Kategori arşivi: Yazılar

Malatya Film Festivali’nin Ardından…

Her güzel festivalin bir sonu vardır. İşte birini daha geride bırakarak ama biriktirdiğimiz güzel anıları da yanımıza alarak döndük yuvalarımıza… Malatya Uluslararası Film Festivali’nin bu yıl üçüncüsü gerçekleşti. Sinemaseverlere oldukça güzel bir film seçkisi oluşturan festival komitesi Malatyalılara ve misafirlerine film dolu bir hafta yaşattı. İşte bu yıl ki festivalden kısa kısa izlenimlerim…

Kadir İnanır: “Repliklerini ezbere bildiğimiz bir Yeşilçam filmini dizi haline getirmeye çalışıyorlar, ismini vermeyeceğim ama siz duyduğunuzda ‘pes’ diyeceksiniz.”

Festivalde onur ödülü alan usta oyuncu Kadir İnanır yaptığı söyleşide Türk sinemasının ve dizi sektörünün geldiği son durumu değerlendirdi. Özellikle senaryo sıkıntısına değinen İnanır, “Günümüz sinemasında çok iyi yönetmenler ve oyuncular var fakat senaristler çok az.” dedi. Ayrıca yeni çekilecek olan bir dizi için de yorum yapan İnanır, “Repliklerini ezbere bildiğimiz bir Yeşilçam filmini dizi haline getirmeye çalışıyorlar, ismini vermeyeceğim ama siz duyduğunuzda ‘pes’ diyeceksiniz.” dedi. Ayrıca kısa zaman sonra Konya’da bir bozkır hikâyesini yöneteceğini söyleyen İnanır, filmde Yeşilçam’dan arkadaşlarına da rol vereceğini belirtti.

John Sayles: “Amigo”

Festivalin önemli konuklarından biri de kuşkusuz Amerikalı yönetmen John Sayles’tı. Amerikan bağımsız sinemasının önemli yönetmenlerinden olan Sayles bir hafta boyunca eşi Maggie Renzi ile neredeyse tüm etkinliklere katıldı. Fetivalde üç filmi gösterilen usta yönetmen gösterimler sırasında seyircilerle birlikte olmak istedi. Fakat Amerika seyircisi gibi Malatya seyircisi de Sayles’ı yalnız bıraktı. Yönetmenin son filmi Amigo’yu izlemeye yalnızca 10 kişi gitmişti. Bu 10 kişinin içinde ben ve iki arkadaşımda vardı. Filmi sadece 7 Malatyalı izledi. Maggie Sayles bu duruma alışkın olduklarını söyleyerek ve gülümseyerek gelenleri saydı ve “10 kişiniz, benimle birlikte 11 oluyoruz, fena sayı değil.” dedi. Kısacası Sayles’lar Amerika’daki kasırgaya rağmen okyanusu aşıp Malatya’ya gelmiş fakat bizim seyircimiz evlerinden ya da otellerinden Sayles’ın filmlerini izlemeye gelememişti.

Zerre…

Altın Portakallı Zerre filmi festivalin en ilgi gören filmlerinden biri oldu. Sayles’ın filmindeki salon boşluğunun aksine Zerre’yi görmeye gelenler oturacak yer bulamadı. Hatta halk arasındaki hararet oldukça yükseldi, Malatyalılar film izlemek için adeta birbirleriyle koltuk kapmaca oynadı. “Benim biletim var, daha satışa sunulduğu ilk gün aldım.” diyen de oldu “Festival konukları kalksın biz oturalım.” diyen de… Nitekim öyle de oldu. Sinema yazarı ve uluslararası yarışma filmi jürisinde olan Alin Taşcıyan yerini bir seyirciye vererek filmi salondaki basamaklara oturarak izledi. Zerre deyince filmin başrol oyuncusu Jale Arıkan’ı da es geçmek olmaz. Festival boyunca en egosuz hali ve elinden düşürmediği mısırıyla bol bol film izledi. Her konuşmak isteyenle uzun uzun sohbet etti. Türkiye’de oyuncuların birçoğu halktan kaçarken o yüzündeki samimi gülümsemeyle herkesin kalbini kazandı. Zerre filmindeki performansıyla jüriyi de etkilemiş olacak ki En İyi Kadın Oyuncu Ödülü onun oldu.

Hababam Sınıfı

Festivalin en özel konuklarıydı onlar. Hababam Sınıfı’yla büyüdük hepimiz… Hâlâ da her izledikçe içimiz ısınıyor, eğleniyor, keşke o sınıfta biz de olsak diyoruz. Yıllar sonra Malatya’da tekrar bir araya geldi Hababam Sınıfı öğrencileri. Büyümüş koca koca adam olmuşlardı. Kimi mühendis, kimi müzisyendi artık. Onları yakından tanıyınca Hababam Sınıfı’nın neden bu kadar gerçek olduğunu da daha iyi anladım. Çünkü oyun oynamıyorlardı. Oldukları gibiydiler. Hâlâ sıkı dostlardı. Hani okuldan hep birlikte kaçıp maça gidiyor ya da binbir zorlukla okulun altına tüneller açıp yine hep birlikte Mahmut Hoca’nın odasında alıyorlardı ya soluğu, işte Malatya’da da öyleydiler. Hep birlikte yine muzur, yine yaramaz. Birlikte halay çektiler, birlikte güldüler ve hüzünlendiler. İyi ki Malatya’dan geçtiler…

