri (halkı) sanıldığı kadar çok değildir. Öldükçe hatırlanırlar, yaşarken -hele eskimişleri- isim olarak belki hatırlanırlar (o da kaç kişi tarafından?) fakat çoğunluğu kişi olarak tanınmazlar!

(15 Nisan 2012)

Orhan Ünser

Soderbergh’ten Nefes Nefese Aksiyon

Çapraz Ateş (Haywire)
Yönetmen: Steven Soderbergh
Senaryo: Lem Dobbs
Müzik: David Holmes
Görüntü: Peter Andrews
Oyuncular: Gina Carano (Mallory), Channing Tatum (Aaron), Michael Douglas (Coblenz), Antonio Banderas (Rodrigo), Ewan McGregor (Kenneth), Michael Fassbender (Paul), Mathieu Kassovitz (Studer), Bill Paxton (Kane), Michael Anqarano (Scott), Anthony Brandon Wong (Jiang)
Yapım: Relativity (2012)

Amerikan sinemasının yaratıcı yönetmenlerinden Steven Soderbergh’ten aksiyon sinemasına taze dokunuş getiren “Çapraz Ateş” filmi, Amerika’nın politikaları hakkında da ipuçları veriyor.

Mallory Kane, karlarla kaplı New York eyaletinin kuzeyinde Kenneth’i beklerken, restorana Aaron geliyor. Mallory’yle Aaron arasında bir dövüş gösterisinden sonra Mallory, arabası olan restorandaki Scott’la beraber oradan uzaklaşıyor. Seyirci de Mallory hakkında birçok şeyi öğreniyor bu kaçışla beraber. Amerikan hükümeti taşeronlarla işlerini görüyor. Kenneth’in “şirketi”, hükümet ajanı Coblenz’le yeni iş için pazarlık yapıyor. Kenneth, yeni operasyonun başına Mallory’yi getiriyor. Görev, Barcelona’da rehin tutulan Çinli muhalif Jiang’ı kurtarıp Rodrigo’ya teslim etmek. Barcelona’daki operasyon başarıyla gerçekleşiyor. Mallory’ye Dublin’de yeni görev verildiğinde hikâyenin görünmeyen tarafları da ortaya çıkıyor. Dublin’e Studer’in Russborough Evi’ne parti için Paul’le gelen Mallory olayların göründüğü gibi olmadığını fark ediyor ve yeni bir maceranın içinde buluyor kendini burada. Mallory, görünüşte başka bir işte çalışıyor. New Mexico’da yaşayan babası John Kane bir yazar. Mallory, yakın geçmişte Kenneth’le de ilişki yaşamış. Barcelona operasyonunda Aaron’a da ilgi gösteriyor. Aşk, daima onun yakınında. Tıpkı dövüş gibi.

Politik aksiyon…

Amerikan sinemasının önemli ve yaratıcı yönetmenlerinden Steven Soderbergh’in bu filmi sıradan bir aksiyon filmine dönüşebilirdi. Soderbergh, kurguculuktan gelen “zanaatçi” tarafından olmalı, aksiyon sinemasına yeni ve heyecan verici bakış getirebilmiş. Öncelikle filmin kurgusu bu filme değer katıyor. Mallory’nin anlatımıyla yansıyan ilk yarı seyircinin zihnini karıştırıyor. İkinci yarıdaysa geride kalan boşlukları doldurarak her şeyi tamamlıyor. Soderbergh, dövüş sahnelerinde yüksek bir estetik yaratmış. Mallory’nin dövdüğü her erkek kadınları mutlu edecek gibi. Estetik sadece dövüşlerde değil, Barcelona ve Dublin şehirlerinin yansıyışlarında da öne çıkıyor. Yönetmen, kamera açılarıyla seyircilerini bu iki şehrin ruhuna alıyor. Dublin’de, sabahın alacasında peşindekilerden kaçan Mallory’yi “steadicam” kamerayla takip eden yönetmen, şehrin tüm çarpıcılığını da yaşatıyor. Elbette gerilim de üst noktada bu anlarda. Fonda da David Holmes’ın “Dublin Chase” tınıları duyuluyor. Bu filmin müzikleri gerçekten arşivlik. Filmi seyrederken, Amerikan politikaları üzerine de bilgi sahibi oluyorsunuz. Amerikan hükümeti, pis işlerini taşeronlar aracılığıyla görüyor.

Amerikalı genç oyuncu Gina Carano, gerçek hayatında da dövüşçü. Tayland ulusal “Muay Tay” dövüş sporunda da usta. Bu dövüş sporu “kick boksu” çağrıştırıyor. “Çapraz Ateş” filminde birbirinden ünlü oyuncular da neredeyse resmi geçit yapmışlar. Michael Douglas, Ewan McGregor, Antonio Banderas, Michael Fassbender muhteşem performans ortaya koyuyorlar. Bir de Fransızların ünlü yönetmeni Mathieu Kassovitz de Studer karakteriyle arz-ı endam etmiş. Kassovitz’in 1995’te Cannes’da “En İyi Yönetmen” ödülü kazandığı siyah-beyaz “La Haine-Protesto” filmiyle hatırlayabilirsiniz. Zaman zaman oyuncu olarak da görünüyor. Hollywood’un yeni yükselen oyuncularından Channing Tatum, yönetmen Kevin McDonald’ın 2011 yapımı “The Eagle-Kartal” filmindeki Romalı asker Marcus’la öne çıkmıştı. Küçük bir bilgi: Soderbergh, kameramanlığını da yaptığı filmlerinde profesör babası Peter’la kendi ikinci adı Andrew’u birleştirerek Peter Andrews imzasını atıyor.

(13 Nisan 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Köprüden Önce Son Çıkış: Çoğunluk Üzerine…

Aynı olma dürtüsüyle koşullanmış hayatlar, varlık içinde kapkara yaşantılar, kimliğine sahip çıkamama ve çıkmak zorunda olduğunun da bilincinde olamama durumu. Çoğunluk, çoğunlukla karar vermeye itildiğimiz tercihler üzerine son dönem Türk sinemasından çıkmış modern bir toplum tasviri. Özellikle yaşadığımız coğrafyaya has unsurlar içerdiğini söyleyemem. Bu tarz bir eleştiri filmin başarıyla kotarmış olduğu evrensel dili hiçe saymakla eşdeğer olur. Kozmopolit bir şehirdeki lokal siyasi, maddi ve ahlâki bölünmeler üzerine bir varoluş öyküsü demek daha doğru olur. Anlatılan varoluş da ilerleyen zamanla birlikte paralel bir şekilde zihnimize kazınan yok oluşa göndermeler içeriyor. Çarpık sınıflaşmalar bir ailenin içine giren kamera görüntüleriyle bize gösteriliyor.

Eğitimin önemi vurgulanıyor eğitimsiz kalmış insanlar üzerinden. Anne karakteri ben nasıl sizin bu kadar duygusuzlaşmanıza izin verdim şeklinde serzenişte bulunurken aslında olayın çok başına gitmemiz gerektiğini vurguluyor. Mertkan, daha askerlik çağında oldukça genç, yönlendirilmeye, güçlü olduğunun hissettirilmesine, kendi kararlarının olmasının ne derece önemli olduğunun ona gösterilmesine ihtiyacı olan bir karakter. Daha doğrusu karakterleştirilmeye oldukça müsait bir tip. Ama anne bir yandan kocasının ve oğlunun duygusuzlaşmasından yakınırken diğer bir sahnede de kendi kararlarını irdelemeye çalışan oğluna babasının verdiği kararın her zaman daha doğru olacağını söyler. İşte bu noktada da ailede çok önemli bir misyonu olan anne prototipi oğlunun çelişkilerinden çoğunluğa ayak uydurmaya çalışan kimliksiz bir bireye davetiye çıkarır. Babadan çok fazla bahsedemem. Baba, oğlunun hatalarına nasıl tepkiler vermesi gerektiğinden yoksun bir karakterdir. Ataerkil toplumun dayatmış olduğu her şeyi oğlu üzerinde uygular. Mertkan babasıyla zayıflamak için yürüyüşe, saunaya gider. Ama ardından yüksek kalorili yiyecekleri sanki bir savaş halindeymiş gibi tüketir. Aslında ne istediğini çok iyi biliyordur fakat kendi içine gömüldüğü ruh hali onu bağırmaktan, isyan etmekten alıkoyar. Böylelikle başkalarının hayatı onun da içine sığmaya çalıştığı bir kalıba dönüşür. Bize içinde bulunduğumuz toplumun dayattığı sorular gelir peşi sıra. Mertkan’ın kendine dert edinmediği bir askerliğe gitme mevzusu gündemdedir sürekli. Zamanla Mertkan da bunun bir sorun olup olamayacağı çelişkisine düşmüş olarak bulur kendini. Bazı tersliklerin farkındadır ama bir türlü anlamlandıramaz ve adını koyamaz. Eline silah alıp düşmanla yüz yüze gelebilmesi ne derece önemlidir? Bunların tamamen mânâsız olduğunu fark edemeyecek kadar uzaktır bulunduğu ortama. Aile ve onun yarattığı dış faktörler bireysel olarak karar verebilme yetimize, isyan duygumuza her şeyin başında engeller koyar ve ben duygusunun gittikçe önemini yitirmesine neden olur. Mertkan da git gide kendisini mahkûm olduğu çıkmazın içinde bulur ama bunun nasıl bir mahkûmiyet olduğunun da farkına varamaz.

Çoğunluğun çok da suya sabuna dokunmadan siyasi bir kargaşa yaratmak gibi bir derdi de yok. Bu çıkmaza girmeye gayet meyilli senaryo, sonrasında bu konuyla ilgili kendine duvarlar örüyor. Kürt kızı Gül ile şehirli apolitik Mertkan’ın aşkına dönüşmesine izin vermiyor. Boyundan büyük işlere kalkışmayan Seren Yüce ilk filmiyle ırkçılığı daha da bir bizimle, düşüncelerimizle, davranışlarımızla, hissettiklerimizle örtüştürüyor. Söze ve net davranış kalıplarına yer vermeye de gerek kalmıyor böylelikle. Sadeleştirilmiş anlatım dili aslında daha da sertleşiyor.

Çoğunlukta kalanın azınlıktan farkının olmadığı sonucuna vardırmayı başarmış diyebiliriz yönetmen için. Filme bakışını derinleştiren seyirci bu sonuca kolaylıkla ulaşabilir. Sorunun öteki olmakta saklı olduğu üzerine her sahnede taşları yerine oturtan diyaloglar mevcut. Mertkan’ın işçilere tavrı, babanın oğlunun kız arkadaşı hakkında söyledikleri, taksi şoförüne karşı babanın tavrı, hizmetçi kadının ölümü üzerine gelişen sahnedeki kısa ama bir o kadar uzun olan bekleyiş. Tüm bunlar kendimize çizdiğimiz çemberin dışında olan bitene kayıtsızlaşmamızın birer göstergesi. Hatta kayıtsızlık o kadar içselleşmiş ki artık ailemiz bile o çemberin dışında kalmış. Kendi çemberi içinde benliğini yitirmiş insanlardan oluşan bizin öyküsü bu işte.

Bartu Küçükçağlayan beklenenin üzerinde bir performans sergiliyor. Film, neresinden tutarsak tutalım öncelikli olarak Mertkan karakteri üzerinde okunması gereken bir portre çiziyor. Aslında Mertkan da herkesi anlatıyor. Bartu Küçükçağlayan son dönemlerde Büyük Ev Ablukada isimli alternatif müzik dinleyicilerine hitap eden bir grubun da solisti. Müzisyenliği için yorum yapmak şimdilik bizim harcımız değil ama oyunculuk konusunda doğru adımlar atmanın peşinde. Esme Madra, Nihal Koldaş da yalın oyunculuklarıyla dikkat çekiyorlar. Settar Tanrıöğen’e de pek lâf edemem. Seviyoruz bu adamı ve artık iyiden iyiye kabullendik. Tüm bunları biraraya getirme başarısıyla bir ilk film öncüsü olan Seren Yüce’yi de açıkçası şimdilik tebrik etmek istemiyorum. İkinci filmini sabırsızlıkla bekliyorum. Tıpkı Özcan Alper’in yutkunma problemi yaşamamıza neden olduğu Sonbahar mucizesinin ardından hissettiğim gibi.

