Kategori arşivi: Yazılar

Dolandırıcılar Karakol Kurdu

Öz Hakiki Karakol: Asayiş Berkemal Aga
Yönetmen: İbrahim Güler
Senaryo: Erdal Bektaş-İbrahim Güler
Müzik: Batuhan Fırat
Oyuncular: Cengiz Bozkurt (Hasan), Emin Maltepe (Kuzey Baba), Oktay Gürsoy (Yakışıklı), Serkan Genç (Niyazi), Sezgin Cengiz (Cenker), Hasan Demirtaş (Kenan), Volkan Yıldız (Tolga), Emre Işık (Palyaço)
Yapım: Medya Mühendisi-Arkadaş Yapım (2011)

İbrahim Güler, ilk filmi “Öz Hakiki Karakol: Asayiş Berkemal Aga”yla seyircilerini güldürüyor. Filmde polislere karşı da insanda sempati bile oluşuyor. Hatta polis korkusu yaşayanlara bile.

Film, hapisten çıkmış Hasan, hınzır bir plân yaparak Tophaneli genç arkadaşlarıyla sahte karakol kurma macerasını anlatıyor. Hasan, Yakışıklı, Niyazi ve Kenan’la plânını uygulamak için şimdilerde su işi yapan eskinin ünlü dolandırıcısı Kuzey Baba’nın kapısını çalıyor. Kuzey Baba, vakti zamanında orduyu bile dolandırmış. Ekibe Kuzey Baba’nın çırağı Cenker de katılıyor. Saf gibi görünse de sıkı bir yankesici Cenker. 59 plâka ve İstanbul polisinin kıyafetleriyle Kırklareli’nin Vize ilçesindeki Çakıllı kasabasına konuşlanıyor ekip. Orada eski bir binayı karakola dönüştürüyorlar. Amaçları, kumar oynatan oteli soymak. Kuzey Baba, otelde konferans verecek profesör olarak otele yerleşiyor. İçeriden bir köstebeğin yardımıyla plân işlemeye başlıyor. Kasabalarında ilk defa karakol kurulmuş Çakıllı’da asayiş işleri de hayli yoğun. Ekip bir an gerçek polis gibi kasabada asayişi sağlamaya çalışıyor. Başkomiser rolünü oynayan Hasan bu olup bitenlerden hoşlanmasa da karakolun nezarethanesi dolup taşıyor. Hatta içlerinde bir palyaço bile var. Filmdeki karakterler de iyi işlenmiş. Genel olarak, Niyazi, uykulu, yorgun, üç günlük sakallı ve daima sigara içen haliyle hemen fark ediliyor. Yakışıklı, eski Yeşilçam filmlerinden düşmüş gibi. Dişi sinek bile görse çapkınlığın raconunu hemen hayata geçiriyor. Kuzey Baba’nın çırağı Cenker yine ayak işlerini yapıyor. Kenan neredeyse fark edilmiyor. Hasan, tam bir başkomiser. Otoriter, toparlayıcı, ama sıkı dolandırıcı olmasına rağmen fazla güvenli. Bu güveninin karşılığını ekibiyle beraber alıyor finalde.

Espriler güldürüyor…

2011 yapımı “Öz Hakiki Karakol: Asayiş Berkemal Aga” filmi, çoğu yerde mizah anlayışıyla seyircisini güldürebiliyor. Fikir iyi. Elbette iletişimin en uçlarda olduğu günümüzde bu görülenler fantastik bir filmden düşmüş gibi. İstanbul’da başlayan hikâye, Çakıllı’da devam ediyor. Karakol da, 1960 yılından 2000 yılına kadar öğrenim görülmüş ilkokulda kurulmuş. Enkaza dönüşmüş binayla ekip arasında metafor bile kurabilirsiniz. Bu film için, Osmanlı’nın son devirlerinin ünlü üçkâğıtçılarından Rum asıllı Eyüplü Halit’ten ilham aldığını belirtmiş yönetmen İbrahim Güler, Kadıköy Gazetesi’ne. Halit de sahte karakol kurmuş, hapse atılmış ve hatta Mussolini’yi bile dolandırdığı iddiaları var. 1981’de İstanbul’da doğmuş yönetmen Güler, filmlerde ve dizilerde sanat yönetmenliği yardımcılığı yapmış genelde. Filmdeki mekân yansımalarının iyi olmasında bu taraf etkili olmuş. Filmde polisler çok sempatik yansımış. Benim gibi polis korkusu olanlara bile sempatik geldi polisler. Ya ellerine biber gazı alırlarsa?

(18 Mayıs 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Unutulmaz Bir Peri Masalı

Güzel ve Çirkin (Beauty and the Beast 3D)
Yönetmen: Gary Trosdale-Kirk Wise
Senaryo: Linda Woolverton
Müzik: Alan Menken
Seslendirenler: Paige O’Hara (Belle), Robby Benson (Çirkin), Richard White (Gaston), Rex Everhart (Maurice), Jerry Orbach (Lumiere), David Ogden Stiers (Cogsworth), Angela Lansbury (Bayan Potts), Bradley Pierce (Chip)
Yapım: Walt Disney (1991/2012)

Daima ortak çalışan Gary Trosdale-Kirk Wise ikilisinin yıllar öncesinden üç boyutlu yeniden perdeye dönen animasyon-müzikalleri “Güzel ve Çirkin” çocukları eğlendiriyor.

Film, asıl hikâyeye gelmeden önce tamamiyle farklı bir kısa animasyonla başlıyor. Çocuklar bu giriş bölümünde çok eğlenecekler, yüzüğün peşindeki at ve kurbağanın muhteşem macerasıyla. 1991 yapımı “Beauty and the Beast-Güzel ve Çirkin” animasyon filmi 2012’de üç boyutlu hale getirilerek yeniden sinemaseverlere sunuluyor. Film, Türkçe seslendirmeli. Ne yazık ki, Türkçe seslendiren sanatçıları aramalarımıza rağmen bulamadık. Üzgünüz. Gerçek hikâyede, bir prensin trajik acıları var. Yaşlı ve çirkin bir kadın saraya gelir ve prens kadına iyi davranmıyor ve bu onun hayatını cehenneme çeviriyor. Sihirli gül bırakan yaşlı kadın prensin bir canavara dönüşmesine neden oluyor. Kadının prense en büyük dersi, güzelliğin dışta değil içeride olduğu. Prens bunu yaşayarak öğreniyor. Prensin bu sihirden kurtulabilmesi için de güzel bir genç kızın ona aşık olması gerekiyor. Küçücük bir Fransız köyünde mucit babası Maurice’le yaşayan güzel Belle’e kasabanın kabadayısı Gaston da vurgun. Kasabanın güzel kızları da Gaston’a. Maurice, odun kesen icadını panayırda göstermek için yola koyuluyor, ama karşısına aç kurtlar çıkıyor. O da canavar Çirkin’in kalesine sığınıyor. Orada konuşan mum, çaydanlık ve buna benzer şeylerle karşılaşıyor. Elbette Çirkin’in esiri oluyor Maurice. Babasından haber alamayan güzel Belle yola çıkıyor ve onun da yolu Çirkin’in kale gibi sarayına düşüyor. Çirkin, Belle’i görür görmez tutuluyor. Belle’in babasını serbest bırakan Çirkin, gönüllü esir Belle’i alıkoyuyor kalesinde. Belle, sarayın sakinleriyle tanışıyor. Hepsi sihirle eşyalara dönüşmüş. Sonunda aşk ve iyilik kazanıyor, kötüler uçurumlardan uçuyor, Çirkin yakışıklı prense dönüşüp ara verdiği mutluluğuna Belle’le ulaşıyor.

Çok eski masal…

Müzikâl bir animasyona dönüşmüş bu peri masalını Gabrielle-Suzanne Barbot de Villeneuve, 1740’ta yayımladı. Kitabın adı da “La Jeune Américaine, et les Contes Marins”, yani “Genç Amerikalı ve Denizci Masalları”ydı. 1757’de İngilizce çevirisyle “Güzel ve Çirkin”e dönüştü bu masal. Eski zamanlarda Fransa’da kadın yazarlar yoğun olarak masallar yazıyordu. Masalın bir gelenek olduğu Fransız edebiyatı çocukların hayal güçlerine çok katkı yaptı. Gary Trosdale-Kirk Wise ikilisi daha önce 1996 yapımı “The Hunchback of Notre Dame-Notre Dame’ın Kamburu” ve 2001’de “Atlantis: The Lost Empire-Atlantis: Kayıp İmparatorluk” animasyon filmlerini de ortak yönettiler. Filmin çizgilerinin Walt Disney estetiğiyle buluştuğunu belirtelim. Filmdeki şarkılar da gerçekten şahane. Sadece çocuklara değil, herkese. Üç boyutlu perdede insanı rahatlatıyor “Güzel ve Çirkin” filmi.

(18 Mayıs 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Seyfi Teoman

Ne yazılabilir? Bu yıl, daha yarıya varmadan bu kaçıncı… Seyfi Teoman ile hiç karşılaşmadım ama O’nu tanıyorum, yok, “tanıyorum” dememeliyim, hiç kimse yaptıkları ile özdeş olamaz. Seyfi Teoman’da Bizim Büyük Çaresizliğimiz değildir. Her şeyden önce biri kişi, biri film… Ama nasıl bir kişi, daha yaşama sürecinin başında, 35 yaşında ikinci filmini yapmış bir yönetmen. İlk filmi naif “Tatil Kitabı”, heyecanla gittiğim ama umduğumu bulamadığım bir filmdi, kötü değildi ama ilk filmde beklenebilecek heyecan yoktu. Konu (senaryo) gereği öyle idi belki ve bu senaryoyu da başka yerlere çekebilecek zorlamaları yapmadığı için Teoman’ın filmi önemli idi. Ama “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”de her şey yerine oturmuştu. Düz, sıradan bir emanet sürecinde iki kafadar başına neler gelebileceği baştan bilemezlerdi. Bizde seyirci olarak aynı konumda idik.

O zamanlar Bıçakcı’nın kitabını okumamıştım. Film, beni kitabı okumaya zorlamadı. Bu iyi idi fakat filmi -kısa sürede- unutmak mümkün değildi… Bu arada tanıdığım yapımcısı Yamaç ile görüştüm. Tabi konuşmamızın asıl konusu filmdi ama kitaptan da söz ettim. Bizim filmlerimizde kitap-lar hep göstermelik yer alırlar ama bu filmde “kitap”lar göstermeliğin ötesine geçip, bir unsur oluyorlardı -en azından benim için öyle… Okuduğum, okumamış olsam bile bildiğim kitaplara -asıl önemlisi- yaklaşım önemli idi. Sonra iki erkeğin, evlerine / ellerine emanet edilmiş, hem de bir arkadaş kardeşine / kızkardeşine, annesizliğini unutturmak (serüvenin başlangıcında ölüyordu), gezdirmek, korumak, himaye etmek… Bunların bir kısmını -hiç düşünmedikleri- (kız’ın karşı cinsi başkalarında aramak ve bulmak) olayı son aşamasında öğrenmek -kızın ağzından- ve bunu -içlerinde fırtınalar koparken- sakin karşılamak… Bunların hepsi kitabın olayları ama Teoman sinemasının da olayları. Sonradan kitabı okudum. Yazı başka, film başka ama karşılaştığım birçok yazı/film uyarlamasından sonra, kitabı Bıçakçı’nın, filmi de Teoman’ın diye değerlendirmenin en doğru olan olması gerektiğini düşündüm. (Olması gereken bu ama her uyarlamada maalesef olmuyor.)

Zaman durmak bilmez ve neler getireceğini de bilemeyiz ama yönetmenliği -artık- yerine oturmuş Teoman’dan yeni filmler beklemekteydik. Bunun, sinemamızın yeni düzeninde hemen olmayacağını biliyoruz ve onun için acelemiz yoktu. Ancak Teoman, “Tepenin Ardı” filmi ile yapımcı olarak adını bize duyurdu. Bu işin başka bir boyutu idi, filmin (daha göremedim) gösterdiği gelişim Teoman’ın lehine idi. Yapımcılığının, yönetmenliğini gölgede bırakacağını hiç düşünmedim. Bir sabah TV.de duyduğum bir haber, eyvah dememe neden oldu. Yarım saat sürmedi gazetede okudum, daha ne olduğunu tam idrak edememiştim. İlk iki (zaten hepi topu iki) filminin yapımcısı Yamaç’ı aradım. Kayseri’ye götürüleceğini söyledi. Oraya gitmem mümkün değildi Nereye gidersem gideyim, aynı gün Boğaziçi Üniversitesi’ne de gitsem, Teoman’a ulaşmak mümkün değildi. O’na ancak filmlerine ulaşarak -tekrar- ulaşmamız mümkün olur. Birde Tepenin Ardı var şimdi, Teoman’ı anmamızın, vesilesi. Dağarcığında neler vardı ben bilmiyorum ancak bilenler mutlaka vardır. Bunlar hangi kıvama gelmişlerdir, nerelere gelirler gelsinler, perdeye yansıyacak duruma gelmelerine, Teoman eliyle gelmelerine imkân yok. Şu veya bu şekilde başkaları ortaya çıkabilecek duruma getirebilir ama bu onların işleri olacaktır. Sanat, sinema kolektif bir sanat olabilir, ancak ne kadar kolektif de olsa yine de bireyseldir, tek kişiliklidir. Bu nedenle, bizlere sadece iki film ulaştırmış Teoman için, verdikleri ile yetinmek durumundayız. Sinemamız bir yönetmenini yitirmedi, O’nun düşlerini, hayallerini, bizim de ümitlerimizi/beklentilerimizi (en azından bir kısmını) yitirdi.

(14 Mayıs 2012)

Orhan Ünser

Gitmek mi Zor Kalmak mı?

Gidenin ardından bir şeyler söylemek çok zor. Özellikle de benim söylemem. Ama bir yerden sonra konuşmak, paylaşmak ve hatırlamak sanki yeniden canlandırıyor, yeşertiyor yitip gidenleri… O yüzden bende Seyfi Teoman ile olan küçücük anımı bir kere daha hatırlamak, o güne geri dönmek istedim.

Bundan yaklaşık 4 sene önceydi ve yine bu yerde, sadibey.com’da yayınlanmıştı sohbetimiz. Tatil Kitabı’nın vizyona girmesinden birkaç gün önce, akşamüstü vaktinde Orhan Kemal Müzesi’nde buluşmuştuk. Üst katta, ortadaki masada… Önce ben gelmiştim, birkaç dakika sonra da o. Yanılmıyorsam yine motoruyla gelmişti, elinde tuttuğu kaskını hatırlar gibiyim. Koşar adam merdivenleri çıkmış, inanılmaz bir enerji ve neşeyle karşıma oturmuştu. Nasıl samimi, sıcak bir insan…

Röportaj yaptığınız her insanla bu uyumu yakalayamıyorsunuz ne yazık ki. Karşınızdakinden aldığınız enerji ne kadar pozitifse, ettiğiniz sohbet de o kadar keyifli oluyor. Karşınızda tavus kuşu gibi kasılan, sanki hayatındaki tek ve en önemli zamanı size bahşetmişçesine komik triplere giren o kadar çok kişiye zamanı vermek zorunda kaldım ki, artık o yüzden artık bir bakışta çözebiliyorum.