Tepenin Ardı…

Tıpkı Hababam Sınıfı gibi Tepenin Ardı filminin oyuncuları da birbirleri ile sıkı dost, abi kardeş olmuşlardı. Yönetmen Emin Alper çok iyi bir oyuncu kadrosu oluşturmuştu. Oyuncuların birbirleri ile olan uyumu ve abartıdan uzak halleri onlara toplu ödül kazandırdı. Anlaşılan o ki En İyi Erkek Oyuncuyu ararken, jüri Tepenin Ardı filminin oyuncularından hiç birine kıyamamıştı. Filmde ustalar da vardı ilk kez kamera karşısına geçenler de. Böyle bir ekipte tüm oyuncuların En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü alması ustalarla çırakların birlikte ne kadar uyumlu çalıştıklarının da bir ispatı niteliğindeydi. Yönetmen Emin Alper filmde evrensel bir konuyu öyle güzel bir sadelikle anlatmıştı ki En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerini alması hiçte şaşırtıcı olmadı.

Nemrut…

Festival ekibi bir hafta boyunca konukları memnun etmek için canla başla çalıştı. Özellikle Nemrut gezisi için emeği geçen herkese teşekkürü bir borç bilirim. Başlarda kararsızdım, gitsem mi kalsam mı? Sonra dedim kendi kendime “İnsanlar burayı görmeye dünyanın öbür ucundan geliyor, ben iki saatlik mesafeden üşeniyorum, hadi kalk düş yollara…” İyi ki de düşmüşüm yollara. Sonbaharın tüm güzelliği yansımıştı Nemrut Dağı’na. Gitmeden önce öyle gözümüzü korkuttular ki üç dört kazağı giyip çıktık dağın başına. Güneşe orada ‘Merhaba’ dedik. O da bizi üzmedi ısıttı içimizi… Büyülü bir yer Nemrut. Ayak bastığınız an değişik, garip bir hisse kapılıyorsunuz. Efsanevi heykeller hoş geldiniz der gibi göz kırpıyor sanki size. Kısacası çok güzel bir geziydi ama bu kadar özel bir yerin yollarından bahsetmeden de geçemeyeceğim. Virajlı yolların yeni yapıldığı söyleniyor fakat yollarda korkuluk yok ve mıcırlı. Karanlık bir yolda uçurum kenarında gidiyorsunuz. Ayrıca Nemrut gibi tarihi önemi olan bir yer için herhangi bir güvenlik önlemi de alınmış değil… Heykeller sadece bir zincirle çevrilmiş, o zinciri de herkes çok rahat aşabildi zaten. Bence bu kadar özel bir yere daha fazla yatırım yapılmalı. Buradan yetkililere seslenmiş olayım. Belki birileri sesimi duyar.

(17 Kasım 2012)

Yeliz Bozkurt

Havana’dan İnsan Manzaraları

Filmekimi’nde ilk kez görücüye çıkan ‘Havana’da 7 Gün (7 Dias En La Habana)’ yedi ayrı yönetmenin tek bir kent’e baktığı kısa öykülerden oluşuyor. ABD ambargosu ve Sovyetler Birliği’nin 1991’deki çöküşüyle ekonomik açıdan zor günler yaşayan Küba’nın değişim sancılarını derinlemesine irdeleyen bir film değil bu, ancak her biri 15 – 20 dakika uzunluğundaki bölümleriyle Karayipler’in bu renkli kentinin ruhunu yansıtmayı başarmış.

Puerto Rico doğumlu oyuncu Benicio del Toro’nun kamera arkasında olduğu ilk hikâye ‘Amerikalı’, aktör Teddy’nin güzeller güzeli bir fahişeyle sonu sürprizli biten macerası üzerine. Sovyetler Birliği’nde mühendislik okumuş, ekonomik zorluklar nedeniyle teknisyenliğin yanı sıra şöförlük de yapan Angel’in taksisiyle Havana’yı turlarken Batista döneminden kalma Kongre Merkezi’nin, Washington’daki Beyaz Saray’ın -5 cm daha uzun- bir kopyası olduğunu ve Amerikalılara neden ‘Yuma’ dendiğini öğreniyoruz.

Arjantinli usta Pablo Trapero’nun öyküsünde -Emir Kusturica’nın canlandırdığı- yorgun ve bezgin yönetmen, kendisi için pek bir şey ifade etmişe benzemeyen onur ödülünü aldığı festival töreni sonrasında, marifetli taksi şöförünün sahne aldığı caz kulübündeki Jam Session’la kendinden geçecektir.

İspanyol Julio Medem’in yönettiği ‘Cecilia Yoldan Çıkıyor’ isimli üçüncü öykü, Havana’da bırakıp gideceği sevgilisi ile rüyalar ülkesi Amerika’dan aldığı cazip teklif arasında bocalayan yetenekli caz şarkıcısının tereddütleri üzerine.

Filistinli sinemacı Elia Suleiman, güz mevsiminin ıssız Havana kumsallarını fon almış kişisel bir yalnızlık öyküsünde kameranın hem önünde, hem ardında. Fransızların aykırı ismi Gaspar Noe ise yöreye özel bir aklanma ayinini görüntülemiş.

‘Otobüs Durağı (Lista de Espera)’ isimli güzel filmi bizde de gösterilmiş Küba’lı yönetmen Juan Carlos Tabio, ‘Acı Tatlı’ adlı bölümde, derin ekonomik krize, saatler süren elektrik kesintilerine rağmen yaşama coşkusunu yitirmeyen Küba’lıların yaşam kavgalarını; Altın Palmiye’li Fransız sinemacı Laurent Cantet (Sınıf / Entre Les Murs) ise yöreye özgü tipik bir mahalle halkının Hz. Meryem’i onurlandırma partisi girişimini mizahi bir dille aktarıyor.