Çoğunluk, izlenmesi kolay ama hazmedilmesi zor bir film. Ne anladığına ve sana ne hissettirdiğine göre bu iki kavramın yeri de değişebilir tabiiki. Köprüye girmeden önceki çıkışı yakalamamızı bize salık veren film, araya mesafeler koymayalım diyor çoğunluğun sert üslûbuyla. Köprüler geçilmek içindir… Köprüler yıkılmak içindir… Köprüler yeni ufuklara adım atmak içindir… Köprüler farkında olanların yoludur…

Yönetmen: Seren Yüce
Oyuncular: Bartu Küçükçağlayan, Settar Tanrıöğen, Esme Madra, Nihal Koldaş
Senaryo: Seren Yüce
Yapım: 2010, Renkli, Türkiye

(13 Nisan 2012)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

Alpler: Bir Senaryo Dersi

29. İstanbul Film Festivali’nde Köpek Dişi’yle tanımıştık Yorgos Lanthimos’u. 2 yıllık bir aradan sonra festivale Alpler filmiyle bu sefer konuk olarak da katılmış oldu. Köpek Dişi’yle bizi koltuklarımıza bir süre çivileyen yönetmenin bu filmini de izledikten sonra artık hiç tereddütsüz bir Lanthimos sinemasından bahsetmek mümkün.

Bambaşka açılardan farklı okumalara olanak tanıyan anlatım biçimiyle tüm kalıpları alaşağı etmeyi başarıyor yönetmen. Köpek Dişi çok ciddi bir proje olarak önümüze sunulmuştu. Hem görsel hem de işitsel hafızamıza sert bir üslûpla sinyaller yolluyordu. Ekstra diyalog kurgusundaki çarpık ilerleyiş onun sinemasına has bir üslûp doğurmuştu. Ancak böylesine iddalı bir yapımın ardından bizi neyin beklediği de çok ciddi bir sorundu belki de. Ve bu yıl Alpler tüm heybetiyle karşımıza dikilmiş oldu. Hiç şüphesiz bu film, Köpek Dişi’nden bağımsız olarak değerlendirilebilecek bir yapım değil. Bir devam filmi ya da ikileme, üçleme tarzı bir serinin parçası da değil ama Lanthimos sinemasını anlayabilmek açısından peşpeşe değerlendirilmesi elzem yapımlar.

Köpek Dişi özgürlüğün bile ne olduğunu bilemediğimiz bir dünyayı tasvir ederken Alpler özgür kaldığımızda sınırlarımızın çok daha daraldığını gösteriyor. Aslında özgürlük kavramının bu filmlerin içinde nasıl konumlandığına bakmadan önce Alpler’in derdinden ve çoğu sinema izleyicisinin hazmedemeyişinin temel noktalarından bahsetmek gerek. Alpler, konuyu anlatmaya başladıktan sonra detayları tamamen silerek, birçok noktayı da atlayarak hikâyesindeki belirsizlikleri kuvvetlendiriyor. Bu yüzden belki de birçok kişiye göre özellikle ilk 45 dakikası tahammül edilmesi zor bir filme dönüşüyor. Filmin dinamosunu oluşturan bu bölüm izleyicinin beynindeki boşlukları tamamladığı sürece anlam kazanıyor ve geri kalan bölümünde ne anlatılmak istendiğine de yorum getirebilme şansı sunuyor. İlk 45 dakikanın zorluğu bence yönetmen Lanthimos’un da rahatlığından kaynaklanıyor.

Öyle bir film var ki karşımızda senaryo iki aşamalı olarak yazılmalı diye düşündürten bir öyküde tek katmanlı bir akış görüyoruz. Filmin diyalog kurgusu başından sonuna kadar tek bir çizgide akıyor. İzleyiciyi rahatsız eden, hiçbir şey algılayamamaya yönelten ya da anlamsız bir bütünmüş hissi verdirten de bu seyir. Gerçeğin ve oyunun sınırlarının çizilmediği Alpler dümdüz diyalog seyriyle seyirciyi ters köşeye yatırıyor yani. Lanthimos’un rahatlığı da tam bu noktada devreye giriyor. Köpek Dişi’ne göre kendini çok daha fazla rahat bırakmış yönetmen. Seyirci üzerinde yaratmak istediği sarsıntıyı Köpek Dişi’ne göre görsel yoğunlukta kullanmaktan ziyade düşünsel bir darbeyle indiriyor kafamıza.

Maksimum görsel uç noktanın hemşire karakterinin beceriklilik ve güvenilirlik testine tabi tutulduğu sahnede yaşandığını görüyoruz. İşte iki film arasındaki bu net ayrım da seyirciyi ikiye bölebilecek cinsten. Aynı şeyi yaşamayı umut edenlere “Alın size Alpler biraz daha fazla düşünün” diyor yönetmen. Lanthimos iki filminde de önce net bir açıklama getiriyor. Köpek Dişi’nde filmin isminin neden Köpek Dişi olduğu gibi Alpler’de de 4 kişilik bir ekipten oluşan grubun adının neden Alpler olduğu anlatılıyor. Ama iki filmin ismi de tamamen sembolik. Köpek Dişi yerine azı dişi de olabilecekken Alpler yerine Himalayalar da uydurulabilirdi. Bu da ne görmeyi hayal ediyorsak asla emin olmamamız gerektiğini bize gösteriyor.

Ben senaryonun mucizevi tekdüzeliğinden biraz daha bahsetmek istiyorum. Ama buradaki tekdüzelik kavramının olumsuz bir eleştiri görmesinden öte aksine şaşırtıcı ve risk içeren bir teknik olduğunu hatırlatmakta fayda var. Filmin yarısından sonra hemşirenin annesiyle babasının arasında geçen diyalog bir sonraki sahnelerden birinde hemşire ve babası arasında da tekrarlandı. Tekrarlayan diyalog akışı aslında öğrenilen şeyleri yaşadığımızı vurgulamış olmasıyla âlâkalıydı. İşte şimdi özgürlük kavramına dönüş yapmamızın sırası geldi. Köpek Dişi’nde evin kızının köpek dişini kendi iradesiyle düşürmesinden sonra dış dünyaya çıkışı serbestleşiyordu. Alpler’de ise tamamen özgür bırakılmış bir hemşire karakteri var. Ama bu özgürlük onu başkalarının ölümüne sevinebilecek, bunu ticari bir metaya dönüştürebilecek bir karaktere büründürüyor. Hepsinden öte aileye sırt çevirecek özgürlüğü bile varken bağımlılığı tercih ediyor serbest kalan birey. Özgür olabilmek bunu doyasıya yaşayabilmek de çözüm olamıyor.

Kieslowski’nin Renk Üçlemesi’nin ilk bacağı Mavi’deki başrol karakterimiz sinema tarihi boyunca bu konuya en etkili parmak basan karakter olmuştur. Yer yer bana Kieslowski’nin özgürleşebilme umutsuzluğunu da hatırlatan Alpler özgürlük, bir yere ait olabilme ve kendini ispat döngüsünde deliliğe doğru seyreden bir yapım. Bireyden yola çıkıp sosyal yozlaşma sorunsalına uzanan anlatım örgüsünde insan denilen şey aslında sadece hareket eden bir canlı, yaratık, belki de bir nesne olarak tanımlanıyor. Zincirleri kırmaya başladığımız an, deliliğe seyrettiğimiz ana tekabül ediyor. O kadar ağır ki bu sorunsalı perdeye yansıtmak. Böylesi karmaşık bir içeriği çok katmanlı bir senaryo kurgusuyla perdeye yansıtmak da çok büyük bir hata olurdu. Lanthimos neyse ki böylesi bir çıkmaza düşmüyor ve öyküyü bulanıklaştırmadan, detaylara inmeden anlatmayı tercih ediyor.

Alpler eğer sizi içine çekebilirse tüylerinizi diken diken edebilecek bir film. Bir kimlik arayışının öyküsü. Ölüm duygusunun sıradanlaşması, insanların umutsuzluğunun bambaşka çözümlere ihtiyaç doğurmasının tasviri. Lanthimos bu ikinci filminde çok daha rahatlamış gözüküyor. İlk filme nazaran somut anlatımlar, görsel sarsıcı etki yaratacak sekanslar kullanmaktan ziyade düşünsel hafızamıza göndermeler yapıyor. Hemşire karakterinin amaçsızlığa doğru yöneldiği hareketleri, seyirci olarak bizleri de bir hayli rahatsız ediyor. Daha bir yakınımızdaymış hissini de beraberinde getiriyor. Film, başından sonuna kadar izlenmesi çok zor bir anlatım örgüsüne sahip. Sosyolojik bağlamda konuyu kavrayabilme yetisini zorunlu kılıyor. Ya da sıkı bir sinefil olmayı belki de. İzleyin ve görün. Karar sizin.

Yönetmen: Yorgos Lanthimos
Oyuncular: Aggeliki Papoulia, Aris Servetalis, Johnny Vekris
Yapım: Yunanistan / 2011

(13 Nisan 2012)

Görkem Akgün

http://gorkeminsinemadefteri.blogspot.com/

Hadi Al Götür Beni Hâlâ Benimmişler Gibi, Evime Yurduma…

Yönetmenliğini Metin Avdaç’ın üstlendiği Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali belgeseli geçtiğimiz günlerde galasını yaptı.

Bu kez bahtı açık olsun!

Usta kalemin hayatını, yaklaşık iki saatlik zaman diliminde, oldukça kapsamlı bir şekilde perdeye taşıyan film yalnızca Sabahattin Ali’ye değil bu ülkenin tüm kayıplarına adandı.

Takip edenlerin TRT En İyi Belgesel Ödüllü Kara Altından Altın Mikrofon’a (T.P.A.O. Batman Orkestrası) filminden de hatırlayacağı Metin Avdaç, sadibey.com için Gizem Ertürk’ün sorularını yanıtladı.

Merhaba sevgili Metin Avdaç, çalışmalarınızı başından beri takip etmiş ve zaman zaman da dahil olmuş biri olarak yönetmenlik yetinizin bu filmde oldukça geliştiğini görüyorum. Konuya hâkimiyetiniz, akış, anlatıcılık bu filminizde daha oturmuş gibi görünüyor… Bu konuda siz ne söylemek istersiniz?

Çok teşekkürler öncelikle konuk ettiğiniz için. Evet, daha iyi plânlar, kadrajlar oluşturmaya başladım bu film ile… Bir proje üretirken bir adım daha ileri atmak önemli… Bu kendi açınızdan gelişmiş olduğunuzu gösterir ve elbette izleyiciyi de düşüneceksin, sizden yenilik bekler. Bu filmde de eksik ve yanlışlığımızı görebiliyoruz. Bunun nedeni de teknik malzeme ve personel eksikliğinden kaynaklanıyor. Bunları oluşturan neden de bütçenin yetersizliği. İmkânsızlıklara rağmen en iyi şekilde “Sabah Yıldızı” belgesel filmini yapmaya çalıştım.

Sabah Yıldızı’nın hikâyesine dönecek olursak, Sabahattin Ali’nin hayatını belgeleme fikri nasıl çıktı ortaya?

2010 yılında Afyon Kocatepe Üniversitesi’nin etkinliğinden İstanbul’a dönerken yolculuk sırasında fikir ortaya çıktı. Bir fotoğrafçı abimizle dönüş yolunda, yolculuk sırasında edebiyat ve sinemadan bahsederken birden aklıma Sabahattin Ali geldi. Ve Sabahattin Ali’nin televizyon harici yapılmış belgeseli yoktu. Yolculuk sırasında kararımı verdim ve hızlı bir şekilde araştırma ve çekimlere başladım. Kısaca fikir böyle ortaya çıktı.

Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali ve arkadaşlarıyla tanışmak sizi nasıl etkiledi? Üzerinden uzun yıllar geçmiş olsa o hüzün ve duygusallık hiç geçmemiş gibi. Neler yaşadınız çekimler sırasında?

Filiz Ali ile tanışmamız Ayvalık’ta oldu. Orada genç müzisyenlerin eğitimleri için kurmuş olduğu müzik akademisinde görüştük. İlk karşılaşmamızda bir garip haldeydim. Sabahattin Ali’nin kızı ile tanışmak anlatılmayacak bir duygu… Halet Çambel, R. Nuri İleri, Bella Eskenazzi ve öğrencisi Mustafa Tanrıkul’dan Sabahattin Ali’yi dinlemek… Onlara dokunduğumda sanki Sabahattin Ali’nin bedenine dokunma gibi bir his doğdu. Sabahattin Ali’nin aşık olduğu Ayşe Sıtkı’ya yazmış olduğu mektuplara dokunmak, anlatılmaz bir duygu. Çekimler sırasında anladım ki Sabahattin Ali bu ülkede anlatılmak istenmemiş. Sabahattin Ali ismini yüzeysel bırakmışlar toplum içerisinde. Özellikle hep vurguluyorum bu ülkenin eğitimcilerinden pek azı biliyor. Sabahattin Ali’nin şiirlerinden bestelenmiş şarkıları biliyorlar, edebiyatçı ve siyasal kimliğini bilmiyorlar. Eğitimciler bu insanları bilmiyorsa toplumun nerede olduğunu görebiliriz. Sabahattin Ali’nin isminden korkup da, kendi el yazısıyla yazmış olduğu ismini kitaplardan kesip çıkarmışlar İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim görevlileri. Çok utandım insanlığımdan. Ne acı şey, insanın isminden korkuyorlar. O dönemin görevlilerine zavallı diyorum.