Seyfi Teoman’da bunların hiç birinden eser yoktu. Ama çok telâşlı bir hali vardı. Sorulara o kadar hızlı, kısa ve net cevaplar veriyordu ki şaşıp kalmıştım. Ama bu bir baştan savma değil tamamen hissettikleriydi, anlayabiliyordum. Ölüm haberinden sonra yapılan yayınlar ve yazılan yazılarda fark ettim ki bu onun bir özelliğiydi.

İlk uzun metrajlı filmi Tatil Kitabı, 54. Taormina Film Festivali’nde Jüri Özel Ödüllü ve 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma Bölümü’nde En İyi Film ödülünü almıştı. İlk filmini çeken bir yönetmen için nefis bir başlangıç, gelecek için çok kuvvetli bir “ben varım” mesajıydı bu.

Filmi izlemiştim ve o sadeliğine, duruluğuna bayılmıştım. O günlerde röportaj yaptığım yönetmenlerin pek çoğu iktisat, ekonomi gibi bölümlerden mezun olmuştu. Seyfi Teoman da onlardan biriydi ama okul hayatı boyunca Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde sinemanın içindeydi. Hiçbir zaman kopmadığı, son yolculuğuna da uğurlandığı yer olacaktı bu çok sevdiği yuvası.

Sonra Polonya’da iki sene sinema eğitimi almıştı. İlk filmi Tatil Kitabı, baba otoritesi ve daha genel anlamda toplumsal muhafazakârlık üzerineydi.

Kayseri doğumlu, çocukluğu da orada geçmiş bir yönetmendi ve hemen ilk filimden kamerasını taşra hayatına çevirmişti.

Müzik yoktu hiç filmde, bunu sorduğumda samimice, “Müzikten de pek anlamıyorum zaten. Yani anlamıyorum derken, sahneleri müzik ile düşünemiyorum. Müzik çok güçlü bir araç… Sonradan koyduğunuzda bütün tasarımı değiştiriyor. Benim filmimin müziğe ihtiyacı olmadığını düşündüm.” demişti. Haklıydı, gerçekten de Tatil Kitabı’nin kendine özgü bir ritmi vardı ve müziğin yokluğunu hissettirmiyordu.

Bu aynı zamanda onun sinemanın özüne inme isteğiydi. Abartısız anlatımını ve sadeliğini de şöyle özetlemişti; “Eksiltme eseri daha kırılgan daha incelikli bir yapıya büründürüyor. İnsan belli bir hikâye anlatma derdindeyken kendini daha iyi anlatmak için elindekileri minimuma indiriyor. Ben de elimden geldiğince planları en aza indirdim. Her şeyi en yalın haliyle anlatmaya çalıştım. Seyirciyi aptal yerine koymamaya özen gösterdim. Tekrar müziğe vurgu yapmam gerekirse, eksiltebileceğim en güçlü araç da müzikti.”

Tatil Kitabı, 12 Eylül’de vizyona girmişti. 12 Eylül’ü sormadan olmazdı. “Ben o dönemi yaşamadığım için buna dair film yapar mıyım bilmiyorum. Büyük bir toplumsal travmaya yol açan bir dönemdi. Birçok film yapıldı ama daha da yapılmalı.” demişti.

Ama bildiği ve emin olduğu bir şey vardı; Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabını uyarlamak. Ve yaptı da o da çok sevildi. Film, Dünya prömiyerini, Uluslararası Berlin Film Festivali’nde yaptı. Çeşitli ödüller aldı.

Ve sonrasında geçirdiği o korkunç kazanın bir gün öncesinde yapımcılığını üstlendiği Tepenin Ardı filmi İstanbul Film Festivali’nden En İyi Film Ödülü’nü almıştı. Bir taraftan da yeni filmi Evliya üzerine çalışıyordu. Yani hiç durmadan, hep üreterek ve bir sonraki işini düşünerek… Gencecik yaşına ödüllerle dolu bir filmografi sığdırmıştı.

Hayat, bir daha bizi bu kadar kapsamlı bir sohbet yapacak kadar bir araya getirmedi. Meselâ çok istememe rağmen Bizim Büyük Çaresizliğimiz döneminde bir türlü bir araya gelemedik. Ama kısacık da olsa onu tanıyabildiğim, karşılıklı birer çay içebildiğim ve güzel bir sohbet edebildiğim için buruk bir mutluluk içindeyim. Kısacası o günden sonra onun işlerinin hep takipçisi oldum. Ve bir gün bu yazıyı yazabileceğim asla aklımın ucundan geçmezdi. Ölüm ne vakit, hangi yaşta gelirse gelsin apansız, erken ama bu kadar genç bir ölüm kabullenmesi en zoru, en acısı…

(12 Mayıs 2012)

Gizem Ertürk

Sınıf ve Irk Ayrımına Karşı

Can Dostum (Intouchables)
Yönetmen-Senaryo: Olivier Nakache-Eric Toledano
Müzik: Ludovico Einaudi
Görüntü: Mathieu Vadepied
Oyuncular: François Cluzet (Philippe), Omar Sy (Driss), Anne Le Ny (Yvonne), Audrey Fleurot (Magalie), Clotilde Mollet (Marcelle), Cyril Mendy (Adama), Alba Gaia Kraghede Bellugi (Elisa), Dorothée Briere (Eléonore),
Yapım: Gaumont (2011)

İki kadim dost Olivier Nakache ve Eric Toledano’nun ortak yönettikleri “Can Dostum” filminde Fransa’yı görüyorsunuz. Bu filmde hiçbir şey derinlikli yansımıyormuş gibi görünse de her şey derin.

Gecenin içinde, Seine Nehri kıyısında Driss’in son gaz sürdüğü arabanın peşine polisler düşüyor. Polisin acımasızca sorguladığı genç Driss, aristokrat bir zengin Philippe’in bakıcısı. Philippe, yamaç paraşütünden yere çakılmış ve omuzundan aşağısı felç. Arabada Philippe de var. İkisi de polisle eğlendikten sonra film geriye dönüş yapıyor. Asıl adı Abdel olan Senegalli Driss, hırsızlıktan altı ay hapis yatmış ve işsizlik sigortasından para alabilmek için Philippe’e bakıcılık için başvuruyor. Philippe, dışarıdan bakınca hayat dolu, aklına geleni çekinmeden söyleyen, samimi Driss’e kanı hemen ısınıyor. Driss’in de tıpkı Philippe gibi hikâyesi var. Teyzesinin çocuğu olmadığı için Paris’e evlâtlık gelmiş çocukken. Daha sonra teyzesinin çocukları olmuş. Teyzesiyle evli amcası ölünce teyzesinin birkaç çocuğu daha olmuş. Temizlik işlerinde çalışan, Paris’in banliyösünde bir dolu çocukla yaşayan teyze, altı ay ortadan kaybolmuş ve tam bir serseri Driss’i evden kovuyor. Teyzenin oğlu Adama da uyuşturucu satış işlerine düşmüş.

Her şeyin berbat olduğu dünyada Philippe bir sığınak oluyor aslında Driss’e. Paris’in tam içinde sırça köşkte yaşıyor hayatı kırgın Philippe. Hamile kalınca hep hastalanan karısı ölmüş. Elisa adında büyüme bunalımları yaşayan bir kızı da var Philippe’in. Tekerlekli sandalyede geçen bir ömür bu zenginliğin içinde. Fizik tedavi de görüyor. Resim sergilerine gidiyor. Driss’in hayatında bir arada göremeyeceği paralarla tablolar satın alıyor. Doğum günlerinde dostlarıyla klâsik müzik dinliyor. Her şey böyle düzenli akıp giderken hayatına Driss giriyor Philippe’in. Aralarında işveren-işçi ilişkisi yok. Hemen sıkı dost oluyorlar. Kültür, sınıf ve servet uçurumu olsa da. Bu film ırkçılığa da karşı. Philippe, Dunkerque’ten Eléonore’la da mektuplaşıyor sürekli. Kâğıda yazılıp, zarfa konulan ve üzerine pul yapıştırılan, şimdilerde unutulmuş mektuplarla. Philippe, Eléonore’a yazdığı mektuplarda Fransız şair-yazar Apollinaire’in dizelerinden ve metinlerinden de yararlanıyor. Driss, Eléonore’la Philippe’in yollarını kesiştirmek istiyor. Güzel Eléonore’la engelli Philippe’in imkânsız aşkı belki mümkün olacak, mutluluklar gelecek. Driss, Philippe’in çilli sekreteri Magalie’ye de tutuluyor. Driss’in ilgisine karşılık vermeyen Magalie’nin başka “derin” aşkları var. Her şeyi organize eden Yvonne karakteri de unutulmamalı. Aşk herkese gerek.

Mizahı güçlü film…

Olivier Nakache ve Eric Toledano ikilisi, 2005 yılından bu yana filmleri ortak yönetiyorlar. İlk defa 2011 yapımı “Intochables-Can Dostum” filmiyle tanışmış oluyoruz onların sinemasıyla. Bu filmleriyle yönetmen ve özgün senaryo dallarında 2012 Cesarlarına aday olmuşlardı. 1978 doğumlu Omar Sy, “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Cesar kazandı bu yıl. Nakache 1973, Toledano 1971 doğumlu. İkilinin mizah duygusu gerçekten çok güçlü. Hayatı kederlerle yüklü olsa da Driss filme neşe katıyor. Belki de ırkının bir özelliği bu. Burjuvalar klâsik müzik dinlerken Driss rap benzeri müziklerle coşuyor. Filmin fonunda ağırlıklı olarak piyano tınıları duyuluyor. Elbette Vivaldi de var.

Filmdeki oyunculuklar da etkileyici. Sadece başıyla oynayan önemli oyunculardan François Cluzet büyük bir performans sunmuş. 1955 Paris doğumlu Cluzet, Claude Chabrol’ün 1994 yapımı “L’Enfer-Cehennem” filminde çizdiği kıskanç koca kompozisyonuyla etkileyici bir performans ortaya çıkarmıştı. Bu müthiş oyuncuyu en son Guillaume Canet’nin 2010 yapımı “Les Petits Mouchoirs-Küçük Beyaz Yalanlar” filminde seyretmiştik. Filmdeki mekânlar da çarpıcı yansıyor perdeye. Paris gerçek anlamda büyüleyici. Kuzeyin şehri Dunkerque final bölümünde yansıyor perdeye. Orada aşk var. Dunkerqueli kadınlar Driss’in kendileri için yaptığı esprilere gülmüşler midir? Bu ülkemizde olsa feministler ayaklanmıştı belki. Kadınlardan yanayız. Yönetmen ikilisinin bu filmi gerçek bir hikâyeden ilham almış. Filmin sonunda, şimdi Fas’ta yaşayan gerçek Philippe de yansıyor. Eléonore’la da evlenmiş. Çocukları olmuş. Driss’in de hayatı artık düzenli. Şirketi ve ailesi de var. İkisi hâlâ dostlar. Her şeyiyle insana iyi gelen bu film görülmeli.

(11 Mayıs 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Bunlar Dahi Kızın Etrafında Oldu

Koruyucu (Safe)
Yönetmen-Senaryo: Boaz Yakin
Müzik: Mark Mothersbaugh
Görüntü: Stefan Czapsky
Oyuncular: Jason Statham (Luke), Catherine Chan (Mei), Robert John Burke (Wolf), James Hong (Jiao), Reggie Lee (Chang) Anson Mount (Alex), Chris Sarandon (Tremello), Joseph Sikora (Dochesky), Igor Jijikine (Chemyakin)
Yapım: IM Global (2011)

Amerikalı yönetmen Boaz Yakin’in bir an nefes aldırmayan “Koruyucu” filmi, geride bıraktığı cesetlerle de ayrı bir yerde. Film, Rus ve Çin mafyası ortasında kalan dahi Çinli kızın eski ajanla ölüm kalım savaşını anlatıyor.

New York sokaklarına aksiyonu ve şiddeti taşıyan 2011 yapımı “Safe-Koruyucu”, hafiften staocu eski bir CIA ajanı Luke Wright’la matematik dahisi 11 yaşındaki Çinli kız Mei’in, şehri bölüşmüş postmodern mafyaya karşı aksiyon dolu hikâyesi. Aslında her şey birden olmuyor. Kader, bir zaman sonra onların yollarını kesiştiriyor. Bu filmin hikâyesinin ve kurgusunun, bir aksiyon filmine göre karmaşık olduğunu belirtmeliyiz. En azından ilk bölümlerde. Filmin hikâyeyi anlatışı ve karakterlerin yansıyışı tam anlamıyla mükemmel. Bu film aksiyon sinemasında sıradışı bir yer alabilir. Film, metroda birilerinden kaçan Mei üzerine açılıyor. Metroda, derinlikte bulanık görüntüde biri de yansıyor perdeye. Film bir gün önceye gidiyor. Mei, Rus mafyasının elinde ve kaçıyor. Ardından film bir yıl öncesine dönüp Çin’e gidiyor. Orada seyirci Mei’in bir matematik dahisi olduğunu öğreniyor. Hatta sayılar konusunda belleği de bir hayli güçlü. New York’ta da çalışmaları olan Çin mafyasının lideri Han Jiao, babası ölmüş ve annesi hasta, yetim Mei’i himayesine alıyor ve hemen New York’a yolluyor. Yeni babası da Quang Chang. Kumarhanelerdeki hesapları aklında tutan Mei’in yeni görevi kasalardaki şifreleri aklında tutmak. İşte bu noktadan sonra her şey değişiyor ve New York’un diğer mafyası Ruslar da işe karışıyor. Hikâyenin diğer tarafındaki Luke’un da başı Rus mafyasıyla belâda. Ajanlıktan uzaklaştıktan sonra şimdilerde boks yapan Luke, yenilmesi gereken maçı kazanınca Ruslar karısını öldürüyor, ardından da Luke’u açlığa ve sefalete sürüklüyor. Öyle ki, kiliselerin barınma yerlerinde yatıp kalkıyor bir süre Luke. Ama, Mei’le metroda kesişen yolları her şeyi değiştiriyor. Luke, sadece Çin ve Rus mafyalarına karşı değil, kirli polislere karşı da savaşıyor. Film bittiğinde sanki devamı gelecekmiş gibi hissediyor insan. Çünkü bazı şeyler bitmemiş gibi.