(16 Kasım 2012)

Ferhan Baran

[email protected]

Yedi Yönetmenin Yedi Havana Bakışı

Havana’da 7 Gün (7 Dias en la Habana / 7 Days in Havana)
Yönetmenler: Benicio del Toro-Pablo Trapero-Julio Medem-Elia Suleiman-Gaspar Noé-Juan Carlos Tabio-Laurent Cantet
Senaryo: Leonardo Padura Fuentes
Görüntü: Daniel Aranyo-Diego Dussuel
Oyuncular: Josh Hutcherson (Teddy), Vladimir Cruz (Angel), Emir Kusturica (Kendisi), Alexander Abreu (Şoför), Brüehl (Menecer), Melvis Santa Esteves (Cecilia), Elia Suleiman (Kendisi), Natalia Amore (Marta)
Yapım: Fransa-İspanya-Küba (2012)

Benicio del Toro, Pablo Trapero, Julio Medem, Elia Suleiman, Gaspar Noé, Juan Carlos Tabio ve Laurent Cantet, Kübalı yazar Leonardo Padura Fuentes’in kendi hikâyesinden yazdığı senaryoyu çekmişler. Filmde Havana’nın coşkusu ve hüznü yansıyor perdeye.

Kübalı yazar Leonardo Padura Fuentes, kendi hikâyelerinden bir senaryo yazdı. Bu senaryo, dünya sinemasının yönetmenleri tarafından beyazperdeye uyarladı. İşte bu yedi yönetmenli filmin yedi yönetmeni, senaryoyu Fuentes yazsa da kendi Havana şehrini anlatmışlar sanki. Bazı bölümlerde insan o kültürün yabancısı olduğu için derin anlam yaratmada zorlanabiliyor. Suyun içinde arınma veya Katolikliğin yerel yorumuyla yansıyan son bölüm gibi. Filmin renk tonları, Havana gibi koyu. Kahverengi ve koyu sarı öne çıkmış. Bir de Küba’nın insanın içini kıpır kıpır eden müzikleri var. Her yönetmen bir günü anlatıyor ve film bittiğinde Havana’da yedi gün yaşamış oluyorsunuz.

Havana’da bir Amerikalı…

“Pazartesi: El Yuma” adındaki İlk bölümü, ünlü oyuncu Porto Riko kökenli Amerikalı Benicio del Toro yönetiyor. Amerikalı genç turist Teddy Atkins’in Havana macerası bu. Mühendis olmuş, ama şimdi taksi şoförlüğü yapan Angel, Amerikalı genç turist Teddy’yi evine götürüyor. Teddy, Havana’yı tam içeriden keşfediyor. Barda, transeksüel biriyle tanışan Teddy, onun kadın görünümünde bir erkek olduğunu keşfettiğinde yolları ayrılıyor. Bu bölümde unutulmaz bir bar sahnesi var. Barda birkaç insan bir yandan içerken, Hollywood’da Delmer Daves’in 1957’de siyah-beyaz ve sinemaskop çektği, Glenn Ford’un oynadığı “3:10 to Yuma-Gönüllü Katil” ve James Mangold’ın 2007’de çektiği ve başrolünde Russell Crowe’u oynattığı “3:10 to Yuma-3:10 Yuma” westernlerinin hangisinin iyi olduğu hakkında fikirlerini söylüyorlar. Kısa, muhteşem ve etkileyici bir tartışma.

Ayyaş bir Kusturica…

“Salı: Doğaçlama Caz” bölümünün yönetmeni Arjantinli Pablo Trapero. Yönetmenin 2010 yapımı “Carancho-Akbaba” filmi 2011’deki !f İstanbul’da gösterilmişti. Ünlü Boşnak yönetmen Emir Kusturica, Havana’daki film festivalinde ödül almak için geldiği bu şehirde sürekli içerken Kübalı şoförüyle de iletişimini geliştiriyor. Şoför iyi bir trompetçi. Deniz kıyısında şoförün doğaçlama resitali dinlenmeye değer. Bu bölüm sıcak ve insana iyi geliyor.

Cecilia’nın seçimi…

“Çarşamba: Cecilia’nın Ayartılması” bölümünü İspanyol Julio Medem yönetmiş. Bu bölümde Kübalı şarkıcı Cecila’nın geleceği üzerine yaşadığı sıkıntılar yansıyor perdeye. Bir yanda İspanyol genç bir menajerin Avrupa’da kendine gelecek hazırlaması, diğer tarafta bir türlü başaralı olamamış beyzbolcu sevgilisi José. Bu bölümün içinde dolaşırken kadınları anlamak için yardımcı kitaplara başvurma gereği hissedebilirsiniz. Belki de Cecilia en doğru kararı veriyordur. İspanyol menajer otel odasına davet ettiği Cecila’yla armağan edilmiş saatleri geçirmeyi düşünürken, her şey tersine dönüyor ve armağan anlar sevgilinin oluyor. José, bir türlü yırtamamış ve tüm hayali karşı kıyıdaki Miami’ye gitmek. Yönetmen, 1998’deki “Amantes del Circulo Polar-Kutup Çizgisi Aşıkları” ve 2001’deki “Lucia y e Sexo-Seks ve Lucia” çektiği filmleriyle tanınıyor. Bu bölümün erotik olmasının nereden geldiği belli oluyor.