Sabahattin Ali’nin sizin için anlamı nedir? Hayata bakışı mı, siyasi duruşumu mu, kalemi mi sizi en çok etkileyen?

Sabahattin Ali benim için, bu ülkenin insanının aydınlanmasını, özgürlüğünü ve ülkenin bağımsızlığını istediği için katledilmiş bir kahraman. Sabahattin Ali’nin edebiyatçı yönü ve siyasal duruşu iki yönü de etkilemiştir beni. Sabahattin Ali’nin cesur yazıları çok etkilemiştir. Bugün bu kadar sert yazıları yazacak pek yazar göremiyorum. Cesur kalemi vardı.

En sevdiğiniz Sabahattin Ali öyküsü nedir mesela?

Birçok eserini severim. Etkilendiğim eserlerinden söz edersem, “Değirmen”. O öyküde aşktaki eşitliği görüyorsunuz. Bir çingene delikanlısıyla, bir Yörük kızın aşkı anlatılır. Kızın bir kolu yoktur, bu yüzden çingene delikanlısına aşkını ifade edemez. Çingene delikanlısı “Çingene” oluşundan dolayı eziklik hisseder. Ve kıza kavuşmak için kolunu değirmende çarklar arasına koyar ve kolunu kaybeder. İşte aşkta ben böyle eşitliği görüyorum. Sabahattin Ali bu öyküyü Edremit’teki mahallesindeki değirmenden, çingenelerden esinlenerek yazmıştır. Belgeselin başlarında değirmenden bazı kalıntıları görürüz.

Bu belgeselin oldukça uzun bir süreçte ve zorluklarla tamamlandığını biliyorum. Bundan sonraki süreçte belgeseli neler bekliyor? Meselâ vizyona girme ihtimalinden bahsetmiştiniz, bence de kesinlikle bu film vizyonda seyirciyle buluşmalı. Çünkü Sabahattin Ali’yi hiç tanımayan insanların bile bu filmden çıktıktan sonra bir kitapçıya gidip birkaç Sabahattin Ali kitabı soracağına, bir iki satır okuyacağına, bu büyük kalemle tanışma fırsatı yakalayacağına eminim…

Kesinlikle bu filmi izleyen Sabahattin Ali’yi daha çok tanımak isteyecektir. Gerçekten çok zor koşullarda çektim. Az da olsa destek verenler oldu. Buradan destek verenlere teşekkürlerimi iletiyorum. Belgesel filmi 35 mm.ye aktarıp Türkiye sinemalarında gösterme mücadelesine gireceğim. Yurtiçi ve yurtdışı film festivallerine göndereceğim. Bakanlığa başvuracağım, destek isteyeceğim. Belki bir kampanya başlatacağım filmin 35 mm.ye aktarılması için, çünkü bunu yapacak ekonomik gücüm yok! Dileğim sonbaharda film vizyona girer.

Belgesel, Sabahattin Ali’ye adanmış gibi görünse de aslında özgürlük yolunda hayatını kaybeden tüm insanlara, faili meçhul cinayetlere ve Cumartesi annelerine de ait. Filmi izleyenler de bunu görecektir. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Sabahattin Ali 1948 yılında öldürüldüğünde 41 yaşındaydı. Bu ülkenin bağımsızlığını, aydınlanmasını isteyen birçok insan gibi katledildi. Hepsi genç, enerji dolu insanlardı… TBMM tutanaklarında onyedibin insan faili meçhule kurban gitmiş. Bu resmi kayıtlar. Ya olmayanlar… Hâlâ bu insanların bir mezarı yok! Çok acı değil mi? Cumartesi annelerini es geçemezdim bu filmde. Onların acısına bir nebze ortak olmak istedim. Ateş düştüğü yeri yakar. Evet filmi özgürlük yolunda hayatını kaybedenlere adadım. Yeter artık diyorum, ölümler olmasın. Barış ve özgürlük istiyoruz. Geçen gün okuduğum haberde 103 yılda 103 gazeteci ve yazar öldürülmüş. Ne yazık, utanmalıyız. İşte bu yüzden bu filmi yaptım. Birileri artık ders alır umarım.

Siz bir projeyi yaparken başka bir projenin de hesaplarını, plânlarını yaparsınız kafanızda… Bundan sonrası için de eminim bir şeyler vardır aklınızda…

Gizem, iyi tanımışsın beni. Evet var. Yıllardır hayalini kurduğum biraz otobiyografi, biraz kurmaca bir film için öykü yazımı içindeyim. Kısmet olursa 2013 sonu “motor” diyeceğiz. Ondan öncesi şimdilik bir şey yok.

Çok teşekkür ediyor, bu anlamlı ve cesur iş için sizi ve ekibinizi kutluyorum.

Ben teşekkür ederim, ekip arkadaşlarım adına da.

NOT: Yazı Başlığı: Teoman – Çoban Yıldızı

(10 Nisan 2012)

Gizem Ertürk

Gecikmiş Cevaplar

sadibey.com’da yayınlanan, 01 Şubat 2009 tarihli yazımda 1950 yılında yapılan bir Güzellik Kraliçesi yarışmasına katılan adayların Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan tanıtıcı fotoğraflarındaki adlarını (soyadlarını) 88 isim olarak sıralamıştım. Aslında yazıda da belirtildiği gibi katılanlar daha fazla idi ama o kısıtlı (dar) araştırmada ancak o isimlere ulaşabilmiştim. İşin başından başlamak gerekirse, o yazıda da anlattığım gibi, elime geçen Cumhuriyet Gazetesi’nde Neriman Köksal’ın katıldığı yarışmayı merak ederek -o gazetenin tarihi (15.6.1950) üzerinden hesap ederek- Atatürk Kütüphanesi’nin arşivindeki gazeteleri tarayarak bu listeyi çıkarmıştım. Orada da belirttiğim gibi tanıdık gelen isimler hakkında o yazıyı yazmıştım. Fakat daha fazla bilgi araştırmasına girmedim. O nedenle:

10 Aralık 2009: Sn. T. Arslan Bartu’nun sorduğu “yarışmanın İstanbul’da nerede yapıldığı, hangi otel ve hangi salon da olduğu” şeklindeki sorularına cevap vermem mümkün değil. Gazeteleri tekrar ve yeniden tarayarak bu mekân araştırmasına girişmek gerekir.

05 Şubat 2010: Sn. Ziya …..’nın istemi ise, Yıldız Erdem, Mine Coşkun ve kardeşi ile İnci İzmirli’nin fotoğraflarının yayınlanmasıdır. Yukarıda açıkladığım gibi ben o listeyi isim olarak gazeteden almış idim. Gerçi hemen hepsinin fotoğrafları da yer alıyordu, onlar kütüphane arşivinde kaldı ama sn. Ziya Beyin andığı isimler sonraki yıllarda gerek sinema, gerek müzik alanında gösterdikleri faaliyetler nedeni ile o yıllarda yayınlanan Yıldız Dergisi’nde birçok kereler fotoğrafları (ve haklarında yazılan yazılar) ile yer almışlardır. Yıldız Dergisi, 50’li yıllarda yayınlanan bir magazin, sinema, müzik dergisi idi.

08 Mart 2012: Sn. Selen ….., Güler Arıman Toron’un 1950 yılının Türkiye Güzeli seçildiğini, katıldığı Avrupa Güzellik Yarışması’nda ise Avrupa 5.si olduğunu ve halen 81 yaşında (Allah uzun ömür versin) İzmir’de yaşadığını yazıyor. Ben, bu not için yazı(mı)yı incelediğimde Güler Arıman Toron ismine rastlayamadım, belki gözümden kaçtı. Güler Duman ismi vardı. Sn. Toron’un 1950 yılında Türkiye Güzeli olduğunu hatırlamıyorum (hatırlamam da mümkün değil, o yıl 4 yaşında idim) ama Türkiye Güzeli olarak Avrupa Yarışmasına Katılmış ve 5. olmuş olabilir. Yazım nedeni ile 1950’de katınılan Gazete Yarışması hatırlanmış olursa bu beni ancak sevindirir -ve eğer 81 yaşında olduğu belirtilen Güler Hanım hâlâ yaşıyorsa bu sevincimi daha da artıracaktır. Kendisine sağlık dileklerimin iletilmesini isterim…

07 Nisan 2012: Sn. İpek Orgut, Fahire Kozikoğlu (Sağcı) Hanımefendinin 85 yaşında ve İstanbul Fenerbahçe’de yaşaması benim için yine bir sevinç kaynağıdır. O günlerin, bu eski yarışmacısı içinde sağlık dileklerimin kendisine ulaştırılmasını dilerim.

(10 Nisan 2011)

Orhan Ünser

Eski Filmleriniz Parlatılır

Bazı kitaplar vardır, yıllar önce çıkmıştır, adı ortalıklarda dolaşır durur ama baskıları tükendiği için kitapçılarda bulunmaz, onları aramak için sahaf dükkânlara gidebilir, raflara bakarak veya sahafa doğrudan sorarak arayabilirsiniz. Yine bazı kitaplar vardır, -hele bizde, ilk baskıları harf devriminden önce basıldığı için Arap harfleri ile olan ama yeni harflerle basılmış ve iç kapağında “sadeleştirilmiş” ibaresi bulunan basımlarını kitapçılarda da bulabilirsiniz. Her iki tür kitabın bazılarının uzun zaman aralarıyla, bazılarının ise sık sık yeni basımları ile karşılaşırsınız, kitapçılarda. Bu yeni basılan kitaplarda, eski basımlardan da söz edildiği olur, kapakları tamamen değişmiş, kâğıtları eskisine göre yeni, ciltleme ise son teknik iledir. Bazı kitaplar kaybolup gider, eski -ilk?- baskılar belki sahaflara düşer fakat bazı kitaplarda eski veya yeni basımları ile kitapçılardan eksik olmaz.

Ya filmler… Filmler (sinema) kitaplardan çok daha fazla sayıda kişiye hitap etmesine, izlenmesi (okunması?) çok daha kısa sürmesine (bir film boyunca) rağmen, kısa bir gösterim süresinden sonra kaybolup giderler. Eskiden, yeni (son) filmler ile birlikte ikinci film olarak gösterilme şansını elde edenler vardı. [Özellikle Anadolu sinemalarında yeni (ilk vizyon) film yanına ikinci film olarak konulurlardı.] Az sayıda film ise gerek yönetmeni, gerek oyuncusu veya başka nedenlerle, özel gösterim yapan sinema kulüpleri, toplu gösteriler veya festivaller nedeniyle -eski tarihli de olsalar da- seyirciye sunulurlardı. Bu tip eski filmlerin, meraklıları dışında, son gelişmiş teknikler ile çekilmiş filmlere alışık seyirci tarafından ne kadar izlenir olduğu incelemeye değer bir konudur. Hele, sinema öğrencileri arasında bile “siyah / beyaz” filme hayret edip, bir garabetmiş gibi görenlerin olduğu ülkemizde…

Evet, eski filmler, adları zaman zaman anılsa da çoğu ortaklıkta görülmeyen filmler; arada bir yapılan seyirci (veya sinema çevresindeki) soruşturmalarla adları hatırlanan filmler; bunların özel gösterimler dışında, sinemalarda seyirciye sunulduğu -istisnalar* var mı, bilemiyorum- pek görülmemiştir.

Yukarıdaki başlığı bir gazetede gördüm. Yazısında, Bereketli Topraklar Üzerinde filmi ile başlanılan yenileme (parlatılma – ?) işleminden söz ediliyordu. Bereketli Topraklar Üzerinde, Orhan Kemal’in 1954’de yayınlanan romanı. Edebiyatımızın (bu arada Orhan Kemal’in) en iyi romanlarından biri. Romanı 1979’da (ikinci filmi olarak) Erden Kıral, sinemaya uyarladı. (Hem Kıral’ın, hem sinemamızın en iyi filmlerinden biri) Film, yıllardır kayıptı, sonunda bulundu (Almanya da mı ?) Ve elden geçirilerek (parlatılarak!) yeni kopya hazırlandı.

Vurun Kahpeye, Halide Edip Adıvar’ın 1929’da yazdığı romanı. Roman, 1949 yılında Lütfi Akad tarafından sinemaya uyarlandı; Akad’ın tamamını çektiği ilk film olarak. Akad için 1952’de Kanun Namına ile sinemacılar dönemini başlattı derler (Nijat Özön) ama sinemacılar dönemini Vurun Kahpeye ile başlatan sinema yazarlarımızda mevcut (Â. Ş. Onaran). Vurun Kahpeye, sonradan Orhan Aksoy (1964) ve Halit Refiğ (1973) tarafından iki kez daha sinemaya uyarlandı. Bu arada roman kaç yeni baskı yaptı bilmiyorum ama sayılan üç film, çevrim sonralarında gösterime çıkarıldı, ya sonra… Akad’ın 1949 yapımı filmi elden geçirilerek (parlatılarak) yeniden gösterime hazırlandı.