Kamyon dolusu ceset…

Bu filmde adam öldürmek ağıza leblebi atmaktan kolay. Luke, kirli polisler, mafyalar şehrin içinde rahatça tabancalarını ve makinelilerini kullanıp birbirlerini yere seriyorlar. Herhalde bu filmde bir kamyon dolusu ceset var. İlginç olan, yönetmen çok az kan göstermiş. Silâhlardan çıkan ateş parlaklıklarını göstermiş daha çok. Metroda, Luke’un Rus gangsterlerle dövüşü de estetik olarak müthiş. Başlarda daha dingin anlatımı olan filmde, çok geçmeden sarsıntılı kamera açıları ve çarpıcı kurguyla beraber aksiyonun hakkını vermeye başlıyor. Hatta bazı anlarda kurgu öyle hızlı ki, bazı çekimleri gözden kaçırma ihtimaliniz var. Filmde Çin ve Rus mafyaları olunca elbette fonda da caz müzikleri duyulmuyor doğal olarak. Sinema tarihinin eski mafyaları bu yeni mafyaların karşısında “masum” kalıyor sanki. Filmde İngilizce, Çince ve Rusça duyuluyor. Bu da iyi bir şey.

“Koruyucu” filminde Mark Mothersbaugh’un gerilimli müziklerinin yanında Beethoven’ın “Ay Işığı-Piyano Sonatı Numara 14” de duyuluyor fonda. 1966 yılında New York’ta doğan yönetmen Boaz Yakin, annesi Yahudi olmadığı için Yahudi değil. Ama, New York’ta Ortodoks bir Yahudi okuluna da gitti. Yönetmenin, 2000 yapımı “Remember the Titans-Unutulmaz Titanlar” ve 2003 yapımı “Uptown Girls-Sevimli Dadı” buralarda da biliniyor. 1967 doğumlu İngiliz oyuncu Jason Statham, yönetmen Guy Ritchie’nin 1998 yapımı “Lock, Stock and Two Smoking Barrels-Ateşten Kalbe Akıldan Dumana” filmiyle kendini fark ettirdi. “Transporter-Taşıyıcı” serisiyle de sinemada statü sahibi oldu. Statham, aksiyon sinemasının vazgeçilmez oyuncusu şimdi. New York’un eşcinsel belediye başkanı Tremello’yu, bir zamanlar ünlü oyuncu Susan Sarandon’la evli kalmış Yunan asıllı Chris Sarandon canlandırmış. Filmin yapımcılarından biri Lawrence Bender. Bu yapımcıyı Quentin Tarantino filmlerinden hatırlayabilirsiniz. Bu filmin aksiyon dolu, çenebaz ve şiddet yüklü olmasında bu yapımcının payı vardır. Filmin diğer yapımcısı Dana Brunetti, David Fincher’ın 2010 yapımı “The Social Network-Sosyal Ağ” filminin yapımcılarından biriydi.

(11 Mayıs 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Yaz Bitti…

Seyfi Teoman anısına

Emin Alper’in ilk uzun metrajlı filmi Tepenin Ardı galasını 31. İstanbul Film Festivali’nde yaptı. Ardından da Murathan Mungan başkanlığındaki jürinin de beğenisini toplayarak Ulusal Yarışma Altın Lale En İyi Film ödülünün sahibi oldu. Filmi eşimle birlikte festivalde izleyebilme şansı yakaladık. Zira çok iyi oldu çünkü gösterim tarihi en erken Eylül 2012 olarak belirlenmiş. Film, festival boyunca geç başlama – başlayamama gibi aksaklıklara neden olan DCP formatında çekilmiş. Dijital sinema artık yavaş yavaş 35 mm.nin tahtına göz dikmeye başlıyor yani. DCP formatında çekilen filmlere özel de KDM adı verilen ve filmleri 3 – 4 saatlik zaman dilimlerinde gösterebilen şifreler mevcut. Şifre geçerlilik süresinin dolması, bloke olması gibi nedenler de festival izleyicisini hayli zorladı bu yıl. Festivalde Sıkıntılı Hanımlar ve Tepenin Ardı’nı DCP formatında izledim. İkisinde de sorunlar baş gösterdi. Ayrıca Tutsak isimli, bilet almış olduğumuz film de yine KDM şifresindeki problemlerden dolayı gösterilemedi. Sinema salonunda bir kadın da bu filmin farklı bir seansta altyazısız gösterilmesiyle âlâkalı serzenişte bulunuyordu. DCP formatı, KDM şifresi, dijital dünyaya girişteki inceliklere çok fazla kafa yormamamdan dolayı ben de bu kitlede yer aldım. Ekstra parantez belirtmeliyim ki Michael isimli filme dair makine odasında yaşanan aksilik de ayrı bir durumdu. Toplam 13 film izledik ve 4 film ciddi sorunlarla başladı ya da başlayamadı.

Festivalin bu yılki en büyük stresi ve izleyicileri en çok yoran bu teknolojik uyumsuzluğundan bahsettikten sonra dijital formatta izlediğim Sıkıntılı Hanımlar’dan biraz bahsetmek istiyorum. Sıkıntılı Hanımlar çerezlik diye nitelendireceğimiz bir ABD yapımı. Filmin kendisini açıkçası eleştiriye pek değer bulmadığımdan ötürü sadece dijital formatın benim üzerimde yarattığı etkiye değinmek istiyorum. Öncelikle TV.de bir dizi ya da sinema izliyormuşum hissi uyandırdığını söyleyebilirim. Görüntü evet oldukça netti ama bu film boyunca samimiyet hissi biraz az geldi bana. Gelelim yazımın asıl konu başlığına da sahip olan ve bu yıl Altın Lale’ye de uzanan Tepenin Ardı filmine. DCP format bu sefer benim algımda biraz daha yumuşamayı başardı diyebilirim. Belki çok daha kayda değer bir filmde ve bağımsız bir yapımda kullanıldığı için olacak ki, gerçeklik duygusunu pekiştiren bir anlatım hissiyatı yarattı.

Teknik yenilikleri biraz kenara itip Tepenin Ardı’nda neyin olduğuna ya da olmadığına odaklanalım biraz. Her şeyden öte ne kadar olumsuz eleştirebileceğim taraflar olabilse de bir ilk film olduğu aklıma geldiğinde başarılı diyebileceğimiz bir yapım var karşımızda. Tepenin Ardı ilk yarıya kadar vermek istediği mesaja dalış yapmıyor. 45 dk. kadar bir süre ıssız bir köyde bir baba, oğulları ve torunlarıyla geçirdikleri birkaç güne odaklanıyoruz. Her an düşman gelip hayatlarına tecavüz edebilecekmiş gibi yerler, içerler, uyurlar. Yarıdan sonra her karakter birer birer çoğalmaya başlıyor. Nefes aldığımız topraklarda birlikte yaşadığımız insanlara dönüşüyor. Sadece bu kadar da değil tüm dünyaya hükmediyor ve de. Film eğer kısır bir anlatım örgüsünde devam edip evrensel niteliğe uzanamasaydı oldukça vasat bir yapım olarak kalacaktı. Ama hiçbir şeyin altını ne eksik ne de fazla çizmesindeki ince işçiliğiyle anlamını naifliğine saklıyor. Ama kişisel olarak çok da fazla bana hitap edemeyen daha doğrusu bana göre biraz sığ bir işleyişe sahip olan bir filmdi diyebilirim.

Ve gelelim Seyfi Teoman’a. Bu yazıyı bitirmek üzere olduğum gün aramızdan ayrıldı. Festivalde Tepenin Ardı’nı izlemeden önce çıkan teknik aksilikleri telâfi etmek için bizi oyaladı, muhabbet ettik. Dijital sinemadan, aldıkları ödüllerden, gelecek projelerinden bahsetti. Sorulara cevaplar bulmaya çalıştı. Bu güzel muhabbetin ertesi günü Seyfi Teoman motosiklet kazası geçirdi. 3 haftalık uzun bir bekleyişle umut dolu anlar yaşamaya başlamıştık ki kendisini bugün kaybettik. Tatil kitabının son sayfasına geldik sanırım. Çözümünü bulamadığımız sorularla, yanlışlarla… Kaybolmuş bir zaman diliminin kaybolmuş bir şarkısının o kaybolmuş satırındaki gibi telâşlı, ürkek, utangaç ve heyecanlı…

Şimdi yaz bitti… Hadi herkes okula…

(09 Mayıs 2012)

Görkem Akgün

Geride Kalanların Çaresizliği

Tıpkı filminde anlattığı gibi… Elim bir trafik kazası ve ardında sevenlerine kalan derin bir acı. Seyfi Teoman, o kazanın öncesinde söyleyecek ve yapacak çok şeyi olan, ümit vaat eden bir yönetmendi. Ama ecel onu tam da dünyaya geldiği günün dönümünde yakaladı. Genç ölümler her zaman ayrı bir acı oluşturur insanda…

Geçen sene Film Arası Dergisi’nde yayınlanan yazımı Seyfi Teoman’ı tekrar hatırlamak adına yayınlamak istedim. Geride kalan ailesine sabırlar diliyorum, mekânı cennet olsun…

TEK ÇARESİZLİĞİMİZ BÜYÜMEK!

Aslında tüm çaresizliğimiz değil midir “büyümek” ve buna engel olamamak…

Tren geçmeden önce koyarlar demir paralarını rayların üzerine, içlerindeki burukluğu eğilip bükülen parayla özdeşleştirip hafifçe tebessüm edebileceklerini hesap ederek. Ve tren nefeslerini kesecek kadar hızlı geçip gittiğinde teselliyle sarılırlar birbirilerine. Seyfi Teoman’ın son filmi “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”, Ender ve Çetin’in modern dünyanın klişelerine inat varolmasını hep hayal ettiğimiz bir dostluğun hikâyesi. Filmin konusu ise bu dostluğun zorlu bir sınavını anlatıyor.

Lise yıllarından beri sıkı dost olan Ender ve Çetin, uzun yıllar ayrı kaldıktan sonra, Çetin’in Ankara’ya dönüşüyle tekrar bir araya gelmişler ve ilk gençlik hayallerini otuzlu yaşlarının sonunda gerçekleştirip, aynı evde yaşamaya başlamışlardır.

Günün birinde Almanya’da yaşayan yakın arkadaşları Fikret, Türkiye’de bir trafik kazası geçirir. Kazada Fikret’in Ankara’da yaşayan anne ve babası ölür, kendisi de yaralanır. Almanya’ya dönmesi gereken Fikret, Ender ve Çetin’den, Ankara’da üniversite öğrencisi olan kız kardeşi Nihal’in okulunu bitirene kadar, iki yıl boyunca, onlarla kalmasını ister. Üçüncü birinin eve gelmiş olması ilk başlarda ikisini de rahatsız eder, ölümlerin travmasını atlatamayan Nihal de onlarla iletişim kurmak istemez, ama zamanla birbirlerine alışırlar. Ve sonunda kaçınılmaz olan gerçekleşir, Ender ve Çetin birbirlerinden habersiz bir şekilde Nihal’e âşık olurlar.

AŞKIN BİLİNEN YÜZÜNÜN TERSİ

İki erkeğin birbirine çok samimi bir şekilde bağlı olması, filmi izleyenlerde farklı yorumlamalara sebep olduysa da, aslında görünenden öte bir durum yok. Dünya galasını 61. Berlin Film Festivali’nde yapan, 16. Nürnberg Türkiye-Almanya Film Festivali’nde ‘En İyi Film’ ve ‘Sinema Eleştirmenleri Ödülü’nü kazanan filmin Almanya’daki seyircisi, “erkek erkeğe çok samimi arkadaş olur mu?” sorusuna ezberletilmiş yargılarla cevap vermeye çalıştı. Devasa iletişim dünyası içinde kirlenen samimi dostluk duygularımız, artık yan yana yürüyen herkesten şüphe eder duruma sokulduğu için izleyici bu filme de gereksiz bir yafta yapıştırmaktan geri durmadı. Hâlbuki şöyle ülkemizin doğusuna doğru yelkenlerinizi açsanız kol kola girmiş erkeklerin sokaklarda keyifli sohbetlerine tanıklık edebilirsiniz.

HEP ÇOCUK KALSAYDIK!

Barış Bıçakçı’nın aynı adlı romanında sinemaya başarılı bir şekilde uyarlanmış film, şarkılarıyla ve küçük detaylarıyla Yeşilçam’a gönderme yapmayı da ihmâl etmiyor.

Hep çocuk kalsaydık diye başlayan bilindik cümleler sıralanıyor insanın zihnine filmden çıktıktan sonra. Büyümek üzerine felsefe yapacak kadar düşünmeye bile başlıyor insan. Kimseye aldırmadan denizin ortasında iki çocuk serbestliğiyle taklalar atan, sokağın ortasında çalan müzikle dans edebilen, aynı kıza aşık oldukları halde birbirlerine dürüstçe bunu itiraf eden ve masumluklarını kaybetmeden yaşayan bu iki erkeğin büyümüş olduğunu söylemek zor. Çünkü büyümek çocukça samimiyeti kaybetmek olarak öğretilmedi mi?

Filmden bize düşen felsefe ise; aslında tüm çaresizliğimiz değil midir “büyümek” ve buna engel olamamak…

Künye
Yönetmen: Seyfi Teoman
Oyuncular: İlker Aksum, Fatih Al, Güneş Sayın, Taner Birsel, Baki Davrak
Süre: 102 dk.
Yapım Yılı: 2011

(09 Mayıs 2012)

Ayşe Şahinboy Doğan

asahinboy@gmail.com

Film Arası Dergisi’nde yayınlanmıştır. (Mayıs 2011)

Sinemada Belgesel Film Seyretmek, Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir

Sinema tarihimizin kaynaklarına baktığımız zaman 1934 yılında, diğerlerinin yanında, iki kısa film çekildiğini görürüz. Bunlar yönetmenliğini Nazım Hikmet Ran’ın yaptığı, Özön’ün, “kısa film” dedikten sonra “görsel denemeler” diye de vasıflandırdığı İstanbul Senfonisi ve Bursa Senfonisi’dir. Bu filmlere şimdilerde ulaşmak mümkün görülmüyor. Üzerinden geçen zaman, iki önemli depo (film deposu) yangını, filmlerin türü -“belgesel film”- olmaları… İstanbul birçok filmimize dekorluk etmiş bir kentimizdir, İstanbul Senfonisi‘nden başkaca filme, belgesel olarak malzeme olmuş mudur bilemiyorum, taa Akad Usta’nın 1990 çektiği İstanbul belgeseline kadar.

Akad’ın, TV için hazırladığı (sinema filmi değil) dört bölümlük belgesel dizi, “Doğuş” adlı giriş bölümünden sonra “dramatik – belgesel”e dönüşen bölümleri ile “İstanbul Bir Şarkıdır”, “İstanbul Bir Özlemdir”, “İstanbul Bir Kavgadır” ile devam eder. Karadeniz’den İstanbul Boğazına giriş ile başlayan, Doğuş bölümü bir belgesel olurken, her biri alt başlıklar taşıyan diğer bölümler, dramatik-likleri de içeren, İstanbul üzerine belgeseldirler. 1934’de yapılan ve Özön’ün görsel deneme dediği İstanbul Senfonisi, kısa film süresi (!) içinde İstanbul’u görselleştirirken hangi içeriği taşıyordu bilemiyoruz ama bu -bugün artık mega olmuş olan- kentimiz üzerine yapılmış ilk belgesel çalışmadır.