Yönetmenin keşfi…

“Perşembe: Aceminin Günlüğü” bölümünde Filistinli yönetmen bizzat kendi oynamış ve yönetmiş. Yönetmenin 2009 yapımı “The Time that Remain-Geride Kalan” filmi biliniyor. Hiç konuşmayan, otelin koridorunda sürekli bulmaya çalışan yönetmen, Havana’da Filistin’in elçisiyle bir türlü buluşamıyor. Yönetmen de Havana’yı ve çalışmayan külüstür arabaları görüyor. Sahilde yüzünü göremediği kadını da merak edip duruyor yönetmen. Aslında onun tüm derdi elçiyi görebilmek. Yönetmen bir de öyle dalgın ki, otelin koridorunda odasını da arayıp duruyor. Çünkü her yer ve her şey birbirne benziyor ki. Bu filmin en dingin ve şiirsel bölümünün Filistinli yönetmenn çektiği bu bölüm olduğunu söyleyebiliriz.

Genç kız için arınma…

“Cuma: Ayin” bölümünde bir genç kız önde. Gaspar Noé’nin yönettiği bu bölümde büyümekte olan bir genç kız Yamilslaidi dansla karışan kafası, lezbiyen ilişkiye girmesi, sonra da yerel Santeria töreniyle suda arınışının hikâyesi. Afro-Kübalı liseli kız Yamilslaidi’nin arınması ve temizlenmesi için ailesi ona suyun içinde ayin yaptırıyor. Yönetmen, daha erkek anatomisini keşfetmemiş, insanın kanını kaynatan ritmik müzikle yanında kızla öpüşen ve sevişen Yamilslaidi’nin bakire vücudunu insanın erotik düşlerini kışkırtarak yansıtmış perdeye. Akarsuyun içinde kocaman bir erkek eli, Yamilslaidi’nin zarif vücudunu suyla arındırması bilinmeyen bir kültürün dinsel bir ayini. Fransız yönetmen Gaspar Noé, çarpıcı kurgusu olan 2002 yapımı “Irréversible-Dönüş Yok” filmiyle biliniyor.

Vedalaşacak bir ailesi var…

“Cumartesi: Acı Tatlı…” Kübalı yönetmen Juan Carlos Tabio’nun yönettiği bu bölümde Çarşamba gününden genç şarkıcı Cecilia’nın ailesiyle tanışılıyor. Doktor olan anne önce şarkıcı kızın babasıyla evlenmiş, sonra da şimdiki kocasıyla mutlu. Televizyona katılacak anne tatlı yapma telâşındayken, genç şarkıcı da hayatının kararını veriyor ve herkesle onlara hissettirmeden vedalaşıyor. Bu bölüm sıcak ve Küba ruhunu hissettiriyor. Doktor anne, pastaları yaparken, Cecilia da hayatının kararını veriyor ve karşı kıyıdaki Miami’ye beyzbolcu sevgilisi José’yle gitmeye karar veriyor. Ya İspanya’ya gitseydi hayatı nasıl olacaktı Cecilia’nın? Önündeki üç seçenekten birini seçen Cecilia, belki de uzun süre ailesini hiç göremeyecek. Yönetmen Tabio’nun 1994 yapımı “Fresa y Chocolate-Çilek ve Çikolata” ve 1995 yapımı “Guantanamera” filmleri buralara uğramıştı.

Yaşlı Marta’nın hayali…

“Pazar: Çeşme…” Fransız Laurent Cantet’nin yönettiği bu bölümde yaşlı kadın Marta, evinin bir köşesinde Bakire Meryem için çeşme yaptırıyor. Tüm ailesi ve komşular bu dileği yerine getirmek için seferber oluyorlar. Marta, “Ochun Santeria” töreni için Meryem Ana heykeli için havuzlu çeşme yapma için telaşlı bir heyecanla işe girişiyor. Sevilen Marta’nın bu dileğinin gerçekleşmesi için herkes ona coşkuyla destek veriyor. Bu dünyada kök salmış olmak ve ailen tarafından değer verilmenin önemi var bu bölümde. Yönetmen Cantet, 2008 yapımı “Entre les Murs-Sınıf” filmiyle Cannes’da “Altın Palmiye” kazanmıştı.

(15 Kasım 2012)

Ali Erden

[email protected]

İki İnsanın Birleşen Yolları

Gözetleme Kulesi
Yönetmen-Senaryo: Pelin Esmer
Görüntü: Özgür Eken
Oyuncular: Olgun Şimşek (Nihat), Nilay Erdönmez (Seher), Menderes Samancılar (Patron), Kadir Çermik (Otobüs Şoför), Laçin Ceylan (Anne), Rıza Akın (Baba), Mehmet Mola (Aşçı), Nurettin İpek (Kamyon Şoförü), İzzet Aytaç (Tuhafiyeci), Mehmet Bozdoğan (Şef), Serdar Orçin (Orman Bekçisi)
Yapım: SineFilm (2012)

Belgeselcilikten gelen Pelin Esmer, “Gözetleme Kulesi” filminde gerçekçi bir hikâyeyi yansıtıyor. 19. Uluslararası Adana Altın Koza’da beş ödül kazanan film, genç oyuncu Nilay Erdönmez’i de sinemamıza kazandırıyor.