Memduh Ün, oyunculuktan sonra 1955 yılında Yetim Yavrular’la yönetmenliğe başladı fakat sinemada adını 1959 yapımı Üç Arkadaş ile duyurdu. Üç Arkadaş o zamandan beri sinemamızın hep hatırlanan filmlerinden biri oldu, naif konusuna rağmen ve haklı olarak. Senaryo, (aşamalı olarak) Aydın Arakon, Metin Erksan, Muammer Çubukçu, Ertem Göreç, Atıf Yılmaz ve Memduh Ün’ün (hepsi de yönetmen) elinden çıkmıştı. Memduh Ün’e sinemada yönetmen**-lik yolunu açan bir film oldu. Film (Üç Arkadaş) 1971 yılında yine Memduh Ün tarafından aynı çekim senaryosu ile bu kez renkli olarak tekrar çekildi. İlk çekimindeki aldığı “olumlu” tepkileri almadı. Renkli olması o kadar önemli değildi fakat yeniden çekilmeli mi idi… -orası tartışılabilir. İlk (1959 versiyonu) elden geçirilerek (parlatılarak) gösterime hazırlandı.

Atıf Yılmaz 1977’de yaptığı uyarlamada, Cengiz Aytmatov’un Selvi Boylum Al Yazmalım’ını kullandı. Yaptığı film, bir aşk filmi idi ama -hak ettiği- sinemamızın en güzel aşk filmlerinden biri (belki birinci-si!) unvanına layık bir film; sineması ve tartışmaya açtığı, “sevgi neydi?” sorusu ile… Sevgi-nin emek olduğu yanıtı, hem filmi diğer aşk filmlerinden ayırıyor, hem de yakıştırılan ayrıcalığı haklı kılıyordu. Film, geniş kitleler için geçerliliğini koruduğu bir dönemde yeniden elden geçirildi (parlatılarak) ve yeni hali ile gösterime hazırlandı.

Son olarak, iki film parlatıldı. Umut (Güney – 1970) ve Gurbet Kuşları (Refiğ – 1964). Umut (Güney) Yılmaz Güney’i anma nedeni ile kotarılan bir etkinlik grubu içinde onarılarak (elden geçirilerek) yeniden gösterime hazırlandı… Gurbet Kuşları (Refiğ), Turgut Özakman’ın Ocak adlı oyununun hayli değişmiş biçimi ile Orhan Kemal ve Halit Refiğ eliyle yazılan senaryosundan, Halit Refiğ tarafından çekilir. 1964 de 1.si yapılan Antalya Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünü alan film, Refiğ’in de önemli filmlerinden biri olması yanında sinemamızın da önemli filmlerinden biridir. Yenilenen (parlatılan) halinin gösterilmesi ile birçok beklentileri giderecektir.

İmdi, sinema tarihimizde yer etmiş, çekim tarihleri farklı altı filmimizin yenilenmiş halleri ile (artık “parlatılmış” tabirini kullanmayacağım) yeniden gösterilir duruma getirilmesi sevindirici bir olaydır da… Bu gösterimler -izleyebildiğim veya öğrenebildiğim kadarı ile- hep, özel gösterimlerde, çağrılan bir takım -normalde pek sinemada film izlemeyen- kişilerin görüşlerine sunulmaktadır. Yukarıda yazdığım gibi eski ve basımı tükenmiş kitapların yeniden basımları ve okura sunulması gibi değildir gösterimler. Gerçi kitapların yenileştirilmesi ile bir filmin yenileştirilmesi hiç bir zaman aynı şey değildir; kitabın yenileştirilmesi ile aldığı biçimin, filmin -eski- kopyasının yenileştirilmesi ile alacağı biçimin karşılaştırılmasını yapmak çok farklı şeyleri karşılaştırmak olur. Filmin bu özelliğini saklı tutarak -seyirciyi filmin ilk haline hazırladıktan sonra- yenilenmiş hali ile normal gösterim koşullarında (sinemalarda normal, seyirciye açık seanslarda) gösterime çıkarmak, neden yapılmamaktadır. Bu filmler sırf özel gösterimler için mi hazırlanmaktadır? Doğal olarak -artık- yenilenmiş halleri ile saklanacaklardır ama bu neden sınırlı sayıda film için uygulanan bir yoldur? Sinemamızda halen mevcut -şu veya bu nedenle yitip gitmemiş- birçok film sırf isim olarak anılıp durur. Neden, onları da yenileyerek -ama genel- seyirciye sunmak için hazırlamıyoruz?

Bunların maliyet masrafları mutlaka olacaktır ama bu filmleri sırf isim olarak duyan veya ancak CD (veyahut benzerleri) ile seyreden, kısıtlı, meraklı bir seyirci grubu için mi hazırlıyoruz, yoksa sinema sahiden sadece moda (güncel) filmlerin pazarımıdır. Fetih 1453 filmi çevrildi, peki konuya uzak, yakın pek çok kitapta, kitapçıda, Aydın Arakon’un İstanbul’un Fethi (1951) filmi nerede? (Eski olması, -kopya durumu hakkında hiç bir bilgim yok- isminin bile anılmaması için bir neden mi?) Konu uzatmaya çok yatkın bir konu ama bir yerde durmasını bilmek lâzım. Ben de duruyorum, yorum sizlerin…

*Editörün notu: Yenilendikten sonra Sürü / 10 Mart 2000; Bereketli Topraklar Üzerinde / 02 Mayıs 2008; Selvi Boylum Al Yazmalım ise 14 Mayıs 2010 tarihinde ticari gösterime çıkarıldı.

** yönetmen – Yazıda “yönetmen”i hep, yönetmen olarak yazdım, özellikle Memduh Ün’de Üç Arkadaş’tan sonra yönetmen olduğunu belirttim, altını çizerek. Sinemamızda başlangıçtan bu yana 500’ü aşkın kişi yönetmen olarak film çekmiştir, hele son iki yılda, yıllar ortalamasının üzerinde çok kişi yönetmenlik yapmıştır. “Yönetmen”i, bir filmin çekim sürecini yöneten kişi olarak alırsak, bu, başlangıçtan bu yana çalışan her kişinin yaptığı işin karşılığı olarak alınacak bir sıfattır -kişi başına tek tek değerlendirmesinden farklı sonuçlar çıksa da-. Bazı yönetmenler bir film, bazıları ise 100’den fazla film çekmiştir. İşin sayı ile bir ilgisi yoktur. Ama bazı yönetmenler diğerlerine nazaran yaptıkları bazı işler bakımından diğerlerinden öncelikli duruma gelirler, bunun kriteri film(ler)dir. Bu yönetmenlerden bazıları öncelikli duruma geçme durumunu bir filmde bitirirken bazıları bunu diğer filmlerinde de sürdürmüşlerdir ve bu yönetmenlere [bir veya daha fazla sayıda film yapmak farketmez (mi?)] ben yönetmen diye bir farklılık koyuyorum. Yukarıda sadece Memduh Ün için belirttim ama bu farklılık Akad, A. Yılmaz, Refiğ, Güney, Kıral içinde geçerlidir. Doğal olarak burada adı anılmayanlar içinde başkaları da var. Bu şekilde sıfatlandırılan yönetmenlerin her filminin (filmlerinin) aynı değerde olduğunu söylemiyorum (başkaları da söylemiyor). Bu değeri her zaman tutturmaları mümkün olmayabilir ama onlar (kendi özelliklerini kaybetmedikçe ve piyasaya tamamen teslim olmadıkça) yönetmen sıfatını korurlar. (Bu değerlendirme -başkalarının da katılabileceği- benim kişisel görüşümdür.)

(08 Nisan 2012)

Orhan Ünser

Şahane Misafir’in Basın Söyleşisinden Notlar: Ferzan’ın Evinde de Hayaletler Var

Usta yönetmen Ferzan Özpetek’in son filmi Şahane Misafir izleyici ile buluşmaya hazırlanıyor… 15 Mart’ta İtalya’da vizyona giren film, 06 Nisan’da da Türkiye’de gösterimde olacak. Cem Yılmaz’ın konuk oyuncu olarak yer aldığı Şahane Misafir filminin Türkiye hakları CMYLZ Fikir Sanat ve Fida Film’e ait. Filmin yapılan basın gösteriminin ardından Yönetmen Ferzan Özpetek ve Cem Yılmaz basın mensupları ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdi. İşte o söyleşiden notlar:

* Başka bir ülkede yabancı oyuncularla çalışmanın aslında çokta zor olmadığını söyleyen Cem Yılmaz, “Türkiye’deki set ortamı nasılsa orada da benzer şeyler yaşadım. Tek fark, onların çalışma saatleri daha konforlu, insanlar sette 1 gün çalıştıktan sonra evine gidip ‘bugün ne yapsam’ diye düşünebiliyor.” dedi.

* Türkiye’deki filmlerinin hiç bir zaman büyük bir izleyici kitlesi ile buluşmadığını söyleyen Özpetek, bunun nedenini ise filmlerinin İtalyanca olmasına bağladı.

* Şahane Misafir’de, misafir oyuncu olarak yer aldığının altını çizen Cem Yılmaz, “Arkadaşım bana böyle bir hediye verdi ve bu işin içinde olmak çok neşeliydi.” dedi. Özpetek ise, “Cem misafir oyuncu gibi geldi ama yavaş yavaş rolünü açtırdı ve uzattı.” dedi.

* Filmde odanın içinde farkedilmeyen sığınak benzeri bir oda var ve Cem Yılmaz bu odanın bir benzerinin Ferzan Özpetek’in evinde de olduğunu söyledi. Bunun üzerine salonda gülüşmeler yaşandı ve Özpetek basın mensuplarına, “Gülmeyin doğru söylüyor, gerçekten evimde böyle bir oda var. 2. Dünya Savaşı’nda kullanılmış ve bir Yahudi o odada tam 1 yıl yaşamış.” dedi. Cem Yılmaz ayrıca Özpetek’in evinde hayaletler de olduğunu söyledi. Özpetek ise “Keşke olsa” diyerek Yılmaz’a cevap verdi.

* Keyifli sohbet bir ara sanki Cem Yılmaz’ın sahne şovuna dönüştü. Özpetek’in ayrıca çok güzel yemekler yaptığını söyleyen Yılmaz, yönetmen arkadaşının çekim sırlarını da açığa çıkardı. Filmde gerçekleşen yemek sahnelerinden sonra masadaki hiç bir yemeğin tadına bakamadığını söyleyen Cem Yılmaz, Ferzan Özpetek sinemasındaki yemeklerin sadece dekor olarak kullanıldığını ve usta yönetmenin oyunculara yemeklerin hiç birini yedirmediğini söyledi. Anlaşılan o ki, Cem Yılmaz yemekleri ile meşhur İtalya’dan gözünü doyurup midesini doyuramadan geldi.

Kısacası yemekti, gizli odaydı, evdeki hayaletlerdi derken sohbet tam akmaya başlamıştı ki bir anda filmin basın danışmanları tarafından bitirildi. Bizimde aklımızda işte bu keyifli sohbet kaldı. Şahane Misafir’i gidip izleyin derim. İşte size izlemeniz için bir kaç neden:

* 2010 yılında Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü alan filmin başrol oyuncusu Elio Germano’nun bu tatlı performansını izlemeniz için…

* Hayalet Yusuf Antep’e hayat veren Cem Yılmaz’ın “ağlarken nasıl güldürdüğünü” görmek için…

* Sezen Aksu şarkılarının Ferzan Özpetek sinemasına ne kadar yakıştığını bir kez daha anlamak için…

* Veee “Keşke benimde evimde böyle hayaletler gezse!” duygusuna kapılmak için…

(03 Nisan 2012)

Yeliz Bozkurt

Baharla Gelen Festival Başlıyor

31. Uluslararası İstanbul Film Festivali, 31 Mart-15 Nisan tarihleri arasında 200’ün üstünde filmle Beyoğlu, Atlas, Fitaş 1, Fitaş 4, Pera, City’s ve Rexx’te sinemaseverlerle buluşuyor. En ucuz bilet beş lira.