Belgesel filmlerin ticari sinemalarda gösterilmesi pek alışık olmadığımız bir şey ama bu son yıllarda değişiyor. Sinemamız için (seyircimiz içinde) pek ilgi çekmeyen belgesel sinema, bu icadın başlangıcından beri çeşitli biçimlerde ve farklı konularda kullanılmış ve sinemanın -kurmaca filmlerden de- önemli bir parçasını oluşturmuştur. Bizde, başlangıç dönemi yönetmenleri sinema filmi olarak bazı belgesel çalışmaları yaptılarsa da bu konuda fazla yapıt verilmemiş, sonraki dönem yönetmenleri ise aynı konuda televizyonlar (veya bir takım kurumlar) için çalışmalar yapmışlardır. Dünyada önemli sinemacıların uğraş alanı olmuş dalda, uzun yıllar bu alanda çalışmış yönetmen Joris İvens’in (1898-1989) adını anmakla yetinelim.

Sinemamızda son yıllarda çekilmiş olan bazı uzun metraj belgesel filmlerin ticari gösterime çıkmaları sevindirici bir olaydır, bir sinema olayıdır. Bunların sonuncusu ise bu hafta (04 Mayıs 2012) gösterime çıkmış olan “Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehirdir. Yönetmenliğini İmre Azem’in yaptığı film, İstanbul üzerine bir belgeseldir ama şehri anlatmak gibi bir derdi yoktur. Animasyon türündeki giriş bölümünde şehrin tarihçesi ele alınırken, günümüzde (2008 yılında) şehirde yapılan kentsel dönüşüm çalışmalarının şehri, nasıl şehir olmaktan çıkardığını anlatılmaktadır. Bu program (kentsel dönüşüm) ile nasıl şehrin yoksul bir kısım sakinlerinin yerinden edildiği, toplu konut ve sosyal konut diye yapılan binalar (daireler) ile nasıl ihtiyaç fazlası (giderek daha da artacak sayıda) daireler yapıldığı, ulaşımı kolaylaştırmak amacı ile yapılan iki boğaz köprüsünün (üçüncüsü de plânlanıyor) ulaşımı dahada sıkışık hale getirdiği (ve getireceği) gösteriliyor ve doğuracağı sonuçlar için uyarıda bulunuluyor.

Belgesel bir filmin, sırf olanları göstermenin ötesinde, olanları (gösterdiklerini) yorumlama gibi işlevi de vardır. Bu yorumlama gösterilen olaylarla ilgili olmalıdır. Ekümenopolis ise gösterdiklerinin ötesinde, yapılması plânlananlara da dayanarak -ileride- doğabilecek sonuçlardan da söz ederek, -bu bir fal bakmak değildir- toplumu bilgilendirirken, gelecekte karşılaşılabileceklere de dikkat çekmeye çalışıyor. Bu hafta “tek” sinemada gösterime giren film, ticari gösterim öncesinde bir kısım özel gösterimlerde gösterilmiş ve yurtdışı festivallere katılmış (ödüller almış), yurt içinde -dalında- SİYAD tarafından ödüllendirilmiş bir çalışma olarak, sırf bir “belgesel film” olmayı aşarak “toplumsal” özelliğini de kazanıyor. Yukarıda da yazdığım gibi, bu filmi yapmak bir falcılık değildir. Şehircilik, sosyolojik, psikolojik sonuçları ile geliyorum diyen bir sonucu belgelemeye çalışan İmre Azem ve ekibinin çalışmasının, yanılgı ile sonuçlanmasını dilerim. Her gün içinde bulunduğum, yaşadığım ve kaos’un bugün ulaştığı bir kısım olgularını gözlemlediğim şeylerin varabileceği noktaları düşününce, bu yanılgının nasıl olabileceğini tasarlayamıyorum.

Not: Bunu metnin içine yazmadım. Ben İstanbul’a geldiğimde (1983) Avcılar ile telefon görüşmeleri “şehirlerarası” yapılmak idi. Ve İstanbul’un doğu girişi ile batı çıkışı arasının 80 kilometre olduğu söyleniyordu, bugün 100 kilometreyi çoktan aştık.

(07 Mayıs 2012)

Orhan Ünser

İstanbul’dan İnsan Manzaraları

Vücut
Yönetmen-Senaryo: Mustafa Nuri
Müzik: Mehmet Erdem
Görüntü: A. Emre Tanyıldız
Oyuncular: Hatice Aslan (Leyla), Hakan Kurtaş (İzzet), Cengiz Bozkurt (Yılmaz), Þeyla Halis (Semiha), Þebnem Dilligil (Nurgül), İlayda Süren (İlknur), Neslihan Yeldan (Meltem)
Yapım: Ran Prod. (2011)

Kıbrıslı yönetmen Mustafa Nuri, ilk filmi “Vücut”la mekânlarla insanlar arasında metafor kuruyor. Oyuncu performanslarıyla öne çıkan bu film, gerçekçi ve çarpıcı.

Kıbrıslı yönetmen Mustafa Nuri’nin 2011 yapımı “Vücut” filmi sinemamızın iyi yapıtlarından. 1973 yılında Lefkoşe’de doğmuş Nuri’nin bu ilk uzun filmi. Nuri bu filminde, porno yıldızı Leyla’yla porno piyasasına yeni düşmüş İzzet’in aşkını anlatıyor. Leyla, Almanya’da porno filmlerde oynamış. Kendisini bu piyasaya sokan satıcısı Yılmaz’la İstanbul’a geldiklerinde her şey değişmeye başlıyor. Yılmaz, kırklı yaşlarındaki Leyla’yı bıraksa da yeni bir iş için kapısını çalıyor. Leyla’nın, bu berbat dünyada sığındığı yer haplar. Yavaş yavaş çöküyor. Öte tarafta, daha 21 yaşında olan İzzet var. Annesi Semiha ve lisede okuyan kız kardeşi İlknur’la yaşıyor. Annesi İzzet’i dizilerde oynaması için sürekli deneme çekimlerine yolluyor. Ama bir zaman sonra İzzet’in yolu yeni bir porno çekecek Yılmaz’ın filmine gidiyor. İzzet orada Leyla’yı görür görmez farklı bir şeyler hissediyor ve aşık oluyor. Mutsuz ve yalnız Leyla, bahar meltemi gibi taze bu aşka başta dirense de sonunda aşk galip geliyor. Hayat bazılarına trajedisini hazırlarken.

Tarlabaşı büyülüyor…

Aslında filmde yansıyan tüm karakterlerin bir hikâyesi var. Leyla, yıllardır görmediği ablası Nurgül’le ve ailesiyle buluşuyor. Daima kırılgan ve ürkek Leyla, belki de ilk defa oğlu yaşındaki İzzet’le unuttuğu duyguları hatırlıyor puslarla kuşatılmış hayatında. İki çocuk dünyaya getirmiş Nurgül de acaba mutlu mu? Kocasının ağzından düşen hakaretli sözler onu sarsıyor ve kendini yenileyerek arayışlara girişiyor. Leyla, o kadar genç İzzet’e daha güzel görünebilmek için vücudunu tazelemeyi bile istiyor. Yılmaz, tam bir piyasa adamı. Yeni sevgilisi de tavernada şarkı söyleyen Meltem. Yılmaz, onu da porno piyasasına çekmek için oyunlar oynuyor. İzzet’in çocukluğundan beri peşindeki travmatik görüntüler de zihninden sürekli düşüyor. Kız kardeşi daha doğmadan ölmüş babasının annesine yaptığı “seks işkencesi”ne tanıklık etmiş hep. Leyla belki de İzzet’in travmasını tedavi ediyordur belki de. İzzet’in kız kardeşi Nurten de şişmanlığı yüzünden kompleksler yaşıyor hep. İşte yönetmen Nuri, sakince bu derin ve büyük İstanbul’da insan manzaralarını izliyor. Filmin estetiği de iyi. Filmin girişinin görsel açıdan çarpıcı olduğunu belirtmeliyiz. Ama final bölümü, bu gri filmi biraz pembeleştirse de film genelde konusu ve oyuncu performanslarıyla etkiliyor. Bu filmin oyuncuları 18. Adana Altın Koza Film Festivali’nde ödüller kazandı. Hatice Aslan, “En İyi Kadın Oyuncu” olurken, Seyla Hali de “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” oldu. Hakan Kurtaş da “Umut Veren Genç Oyuncu” ödülünü aldı. Filmin mekânları gerçekten büyüleyici. Özellikle Tarlabaşı. Bu semt, bu filmden bir belgesel olarak kalacak. Çünkü şehri dönüştürüyorlar ve kültürler de sürülüp gidiyor. Filmle bu semt arasında bir metofor kurulmuş da olabilir. İnsanlar ve mekânlar enkaza dönüşmüş çünkü.

(04 Mayıs 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Şarkı Filmler

Önce, şarkı-lı filmler değil, şarkı filmler… Filmlerimizde, ilk sesli filmimiz İstanbul Sokaklarında’dan (Ertuğrul / 1931) beri, müzik ve de şarkı kullanılır. Filmlerde hem zaman doldurmak hem de seyircinin ilgisini çekmek için yerli yersiz şarkılar başlar… Ses sanatçılarının filmlerde oyuncu olarak kullanılmasının kaçınılmaz sonucu o şarkıcıya filmin belli yerlerinde şarkı söyletmektir. Ama filmler için şarkı yapıldığına pek rastlanmaz, zaten piyasada mevcut olan -veya oynayan oyuncunun okuduğu- şarkılar, şarkıcının oynadığı filme serpiştirilir… Şarkıcı oyuncusu olmayan filmlere de. Jenerikte de genellikle bir şarkı kullanılır, bu ses sanatçısının türkücü olmasına göre türkü ile yer değiştirir… Filmler için film şarkısının ve film müziğinin yapılmasına daha zaman vardır. Bunlar ilerleyen yıllarda sinemamızın gelişmesi ile yavaş yavaş ortaya çıkacaktır.

Burada şarkı filmler derken bir şarkının bir bölümünün -genellikle giriş bölümünün- filmlere ad (isim) olmasını kastediyoruz. Bu şarkının filmin konusu ile ilgili olup olmaması o da kadar da önemli değildir. Aşağıda da görüleceği gibi birçok şarkının bir bölümlerinin isimlerinin yer aldığı filmler, bazen o şarkı ile hiç ilgili değildir ama bazen de -başlangıçta bir ilgisi olmamasına rağmen- şarkılar filmlerle özdeşleşebilirler. Örnekse, Beklenen Şarkı’nın sözleri Vedat Şenyol’a aittir. Filmin senaryosu ise Sadık Şendil tarafından yazılır. Doğal ki güfte başka şeydir, senaryo başka şeydir ama burada bir özdeşleşme vardır (gibi geliyor bana). Dahası Senede Bir Gün söz konusudur: Ertem Eğilmez’in 1965 ve 1971 yıllarında çektiği filmlerin senaryosunu Sadık Şendil yazmıştır. Her iki filmde de kullanılan şarkının güftesi de Şendil’e aittir ama unutmamak gerekir ki İhsan İpekçi’nin (Koza) romanından çekilen filmin ilk versiyonu 1947 yılında Ferdi Tayfur tarafından yapılmıştır. Bu tarihte ise Eğilmez’in filmleri ile özdeşleşen şarkı (dolayısı ile güfte) ortada yoktur.

İmdi, şu veya bu şekilde açıklama yapılan şarkı/film isimleri büyük harflerle koyu olarak yazılmıştır. Her hangi bir açıklama yapılmayan filmler ise sadece büyük harflerle yazılmıştır. Her iki halde de bazı isimler hemen bir şarkıyı çağrıştıran isimler, popüler şarkılara aittir… Bazıları geride kalmış olabilir (hatta beni yanıltmış dahi olabilir). Bu liste ise bir bütünlük (tamamiyet) iddiası taşımayan, -bazı filmlerle şarkıların ilginçliği nedeni ile- merakla hazırlanmış bir listeden ibarettir. Listenin sonunda şarkılardan sonra bir de marş var. Ve ek liste de adında şarkı – şarkıcı – türkü – beste sözlerinin geçtiği filmler…