Kastamonu, Tosya… Nihat, orman bekçiliği yapmak için şehirlerarası otobüsle buraya geliyor. Otobüsün hostesi Seher’le de yolları bir yerlerde kesişiyor. Nihat, yalnız ve sessiz bir insan. İçinde onu yakan bir şeyler var. Bunu dingin anlatımlı hikâyenin derinliklerinde öğreniyorsunuz. Nihat’la üniversite öğrencisi Seher’in anları koşut bir anlatımla perdeye yansıyor. Seher’in de bir sıırı var ve o sır gecikmeden ortaya çıkıyor seyirci için. Her şey Karadeniz dağlarının puslarının ardında sanki. Nihat, ormanda gözetleme kulesi denilen binaya yerleşiyor. İletişimi telsizle hep. Arada bir şefi onu kontrole geliyor. İki katlı bina düzenli ve temiz. Nihat’ın eli de becerikli. Kendine el arabası yapıyor ve onunla eve çalı çırpı, kopmuş dallar toplayıp eski usül şöminesinde ısınıyor. Telsizdeki kod adı da “dipsizgöl” onun. Orada, Dipsizgöl adında mesire yeri de var. Erzak almak için de arada kasabaya iniyor Nihat. Otogarın lokantasında yemek de yiyor bazen. Hostes Seher’le küçük de olsa iletişim de kuruyor burada. Seher’in sırrı da karnında büyüyor. Ailesi onu okuması için annesinin dayısının evinde kalması için baskı yapsa da, Seher karnındaki bebeğin babasının annesinin dayısı olduğunu söylüyor annesine öfkeyle. Aylar geçtikten sonra tek başına bebeği doğuran Seher, nefret duyduğu bebeği dışarı da bir yerlere bırakıyor ve orayı terk ediyor. Olanları gören Nihat, Seher’i ikna edip ormandaki kendi mekânına götürüyor. Sonra da terk edilen bebeği alarak bebeğin yaşamasını sağlıyor. Geçmişte eşini ve çocuğunu kazada yitiren Nihat, belki de kendi vicdan azabından ve suçluluk duygusundan kurtulmaya çabalıyor. Hiçbir şey kolay değil. Bu iki insanın hayatına sessizce girip sessizce terk eden film, açık uçlu finaliyle sinemada önemli bir yerde duruyor.

Kesişen yollar nereye?…

Yönetmen Pelin Esmer, belgeselcilikten gelme deneyimlerini 2012 yapımı “Gözetleme Kulesi” ikinci uzun filminde de başarıyor. Mekânları ve kamerasıyla karakterleri arasında ruh oluşturmuş yönetmen. Dağın tepesindeki gözetleme kulesi, Nihat gibi yalnız ve soğuk başlarda. Oraya Seher geldiğinde bu mekân bambaşkalaşıyor ve yavaş yavaş sıcaklığını seyirciye gönderiyor. Nihat’la Seher’in iletişimi ve ilişkisi, gerçek hayattaki gibi zorlu. Zihninde sürekli çatışan Seher için her şey cehennem. Tecavüz sonunda hamile kalmış ve bu masum bebeği doğurmuş. Onu hemen kabullenmesi elbette zor. Nihat, geçmişindeki derin acıyı unutabilmek için bu anne ve bebeğini birbirine yakınlaştırmaya çabalıyor. Film bittiğinde neyin nasıl olacağını da bilemeyeceksiniz. Belki her şey güzel olacak veya büyük trajediler yaşanacak… Filmin görselliği de gerçek anlamda çarpıcı. Çoğu anda Nihat’ın ruhu gibi dingin kamera, Seher’in zihnindeki fırtınalarla öfkeli hale dönüşüyor. Filmi seyrederken, olumlu anlamda Mike Leigh ruhunu hissettik. Hikâyeyi anlatışı ve hikâyenin içinde dolaşmasıyla. Özellikle Seher’in göründüğü birçok an Leigh ruhunda. Filmde, Ken Loach ruhunu hissettiren bir an da var. Sarsıntılı bir öfkeli kamera uzun plân çekimle Seher ve Nihat’ı takip ediyor. Yönetmen Esmer, İngiliz sinemasının bu iki büyük yönetmeninin gerçeklik yansımalarının kıyılarında dolaşabilmiş. Seher’in doğurma sahnesi de sinema için özel. Yönetmenin kadın olmasına rağmen Seher’in dişiliğini erkek gözüyleymiş gibi yansıtabilmiş bir de. Seher’in terk ettiği bebeği aldığında, bu bir film olmasına rağmen rahatlama hissediyorsunuz bebeğin hayata tutunduğu için. Nihat’ın bebeğe banyo yaptırdığı an etkileyici. Karnı aç bebeğin annesinin memesini emişindeki mutluluğu da seyredilmeye değer bir an.

Filmde, puslu dağlardan estetik fotoğraflar da yansıyor. Zümrüt ormanlarla kuşatılmış dağ ve gri gökyüzü muhteşem bir estetik yaratmış. Yönetmen filminde fon müziği kullanmamış. Duyulan şarkılarsa Seher’in cep telefonundan gelen günümüzün rock şarkıları. Doğal seslerin filme çok şey kattığını da belirtelim. Sosyoloji eğitimi alan yönetmen Esmer, 2005 yılında Mersin’de tiyatro yapan köylü kadınlar üzerine belgeseliyle adını duyurdu. Yönetmen 2009’da “11’e 10 Kala” yapıtıyla ilk konulu filmini yaptı. Bu eğitim yönetmene filmlerindeki karakterlerini gerçekçi yansıtma fırsatı da veriyor. Elbette mekânları da çok iyi kullanıyor bu yönetmen. “Gözetleme Kulesi”, 19. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde tam beş ödül kazandı. “Altın Koza”da Pelin Esmer “En İyi Yönetmen” oldu. Görüntü dalında da Özgür Eken “Altın Koza” aldı. Nilay Erdönmez “En İyi Kadın Oyuncu”, Laçin Ceylan “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu”, Menderes Samancılar “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödüllerini aldı. Nilay Erdönmez ve Olgun Şimşek’in oyunculuklarına da övgü. Görülmesi gereken bir film “Gözetleme Kulesi…”

(15 Kasım 2012)

Ali Erden

[email protected]

Eksiliyorum!