Baharla özdeşleşmiş Uluslararası İstanbul Film Festivali, insanda müthiş hatıralar oluşturuyor. Yeni sinemacılara ilham veriyor. Şehre canlılık getiriyor. Bu yılki festivalde 200’ün üzerinde film gösteriliyor. Festival filmleri Beyoğlu’nda Atlas, Beyoğlu, Pera, Fitaş 1, Fitaş 4, Kadıköy’de Rexx, Nişantaşı’nda City’s sinemalarında gösteriliyor. En ucuz biletler hafta içi gündüz seanslarında beş lira. Festivalin bilet fiyatları enflasyonun önünde koşuyor her zamanki gibi. “Altın Lale Ulusal Yarışma”da 12 film yarışıyor. Jüri başkanlığını da şair-yazar Murathan Mungan üstleniyor. 11 filmin yarıştığı “Altın Lale Uluslararası Yarışma”nın jüri başkanlığını da önemli yönetmenlerimizden Nuri Bilge Ceylan yapıyor. Festival filmleri 27 bölümle sinemaseverlere ulaşıyor. Ama, hemen İrlandalı Mark Cousins’in 15 saat süren sinema üzerine 2011 yapımı “The Story of Film: An Odyssey-Filmin Hikâyesi: Uzun ve Maceralı Bir Yolculuk” epik belgeselini hatırlatmalı. Bu belgesel, sinemaseverler için gerçek anlamda bir macera olacak.

Yarışma filmlerinden…

St. Petersburg’da doğmuş, ailesiyle Amerika’ya göç etmiş Rus yönetmen Julia Loktev’in yönettiği 2011 yapımı “The Lonelist Planet-Yalnız Gezegen” filminin başrolünde Gael Garcia Bernal var. Çeşitli uluslararası film festivallerinden ödüller kazanmış filmin hikâyesi, Gürcistan’da, Kafkaslar’da geçiyor. Mutlu bir çiftin peşine takılıyor kamera. Çiftin, otobüsle ve trenle huzurlu yolculukları Kafkaslar’da sürüyor. Önce romantik haller, sonra korku filmi tadı. Loktev’in bu filmini, Bertolucci’nin 1990 yapımı “Sheltering Sky-Çölde Çay” filminin ruhuyla buluşturanlar da olmuş. Ama asıl ilham Amerikalı yazar Tom Bissell. Yönetmen, yazarın “God Lives in St. Petersbug: Expensive Trips” (Tanrı St. Petersburg’da Yaşıyor: Pahalı Geziler) kitabından bilgi anlamında beslenmiş. “Uluslararası Yarışma”da öne çıkan Ermeni kökenli Fransız yönetmen Robert Guédiguian’ın 2011 yapımı “Les Neiges du Kilimandjaro-Kilimanjaro’nun Karları”, Ernest Hemingway’in kısa hikâyesinin adını ödünç almış. Değerli sosyalist yönetmen Guédiguian, işsiz ve yaşlı bir tersane işçisinin bir soygunla yerle bir olan hayallerini etkileyici bir dille anlatıyor. İranlı yönetmen ve fotoğraf sanatçısı Amir Naderi’nin Japonya’da çektiği sinema aşkına adanmış “Cut” filmi yarışmanın en büyük adaylarından. Naderi’nin görsel dünyasının çok zengin olduğunu belirtmeliyiz. “Ulusal Yarışma”da en öne çıkan Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı” filmi. Demirkubuz filmini Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” (Zapiski iz Podpolya) romanından çekmiş. Psikanalitik ve varoluşçu bu roman perdeden nasıl yansıyacak? Zazaca çekilmiş 2011 yapımı “Ana Dilim Nerede?” filmi de var. Veli Kahraman’ın yönettiği bu film, dil üzerine bir travma.

Sinema müzikle buluşur…

Martin Scorsese ustanın vakti zamanında sinema perdesinde gördüğümüz “New York New York”, hem bir şehre hem de müzikâl filmlere adanmış büyük bir film. Bu filmde saksafoncu Jimmy’nin şarkıcı Francine’e duyduğu büyük aşka dokunuyorsuz. Jimmy, iş için konuşmaya başlayacakken Francine öne bir adım atıyor ve “New York New York” şarkısını söylemeye başlıyor. Sinemanın en unutulmaz sahnelerindendir bu. Filmde Robert de Niro ve Liza Minelli var. Frank Sinatra’nın ünlendirdiği “New York New York” şarkısı bu filmde ilk defa duyulmuştu. Sinatra bu şarkıyı 1979 yılında kaydetmişti. Filmin görselliğine doyamıyorsunuz. 1970’lerin sinemasını perdede görmek heyecan verici. Kamera açıları ve ışık düzenlemeleri büyüleyecek. De Niro’nun saksafonla solo yaptığı sahneyi hem seyretmeye hem de dinlemeye doyamıyorsunuz. Scorsese, “New York New York” için, “setinde en huzur bulduğum filmdi” demişti yıllar sonra. Alan Parker’ın sinemaskop ve “dolby digital” ses düzeniyle görülmesi gereken büyük filmi 1982 yapımı “The Wall-Duvar”, Pink Floyd’un aynı adlı albümünün görselleşmesi. Zamanında sinema perdesinde seyretmeye doyamadığımız bu modern müzikâl, İngiliz eğitim sistemine ağır eleştiriler getiriyordu. Filmde ünlü şarkıcı Bob Geldof var. Pink Floyd, rock opera bu albümünü 1979 yılında yayımlanmış ve ardından İngiltere’de yasaklanmıştı. Az diyaloglu ve ağırlıklı olarak animasyon görüntülerden oluşan bu film bir klâsik şimdi. Elbette Pink Floyd’un “The Wall” albümündeki muhteşem şarkıları da dinliyorsunuz o animasyon görüntülerle. Nazilerin kamalı haçlarını çağrıştıran çekiçlerin askeri yürüyüşü, çocukların öğretmen tarafından kıyma makinesine atılışı, sevgiyle birbirlerine sarılan çiçeklerin birden kavgaya tutuşmaları aklınızdan hiç çıkmayacak belki. Pink’in, örülen duvarın ardına “Orada kimse var mı” yakarışı, modern zamanlardaki yabancılaşmanın ve iletişimsizliğin uç noktası belki.

Yıllara meydan okuyorlar…

İspanyol kökleri olan 1943 doğumlu Fransız yönetmen André Techiné’nin 2011 yapımı “Impardonnables-Affedilmeyenler”, muhteşem André Dussollier ve Carole Bouquet’yi bir araya getiriyor. Bir polisiye yazarının Venedik’te sakinliği ararken aşka düşüşünü görselleştiriyor. Filmde polisiye tatlar da var. Sinemaskop çekilmiş bu filmde Venedik’e aşık olma ihtimali var. Büyük Rus yönetmen Tarkovski’nin ruhunu taşıyan 1951 doğumlu Aleksandr Sokurov, 2011 yapımı “Faust” filmini Goethe’nin oyunundan ve Yuri Arabov’un kitabından sinemaya uyarlamış. Bu film, 68. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” kazandı. 19. yüzyılın başlarında geçen filmde, Faust ruhunu Mefisto’ya satıyor. Rusya’nın başkanı Putin bu filmi önemli bulmuş. Venedik’te jüri başkanı da olan önemli Amerikalı yönetmen Darren Aronofski “Faust” için, “Hayatınızı değiştirecek film” demiş. 1996 yapımı “Profundo Carmesi-Koyu Kırmızı” filmiyle tanıdığımız 1943 doğumlu Meksikalı yönetmen Arturo Ripstein’ın 2011 yapımı “Las Razones del Corazon-Gönül Lâf Dinlemez” filmiyle festivalde. Film, Flaubert’in “Madam Bovary” klâsiğini 1950’lere uyarlıyor. Siyah-beyaz çekilmiş bu film dışavurumcu estetiğiyle sanatseverleri büyüleyebilir. 1948’de Cezayir’de doğmuş Fransız çingene yönetmen Tony Gatlif, filmlerini çingenelere adıyor daima. Festivalde 2012 yapımı “Indignado-Öfkeliler” belgeseli gösteriliyor. Senegalli göçmen Mamebetty Honoré Diallo kendini oynuyor Betty adıyla bu belgeselde. Toplama kampından kurtulmuş 1917 doğumlu Yahudi Stéphane Hessel, 2010 yılında “Indignez-vous”, yani “Öfkeliler” makalesi yayımladı. Ekonomik krizle beraber İspanya’da “Güneş Kapısı” (Puerta del Sol), ABD’de “Wall Street’i İşgâl Et” (Accupy Wall Street) gibi önemli protesto hareketlerini başlatmıştı. Belgesel ayrımcılığa uğrayanlara, göçmenlere, sığınmacılara, yoksullara ve benzer durumda olanlara adanmış. İtalyan sinemasından Paolo ve Vittorio Taviani’nin 2012 yapımı “Cesare Deve Morire-Sezar Ölmeli” filmi gösteriliyor. Taviani kardeşlerin bu renkli ve siyah-beyaz filmi, 62. Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” kazanmıştı. Almanların muhafazakâr bulduğu filmde gerçek mahkûmlar da oynuyor. Roma’daki Rebibbia Cezaevi’nde Shakespeare’in “Jül Sezar” oyunu sahneleniyor. Mahkûmlar da oyuna katılıyor.

Akbank Galaları’ndan düşenler…

İngiliz yönetmen Michael Winterbottom’ın 2011 yapımı “Trishna”, İngiliz yazar Thomas Hardy’nin 1891 yılında yayımlanmış “Tess of the d’Urbervilles” romanından uyarlandı. Bu romanı ünlü yönetmen Roman Polanski de 1979 yılında “Tess” adıyla uyarlamıştı. Winterbottom, bu romanı günümüz Hindistan fonunda çekmiş. Film, yoksul genç kız Trishna’nın dramını gerçekçi bir dille anlatıyor. Trishna, yoksul ailesine ekonomik olarak destek için yakın turistik bir şehirde garsonluk yapıyor. Filmde göreceğiniz yorguluklar gerçek. Yönetmen oyuncularına doğaçlama yapma fırsatı da vermiş. Filmde diyaloglar da az. “Trishna” filminde gelir adaletsizliklerini açıkça görüyorsunuz. Martin Scorsese usta, 2011 yapımı “George Harrison: Living in the Material World-George Harrison: Fani Dünyaya Karşı” belgeseliyle Beatles hayranlarına sesleniyor. Belgesel, Beatles ve bu muhteşem müzik grubunun gitaristi Harrison hakkında her şey. 1998’de “Shakespeare in Love-Aşık Shakespeare”, 2001’de “Captain Corelli’s Mandolin-Corelli’nin Mandolini”, 2005’te “Proof-Kanıt” gibi etkileyici filmler yapan İngiliz yönetmen John Madden’ın 2011 yapımı “Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili-The Best Exotic Marigold Hotel” filmi gösteriliyor. Filmde, İngiliz emeklilerin Hindistan’daki egzotik tatilleri anlatılıyor. Kieslowski ustanın unutulmaz üçlemesinin ikinci filmi 1993 yapımı “Trois Couleurs: Blanc-Üç Renk: Beyaz” filmiyle tanıdığımız Amerikan-Fransız karışımı oyuncu-yönetmen Julie Delpy, 2007’de çektiği “2 Days in Paris-Paris’te 2 Gün” filmine karşı bu defa 2012 yapımı “2 Days in New York-New York’ta 2 Gün” filmini yapmış gibi. Delpy, iki kültüre de ait. Oyuncular ve yönetmenler bir araya gelmiş ve 2012 yapımı “Les Infideles-Sadakâtsizler” filmini yapmışlar. Filmi Emmanuelle Bercot, Fred Cavayé, Alexandre Courtes, Jean Dujardin, Michel Hazanavicius, Eric Lartigau, Gilles Lellouche yönetmiş. Jean Dujardin, Gilles Lellouche, Guillaume Canet, Mathilda May ve Sandrine Kiberlain oynamışlar. Film bir giriş (prolog), sekiz bölümden (epizottan) ve son sözden (epilog) oluşuyor. Bu film, kadınlar için erkeklere dair birçok şeyi keşfetme olabilir.