ADA SAHİLLERİNDE / Örs / 56 / Özgüç, “Hiçbir kaynakta konusuna rastlanmadı” diyor. Bu sözlerle başlayan bir İstanbul türküsü vardır. Rivayet o ki, ll. Abdülhamid’ın kızı Şadiye Sultan (1887 – 1977) için çıkarıldığı söylenir. Filmde kullanıldı mı bilemiyorum. “Ada sahillerinde bekliyorum / Her zaman yollarını gözlüyorum / Seni senden güzelim istiyorum / Beni şad et Şadiye başın için / Her zaman sen yalancı ben kâni / Her zaman orta yerde bir mani / Her zaman sen uzakta ben müştak / Her telâkki de bir hayali firak / Nerede o mis gibi leylaklar / Sararıp solmak üzere yapraklar / Bana mesken olunca topraklar / Beni yad et güzelim başın için.”
ADALARDAN BİR YAR GELİR BİZLERE / Palay / 64 / “Adalardan bir yar gelir bizlere / Aman Allah gözlere bak gözlere…” şarkı bu da… filmin H. R. Gürpınar’ın Gulyabani’sinden uyarlandığı da belirtiliyor. Bu oldukça serbest bir uyarlama olurken aynı zamanda konu çevrildiği güne taşınıyor, ayrıca 1976’da Eğilmez tarafından Süt Kardeşler adı ile yapılmış bir uyarlaması daha var romanın.
ADALETİN BU MU DÜNYA / Y. Duru / 71 / Filmin adı bazı kaynaklarda Selda Bacı. Selda Bağcan oynuyor. Selda’nın oynadığı filmde ister istemez türküsü de olacak, filmin en kolay adı da… Hem bu isim, filmin tanıtımını bir adım önden başlatır.
ADINI ANMAYACAĞIM / Elmas / 71
AGORA MEYHANESİ / Aslan / 68
AĞLAMA DEĞMEZ HAYAT / Bozkuş / 69
AH NEREDE VAH NEREDE / Gültekin / 75
AKASYALAR AÇARKEN / Ün / 62 / Göksel Arsoy oyunculuktan sonra yapımcılığa soyunuyor, filminde bir aşk öyküsü anlatıyor ve de amcası Yesari Asım Arsoy’un şarkısını kullanarak, jeneriğe de ad olarak yazıyor.
ALLAH ALLAH / Tatlıses / 87
ALTIN KAFES / Seden / 58 / Zeki Müren’li filmler… Film adları şarkı sözleri ile belirleniyor.
AMAN DÜNYA NE DAR İMİŞ / İnci / 65 / Çocukluk günlerinde başlayan bir aşk ve saz ve türkü tutkusu, büyüyünce de devam eder…
ARIM BALIM PETEĞİM / Arslan / 70 / İki sevgili ve bir şarkı “Arım balım peteğim” güftenin ikinci dizesi “Gülüm dalım çiçeğim” bu filmdeki şarkıda geçiyor ama bir yıl sonra bir başka filmin jeneriğine -isim olarak- oturacaktır. Tabii ilk filmin devamı değil, şarkıdan başka ortak yön, her ikisinin de kadın oyuncusu Türkan Şoray.
ARTIK SEVMEYECEĞİM / Arslan / 68 / Biri iyi, diğeri kötü, ikiz kız kardeşten biri (kötü olanı) diğerinin yerini alır… Bilinen Artık Sevmeyeceğim şarkısı var. Arslan 73’de filmin yeni versiyonunu -aynı konu olarak- çekerken filme adını veren, bir başka şarkıyı seçer: Ağlıyorum… Yapılabilecek üçüncü bir çekimde moda olan bir şarkıyı dinlemek durumunda kalabiliriz.
AŞK BU DEĞİL / Ergün / 69
AŞK ESKİ BİR YALAN / Engin / 68
AŞKI BEN Mİ YARATTIM / Gören / 79
AŞKIMLA OYNAMA / Gülyüz / 73 – Yurter / 79
ATEŞ BACAYI SARDI / Çallıoğlu / 61 / Bestekâr, şarkıcı, oyuncu, senaryo yazarı, yönetmen, yapımcı Çallıoğlu, filmlerinde kullandığı şarkılarını film isimlerine de taşıyor.
ATLIKARINCA DÖNÜYOR / Gültekin / 68
AYRILSAK DA BERABERİZ / Arslan – Erksan / 67 / Bir kara sevda öyküsü, işin ehli (“kara sevda”) Erksan’ın başlayıp yarım kalan filmi, yapımcı Arslan tamamlıyor. Fizik ortamda ayrılmak, beraberliği sona erdirmez.
BABA BİZİ EVERSENE / Pekmezoğlu / 75 / Barış Manço’nun oynadığı tek film. Kız babasının kabul etmediği bir ilişki. Ortalarda dolanan bir bebek nedeni ile (kız) baba (sına) yapılan sözlü baskı: Baba bizi eversene.
BAĞDAT YOLU / Kan / 68
BAHARIN GÜLLERİ AÇTI / Gürses / 61
BAK YEŞİL YEŞİL / Saner / 75 / Ahmet Özhan filmde oynayacaksa şarkı söylemesi gerekir. Bu filmde başka şarkıların yanında Bak Yeşil Yeşil’i de söyler. Hale Soygazi’nin gözleri ne renkti?
BATSIN BU DÜNYA / Seden / 75 / Eğlenceli bir film… Vedat Türkali’nin Umutsuz Şafaklar isimli senaryosu habersiz çekiliyor, aleyhe açılan dava kaybediliyor. Bu arada Gencebay Batsın Bu Dünyayı söylemiş, ne gam? Sonrası, habersiz çekilen senaryonun adı değiştirilerek, bu kez yazarının haberi dahilinde Fatmagül’ün Suçu Ne? adı ile çekiliyor. Artık sinema -Yeşilçam- yok, TV var ve de diziler…
BELKİ BİR SABAH GELECEKSİN / İnanoğlu / 62
BEN ARMUDU DİŞLERİM / Evin / 75 / Filmin afişinde ısırılmış bir armut resmi var. Belki filmde de armut dişleyen bir oyuncu vardır.
BEN DE ÖZLEDİM / n. Özer / 81
BEN DOĞARKEN ÖLMÜŞÜM / Çakmaklı / 73
BEN TOPRAKTA BİR CANIM / Seden / 80
BENİM DE KALBİM VAR / İnanoğlu / 68
BERDUŞ / Seden / 57 – Saner / 69 / Yine bir Zeki Müren filmi. Aynı isim sonradan başka filmlerde de kullanıldı. Bu arada (Zeki) şarkısını söyleyebilir.
BIKTIM HERGÜN ÖLMEKTEN / Seden / 76 / Bu kez şarkıları Orhan Gencebay söylüyor.
BİR AKŞAM ÜSTÜ / Efekan / 85 / Şarkılar Ümit Besen’den…
BİR ATEŞİM YANARIM / Pars / 66
BİR BAHAR AKŞAMI / Elmas / 61 / Bir bahar akşamı rastladım size… Sevgilisine “siz” diyen bir başka şarkı var mı ben bilmiyorum. Şarkı’nın ayrıcalığı, filmde yok, sıra işi bir Yeşilçam öyküsü.
BİR DOST BULAMADIM / Kan / 73
BİR GARİP YOLCU / Efekan / 72
BİR GÜNAH GİBİ / Akakar / 87
BİR KULUM İŞTE / Tatlıses / 88
BİR PAZAR GÜNÜ / Jöntürk / 82 / Beyazperdeye geçme vakti gelen bir Coşkun Sabah beraberinde arabesk’i de getirecek, kaçınılmaz olarak.
BİR ŞARKISIN SEN / Aslan / 69
BİR TESELLİ VER / Akad / 71 / Onaran’a göre Akad’ın, ‘yapay üçlemelerinden’ şarkıcı üçlemesini oluşturan filmlerden birisi. Şarkıcısı da, Akad’ın daha önce filmlerde (Kızılırmak Karakoyun) sazını kullandığı, Orhan Gencebay.
BİR YAZ YAĞMURU / Elmas / 60 / Elmas, -bildik- öykülerine, fon müziği olarak bilinen şarkıları yerleştirmeye devam ediyor. – Yeres / 88 / “Tiyatrocu, basketbolcu aşkı”
BİR YİĞİT GURBETE GİTSE / Kan / 77
BİRAZ KÜL BİRAZ DUMAN / Göreç / 66
BİRAZ NEŞE BİRAZ KEDER / Jöntürk / 86
BİZ AYRILAMAYIZ / Değer / 88
BİZİM DÜĞÜN NE ZAMAN / y. Yılmaz / 76
BU TALİHİN CANINA OKUYACAĞIM / Tayfur / 88
BURUK ACI / Saydam / 69 / Romanı [Türkan Şoray! – (Adnan Özyalçıner)] gibi bestelenen şiiri de [güfte (Sennur Sezer)] bizleri yanıltmış bir şarkı. Filminde Türkan Şoray kahramanını (!) oynuyordu, bu kez yanıltmaca yok.
BÜTÜN AŞKLAR TATLI BAŞLAR / Gülyüz / 70
ÇARŞAMBAYI SEL ALDI / Aslan / 70 / Yıldıray Çınar, Aman Dünya Ne Dar İmiş’ten sonra türkülerine devam ediyor.
ÇÖKERTME / Yönder / 97 / “Deve kervanları ile yapılan ticaret, zamanla otobüs işletmeciliğine dönüşür, develer de güreşlerde kullanılır, doğal olarak aşksız olmaz…”
DAM ÜSTÜNE ÇUL SERER (serelim) / Gültekin / 75
DAMARIMDA KANIMSIN / Evin / 70
DARILDIN MI CİCİM BANA / a.Yılmaz / 70
DEBRELİ HASAN / y. yılmaz / 73 / Filmde şarkıyı / türküyü? kim söylüyor bilmiyorum. Ruhi Su çalıp söylerken “At martini ‘de bre’ Hasan / Dağlar inlesin / Drama mahpesinde Hasan / Dostlar dinlesin” diye söylüyordu. ‘de bre’ sonraları Debreli Hasan oldu. Ansiklopedide Drama, Kuzey Yunanistan / Makedonya da bir kent olarak belirtiliyor, Büyük Atlas’daki yeri de o şekilde. Debre ise, Atlasta Drama’nın hayli batısında (eski) Yugoslavya / Arnavutluk sınırında yer alan bir yerleşim birimi. (Bu arada konuşma dilimize, yalan söyleyen, palavra atan kişiler için söylene bir söz: “At martini debreli Hasan” vardır. Peki Drama mahpesindekiler kim?)
DELİSİN / Orbey / 75 / Filmin oyuncuları arasında Cici Kızlar grubu var. Bilgen Bengü – Şebnem Aksu – Birnur Bilginoğlu. Grup Eurovision’a “Delisin” isimli şarkı ile katılır ve seyirci ilgisi çeker. Bu nedenle film için önemli bir faktör oluştururlar ve şarkılarını da söylerler. Hazır (o günler) -moda- bir şarkıdır, filme de isim oluştururlar: Delisin.
DERDİM DÜNYADAN BÜYÜK / Gören / 78
DERT BENDE / Elmas / 73
DOMDOM KURŞUNU / Jöntürk / 85
DUYDUK DUYMADIK DEMEYİN / Gülyüz / 70
ELBET BİR GÜN BULUŞACAĞIZ / Erakalın / 73
ELVEDA MEYHANECİ / Pakel / 72
ERKEK MİLLETİ / Uçanoğlu / 86
EZO GELİN / Elmas / Elmas / Tuna 55-68-73 / Güneydoğu Anadolu’nun türküsü, iki kez (birincinin ilk adı Alevden Gömlek) Elmas tarafından çekilir bir kez de yine Elmas tarafından Tuna’ya çektirilir. Örf ve adetler, aşka karşı…
FİKRİMİN İNCE GÜLÜ (SARI MERSEDES) / Okan / 87-93 / Adalet Ağaoğlu’nun romanı, evlenebilmek için Almanya’ya giderek, durmaksızın çalışan ve emeklerini ‘bal kız’ adını verdiği arabasına yatıran Bayram’ın, arabası ile sevdiği kız ile evlenebilmek için Türkiye’ye dönüş yolculuğunu anlatır. 1987 – 1993 yıllarına yayılan çekim süreci ile film ilgi çekicidir ayrıca yazar ile yönetmen arasında çeşitli sürtüşmelere konu olmuştur. Filmin müziklerini Vladimir Cosma yapar. Bayram’ın aklında iki şey vardır, altındaki her şeyden koruduğu arabası ve ulaşacağı köyde evleneceği yavuklusu… Kitabın ve filmin adında kullanılan şarkı (girişi) filmde var mı -üzerinden yıllar geçti, hafızayı beşer nisyan ile malul- şöyle: Fikrimin ince gülü, kalbimin şen bülbülü / O gün ki gördüm seni, yaktın ah yaktın beni.
GECELER YARİM OLDU / Erakalın / 66
GEL DESEN GELEMEM Kİ / Gültekin / 69 / Gönül Yazar şarkıcı, sevgilisi Tugay Toksöz cezaevine düşüyor, Yazar da onu ziyaret ediyor, tel örgünün arkasındaki Toksöz, “gel desen de gelemem ki” diyor, Yazar, şarkı söylediği grubun şefi / piyanisti Yaşar Güvenir’e bunu söylüyor, Güvenir piyano başında bu sözü mırıldanırken yavaş yavaş beste ortaya çıkıyor. “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli / Alıştım hasretine gel desen gelemem ki” -filmin öyküsü önemli mi!
GÖZLERİ ÖMRE BEDEL / Erakalın / 64 / Bir ilişkinin sürüklediği yasa dışılık, bir tesadüfün doğurduğu aşk… fonda bir şarkı… (bkn.: Yıldızların Altında)
GÜLÜM DALIM ÇİÇEĞİM / Seden / 71 / “Arım Balım Peteğim”den bir yıl sonra şarkı devam eder, yalnız Türkan Şoray kalmıştır ilk filmden. Bambaşka bir öykü fakat şarkı ortak.
HALİMEYİ SAMANLIKTA VURDULAR (bastılar!) / Gültekin / 66 / Doğal olarak “sansür” nedeni ile Halime’yi samanlıkta vuruyorlar, filmde de yer alıyor ama Yazar’ın da okuduğu türkünün aslı “Halime’yi samanlıkta bastılar / Şalvarını gül dalına astılar”… Halime türküsünün fon olacağı bir filmde, sansürün azizliğine uğranılır.
HAMAYLI BOYNUNDAYIM / İnanç / 81
HATASIZ KUL OLMAZ / Seden / 73
HATIRLA SEVGİLİM / Alyanak / 61 / Filmin adı Hatırla Sevgilim, şarkınınki ise Hatırla Sevgili (Hatırla sevgili o mesut geceyi / Çamların altında verdiğin buseyi / Beni Mecnun ettin sen de olasın / Aşkımı inkâr edersen Allah’tan bulasın…) Alyanak’ın filminde şarkı var mı idi, hatırlamıyorum ama Oraloğlu’nun senaryosu şarkı ile bir bağlantı taşımıyordu. Yıllar sonra TV için yapılan dizi Hatırla Sevgili ismini taşıyor ve kahramanlar arasındaki aşk aşk ile bağlantılar taşıyor… 27 öncesi ve sonrasına oturtulan dizideki aşk öyküsü, sinema filminin aksine (!?)şarkı ile ilintili ama geniş platformu (27 Mayıs) zaman zaman aşkın da önüne geçiyor.