Eksiliyorum!

Emek Sineması’nın olmadığı bir festival!

Alkazar Sineması’nın kapalı durduğu bir Beyoğlu!

Rüya’ma kilit vurdular, Elhamra’mın yanmasına, Saray’ımın çürümesine neden oldular, Lüks’ümü elimden aldılar, Lale’mi soldurdular, Yeni Melek’imi küflendirdiler. Ve şimdi Sinepop’suz kalacağım. Caddemden sinemalarım bir bir gidiyor. Eksiliyorum!

Kimler yol açtı buna? İstanbul’un ormanlık alanlarını kimler bölüp parçalayıp binalarına yutturmaya devam ediyorsa onlar! Bizi ucube yapılara kimler mahkûm ediyorsa onlar…

Doğanın güzelliklerinden rahatsız olan kim varsa, sinemalarımın biriktirdiği güzelliklerden de huzursuz çünkü. Onlar, yaklaşık altmış yıldır, Pera’nın kültürel varlığını örseleye örseleye hâlâ yok edemediler.

Festivalde itiş kakış salonları doldurup aynı filmleri daha sonra bu sinemalarda izlemek için, kahve bedeli kadar bir bilet parasını esirgeyenler: Birkaç on bin sinefil de müsebbip, filmleri ‘fast food’ gibi tüketenler de… Hepimiz!

Yeşil alan olması gereken yerlere bile AVM konduranlar… Oralara doluşup üç ayda bir cep telefonu değiştirenler… Taksitle alıp borçlananlar. Tüketen, sadece tüketenler. Tüketirken tüm bir kenti de tüketenler. Arabasız, kredi kartsız, cep telefonuz yaşamaları mümkün olmayanlar. Hepimiz!

Bir ‘art house’ sinemada ‘kaybolup’ dünyanın herhangi bir yerine yolculuk etme ayrıcalığını asla tadamayan nesil. Pespaye dizileri sanat, pespaye dizilerin vasat oyuncularını sanatçı zanneden herkes… Anlamaya çalışmayan, soru sormak için beynini yormayan, yüreğiyle hissetmeyen herkes. Her şeyi hazır, kolay, hızlı yiyip bitiren yok ediciler. Sinemalarımı da yiyip bitirdiler.

Kulaklar sağır, gözler kör, diller yaralayıcı. Hepimiz kaptırdık kendimizi aldatıcı tüketime. Oysa mutluluk, çok basitti: Güzelim Emek’in koltuğuna gömülüp görkemli perdesi açılırken yakalıyorduk çoğu kez.

(14 Kasım 2012)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Sinepop Sineması, Yeşilçam Sokağı, Beyoğlu, İstanbul



Gerçek Bir Yara

“Kaderi alt edecek olan sizlersiniz.”

Bu sözlerle başlıyor Gönül Yarası. Daha ilk dakikadan güçlü, yoğun ve derin bir film izleyeceğimizi anlıyoruz. Yavuz Turgul bu seferki öyküsünü bizlere çok iyi bildiği ve özümsediği Doğu köylerindeki yaşantıları İstanbul’a taşıyarak anlatıyor. Zaman zaman idealleri uğruna yıllarını, yaşamını adamış ve ailesini parçalayıp feda etmiş köy öğretmeni Nazım’ın, zaman zaman da kaderin yüzüne asla gülmeyeceğini düşündüğümüz pavyon şarkıcısı Dünya’nın gözünden görüyoruz İstanbul’u. Çiziminin çok güçlü olduğunu bir kez daha anladığımız Turgul, filmin başlarında iyiyi sadece iyi, kötüyü çok kötü tanıtıyor gibi olsa da asıl ustalığını iyinin karanlık tarafını ve kötünün de masum yönünü su yüzüne çıkarırken gösteriyor.

Türk tabularından biri olan kırsal kesim kadınının zorlu hikâyesini aktarırken yönetmen, uzun sekanslarla filminin inandırıcılığı ve etkileyiciliğini artırıyor. Bunu yapmasındaki amacın öyküyü montajlarla bölmemek olduğunu düşünüyorum. Yönetmenin, diğer bir filmi olan Av Mevsimi’ndeki çekim tekniğiyle kıyaslarsak da bunun, Turgul’un tarzı olduğunu söyleyebiliriz.

Yönetmenin anlatımını bu denli güçlü kılan en önemli unsur ise tabi ki oyuncuları. Güçlü kadrosuyla film adeta canlı bir oyunculuk dersi veriyor. Yavuz Turgul’un çalışmayı çok sevdiği Şener Şen, her zamanki gibi ustalığını konuştururken Dünya rolüne Meltem Cumbul kadar yakışabilecek başka bir oyuncuyu düşünemiyoruz. Cumbul, rolüyle uluslararası bir oyuncu olduğunu kanıtlıyor. Timuçin Esen de yönetmenin güçlü karakter tanıtımının yardımıyla Türk sinema tarihindeki en dehşet verici kötü adam performanslarından birini sergiliyor. Filmin asıl yıldızının ise Dünya’nın kızı rolündeki Ece Naz Kızıltan olduğunu söylemek isterim. Kızıltan, bir oyuncunun altından kalkabileceği en zor işi göğüsleyip seyirciyi konuşmadan etkilemeyi başarıyor. Yan rollerdeki usta oyuncular Güven Kıraç ve Sümer Tilmaç da göz dolduruyorlar.