Onlar anılara karıştı…

“Anılarına” bölümünde kaybettiğimiz sinemacıların filmleri var. İngiliz yönetmen Ken Russell’ın (1927-2011), Çaykovski’nin hayatını anlattığı 1970 yapımı “The Music Lovers-Yalnız Kalpler” filmi gösteriliyor. Hayatı boyunca hiçbir kadınla olmamış büyük besteci Pyotr İlyiç Çaykovski’ye (1840-1893) Freudyen bir bakış bu film. Filmde etkileyici bir an var filmde. Bu an, Çaykovski’nin tüm hayatını etkiliyor. Çocukken annesinin çıplak ölüsünü gören küçük Pyotr, kadınlara karşı hep uzak duruyor bu travmadan sonra. Kadınların birden edip gidenler olduğunu sanıyor zihninde. Filmi seyrederken, o coşkulu müziklerin içerideki fırtınaların dışavurumu olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Şilili Raul Ruiz (1941-2011), şiirsel sinemanın önemli yönetmenlerinden kabul ediliyor. Onun, 1983 yapımı “Les Trois Couronnes du Matelot-Denizcinin Üç Altını” gösteriliyor. Filmde, bir öğrenci ve bir denizcinin üç taç etrafındaki macerası var. Sinemanın ve tiyatronun önemli sanatçılarından İngiliz Laurence Olivier’nin (1907-1989) yönettiği ve oynadığı 1957 yapımı “The Prince and the Showgirl-Prens ve Şov Kızı” gösteriliyor. Festival, Olivier ve Marilyn Monroe’yu anmış oluyor. “Yeni Alman Sineması”nın en önemli yönetmenlerinden Rainer Werner Fassbinder’in (1945-1982), Vladimir Nabokov’un romanından uyarladığı 1978 yapımı “Despair-Cinnet” gösteriliyor festivalde. Dirk Bogarde gibi muhteşem oyuncu da başrolde. Sinemanın büyük ustası Theo Angelopoulos’un (1935-2012), yakın Yunan tarihindeki trajedilere baktığı 1975 yapımı “O Thiassos-Kumpanya” gösteriliyor. Lütfi Ömer Akad’ın (1916-2011), Yılmaz Güney’e başrolü verdiği 1966 yapımı “Hudutların Kanunu” gösteriliyor. Yusuf Kurçenli de (1947-2012), Türkan Şoray’la yaptıkları “Gramafon Avrat” filmiyle anılıyor.

Mayınlı Bölge…

Sinemanın farklı filmlerinin gösterildiği bu bölümde on yapım var. Alman kameraman, senaryo yazarı ve yönetmen Jan Zabeil’ın ilk uzun filmi 2011 yapımı “Der Fluss war einst ein Mensch-Nehir Bir İnsandı”, Afrika’da, Bistvana ve Namibya’dan hikâyeler anlatıyor. Bu film, Bostvana bataklıklarıda kaybolmuş bir beyaz adam hakkında. San Sebastian Film Festivali’nde “Kutxa Yeni Yönetmeler Ödülü” kazanan Zabeil’ın filmine, kara kıtadan Avrupalılar için masal gibi macera gösteriyor deniyor. 64. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarışan Avusturyalı yönetmen Markus Schleinzer’in 2011 yapımı “Michael”, sübyancılık üzerinde duran sarsıcı filmlerden. Bu film Schleinzer’in ilk yönetmenlik deneyimi. Kırk yaşındaki sigortacı Michael, tek başına yaşıyor. Bodrum katında kilitli tuttuğu on yaşındaki Wolfgang’la “ilgileniyor…” Taylandlı yönetmen Pen-ek Ratanaruang, 2011 yapımı filmi “Fon Tok Kuen Fah-Beyninden Vurulmuş”, 62. Berlin Film Festivali’ne de katılmıştı. Dürüst bir polis, güçlü bir politikacı tarafından şantaja uğruyor, ardından ihanet, yolsuzluk ve entrika içinde buluyor kendini. Yönetmen Ratanaruang için, Tayland sinemasının “auteur”ü deniyor. Bu filme de varoluşsal kara film demişler. Kamera açıları çarpıcı. Güney Koreli yönetmen Kim Kyung-mung, 2011 yapımı “Jooltak Dongshi-Yurtsuzlar” filminde kaçak Kuzey Koreli Joon’un peşine takılıyor.

Devrimin Filmini Çekmek…

“Arap Baharı”nın sineması bu yıl festivalin konuğu. İran’da anonim çekilmiş “Fragments d’Une Revolution-Bir Devrimden Parçalar”, 2009 yılındaki seçimlere ve protestolara bakıyor. Kahire’de devrimin simgesi Tahrir Meydanı’ndaki eylemleri yansıtan Sicilyalı yönetmen Stefano Savona’nın 2011 yapımı belgeseli “Tahrir: Özgürlük Meydanı”, televizyon ekranlarından gördüklerinizi yakından yansıtıyor. Hanan Abdalla, Mısır Devrimi’ni dört kadının gözünden anlattığı 2012 yapımı “In the Shadow of a Man-Bir Erkeğin Gölgesinde” belgeseli de öne çıkıyor. Tunus Devrimi’ni anlatan Mourad Ben Cheikh’in 2011 yapımı belgeseli “La Khaoufa Baada Al’Yaoum-Artık Kokmak Yok”, bu devrimi tüm ayrıntılarıyla gösteriyor. Elyes Baccar’ın 2011 yapımı “Rouge Parole-Kızıl Söz” belgeseli de Tunus’a kamera çevirmiş. Ukrayna’daki “Turuncu Devrim”den gelen Andrey Zagdananski’nin 2007 yapımı belgeseli “Orange Winter-Turuncu Kış” da önemli. Arap isyanının simge filmi, İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo’nun 1966 yapımı siyah-beyaz politik başyapıtı “La Battaglia di Algeri-Cezayir Savaşı” filmi. Bu film, Fransa’da yıllarca yasaklandı. Bununla kalmadı, Fransa hükümeti yönetmeni işsiz bıraktı ve neredeyse açlığa mahkûm etti.

Bir Sinema Geleneği: Wuxia…

2012 Türkiye’de Çin Kültürü Yılı için festivalde Çin sinemasının muhteşem dönemsel filmleri gösteriliyor. “Wuxia”, basit anlatımla Çinli savaşçılarının kurgusal yansıtılması. Bu bir edebi tür, sanatın çeşitli alanlarıyla anlatılabiliyor. Bu kelime “dövüş sanatı” anlamına geliyor. Zhang Yimou’nun iki filmi gösteriliyor. İlki 2002 yapımı “Ying Xiong-Kahraman”, görselliğiyle sinemanın geldiği son noktalardan. Hikâye, MÖ 227’de Qin Kralı döneminde geçiyor. Muhteşem kameraman Christopher Doyle’un seyretmeye doyulmaz estetik fotoğrafları insanı yerden kesiyor. Besteci Tan Dun’un tınılarına kulak vermek gerekecek, kesinlikle. Ustanın 2004 yapımı “Shi Mian Mai Fu-Parlayan Hançerler”, perdede seyretmeye doyulmaz Zhang Ziyi’nin baştan sona gösterisi gibi. O eski Hong Kong filmlerindeki gibi havada uçuşlar, dövüş sahneleri tam anlamıyla estetik bir gösteri. Perdede Çin resim sanatını izler gibi oluyorsunuz. Bu defa hikâye MS 859’da geçiyor. Hanedansa Tang. Hong Kong doğumlu yönetmen Ronny Yu’nun 2006 yapımı “Huo Yuan Jia-Korkusuz” filminin hikâyesi 1900’lerin başında geçiyor. Yu’nun diğer filmi, 1993 yapımı “Bai Fa Mo Nu Zhuan-Beyaz Saçlı Gelin” dövüş filmi. Hong Konglu Su Chao-pin ve John Woo’nun ortak yönettikleri 2010 yapımı “Jian Yu-Katiller Devri”, bir Hint efsanesinden yola çıkmış. Tsui Hark’ın yönettiği 1983 yapımı “Xin Shu Shan Jian Ke-Büyülü Dağın Savaşçıları” filminde dövüş bol. Tayvanlı yönetmen Ang Lee’nin 2000 yapımı “Wo Hu Cang Long-Kaplan ve Ejderha”, dört dalda Oscar kazanmıştı. Filmde Türkçe kelimelerde duyuyorsunuz. Büyük yönetmenlerden Wong Kar Wai, 1994 yapımı “Dung Che Sai Duk-Zamanın Külleri” filmiyle bir distopya yaratıyor. Eski Çin’de geçen film, geçmişten günümüze karamsarlık gönderiyor. Filmin görselliği çok zengin ve gerçeküstü. Christopher Doyle’un görüntülerine dikkat. Roel L. Garcia ve Frankie Chan’ın müzikleri muhteşem.

GÖZDEN KAÇMASIN:

Yeraltı
Kilimanjaro’nun Karları
New York New York
Faust
Sezar Ölmeli
Yurtsuzlar
Hudutların Kanunu
Cezayir Savaşı
Kaplan ve Ejderha

DİKKAT, AYRINTI:

Duvar
Gönül Laf Dinlemez
Öfkeliler
Trishna
George Harrison: Fani Dünyaya Karşı
Sadakâtsizler
Beyninden Vurulmuş
Yalnız Kalpler
Cinnet
Filmin Hikâyesi: Uzun ve Maceralı Bir Yolculuk
Kahraman
Zamanın Külleri

(30 Mart 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Kasabalı Kahvede Kurtlar Vadisi’ni İzlerken Ben de Onları İzliyordum

Çoğumuz kumsalda yürürken kıyıya vuran deniz kabuklarını elimize alıp ya sesini dinlemiş ya da içine bir göz gezdirmişizdir. Acaba bir yerlerde sıkıştırılmış bir not bulabilir miyiz diye. Ya da şişeler aramıştır gözlerimiz, içinde bir aşk mektubu bulmak için… Güzel hikâyeler anlatılırdı bize çocukken, uzaktaki sevgiliye yazılan bir mektup, şişenin içine koyulur ve salınırdı mavi denizlere… Peki, sevdiğine ulaşabilecek miydi o mektup, yoksa başka bir aşığın ellerinde mi kalacaktı? İşte geçtiğimiz Cuma vizyona giren El Yazısı filmi tam da bu tat da bir film… “Herkesin veremediği bir aşk mektubu vardır.” diyor Yönetmen Ali Vatansever ve heyecanla ilk uzun metraj filmini anlatıyor bize…

Gülümseten, aynı zamanda da hüzünlendiren bir film “El Yazısı.” Filmin hem yönetmenliğini hem de senaristliğini üstlendiniz. İç içe geçmiş birçok hikâye ve birçok kahraman… Nasıl ortaya çıktı bu film?

“Yerde, sararmış bir mektubun bir parçasını bulsanız ve üzerinde ‘sen benim hayatımın anlamısın’ yazsa ne düşünürdünüz?” düşüncesinden yola çıktım. Bir mahallede kısa film fikriydi bu. Birçok kişi o parçayı bulup rüzgâra bırakıyorlardı ve o eski kâğıt onlara kendi hayatları ile ilgili karar aldırmaya çalışıyordu. Bu kısa film fikrinden ortaya çıktı ve filme dönüştü.

Tabi ki bu filmin şu anki halini alması epey zaman almıştır öyle değil mi?

Evet bu proje yıllara yayıldı. 2008 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde senaryo geliştirme ödülü alınca dedik ki demek ki bu senaryo hayata geçebilir. Arkadaşlarımız, “Bu parayı prodüksiyon için saklayın, size çok gerekecek” dedi ama biz parayı senaryoyu geliştirmek için kullandık. İtalya’dan iki senaryo geliştirme doktoru bulduk. Filmde müthiş bir Akdeniz kanı var ve bizim senaryo doktorlarımız da bizi çok iyi anladılar.

Siz kültürümüzü çok iyi tanıyorsunuz ki bunu çok iyi yansıtabilmişsiniz filmde…

Senaryonun ilk taslağı hazırlanırken Göynük’ü bulduk ve çok uzun süre Göynük’te kalıp senaryoyu yazdım. Otelde sürekli camdan dışarıyı izliyordum, kahveye gidip kasabalıyı yakından tanıdım. Herkes toplanıp Kurtlar Vadisi’ni izlerken ben saatlerce onları izliyordum.

Filmden çıktıktan sonra bavulunuzu toplayıp oralara gitme isteği geliyor insana. Yani açıkçası bana öyle geldi. Göynük manzarası ile sizin kareleriniz birleşince masalsı görüntüler çıkmış ortaya…

Göynüğü bulmadan önce Mudurnu, Taraklı başta olmak üzere birçok yer gezdik. Göynük’ü bulunca başka yere gitmek istemedik. İki yamaca yaslanmış bir kasaba, ortada bir Zafer Kulesi vardı. En önemlisi de eskiyi koruyan ve enerjisi çok yüksek bir kasabaydı. Bizim filmin en büyük avantajı, erken zamanda mekâna karar vermemiz ve o mekâna göre yazılmış olmasıdır. Zaten senaryonun çıkış noktalarından biri de Ferhat ile Şirin’di. Filmin içindeki Ferit ve Saniye hikâyesi oradan geliyor.

Sayenizde Göynük halkı da oyunculuğa adım atmış oldu… Çok doğal bir tat vermişti bence, kasabalının kısa kısa repliklerle filme dâhil olması…

İnci Teyze vardı meselâ. Önce yanına gidip sordum, “Teyzeciğim siz köyden kız alır mısız?” diye, “Almayız.” dedi. “Neden?” dedim. “Alsak bile biz onun yedi ceddine bakarız” dedi. Yani her şeyi kendi doğallığıyla aktarmaya çalıştık. Kasabayı ve kasabalıyı olduğu gibi anlatmak ona bir masalsılık da katıyor açıkçası. Benim anlatmaya çalıştığım bir derdim vardı ve bu dert sadece kasabaya özgü bir dert değil. Bizim şehirde de gördüğümüz ama fark etmediğimiz bir mahalle baskısı kavramı var.