HAYAT SEVİNCE GÜZEL / Gürsu / 71 / Bir Pollyanna öyküsü… üstelik müzikâlleştirilmiş… Bu nedenle ‘sokaklarda toplu halde dansların yapıldığı ABD müzikâllerinin örnek alındığı -yerli işi-‘ bir öykü gösteriliyor.
HAYDİ GENÇLİK HOP HOP HOP / Ergün / 75
HEP O ŞARKI / A.Yılmaz / 65 / Zeki Müren hem oynuyor, hem şarkılarını söylüyor.
HİÇ Mİ BENİ SEVMEDİN / Doğan / 63 / Çoğunlukla şarkıların ilk dizeleri filmlere ad olurken bu kez dördüncü dize jeneriğe oturmuş… Bekledim de gelmedin / Sevdiğimi bilmedin / Gözyaşımı silmedin / Hiç mi beni sevmedin… / Söyle… söyle / Hiç mi beni sevmedin. Filmi görmedim.
İÇİMDE BİR HİS VAR / Tayfur / 86
İKİMİZ BİR FİDANIZ / Figenli / 76
İNLEYEN NAĞMELER / Önal / 69 / Senaryo yazarı Önal’ın ilk filmi. Beklenen Şarkı’dan beri her yıl bir filmde oynayan Zeki Müren’i bu filmden sonra aynı sezon içinde ikinci filmde oynamaya da ikna ediyorlar, aslında o da bir şarkı sözü kalbimin sahibi (Önal)…
İNTİZAR / Pekmezoğlu / 72
İSTANBUL’U SEVMİYORUM / Erakalın / 68
İSTE KÖLEN OLAYIM / Bozkuş / 70
İŞTE DEVE İŞTE HENDEK / Evin / 71 (İşte Hendek İşte Deve???)
İZMİR’İN KAVAKLARI / Gültekin / 66 / Efe (Çavdarlı Murat Efe) filmi… Zaman Kurtuluş Savaşı zamanı… İzmir’in kavakları / Dökülür yaprakları / Bize derler Çakıcı / Yakarız konakları… Filmde yakılan konak var mı?
KADİFEDEN KESESİ / Evin / 56 – Gültekin / 71 / Eski bir İstanbul türküsü. Kadifeden kesesi / Kahveden gelir sesi / Oturmuş kumar oynar / Ciğerinin köşesi… Türkü eskide filmler yeni…
KALPSİZ / Saydam / 66
KARA GÖZLÜM EFKÂRLANMA / Gültekin / 68 / “Yıllar sonra pavyonda karşılaşan iki kız kardeş…” Özgüç’ün konusuna bakılırsa ibibikler hiç ötmeyecek…
KARAKOLDA AYNA VAR / Refiğ / 66 / Tam seyirlik bir sinema filmi ve tutulan bir şarkı “Karakolda ayna var, ayna var… / Kız kolunda damga var, damga var… seyirci filmi sever. O zaman gelsin ikinci film: Kız Kolunda Damga Var (Karakolda ayna var / Kız kolunda damga var / Gözlerinden bellidir Cevriye’m / Sende kara sevda var / Denizlerin kumuyum / Balıkların pukuyum / Kıyma bana güzelim / Ben de Allah kuluyum… Şarkı, Fosforlu Cevriye (Arakon), Fosforlu Cevriyem (Saydam) filmlerinde de vardır mı? / Afişe Fosforlu Cevriye/m olarak çıkar.
KIR GÖNLÜMÜN ZİNCİRİNİ / Gören / 80 (…gönlünün ???)
KIŞLALAR DOLDU BUGÜN / Figenli / 68
KIZ KOLUNDA DAMGA VAR / Refiğ / 67 / Karakolda Ayna Var tutulunca -devamı değil- ikinci film kaçınılmazdır, şarkı / türkü olsa da olur olmasa da ama ismi hazırdır: Kız Kolunda Damga Var.
KIZILCIKLAR OLDU MU / Saner / 67
KİMBİLİR / Gürsu / 81 / Popüler olmuş Kibariye de sinemadaki sırasını savar, şarkısı, filmin önündeki reklâmıdır.
LÂMBAYA PÜF DE / Saylav / 73
LÜKÜS HAYAT / Akad / 50 / Oyunun (operet) ilk oynanışı 4-5 sezon sürmüş (Şehir Tiyatroları), 2012’deyiz ve aynı kurumda oynanış süresi 30 yılı aştı ve artık ünlü< -em> şarkıyı bir çok kişi biliyor: Şişli’de bir apartıman / Yoksa halin duman / Nikel kübik mobilyalar / Duvarda yağlı boyalar… “Moda” dediğiniz şey değişir! Lüküs Hayat hem oyun hem şarkı olarak artık, ‘moda olmayı’ aştı. (‘Şarkı’ Uçanoğlu’nun 1976’da çektiği versiyonunda var mı idi?) İlk oyunu görmem olanaklı değildi, dolayısı ile Hazım Körmükçü’yü de seyredemedim ama ilk filmi gördüm ve de Settar Körmükçü’yü.
MAKBER / Erksan / 71 – Utku / 63 – Uçanoğlu / 81 / Üç yönetmen, üç film, konularına açıp bakmadım -gerek var mı? Popüler zamanına yetişmemiş olanlar bile şarkıyı şu veya bu şekilde duymuşlardır, şarkı olmasa da -Yeşilçam- seyirci (si ) için bu isim bir markadır.
MAVİ BONCUK / Eğilmez / 74 / Arzu Film oyuncu takımı -daha kısıtlı bir alanda- Emel Sayın ile beraber ve (de) Sayın’dan mavi boncuk şarkısı… – Özgül / 58 / Yıllarca Abdo Bey’i oynayan Hüseyin Peyda bol şarkılı (şarkıcılı) film ile (görünüşü farklı bir) Anadolu’nun yollarında…
MAVİ MAVİ / Tatlıses / 85
MAZİ KALBİMDE BİR YARADIR / Seden / 70
MEMLEKETİM / Çakmaklı / 74 / Çakmaklı’nın filmi ile Alpman’ın söylediği şarkı! (müziği) birarada kullanılabilir…
MENEKŞE GÖZLER / A.Yılmaz / 69 – S.Evin / 63
MÜHÜR GÖZLÜM / Ü.Erakalın / 67
NEM ALACAK FELEK BENİM / Doğan / 64
O AĞACIN ALTIDA / Gültekin / 72
OLMAZ BÖYLE ŞEY / Gürsu / 81
OY FARFARA FARFARA / Erksan / 61 / Filmin adı bu, hemen akla gelecek bir türküyü de çağrıştırır ama işin ama-sı var. Bu bir Ankara türküsü, misket türküsü. Çocukluğumda, evde babam çalıp söylerdi: Güvercin uçu verdi / Kanadın açı verdi / Elin oğlu değil mi (aman aman) / Sevdi de kaçıverdi /
A benim hacı yârim / Başımın tacı yârim / Eller bana acımaz / Sen bari acı yârim /
Güvercinim uyur mu? / Çağırsam uyanır mı? / Sen orada ben burada / Buna can dayanır mı? /
Deniz susuz olur mu? / Dibi kumsuz olur mu? / Ben müftüye danıştım / Yiğit yârsız olur mu? /
Caminin müezzini yok / İçimin düzeni yok / Çok memleketler gezdim / Miske’ten güzeli yok /
Kiremitten su damlar / Misket şeker topaklar / Pul pul olsun dökülsün / (yar) Seni öpen dudaklar /
Caminin ezan vakti / İçimin düzen vakti / Ben misketi yitirdim / Sonbahar gazel vakti /
Gökte yıldız sayılmaz / Çiğ yumurta soyulmaz / Üçer avrat almayan / Hiç erkekten sayılmaz.
Türkü çeşitli şekillerde çalınıp söyleniyor. Ben ilk yedi kıtayı -bazı kelimeler farklı da olsa- hatırlıyorum, son ise en yabancı olanı. Dediğim gibi ama: birde Oy farfara farfara diye başlayan ve çok yaygın olarak türkü içine yerleştirilen -ve türkü’nün o şekilde bilinmesine neden olan- bölüm var. Bu bölüm türkünün aslında yok. Ama devamlı olarak- bazı bölümler çıkarıldıktan sonra, hep söylenen ve nakarat olarak kullanılan bir bölüm. Türkü filmde ne kadar ve ne biçimde kullanılıyor, bilmiyorum. Özgüç filmin konusunu “Topraklarını ellerinden almak isteyen inşaatçılarla mücadele veren gecekonducuların öyküsü” olarak veriyor. (Türk Filmleri Sözlüğü, c. 1, s. 178) Film için Scognamillo “Gecekondu sorunu etrafında dönen film” (Türk Sinema Tarihi, s. 251) diye söz ediyor. Bülent Oran’ın senaryosunun türkü ile ne ilişkisi var, bakmak lâzım. (Türkü sevdiğim bir türkü, filmi görmedim ama sorun, filme ad olan dizelerle başlayan bölümün türküye yamanması ve bunun kabul görmesi.)
ÖLECEKSEK ÖLELİM / Elmas / 70 / Filmin adı Turan Oğuzbaş’ın bestelenmiş İspanyol Meyhanesi şiirinde geçen bir dize, film ile ne âlâkası var, bilemiyorum. Bu sözleri içeren başka bir şarkı var mı?
RAMİZE / Gözen / 89
REYHAN / Erksan / 69 / Erksan’ın piyasaya dönüş filmlerinden, o zaman filmlerde yerli yersiz popüler şarkılar çalınıp, filmin (kadın) oyuncusu tarafından söylenirdi. Erksan bu filmde şarkıyı (Reyhan) ünlü bir şarkıcıya söyletmek ister, yapımcıya kabul ettiremez ve piyasada farklı şarkıcıların söylediği Reyhan’ları toplattırır ve filmde bu şarkıyı Semiramis Pekkan, Ajda Pekkan, Mine Koşan, Kamuran Akkor okurlar. (Metin Erksan Sineması / Birsen Altıner, s. 83) Şarkı başka bir şarkı, filmin adı da o şarkının sözü olabilirdi.
RÜYALAR GERÇEK OLSA / Saner / 72
SARI KURDELEM SARI / Kan / 69
SENDEN AYRI YAŞLAYAMAM / İnanoğlu / 57 – U.Ozon / 67
SENEDE BİR GÜN / Eğilmez / 65 – 71 / Filmin ilk versiyonunu Ferdi Tayfur çeker. Romanı İhsan Koza yazar. 1965 ve 1971’de Eğilmez filmi iki kez çeker. Bu arada Sadık Şendil’in sözlerini yazdığı Senede Bir Gün< -em> şarkısı bestelenir. Gönlümde açmadan solan bir gülsün / Her zaman gamlıyım, her zaman üzgün / Beklerim yolunu aylar boyunca / Yeter ki gel bana senede bir gün… Eğilmez filmlerinde şarkıyı kullanır, şarkıları her iki filmde de. Bir askeri öğrenci (tıbbiye?) öğrenci olan Adnan Şenses söyler… (Şarkıya tek başına başlar, sonra -hapishane- arkadaşları eşlik eder.) Şenses’den başka Kartal Tibet, Hulusi Kentmen, Danyal Topatan, Münir Özkul, İhsan Yüce her iki filmde de aynı rolleri oynarlar.
SENİ BENDEN ALAMAZLAR / Hançer / 61
SENİ YAKACAKLAR / Gürsu / 81
SENİNLE DÜŞTÜM DİLE / Saydam / 69
SEV KARDEŞİM / Eğilmez / 72 / Siyasi parti mitinglerinde meydanlarda coşku sağlamak için katılanlar eşliğinde söylenecek olan bu hafif müzik parçası, Arzu Film’in kalabalık kadrolu filminde leight-motif olarak bol bol kullanılıyor.
SEVEMEZ KİMSE SENİ / Eğilmez / 68
SEVEN NE YAPMAZ / Aksoy / 70
SEVİŞMEK BİR DAKİKA / Gülyüz / 75
SİZE SELÂM GETİRMİŞEM / Kan / 86
SUS SUS KİMSELER DUYMASIN / Saner / 68
ŞEFTALİSİ ALA BENZİYOR / Kaya / 75
ŞEN OLA DÜĞÜN ŞEN OLA / Utku / 69
ŞEYTAN BUNUN NERESİNDE / Gültekin / 62 – Kırca / 02
ŞİKİ ŞİKİ BA BA / C. Okçugil / 84
TANRIM BENİ BAŞTAN YARAT / Aslan / 74
TANRIYA FERYAT / Aksoy / 80
ULA ULA NİYAZİ / Ezici / 91
UNUTAMA BENİ / Dinler / 74
UZAKTA KAL SEVGİLİM / Erakalın / 65
ÜMİTSİZ B EKLEYİŞ / Erakalın / 61
(AL) VUR HANÇERİ KADINIM / Önal / 87 / Türkünün aslı “Al hançeri kadınım / Vur ben öleyim / kapınızda bi danem / Kul ben olayım…” Türkü filmde nasıl kullanılıyor bilemiyorum ama isimde deforme edildiği kaçınılmaz, öykü… filmde…
YARINLAR BİZİM / Önal / 75 / Ali Rıza Binboğa Eurovision Türkiye elemelerine katılır, birinci olamaz ama ünlenir. Safa Önal, Binboğa’yı oynattığı filmi hemen kotaracaktır, filmin öyküsü ne olursa olsun, ünlenme şarkısı Yarınlar Bizim filmde, afişte ve filmin adında yer alacaktır.
YARİM İSTANBUL’LU MESKEN Mİ TUTTUN / Kan / 76 / Ünlü türküyü Yıldıray Çınar söylüyor.
YAŞAMAK NE GÜZEL ŞEY / Refiğ / 69 / Sinemamızda birçok şarkıcılı, şarkılı – türkülü film vardır. ABD sinemasının bir sinema türü düzeyine çıkardığı müzikal film-ler buna rağmen sinemamızda fazla örneklenmemiştir. Yaşamak Ne Güzel Şey bunların ender örneklerindendir, üstelik filmde hiç bir profesyonel şarkıcı yoktur ve Refiğ müzikle mutlaka ilgili (ve konuda bilgili) bir kişidir ama O da profesyonel müzikçi değildir, müzikâl sinemada da başkaca çalışması olmamıştır.
YEMİN ETTİM BİR KERE / Elmas / 66
YEŞİL KÖŞKÜN LÂMBASI / Saydam / 60 / Film siyah-beyaz olduğu için “köşk”, “yeşil” değil, “lâmba” mutlaka vardır -o günlerde daha elektrik yok… Paşa kızı, Osmanlı zabiti, Osmanlının çöllere kadar uzanan toprakları, ama aşk her şeye kadirdir…
YILDIZLARIN ALTINDA / Erakalın / 65 / Gözleri Ömre Bedel’in kadın kahramanı erkeğe dönüşürse… şarkı da değişiyor.
YÜREĞİMDE YARE VAR / Önal / 74 / Önal, Yeşilçam’ın klâsik kalıplarını -bu arada kendi eski öykülerini- yılların türküsü eşliğinde yeniden seyrettiriyor.
ZALİMİN ZULMÜ VARSA / Evin / 69
ZEYTİN GÖZLÜM / Gülgen / 80

DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ / Ün / 64 / Hepsi şarkı veya türkü… Bir tek bu, marş. Oğuz Özdeş’in romanı, Kurtuluş Savaşı fonu, karşı istihbarat teşkilâtı içine sızmalar… Marş da Kurtuluş Savaşı günlerinden kalma, ama yabancı menşe’li.

Acı Şarkı / G. Güney / 89
Beklenen Şarkı / Ayanoğlu – Arıburnu – Sonku / 53 / Zeki Müren’in ilk filmi olan Beklenen Şarkı, Sadık Şendil’in özgün senaryosuna dayanır. Kavuşamamış iki sevgili ve erkek tarafından kıza emanet edilmiş bir yarım beste… Kız başkası ile evlenir bir kızı olur, konservatuarda okur, kadın hep yarım bıraktığı bir şarkıyı çalar ve kızının sorması üzerine öyküyü anlatır. Kız, konservatuarda odacılık yapan bir gençle tanışır, müzik bilgisi kendisinden fazladır, sırf “musikiye” yakın olmak için bu işi seçmiştir. Olaylar sonunda kızın annesi konservatuar odacısının evine gider ve kendisine yarım bir beste bırakmış adamın fotoğrafını görür ve yarım besteyi -piyano da- çalar, hemen yan odada şarkının ikinci yarısı çalınmaya başlar -kanun ile… Sonucu merak edilen bestenin ikinci yarısı adam tarafından evlendiği kadına verilmiştir, konservatuarda çalışan çocukda adamın oğludur. Finalde kadın, kızı (piyanoda) ile adamın oğlunu (solist) sahnede birleştirir ve şarkı ilk kez seslendirilir… 1971’de Şendil’in senaryosu aynı isimle, Sadık Şendil, Erdoğan Tünaş, Fuat Özlüer tarafından elden geçirilir ve Ülkü Erakalın tarafından (renkli olarak) ikinci kez çekilir, -yalnız Zeki Müren’i Hülya Koçyiğit’e, Jeyan Mahfi Ayral’ı da Kartal Tibet’e değiştirerek oynatılır, değişikliğin gerekleri ile…1977’ye gelindiğinde senaryosu Safa Önal’a ait olan Ölmeyen Şarkı filmi Orhan Aksoy tarafından çekilir. Zeki Müren’i Bülent Ersoy oynar, J. M. Ayral’ı ise Gülşen Bubikoğlu, ilk filmdeki (kızın annesi) Cahide Sonku’yu ise Fatma Girik oynar. Senaryo Safa Önal’a ait dedik ama afişlere “Eser: Sadık Şendil” ibaresi de yazılır. Ama Şendil’in böyle bir “eseri” yoktur, ‘özgün senaryosu’ vardır.
Bitmeyen Şarkı / Elmas / 76
Öldüren Şarkı / Gözen / 72
Son Şarkı / Gültekin / 54
Akdeniz Şarkısı / Saydam / 63
Boğaziçi Şarkısı / Saydam / 66
Gariplerin Şarkısı / Gözen / 86
Hasret Şarkısı / Muhtar / 59 / Adam bestekâr, gece evlerine dönerken karısına takılan bir adamın ölümüne neden olur, mahkûm olur, cezaevinde besteler yapar. Cezaevinde saz ekibini çalıştırırken, tahliyesi ile ilgili karar gelir. Karısı da ziyaretinde yeni bir talibi çıktığı için boşanmak ister… Adam cezaevinden çıkar, boşanmıştır, çocukları büyümüştür. Çocuklarını uzaktan korumaya alır, korur da. Sonunda aile biraraya gelir… Bestekâr adamın cezaevinde kurduğu saz ekibinde dört kişi vardır… “You are Always in my Heart” filminde ise adam cezaevinde bir flarmoni orkestrası kurmuştur. Bizim filmden önceki tarihlidir ve Muhtar’ın filmi bu ABD filminin uyarlamasıdır. Filmde bestelenen şarkı, uzun yıllardır ne radyoda ne TV-lerde çalınmıyor: Özleyişler serzenişler / Söyleyişler özden midir? / Söyle bana o bakışlar / Sevgiden mi kalpten midir? / Dinler iken mest olurum / Gam kederi unuturum / Hayatta sen, baharda sen / Pek güzelsin sevdiğim sen…
Hürriyet Şarkısı / Kenç / 51
Izdırap Şarkısı / Dilmen / 55 – Dinler / 69
Kalbimin Şarkısı / Akad / 55
Körlerin Şarkısı / Havaeri / 57
Yalnızlık Şarkısı / Gözen / 97
Yalnızlık Bir Şarkıdır / Uçanoğlu / 87
Bir Şarkılık Mutluluk / Gözen / 83

Şarkıcı / Pertan / 00 / ’50’li yıllar… Bir kasaba… Bir şarkıcı (kadın)… Kadına kafayı takan kasaba ağası… Kadının sevdiği (sevgisine karşılık bulduğu ) vardır… Ağa kıskanır… Kasabaya yeni gelen doktor olayı izler ve dahil olur… Bu arada şarkıcı ölür ve gömülür… Bir süre sonra şarkıcı kadının mezarını ziyarete gider, biraz sonrada kadın gelir (ölmemiştir, doktorun oyunudur), birlikte mezardan ayrılıp yeni bir hayata giderler… Şarkı-cı’yı Yeşim Salkım oynar ve kasaba gazinosunda şarkılar söyler.
Şarkıcı Kız / n. Duru / 62
Fakir Şarkıcı / Akbaşlı / 60
Kaçak Şarkıcı / Aslan / 85
Sokak Şarkıcısı / Gürses / 59

Acı Türkü / Palay / 67
Bir Aşk Türküsü / Palay / 69
Gençlik Türküsü / Saner / 67
Gurbet Türküsü / Saner / 65
Irmakların Türküsü / Uğurlu / 95
Murat’ın Türküsü / A.Yılmaz / 65
Veda Türküsü / Figenli / 86
Yetimlerin Türküsü / Utku / 66
Sen Türkülerini Söyle / Gören / 86 /

Aşk Besteleri / Akıncı / 52
Son Beste / Alyanak / 55

Özleyiş / arakon / 61 / Aydın Arakon’un senaryosunu yazıp yönettiği film, tangoları ile ünlü Necip Celal Antel‘in (1906 – 1957) yaşam öyküsü üzerine yapılmış bir film. Filmin müzikleri ise Nedim Otyam’a ait. Filmde Necip Celal’i Muzaffer Tema oynar.
Gönülden Gönüle / doğan / 61 / Süha Doğan’ın (sen.: – yön.:) filminin ilk yarısı Şevki Bey’in (1860 – 1891) yaşam öyküsünü ve aşkını anlatır, ikinci yarısı ise (başka kadınla evliliğinden olan çocuğundan) torunu ile sevdiği kadının (başka erkekle evliliğinden olan çocuğundan) torununun -bu kez mutlu biten- aşkını anlatır. Filmin müziklerini Alâattin Yavaşça yapmıştır. Filmde Şevki Bey’i (ve torununu) Efgan Efekan oynar; sevdiği kadını ise Türkan Şoray oynarken torunu Leyla Sayar’dır.

Kahramanı müzikçilerin olduğu (erkek veya kadın / besteci veya solist) pek çok filmimiz vardır ama bestecileri ve yaşamlarını konu alan filmlerimiz çok azdır, bunun için özel bir tarama yapmadım, mevcut ise eklenmesi konuya daha da açıklık getirecektir.

(03 Mayıs 2012)

Orhan Ünser

Üç Boyutlu Paris’te Muhteşem Macera

Paris’te Çılgın Macera (Un Monstre à Paris)
Yönetmen: Bibo Bergeron
Yapımcı: Luc Besson
Senaryo: Stéphane Kazandjian-Bibo Bergeron
Müzik: Mathieu Chedid
Fransızca Seslendirme: Vanessa Paradis (Lucille), Gad Elmaleh (Raoul), Sébastien Desjours (Emile), Mathieu Chedid (Francoeur), François Cluzet (Vali Maynott), Ludivine Sagnier (Maud), Julie Ferrier (Madam Carlotta), Philippe Peythieu (Anlatıcı/Pâté)
İngilizce Seslendirme: Vanessa Paradis (Lucille), Adam Goldberg (Raoul), Jay Harrington (Emile), Sean Lennon (Francoeur), Danny Huston (Vali Maynott), Madeline Zima (Maud), Bob Balaban (Pâté)
Yapım: EuropaCorp (2011)

Animasyon çalışmalarıyla bilinen Fransız yönetmen Bibo Bergeron’un üç boyutlu animasyon filmi “Paris’te Çılgın Macera”, gerçekten macera yüklü. Paris görüntüleri gerçek gibi çarpıcı. Sinemaseverler bu filmi sevecek.

Bu hafta sinemalarda, üç boyutlu muhteşem Fransız animasyon filmi var. Bu harika film hangi yaştaki çocuklar için bilemiyoruz ama içinde çocuk ruhu ve heyecanı taşıyan herkes için olabilir. Bu filmi perdede üç boyutlu seyretmeye doyamıyorsunuz. Filmin girişi öyle çarpıcı ki. Bir animasyon filminde gerçek belgesel siyah-beyaz görüntülerle karşılaşıveriyor seyirci. Bu belgesel tam 102 yaşında şimdi. Paris, 1910. Tufanı yaşayan Paris’te Seine Nehri taşmış ve sular Paris’i kuşatmış. Sinemanın utangaç makinisti Emile, gişedeki Maud’ya sırılsıklam aşık ve aşkını bir türlü itiraf edemiyor. Maud da Emile’e tutkun. Raoul, “Catherine” adını verdiği kamyonetiyle dağıtım yapıyor. Raoul, çenebazın biri. Kabare şarkıcısı Lucille’e tutkun ve aşkını çocukluğundan beri itiraf edememiş, girişken ruhlu olsa da. Emile, fotoğrafçıdan bir kamera satın alıyor ve Raoul’la beraber bir maceranın başlamasına neden oluyor. Raoul, profesörün botanik bahçesine birkaç torba toprak bıraktıktan sonra, maymun Charles’ın direnmesine rağmen deneyler yapmaya başlıyor kendince. O zaman da olanlar oluyor. Raoul’un deneyiyle Charles’ın tüyündeki bir pire devasa canavara dönüşüyor. Paris, bu canavarın varlığıyla panik yaşıyor hemen. Vali Maynott, tam bir politikacı. Her şeyi bir çıkara dönüştürüyor. Gözü de Lucille’de. Polis Pâté, iz sürerek canavarın doğduğu yeri buluyor. Suçlular da Raoul ve Emile. Dev pirenin yolu kabareye düşünce Lucille’le tanışıyorlar. Lucille, bu dev yaratığa Francoeur adını koyuyor. Francoeur’ün anlamı “Samimikalp…” Lucille, Montmartre’daki “Nadir Kuş Kabare”de (L’Oiseau Rare) şarkı söylüyor. “La Seine” şarkısı da gerçekten büyülüyor. Vanessa Paradis’nin sesinden duyulan bu şarkı belki de radyoların gözdesi olacak. Lucille, her şeyi hemen kavrayan zeki pireye yeni imaj verip kadrosuna katarak validen korumaya çalışıyor. İşte bundan sonra perdede seyredilmeye doyulmaz bir üç boyutlu macera da başlıyor.

Paris’te sel ve aşk…

Animasyon filmler yapan Fransız yönetmen Bibo Bergeron’un, ortak yönetmenlerle çektiği ve bir hayli ünlü animasyon filmleri var yakın geçmişte. 2000 yapımı “The Road to El Dorado-El Dorado Yolu” animasyon filmini Will Finn, Don Paul ve David Silverman’la ortak yönetti. Ortak yönetilen bir animasyon filmi daha var. 2004 yapımı “Shark Tale-Köpekbalığı Hikâyesi”ni de Vicky Jenson ve Rob Letterman’la beraber çekti Bergeron. Ünlü yönetmen Luc Besson, animasyoncu Bergeron’a güvenerek 2011 yapımı “Un Monstre à Paris-Paris’te Çılgın Macera” filmini tek başına yaptırmış. Şehrin muhteşem atmosferinin yanında karakterlerinin de duygularının yansıyışı gerçekten etkileyici. Sanki yaşayan insanlar gibi. Filmin final bölümündeki Eyfel Kulesi’nde geçen sahneler tam anlamıyla görsel şölen. Paris’te uçan balon, neredeyse Paris’teki tek yokuş Montmartre’daki fünikülerler, “Belle Epoque” çağını hatırlatan kabare, Paris’in muhteşem çatıları, Emile üzerinden gelen sinema aşkı. Evet bu aşk önemli. Filmin girişindeki sel belgeselinden sonra Emile’in zihninde çektiği Maud’ya ithaf ettiği kısa filmi de yansıyor perdeye. “Opera’daki Hayalet” tadı var diyenler de var “Paris’te Çılgın Macera” filmine. Özellikle Raoul ve Carlotta adı üzerinden. Bu tadı almadığımızı belirtelim. Aramalarımıza rağmen bu filmin Türkçe seslendiren sanatçılarının adını bulamadık. Bu yüzden Fransızca ve İngilizce seslendirmeleri beraber yazdık. Üzgünüz. İngilizce şarkılarda Francoeur’ün dudaklarından düşen kelimeleri, John Lennon-Yoko Ono’nun oğulları Sean Lennon söylüyor. Elbette Lucille’in sesi de Vanessa Paradis. Bu özel film görülmeli.

(04 Mayıs 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Emek Neden Önemli?

Kadir Has Üniversitesi’nde düzenlenen Nasıl Yapmalı?: Emek Sineması başlıklı panele araştırmacı-yazar Gökhan Akçura, TMMOB Mimarlar Odası avukatı Can Atalay, SİYAD yönetim kurulu üyesi, eleştirmen Senem Aytaç ve İstanbul Film Festivali direktörü Azize Tan katıldı. Yrd. Doç. Dr. Melis Behlil’in moderatörlüğündeki panel, kentsel dönüşüm sürecinde Emek’in oynadığı kilit rolü vurgulaması ve yaşadığımız kültürel erozyona dikkat çekmesi açısından önemliydi.

Gökhan Akçura’nın Cercle d’Orient bölgesinin tarihçesini anlatırken, bir yandan da içinde yaşadığımız kentin toplumsal ve kültürel hayattaki değişimlerini, insanların kültür-sanata bakışını ve dönemin genel havasını solumak mümkündü. Önceleri bir kumarhane ve eğlence mekânı olan, arka tarafında buraya gelenlerin atlarını bıraktığı geniş bir alanın varolduğuna inanılan bu büyük “külliye”, zaman içinde bir tür hokey sahası işlevi görmeye başlar. Pathe’nin filmlerinin de gösterildiği mekân, daha sonra Melek Sineması’na dönüşür. İlk sesli filmlerin oynatıldığı, dönemin yeniliklerinin takip edildiği ve teknolojik gelişmelere en çabuk ayak uyduran sinema salonu olarak nam salan Melek, Artistik ve İpek Sineması ile birlikte Pera’nın en gözde sinemalarından olur. Sinemanın özellikle ilk zamanlarında ihtişamıyla dikkat çeken Melek Sineması’nın mülkiyeti, 1942’de yürürlüğe giren varlık vergisinden sonra iflâs eden A. Saltiel ve H. Arditi’den alınarak Türk Umumi Tiyatro Anonim Şirketi’ne, oradan İstanbul Belediyesi’ne, en son olarak da Emekli Sandığı’na geçer. 58’e kadar Emekli Sandığı’nın izniyle salonu İpekçi Kardeşler idare eder. 58’de ise, Emek Film kurulur ve salonun ismi Emek olarak değiştirilir. 68-69 yıllarında Turgut Demirağ, 75’ten sonra da Orhan-İsmet Kurtuluş sinemayı işletir. 93’te geniş bir restorasyonla yeniden elden geçirilen salon, hatırlanacağı gibi en son 2009 yılındaki Filmekimi’nde kullanılır.

Gökhan Akçura’nın belgelerle anlattığı, Burçak Evren’in de Eski İstanbul Sinemaları: Düş Şatoları kitabında derinlemesine ele aldığı tarihçeye bakıldığında, kısaca Emek Sineması’nın tarihini bu şekilde özetlemek mümkün. Bugün durduğumuz yerden Emek’in tarihine baktığımızda ise, önümüzde daha farklı bir resim beliriyor. Avukat Can Atalay’ın da dikkat çektiği gibi, Emek bugün kentsel dönüşüm geçiren İstanbul’un simgesel kalelerinden biri konumunda. Sulukule’de, Tarlabaşı’nda yapılan yıkımlardan sonra, önümüzdeki Taksim Meydanı, Galaport vb. projelerden sonra daha da kilit bir öneme sahip. Bütün bu dönüşümlerin tam da merkezinde duruyor ve Atalay’ın tabiriyle “mayalanmaya başlayan” bir sivil hareketin de bayraktarlığını üstleniyor.