Turgul, öyküsünü anlatırken sadece kırsal kesim kadınının kaderinden bahsetmekle kalmayıp aynı zamanda yıkılan ahlâk yargılarını, Türk töre ve adetlerini, köy ve şehir hayatı çatışmasını, insanlık değerlerini, sevgi ve saygıyı da işliyor ve aktarmak istediği iletilere “asla her şeyi gördüm zannetme” diyerek bir yenisini ekliyor. Filmin mesajları bunlarla da bitmeyip Kürt-Türk kültür kardeşliği gibi tabu bir konuya değinilmesiyle genişliyor.

Bunlarla beraber filmin en güçlü ve yüksek tansiyonlu sahnesinin de Halil’in Melek’i kaçırmaya çalıştığı meydan sahnesi olduğunu söyleyebiliriz. Gerek çekim yöntemi (kameranın üç yüz altmış derece dönmesi) gerekse oyunculuk ve sahne kurgusuyla bu sahne filmin içinde ayrı bir yere oturuyor.

Hikâyenin dokunaklılığında mükemmel müzik ve şarkı seçiminin de etkisi büyük. Aynur Doğan ve rahmetli Neşet Ertaş’ın yorumlarıyla destek olduğu bestelere Meltem Cumbul çıplak sesiyle katılıp ne kadar kuvvetli bir oyuncu olduğunu bir kez daha gösteriyor.

Gönül Yarası’nın bu kadar etkileyici olmasının nedeni bize kendi yaşamımızın yaraları hatırlatıyor olması belki de. Bu denli güçlü bir yorumun altından da ancak Yavuz Turgul kalkabilirdi. Bir Türk sineması başyapıtı, gerçek bir yara.

Ekler:
Film: Gönül Yarası
Yazan ve Yöneten: Yavuz Turgul
Oyuncular: Şener Şen, Meltem Cumbul, Timuçin Esen, Sümer Tilmaç, Güven Kıraç, Erdal Tosun, Devin Özgür Çınar, Ece Naz Kızıltan

(10 Kasım 2012)

Kemal Doğukan Sağbaş

Eli Kanlı Kutsal Aile

William Friedkin hayli ilerlemiş yaşına rağmen ikinci baharını yaşıyor. Son filmi ‘Katil Joe (Killer Joe)’ şimdiden kültleşmeye aday kışkırtıcı bir sinema örneği.

1935 doğumlu yönetmen, 70’li yılların hemen başında yaptığı iki filmle Hollywood’un gözdesi olmuş, beş Oscar’lı ‘Kanunun Kuvveti / The French Connection’ın ardından çektiği William Peter Blatty uyarlaması ‘Şeytan / The Exorcist’ korku türüne taze bir soluk getirmişti. Tek odanın içinde yarattığı dehşet duygusuyla belleklere kazınmış olan ‘Şeytan’ bugünlerde 40. yılını kutlamaya hazırlanıyor, romanı Feniks Kitap tarafından yeniden basılmış bile.

İki büyük ticari başarısına rağmen Friedkin’in Hollywood’la sıcak ilişkisi fazla uzun sürmez. Bir dönem Fransızların ikon oyuncusu Jeanne Moreau ile de evli kalmış olan sanatçı, bağımsız kişiliği nedeniyle 80’li 90’lı yıllarda pek de iz bırakmayan az sayıda filme imza atar.

Friedkin’in sinemaya parlak dönüşü ise 2006’da oyun yazarı Tracy Letts ile işbirliği sonucu gerçekleşir. ‘Böcek / The Bug’ yazarın doğup büyüdüğü Oklahoma’da izbe bir motel odasında geçen, terör olayları ve Irak bozgunu ile sarsılmış bir toplumun korkuları üzerinden gelişen tedirgin edici bir paranoya öyküsüdür.

İkiliyi yeniden biraraya getiren ‘Katil Joe’ yine bir oyun uyarlaması. Letts’in 90’lı yıllarda sahnelendiğinde yankılar uyandırmış aynı adlı oyunu, ABD’nin güneyinde -Dallas,Texas- Allah’ın unutmuş olduğu tekinsiz bir kasabada, treyler’de yaşayan eğitimsiz ‘redneck’ ailenin karanlık ve şiddet yüklü hikâyesini anlatıyor. Tennessee Williams, William Faulkner, Jim Thompson gibi yazarların romanlarından büyük ilham almış Letts’in metninin sinema uyarlaması, eski usül anlatımı ile 40’lı yıllardan başlayarak yetkin örneklerini vermiş klasik ‘Kara Film (Film Noir)’ örneklerine bir saygı duruşu. Ancak ahlâk ve vicdandan nasibini almamış, insanoğlunun koyu kötücüllüğünü umutsuzca taşıyan karakterlerinin hiçbiriyle özdeşleşme olanağı yok. Büyük stüdyolar defterini çoktan kapatmış bizim ihtiyar delikanlının da taviz vermeye hiç niyeti yok. Friedkin’in -yüzevurumcu tiyatro diye çevirebileceğimiz ve in your face (yüzünüze karşı) deyiminin tahrif edilmiş haliyle anılan- ‘in-yer-face’ akımıyla flört eden metni sinemaya uyarlarken otosansür uygulamaktan kaçındığını, dolayısıyla filmin ABD’de pornonun kıyısındaki yapımlara uygun görülen NC-17 (17 yaşından küçükler izleyemez) sınıflandırmasına tabi tutulduğunu bilgi olarak ekleyelim.