Kasabalı, okullarına gelecek olan İngilizce öğretmenini bekliyor ama Fransız bir turist geliyor ve her şey altüst oluyor…

Ragıp dışında herkesin özgürlüğünü kaybettiği bir kasaba ve diğer taraftan yeni gelenlere karşı ne kadar açık oynayan bir halk var…

Kasabanın öğretmeni beklemesi ve sonrasından yaşananlar tam da “Güleriz ağlanacak halimize” durumu yaşatıyor izleyiciye. Anadolu’da çok yaşanan bir durum ve fıkralara konu olacak türden öğretmenin kasabaya gelişi…

Kesinlikle böyle. Ama bu durum da tamamen iyilikten ve misafirperverlikten kaynaklanıyor…

Bu arada çocuk oyuncularına bayıldım. Ragıp karakterinin o şaşkın ve afacan halleri çok tatlıydı.

Çocuk oyuncu en büyük korkumuzdu. Ama çok iyi çalıştık. Deniz Ali ve Ezgi çok akıllı çocuklar, sürekli oyunlar yarattık onlara ve istediğimiz oyunu aldık.

Bu film sinemaseverlerin desteği ile çekildi. Bu çok önemli bir durum, biraz bahseder misiniz?

Sosyal medyada yükselen yeni bir finansman metodu ortaya çıktı. Sosyal medya hayatımızdaki birçok şeyi değiştirdi. Biz filmi yaparken para bulmakta çok zorlandık. “Ne yapabiliriz?” diye düşünürken projemizi internete koyalım, insanlar projemizi okusunlar ve eminim ki bu projeye dâhil olmak isteyen insanlar olacaktır diye düşündük. Projemizi yurt dışındaki bir internet sitesine koyduk ve neler yapacağımızı anlattık. 15.000 Dolar toplandı ve biz sinemaseverlerin de desteği ile böyle bir film çektik. Sonunda da onlara verdikleri destekten ötürü teşekkür amaçlı filmin DVD.si vb. gibi hediyeler verildi.

“Bu filmde, ufakta olsa benim de bir payım var” demek çok önemli bence. Sanata destek oluyorsunuz…

Sinemanın geleceği bence burada, sinema artık ekranda duran, bitmiş, iki saatlik, sizin de uzaktan izlediğiniz bir şey değil! Sinemanın, insanların müdahil olduğu ve size destek verdiği bir kültür haline gelmesi lâzım. Bunu başaramazsak sinema hâlâ bir odada bizim ticari sıkıntılar yüzünden insanlara ulaşamadığımız bir alan olarak kalacak. Sinemada öncelik para kazanmak değil, sinemaya ihtiyacı olan insanlara ulaşmak.

Genel olarak bakıldığında yapımcılar sinema salonlarında filmlerine yer bulamamaktan yana dertli. Ve bu sorun birçok yerli filmde boy göstermeye başladı. Siz de 35 kopya ile gösterime girdiniz. Salon sıkıntısı yaşıyorsunuz değil mi?

Bu durumu herkesin dile getirmesi gerek bence. Biz bu filmi sadece para kazanmak için yapıyor olsaydık üç yıl uğraşmaz, erken zamanda bırakırdık. Dolayısı ile tüm riski alan bizlerin beklentileri, motivasyonları, amaçları ile sinema salonlarının amaçları uyuşmadığı için böyle bir sıkıntı var. Bizim gibi orta ve küçük bütçeli, “sadece bir şekilde bu işi, ticaret olarak yapalım, senaryomuzu ticarete göre süsleyelim ve ona göre motive edelim” beklentisinin ötesinde olan herkesin otomatik olarak karşısına sinema salonları çıkıyor. Buradaki en büyük sıkıntı da tüm riski hiç kimse almıyor, sadece biz alıyoruz. Düşünsenize biz filmimizde kaderini kendi eline almaktan bahsediyoruz. “Gidip başkalarını dinleme kendi adımını at” diyoruz ama öyle bir noktaya geldik ki biz kendi filmimizin kaderini belirlemiyoruz. Biz bu filmi yaptık, şimdi kaderimiz başkalarının ellerinde. Filmi Bolu’da çektik ama Bolu’da vizyona giremiyoruz. Bu ülkede sadece sinema yaparak ayakta kalması gereken insanlar olması lâzım ve biz bunu bu şekilde sağlayamayız. Herkes haklı, bizde haklıyız ama bir şekilde bu duruma toplanıp dur demeliyiz. Bu durumu dile getirdiğimizde bize “tek çıkış yolunuz ticari film yapmak” diyorlar. Ama biz sadece ticari film yapmak istiyor olsak bu kadar derdimiz varken neden yapalım ki? Bizim derdimiz ticari film yapıp gülüp eğlenmek değil, biz insanlar bir film izledikten sonra yanlarına bir şey kalsın istiyoruz.

Teşekkürler…

(28 Mart 2012)

Yeliz Bozkurt

Fotoğraflar için Hande Arslan Yazıcı’ya teşekkür ederiz.

Kıyamet Sonrası Bir Distopya

Açlık Oyunları (The Hunger Games)
Yönetmen: Gary Ross
Roman: Suzanne Collins
Senaryo: Billy Ray-Suzanne Collins-Gary Ross
Müzik: T Bone Burnett-James Newton Howard
Oyuncular: Jennifer Lawrence (Katniss), Josh Hutcherson (Peeta), Woody Harrelson (Haymitch), Donald Sutherland (Snow), Stanley Tucci (Caesar), Wes Bentley (Seneca), Willow Shields (Primrose), Liam Hemsworth (Gale) Elizabeth Banks (Effie), Amandla Stenberg (Rue)
Yapım: Lionsgate (2012)

Etkileyici yönetmenlerden Gary Ross’un “Açlık Oyunları” çarpıcı bir bilimkurgu. Film, yazar Suzanne Collins’in üçlemesinin ilk kitabından sinemaya uyarlandı. Gerisi gelecek gibi.

Sinemanın parlak yönetmenlerinden Gary Ross’tan kıyamet sonrası distopik bir film geldi. 2012 yapımı “The Hunger Games-Açlık Oyunları”, başarılı bir bilimkurgu filmi. 1956 Los Angeles doğumlu Ross, ülkemizde bilinen yönetmenlerden. Ross, estetik olarak büyüleyen 1998 yapımı “Pleasantville-Yaşamın Renkleri” filmiyle daha çok tanınıyor. Ross’un 2003 yapımı umudun simgesi yarış atına adanmış “Seabiscuit-Zafer Yolu” da ülkemizde vizyona çıkmıştı. “Açlık Oyunları” filmi, yazar Suzanne Collins’in bilimkurgu serisinin ilk kitabından sinemaya uyarlandı. Seri “Açlık Oyunları”, “Ateşi Yakalamak” ve “Alaycı Kuş” romanlarından oluşuyor. Bu bilimkurgu serisi, 2011 yılında Pegasus Yayınları’ndan çıkmıştı. Aynı yayınevi yazarın “Yeraltı Günlükleri Serisi”nin beş kitabını da yine 2011’de çıkardı. Bu seri “Gregor ve Gri Kehanet”, “Gregor ve Felaket Kehaneti”, “Gregor ve Kan Kehaneti”, “Gregor ve Sır Kehaneti” ve “Gregor ve Zaman Kehaneti”nden oluşuyor.

Ölüm kalım savaşı…

Hikâye, Kuzey Amerika’daki hayali Panem ülkesinde geçiyor. Panem’de yıllarca sürmüş iç savaş ve trajediler, ulusu neredeyse bir yok oluşa sürüklemiş. Rocky Dağları’nın eteklerindeki Capitol şehrine bağlı 12 mıntıka kurulmuş. Gettolara benziyor. Otoriter yönetim, bu mıntıkaları Nazilerin Yahudileri topladığı toplama kampları gibi kontrol altında tutuyor. Bu mıntıkalarda yaşayan halk yoksulluk ve açlıkla savaşıyor. Panem’in hükümdarı otokrat Coriolanus Snow. Yönetim, iç savaşın karanlık günleri unutulmaması için ölüm-kalım yarışları düzenliyor. 74. Geleneksel Açlık Oyunları için mıntıkalardan bir kız, bir oğlan olmak üzere 24 yarışmacı seçiliyor. Bu açlık oyunlarında sadece bir kişi hayatta kalıyor. O da Panem’in kendisine sunduğu zenginlikle hayatını bolluk içinde geçiriyor. Bu oyun televizyon için realiti şovu. Bu hayatta kalma şovlarına “survivor” deniliyor.

Film, 12. mıntıkada açılıyor. 16 yaşındaki oklu Katniss Everden, çok sevdiği küçük kız kardeşi Primrose’un bu oyunlara seçildiğinde eskort Effie’yi ikna edip gönüllü olarak oyunlara katılıyor. Fırıncının oğlu Peeta Mellark da kurada çıkan diğer oyuncu olur. Onlara, bu oyunda ipuçları verecek de 50. yarışı kazanmış ve şimdi durmadan içen Haymitch Abernathy. Hızlı trenle, zenginliğin yaşandığı ve tüm zevklerin sunulduğu Capitol şehrine gelindiğinde bu şehirde yaşayan zenginlerin eğlenmesi için düzenlendiğini anlıyorsunuz. Mıntıkalarda ne kadar yoksulluk ve açlık varsa, bu şehirde de alabildiğine zenginlik ve bolluk var. Tıka basa işkembelerini dolduruyorlar. Sonra, içlerinde çocukların da olduğu 24 genç insan hayatta kalabilmek için birbirlerini öldürmeye başlıyor ormanın derinliklerinde. İttifaklar da oluşuyor. Peeta, Katniss’e olan aşkını itiraf ediyor oyun başlamadan önce. Şova “katharsis” ve romantizm katmak için Seneca bunu kullanıyor. Bu şov televizyon ekranlarından kesintisiz de yayımlanıyor. Final geldiğinde hikâyenin bitmediğini anlıyorsunuz. Çünkü geride çok hikâye var. Görselliği zengin bu gerilim yüklü film, özellikle distopik bilimkurgudan hoşlananları mutlu edecek. Filmin devamı gelsin diyorsunuz. Filmde ve romanda, aslında göndermeler var. Roma İmparatorluğu, Antik Yunan, ABD’nin işgâlleri, bu işgâllerle halkların üstüne çöken yoksulluklar ve birçok şey. Filmdeki genç oyuncuların performansları da mükemmel. Üç ustanın, Woody Harrelson, Donald Sutherland ve Stanley Tucci’nin karşısında çok rahatlar. Fonda duyulan müzikler de iyi. İnsana gerilim duygusu yaşatabiliyor.

(Bu yazı 23 Mart 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(23 Mart 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Eyvah ki Eyvah, Nahit Sırrı Örik’in Eve Düşen Yıldırım’ı, Dizi Filmcilerin Eline Düştü

Edebiyat – sinema ilişkisi ne zaman başladı… Günümüzde devam edecek ve gelecek yıllarda da. Edebiyat derin tarihinde, sinema düşüncesinin bile olmadığı günlerde, çok farklı örnekler verdi. Sinema ilk günlerinden başlayarak edebiyata başvurmaktan kendini alıkoymadı, koyamazdı da… Uzun yıllar sonra edebiyat -kolayına mı geldi- sinema tekniklerinden yararlanmaya çalıştı, hatta sinema için hazır (mış gibi duran) eserler vermeye başladı. Ülkemizde de ilk sinema filmi, bir edebiyat uyarlaması: Mehmet Rauf’un yazılmasının üzerinden altı yıl geçmesine rağmen seyirci karşısına çıkarılmamış bir oyunun uyarlaması: Pençe (Sedat Simavi / 1917).

Bizde ve dünyada sinema pek çok edebiyat uyarlaması yaptı. Sinemamızın geneline adını veren Yeşilçam (Sineması) dönemini bitti bitmesine ama film çekimleri hâlâ devam ediyor. Yeşilçam yapısı dizi-filmler halinde televizyonlarda devam eder hale geldi. Her akşam, her kanalda dizi-filmler olunca, bunlara kaynak gereksinimi duyuldu ve başvurulacak yer yine edebiyat eserleri idi. Fakat edebiyat eserlerinin bir filme uyarlanması ile bir dizi-filme uyarlanması -arada bir fark olmamasına rağmen- dehşetengiz farklar göstermeye başladı. Hiçbir edebiyat eseri bire bir sinemaya uyarlanmaz, kısaltılır veya bir takım açılımlara başvurulur veya gerekli (veya gereksiz) değişiklikler yapılır. Ama bir sinema filminin belli bir süresi (zamanı) vardır ve buna bağlı kalınınca filmin sonuçlanması ile bu edebiyat eserinin o uyarlanması sonuçlanmış olur. Bu, o eserden başka uyarlamalarının yapılmayacağı anlamına gelmez. Burada farklı örnekler ortaya çıkabilir. Sinemamızdan örnek vermek gerekirse Vasıf Öngören’in oyunu Asiye Nasıl Kurtulur’un Nejat Saydam uyarlaması ile Atıf Yılmaz uyarlaması arasındaki farklılıklardan en önemlisi yapısal farklılıktır, bu ise yorumdan kaynaklanabilecek farklılıklarla, değişiklik gösterir.