Uluslarüstü pek çok kanunun ihlâl edildiği, kamuoyunun yanıltıldığı, sürecin karmaşıklaştırılarak uzatıldığı bir durumda, doğal olarak Emek’e sahip çıkmak da bu kentte yaşayan insanlara düşüyor. Fakat bu noktada, Senem Aytaç’ın da belirttiği gibi, Emek Sineması’nın yıkılmasına karşı yapılan mücadele bizlere gizli kalmış bir gerçeği de gösteriyor. Kentte yaşayan insanlar kentsel dönüşüm süreciyle ilgili söz hakkına sahip olmasına rağmen, yetkililer ısrarla vatandaşlara söz haklarının olmadığı yönünde telkinlerde bulunuyor. Bütün bu süreç yaşanırken, bizler Emek Sineması’yla ilgili karşımızda sadece Kamer İnşaat’tan yetkilileri buluyoruz. Ne yapının mülkiyetini elinde bulunduran Sosyal Güvenlik Kurumu ve onun bağlı olduğu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, ne de Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan bir açıklama gelmiyor. Sivil toplum kuruluşlarının baskılarına, mimarların itirazlarına ve vatandaşların gösterilerine rağmen, hâlâ işin esas tarafları sessizliğini koruyor ve bir tür mağdur edebiyatının arkasına saklanarak, topu inşaat şirketine atıyor. Bu da bize, aslında yaşadığımız kentle ilgili bir söz hakkımız olmadığı ve muhatap olarak görülmediğimiz gerçeğini bütün çıplaklığıyla yüzümüze çarpıyor. Kentin yıkılarak dönüştürülmesinde simgesel bir değeri olan Emek için başlatılan mücadele bu yüzden çok önemli ve Emek kazanılmadan İstanbul’daki dönüşüm sürecinin önüne geçilemeyeceği çok açık.

AVM’ler içerisindeki cep sinemalarına hapsedilen salonları düşündüğümüzde, insan ister istemez Burçak Evren’in sözlerini hatırlıyor. Sinema salonlarını bir kentin anılarla donatılmış belleğine benzeten Evren, kapanan ya da çeşitli restorasyon projeleriyle orijinal amaçlarının dışarısına çıkarılan bu mekânların dönüştürülme sürecinin olası tehlikeleri konusunda da bir uyarıda bulunuyor. Dönüştürülen ya da kapanan sinemaların, o kenti ve mekânı mesken edinmiş insanlarda bir tür belleksizlik yaratacağını, bunun da etkisiz, tepkisiz ve duyarsız bir insan kalabalığına neden olacağını ifade ediyor. Bugün tam da Evren’in sözlerinin karşılığını bulduğu noktadayız: Tepkisiz kaldığımız ölçüde de etkisiziz; duyarsız bir şekilde çevremizdeki dönüşüme tanıklık etmekle yetiniyoruz. Düş şatolarımız elimizden alınırken, yavaş yavaş sinemanın tadını da unutuyoruz. Bu yılki İstanbul Film Festivali de dolu programı, zengin yan etkinlikleri ve canlılığına rağmen, unutmaya başladığımız o tadı vermedi. Hâlâ gözümüz ayakkabı mağazasına dönüştürülmek üzere olan Alkazar’da, kapanan ve kimsesizliğe terk edilen Yeni Rüya’da, bulunduğu yapının en üst katına replikası yapılmak istenen tarihi Emek’te takılı… Hem sinema izleme etkinliğinin giderek yabancılaştırılmasına ve dolayısıyla sinema kültürünün yok edilmesine karşı çıkmak hem de kentsel dönüşüm sürecinde içinde yaşadığımız şehirle ilgili bir söz hakkımız olduğunu yüksek sesle ifade etmek adına Emek Sineması’nın yıkılmasına karşıyız! Avukat Can Atalay’ın da dediği gibi, hukuk, sadece hukukçulara bırakılmayacak kadar ciddi bir şey ve bizler de yaşanan bu sürecin taraflarıyız.

(29 Nisan 2012)

Barış Saydam

Anna’ya Akıl Oyunları

Ölümün Sesi (Babycall)
Yönetmen-Senaryo: Pal Sletaune
Müzik: Fernando Velazquez
Görüntü: John Andreas Andersen
Oyuncular: Noomi Rapace (Anna), Kristoffer Joner (Helge), Vetle Qvenild Werring (Anders), Stig R. Amdam (Ole), Maria Bock (Grete)
Yapım: Norveç 4 1/2 Film (2011)

Norveç sinemasının önemli yönetmenleri arasına girmeye başlayan Pal Sletaune, “Ölümün Sesi” gerilim filmiyle sinemaseverlere yer yer Hitchcockyen tedirginlikler yaşatıyor. Kuzeyin gizemleriyle kuşanan gerilim çarpıyor.

Oslo’nun banliyösünde, Anna ve sekiz yaşındaki oğlu Anders, Sosyal Hizmetler’den Ole ve Grete’nin gözetiminde bir daireye yerleşiyorlar. Baba, Anders’e şiddet uygulamış. Bu banliyödeki adresi gizli dairede, Anna ve oğlu yeni ama gerilim yüklü bir hayata başlıyor. Anna, sürekli gergin. Ama Anders’in okula da gitmesi gerekiyor. Anna, istemese de oğlunu yakındaki ilkokula yazdırıyor. Seyircinin, okul anlarıyla beraber tedirginlik duygusu da artıyor. Zihinlere kuşkular düşmeye başlıyor. Sessiz ve kırılgan Anna, belediye otobüsünde elektronik ürüler satan bir mağazada çalışan Helge’yle iletişim kurmak zorunda kalıyor. Helge’nin annesi yaşlılıktan dolayı hastanede yatıyor. Bu yaşına kadar annesinden hiç ayrılmamış Helge kendisi için hayatının en zor kararını vermenin sıkıntısını yaşıyor. İşte bu iki insanın yolu kesişiyor ve belki de bu ilişki birbirlerine terapi olur diye düşünüyorsunuz. Ama, Norveçli yönetmen Pal Sletaune’nin beklenmedik finali her şeyi altüst ediveriyor. Helge, annesi dışında bambaşka bir kadının dünyasına girmesinden mutlu oluyor. Belki bir aşk başlayabilir umudu bu. Sürekli tedirgin Anna, oğlunu babasından korumak için paranoyak sınırlarında güvenlik çemberi kuruyor. Helge’nin mağazasından bir telsiz alıyor. Batıda “babycall” denilen bu telsizle Anna oğlunu koruma altına aldığını düşünüyor. Ama, telsizden sürekli bir çocuğun yardım isteyen çığlığını duyuyor Anna. Yönetmenin yazdığı senaryo incelikli ve sonuna kadar olacaklar hakkında fikir geliştiremiyorsunuz. Ama, aralardaki küçük ayrıntıları zihninizde toplayabilirseniz bir yerlere varma ihtimaliniz olabilir. Belki de o küçük ayrıntıları, filmi ikinci defa görünce anlamlaştırabilirsiniz. Polisiye filmlerin sonunda katil umulmadık biri çıkar. İşte bu filmin finali de umulmadık.

Rahatsızlık veren mekân…

Anna ve oğlu Anders’in kaldığı banliyödeki daire en başından itibaren seyirciyi tedirginliğin içerisinde bırakıyor. Sürekli bir şeyler olacak beklentisi, kuzeyin kendine has gizemleriyle tedirginlik duygusunu çoğaltıyor. Daire ve koridorlar, gri mavimsi buz tonunda yansıyor. Fonda duyulan çello ve keman ağırlıklı tınılar insanın kafasının içerisinde dolaşıyor sanki. Filmin sinemaskop görüntüleri de çarpıcı. Yönetmen, seyircilerine sıkıştırılmışlık duygusu verebilmeyi başarmış. Aslında filmdeki hiçbir mekân insana rahatlama vermiyor. Çünkü birçok şey Anna’nın algısıyla yansıyor perdeye. Belki de trajedi sonrasında mekânları gerçek haliyle algılıyabiliyor seyirci. Anna’nın ruh hali tam bir şizofreni. Gerçeklik algısı bozulabiliyor. İsveç yapımı “Milenyum Üçlemesi”yle tanınan 1979 doğumlu İsveçli oyuncu Noomi Rapace (Noomi Rapose okunuyor), gerçekten muhteşem bir performans sunuyor. Yüzündeki o tedirginlik ifadesi mükemmel ve seyirciyi de sürekli diken üstünde tutuyor. Rapace’nin, İspanyol babasının çingene ruhunu da taşıdığı söyleniyor. Rapace’nin annesi de İsveçli bir oyuncu. 1960 doğumlu Norveçli yönetmen Pal Sletaune’nın (Pol Şleterna okunuyor) 2005 yapımı “Naboer-Kapı Komşusu” gerilim filmi ülkemizde de biliniyor. Bu filmin başrolünde de Kristoffer Joner vardı. Norveç’te bu filme “the unreliable narrator”, yani “güvenilmez anlatıcı” denilmiş. Amerikalı edebiyat eleştirmeni Wayne C. Booth’un “The Rhetoric of Fiction” (Retoriğin Kurgusu) kitabında birisinin algısından düşen anların yanılsaması anlatılır, teorik ve pratik olarak. Tıpkı Sletaune’nın filmindeki gibi. Sinema tarihinde de bu türden filmler bulabilirsiniz. Norveçlilere göre yönetmen, Anna’yı yaratırken, Charlotte Perkins Gilman’ın (1860-1935) “Sarı Duvar Kâğıdı” kitabından da hayli beslenmiş. Gilman’ın bu kitabı, Türkçede bu yıl Otonom Yayınları’ndan çıkmıştı. Kitapta yedi hikâye var.

(Bu yazı 27 Nisan 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(27 Nisan 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com

Bankayı Soyma Günü

Çifte Soygun (Flypaper)
Yönetmen: Rob Minkoff
Senaryo: Jon Lucas-Scott Moore
Müzik: John Swihart
Görüntü: Steven Poster
Oyuncular: Patrick Dempsey (Tripp), Ashley Judd (Kaitlin), Octavia Spencer (Madge), Jeffrey Tambor (Blythe), Mekhi Phifer (Darrien), John Ventimiglia (Weinstein), Pruitt Taylor Vince (Jöle), Tim Blake Nelson (Fıstık Ezmesi), Matt Ryan (Gates), Adrian Martinez (Temiz), Natalia Safran (Bayan İsviçre), Eddie Matthews (Hayes), Curtis Armstrong (Mitchell)
Yapım: IFC Films (2011)

Daha çok animasyon filmleriyle tanınan Amerikalı yönetmen Rob Minkoff, “Çifte Soygun” filmiyle soygun sinemasına komedi gözleriyle bakıyor. Karmaşık ama iyi yazılmış senaryosuyla seyircilerini eğlendiriyor.

Bir öğleden sonra bankayı soyma hikâyesi. Animasyonu andırır ön jeneriğin ardından “steadicam” kamera hiç kesme yapmadan Bayan İsviçre ve hemen ardındaki, sonradan FBI ajanı olduğu öğrenilen Jack Hayes bankadan içeri giriyor, içerideki karakterleri gösteriyor ve Tripp’le beraber hikâyesine başlıyor film. Tripp, bozuk para takıntılı biri. Veznede Kaitlin’e zorlu macera yaşatırken, dışarıda üç kişi maskeleriyle bankaya gizlice giriyorlar ve ardından içeridekileri esir alıyorlar. Bu o kadar kolay değil. Çünkü, kendilerine Jöle ve Fıstık Ezmesi diyen iki amatör soyguncu da iş üzerinde. Amaçları da bankamatiği soymak. Profesyonel ve amatör soyguncuların kaosuyla eğlenceli bir öğleden sonraya dönüşüyor her şey. Tabii ki seyirciler için. Film ilerledikçe her şey öyle karmaşıklaşıyor ki, bazı anlarda neyin ne olduğunu anlamakta zorlanıyor insan. Bu gerçekten bir banka soygunu mu? Zeki Tripp, Sherlock Holmes gibi olanları zihninde canlandırarak (seyirci bu anları siyah-beyaz izliyor) esas olayı çözüyor. Soygunculara aynı fakstan aynı mesajlar gelmiş. Siyahi Darien, Yahudi Weinstein ve sarışın Gates, bilgisayar yardımıyla paraların istiflendiği kasaları açmaya uğraşırken, amatör soyguncular işlerini geciktiriyor. Aslında hiç plânda olmayan bir FBI ajanının da bankada olması. O da ateş arasında kalıp ölüyor. Bu olay, Tripp’in mantık yürütmesine neden oluyor. Veznedar Kaitlin de evlilik hediyeleriyle olaya katılıyor ve filmin en sürprizi oluyor finalde. Bu komedinin olduğu filmde şiddetin hiç olmadığını düşünmeyin. Filmde kanlı sahneler var. Yönetmen, soygun filmlerini hicvederken şiddetten uzak duramamış.

Oyuncular iyi…

1962 doğumlu Amerikalı Rob Minkoff, Roger Allers’la ortak yönettikleri 1994 yapımı “The Lion King-Aslan Kral” animasyon filmiyle adını duyurdu. Yönetmeni daha da ünlendiren, 1999 yapımı yarı animasyon “Stuart Little-Küçük Kardeşim” oldu. 2003 yapımı “The Haunted Mansion-Perili Köşk” ve 2008 yapımı “The Forbidden Kingdom-Yasak Krallık” filmleriyle beraber, bütün filmleri ülkemizde vizyona çıkmıştı. Amerikalı oyuncu Ashley Judd, 1990’larda Hollywood’da öne çıkmıştı. Michael Mann’ın 1995 yapımı “Heat-Büyük Hesaplaşma” filmindeki Charlene karakteri mükemmeldi. Garry Fleder’in 1997 yapımı “Kiss the Girls-Kızları Öp” mistik suç filmi, yine aynı tarzda Bruce Beresford’un 1999 yapımı “Double Jeopardy-Çifte Tehlike” filmi, William Friedkin’in 2006 yapımı “Bug-Böcek” bilimkurgusundaki performansları hemen akla geliyor. Patrick Dempsey’yi, yönetmen Andy Tennant’ın 2002 yapımı “Sweet Home Alabama-Beni Unutma” romantik filmiyle tanıdık. Kevin Lima’nın 2007’deki “Enchanted-Manhattan’da Sihir” filmiyle romantik filmlerin tescilli oyuncusu olduğunu kanıtladı. “Çifte Soygun”, sinemada soygun filmlerini ve komedileri sevenlere göre.

(27 Nisan 2012)

Ali Erden

sinerden@hotmail.com