Sinemamızda yapılmış edebiyat uyarlamaları içinde, kaynak olan eserin sinemada yeniden üretilmesi (doğal olarak gerekli değişiklikleri içeren) örnekleri olduğu gibi (Anayurt Oteli: Yusuf Atılgan / Ömer Kavur, Bereketli Topraklar Üzerinde: Orhan Kemal / Erden Kıral, Abdülhamid Düşerken: Nahit Sırrı Örik / Ziya Öztan) edebiyat eseri ile yapısal farklılıklar gösteren ve sadece edebiyat eserinin ismini taşıyan filmlerde vardır. (9. Hariciye Koğuşu: Peyami Safa / Nejat Saydam, Asiye Nasıl Kurtulur: Vasıf Öngören / Nejat Saydam, Vukuat Var: Hanımın Çiftliği: Orhan Kemal / Nejat Saydam). Bir Sabahattin Ali uyarlaması olan Kuyucaklı Yusuf (Feyzi Tuna) iyi bir uyarlama olmamasına rağmen yapısal bir farklılık göstermez, başarısız bir uyarlama olarak kalır.

Bütün bunları, dizi-film olarak yapılan uyarlamalara giriş olarak yazdım. TV-lerimiz dizi-film çekmeye başladığı günlerde başarılı bir Halit Ziya Uşaklıgil uyarlaması olarak Aşk-ı Memnu’yu yapar. Diziyi çeken Halit Refiğ bir sinema yönetmenidir. Sonraki yıllarda televizyonun kendi bünyesinde yetiştirdiği kişiler dizileri çekmeye başlar. Bu arada sinemamızda Yeşilçam dönemi sonlanmış olduğundan Yeşilçamın edebiyat uyarlaması alışkanlığı TV kanallarına taşınır. Sinemamızda iki kez (ilki Süavi Tedü, ikincisi Memduh Ün) uyarlaması yapılan Reşat Nuri Güntekin’in Yaprak Dökümü (yazarınca roman ve oyun olarak iki kez yazılmıştır) küçük hacmine rağmen televizyoncuların elinde üç yılı aşkın bir süre ekranlarda kalacak şekilde dizileştirilmiş, ayrıca yazıldığı günün özellikleri de göz ardı edilerek çekildiği güne de taşınmıştır. Bu hali ile kaynak eserden çok uzaklara (uzaklara değil farklı boyutlara) taşınmıştır. Aynı şekilde Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu’su da hem zamanı değiştirilerek hem de yapısal farklılıkları ile hayli değişik boyutlara taşınmış, uzatıldıkça uzatılmış (uzatmak başlı başına bir şey değil ama farklılaştırılmış), hakkında değişik düşünceler edilecek hale getirilmiştir. Aynı şeyleri Orhan Kemal’den yapılan Hanımın Çiftliği uyarlaması içinde söylemek mümkündür.

Buraya kadar yazdıklarım, sona eren edebiyat uyarlamaları ile ilgili notlardı: Başlayıp devam eden bir edebiyat uyarlaması da Keşanlı Ali Destanı. Tiyatro tarihimizde bir epik tiyatro örneği olarak değerlendirilen oyun Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu’nda oynandıktan sonra, yurt içinde birçok kez oynandığı gibi, yurt dışında yabancı tiyatrolarca da oynanmıştır. Bir oyun olarak TV uyarlamaları yapılmış, Atıf Yılmaz tarafından sinemaya da uyarlanmıştır. Aziz Nesin oyunun “epik olmadığını” söyleyerek “tipik kırsal bir oyun” (Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim, s. 138, 5. basım) olduğunu yazıyor. Şimdilerde başlayan ve devam etmekte olan TV dizi-filminde oyunun öncesinden başlanmış ilerleyen bölümlerinde oyun içine girilmiştir. Olaylar genişletilmiş, yeni karakterler eklenmiştir, sonuç nereye varacaktır bilemiyorum. Ama televizyonca ele alındığı bir vakıadır.

Bu arada Kemal Tahir’in kendi üslûbunca yazdığı Kurt Kanunu romanının Ersan Pertan’ın filminden sonra dizi-filmi de yapıldı. Romandaki bölümleri bile aynen muhafaza eden filmden sonraki dizi-filmin olayı nasıl bölümlendirerek dizileştirdiği, ancak dizi seyretme alışkanlığı (sabrı) olanlarca değerlendirilebilecek. Televizyonların el attığı son edebiyat eseri Nahit Sırrı Örik’in Eve Düşen Yıldırım adı öyküsüdür. Evet, öyküdür, 1931’de yazılmıştır. Oğlak Yayınları’nın yayınında 19 – 87. sayfalar arasında yer alır, yani 68 sayfa bir öyküdür (birinci basım Nisan 1998). Şimdi bundan bir dizi yapılmış, yayınlanmaya başlamıştır. Hangi kanalda, hangi günler yayınlandığını bilmiyorum. (Bu marifet değil ama söylemek zorundayım.) Örik’e kişisel ilgim nedeni ile öyküyü tekrar okudum. Daha (yanılmıyorsam) henüz ilk bölüm yayınlanmış olmasına rağmen öyküden ayrılınmış [Ahmet Şükrü Efendi, ölmek üzere olan kardeşi Hüsnü’den gelen mektup üzerine hastaneye kendisi gider, oysa dizide oğlu Namık’ı gönderiyor. Her ikisi de (öyküde ve dizide) ölümden sonra ulaşabilirler. Hüsnü’nün kızı Muazzez öyküde ev sahiplerince “evlât” gibi bilinirken, dizide kirasını vermediği için, babasının da ölmesine rağmen evden dışarı atılan ve ev sahibi adam tarafından taciz edilmek istenirken, kadın tarafından da aşiftelikle suçlanır…], öyküde olmayan kişiler ilâve edilmiş [öyküde hiç olmayan, yeni cezaevinden çıkmış Muazzez’i tanıyan bir kişi, evden dışarı çıkmış (kaçmış!?) Muazzez’le karşılaşır -Muazzez hem tanır, hem tanımaz- ve Muazzez’in peşinden gelen Sait -Muazzez’ın amca oğlu- ile çatışır]… Birinci bölüm burada bitiyor, bakalım 68 sayfalık öyküyü nerelere kadar uzatabilecekler, ne değişiklikler yapacaklar, yapıyı nasıl bozacaklar… Sinema için ne ise de, televizyon için edebiyat – … ilişkilerine girişmemeye kararlı idim ama Nahit Sırrı Örik’e -bu vefat etmiş yazarımıza- saygı duyuyorum. Sonuç olarak şunu yazmak isterim ki Eve Düşen Yıldırım son derece güzel (başarılı) bir sinema eseri olmak için bütün özellikleri taşımaktadır. Yazık, filmi yerine dizisinin yapılması (kim nasıl yapacaktı?)… çok yazık.

(23 Mart 2012)

Orhan Ünser

Vahşi Doğada Hayatta Kalmak

Gri Kurt (The Grey)
Yönetmen: Joe Carnahan
Senaryo: Ian Mackenzie Jeffers-Joe Carnahan
Müzik: Marc Streitenfeld
Görüntü: Masanobu Takayanagi
Oyuncular: Liam Neeson (Ottway), Dermont Mulroney (Talget), Frank Grillo (Diaz), Dallas Roberts (Hendrick), Nonso Anozie (Burke), Joe Anderson (Flannery), Ben Bray (Hernandez), James Badge Dale (Lewenden), Anne Openshaw (Ana)
Yapım: 1984 PDC-Liddell-Scott Free (2011)

Alaska’nın sert ve vahşi doğasında geçen “Gri Kurt” filmi, seyircisini buz gibi atmosferinin içine alırken gerilim yüklü anlar da yaşatıyor. Aksiyon filmleriyle tanınan Amerikalı yönetmen Joe Carnahan karakter çatışmalarını gerçekçi yansıtabilmiş.

Ian Mackenzie Jeffers’ın “Ghost Walker” adlı kısa hikâyesinden uyarlanan 2011 yapımı “The Grey-Gri Kurt”, Alaska’da düşen bir uçakta hayatta kalan yedi insanın dramını anlatıyor. John Ottway, Alaska’da bir kurt avcısı. Petrol sondajında çalışan işçileri kurt saldırılarından koruyan bir avcı. Karısı Ana’ya mektup yazıp ağzına tüfeği yerleştirip intihar etmeyi düşünürken uzaklardan kurt ulumaları duyuyor. Sonra yeni görevine başlıyor Ottway. İşçileri taşıyan uçak düşüyor ve sadece birkaç insan hayatta kalıyor. Ama, ağır yaralanan Lewenden hayat mücadelesini kaybediyor. Hayatta kalan altı insanın önünde soğuk, açlık ve kurtlar var. Karanlığın içinde gözleri parlayan aç kurtlar, kendi evlerindeki bu yabancılara savaş açıyorlar. Bellekleri çok güçlü olan kurtlarda hiyerarşi var. Dişi ve erkek iki alfa kurdu sürüyü yönetiyorlar. İşte bir kabile gibi olan kurt sürüsüne ve zorlu hava koşullarına karşı bu insanlar kazanabilir mi?

Final anı çarpıcı…

Uçak düştükten sonra olaya el koyan tecrübeli Ottway, doğayı bilmeyen bu insanlara hayatta kalmak için ne yapmalarını söylese de bu o kadar kolay değil. Ama kurtlar varlıklarını onlara göstermeye başlayınca az da olsa dayanışma oluyor. Lümpen tavırlı Diaz zorluk çıkarmaya başlıyor. Çünkü ne tür bir zorluğun yaşandığının farkında sezemeyecek kadar ukala biri Diaz. Yönetmen karakter çatışmalarını da iyi yansıtabilmiş filminde, belirtelim. Ortak düşmanları kurtlar olduğu halde. Avcı Ottway, hayatta kalabilmek için cesetlerle dolu bu uçak enkazından uzaklaşmak gerektiğini düşünüyor. Düşünemediği, bu kurtların zeki ve intikâmcı olduğu. Ağaçlara doğru yolculuklarında kurtlara tek tek av oluyorlar. Elbette açlık da var. Öldürdükleri kurdu yaktıkları ateşte pişirip yemek zorunda bile kalıyorlar. Ateş etrafında geriye kalan beş insan birbirlerine hikâyelerini de anlatıyorlar. Ottway, çocukken babasından hep şefkat beklemiş. İrlandalı olan sert baba sevgisini göstermeden veren babalardan. Yazdığı ve duvara astığı şiiri Ottway’in hayatını yönlendirmiş. Doğayı ve bu vahşi doğanın parçası olan kurtları yenmek, hayatta kalmak Tanrı’nın mucizesiyle olabilir miydi? Tanrı’ya ve dinlerine biraz uzak durmuş Ottway, siyah alfa kurdunu yenebilecek mi, diye düşünürken yönetmen seyircisini bir anda boşlukta bırakıveriyor ve hikâye bitiveriyor. Finalin açık uçlu olması bu “Gri Kurt” filmine değer katmış. Seyirci, kendi gerçeklik yorumuyla finalini zihninde yaratabilir belki de. Kar fırtınaları ve sıfırın altındaki anlar bilgisayar teknolojisiyle yaratılmış perdede. Buna “CGI” (Computer Generated Imagery) deniliyor. Yani, “Bilgisayarla Oluşturulmuş Görüntüler” anlamına geliyor. Ama, perdede gördüğünüz atmosfer o kadar gerçekçi ki. Sinema, bambaşka taraflara gidiyor artık. Fonda duyulan müzikler de gerilimli. 1969 doğumlu Kaliforniyalı yönetmen Joe Carnahan, 1983-87 yılları arasında süren “A Takımı” televizyon dizisinden aynı adla 2010 yapımı “The A-Team-A Takımı” filmini yapmıştı. Yönetmenin ülkemizde DVD olarak gösterime çıkmış diğer filmi, 2006 yapımı “Smokin’ Aces-Tehlikeli Aslar” yapıtıydı. Görülmeye değer bir film. Ottway’in hayatını etkileyen babasının yazdığı şiir de şöyleydi: “Bir kez daha içindeyim bu kavganın…/ bildiğim en iyi ve son dövüşün./ Böyle günde yaşar ve ölürsün,/ işte böyle günde yaşar ve ölürsün.”

(23 Mart 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com