‘Katil Joe’ yerleşik kutsal aile değerlerini hınzır mizahıyla yerle bir eden farklı ve cüretkâr bir sinema deneyimi. Şiddet, cinsellik, uyuşturucu, cinayet gibi unsurlara ilâveten şok edici ‘kızarmış tavuk budu’ sekansıyla sinema tarihine geçecek gibi. Oyun versiyonunun ise -daha önce ‘Böcek’i de repertuarlarına almış- ‘in-yer-face’in ülkemizdeki temsilcisi Tiyatro DOT’un sahnesine çok yakışacağını düşünüyorum.

(07 Kasım 2012)

Ferhan Baran

[email protected]

Araf

Önceden söyleyeyim (yazayım) Yeşim Ustaoğlu’nun Araf filmini beğendim (ve sevdim). İkinci söyleyeceğim, Araf, yıllarca birbirine benzerleri çekilen Yeşilçam filmlerinden biri… AMA o filmlere benzemiyor, o filmlerde olan birçok şey, Araf’ta yok; o filmlerde olmayan şeyler ise Araf’ta var. Yeşilçam filmlerinde ünlü aktrist-lerin oynadığı esas kızı, Araf’ta -artık sinemamızda ne ünlü aktör, ne de aktrist var- Neslihan Atagül (Zehra) oynuyor. Arabaların geçtiği / mola verdiği bir yol üstü lokantada / restaurant – café’de çalışıyor: Yemek servisi yapıyor, bulaşık da yıkıyor. Şakalaştığı anası, alınan televizyon için para yardımı yaptığı babası, dertleştiği iş arkadaşı (bir dul kadın), şakalaştığı (bazen de takıldığı) iş arkadaşı (erkek / Olgun) var. Bir de kamyonu ile gelip geçerken, uzaktan Zehra’yı gözleyen, sonradan Zehra’nın dikkatini çeken Mahur var, kamyon şoförü.

Yeşilçam filmlerinde, lokal bir yerdeki kız-lara iki tür erkek takılır. Biri kızın da ilgisine cevap verdiği, filmin erkek (olumlu) kahramanı, diğeri ise kıza göz koyan filmin diğer erkek (olumsuz) karakteridir (?). Kız (kahramanımız) olumlu erkek ile ilişki kurarsa, dramatik olaylar sonunda ayrılırlar. Kız, erkek kahramandan habersiz doğum yapar, “mutlu son ” ile bitebilir. Kız (kahramanımız) olumsuz erkeğin tecavüzüne uğrarsa, olumlu erkeği terk eder, (belki) tek başına doğum yapar, olayları kimseye izah edemez… Film dramatik bir sonla biter?!

Araf için baştan bir son kestirmek mümkün (mü?) ama olayların gelişmesi, pek Yeşilçam standartlarına uymuyor. Zehra, hâlâ çocukluklar yapan, aile içinde ana-babasının gerginliğe seyirci (etkilenmiyor değil, ama etkiler kalıcı değil) Olgun’a, Mahur ile ilişkisinin sonucunu söylüyor. Olgun’un tepkisi, Zehra’dan kaynaklansa da dışarıdaki şeylere yönelik. Zehra hamileliğini gizlediği kadar gizliyor ve gizliliği hastane tuvaletinde sona eriyor, filmlerimiz de görmediğimiz şekilde…

Mahur’un, Zehra ile işi bitmiş midir, yoksa Zehra’nın hayatına bir bıçak gibi girip – çıkmış ve gitmiş midir? Her şey biter ama yollar bitmez, gelişleri olduğu gibi gidişleri de vardır ve tüm yollar -çıkmaz sokaklar hariç- birbirine bağlıdır. [“hayata bıçak gibi girip-çıkmak”, Remzi Jöntürk’ün ilk filmi Zımba Gibi Delikanlı (ilk adı Mağrur ve Sefil) filminden unutamadığım bir replik] Yollar birbirine bağlıdır dedim ya… Mahur’un yolu buralara yeniden düşer mi? Düşse bile artık hiç bir şey eskisi gibi değildir, ne Zehra, ne de Olgun.

Ustaoğlu, eskilerden çıkardığı bu yeniye, oyuncuların, özellikle Zehra’nın (Neslihan Atagül) uzun uzun -sözsüz (omuz çekim)- plânlarını yerleştirmiş, olayların gerilim noktalarına, uzun ve sözsüz. Hani kitaplarda bir cümlenin sonuna eklenen, o kahramanın, aklından / bilincinden geçen düşüncelerin (hiç biri söylenmeyen şeylerin) yazılması gibi… Ustaoğlu bunu sinemada görsel olarak yapıyor. Kitapta yazarın yazdığını hepimiz -aynı şeyler olarak- okuruz ama sinemada Ustaoğlu’nun gösterdiğini çekerken düşündüklerini anlamamız imkânsız. Her seyircinin, -filmin o noktasına gelinceye kadar biriktirdikleri ile farklı farklı- algılaması, ayrı tatlar alması, filmin, sinemanın diğer sanatlarla -özellikle edebiyatla- ayrıştığı noktalar. Ustaoğlu Zehra ile Mahur ve Olgun ilişkileri yanında diğer kahramanlarla / yaşayan kahramanlarla ilişkilerini de filmine yerleştirmiş.

Bir filmi değerlendirirken, yönetmenin tavrını öne çıkarmak, olması gereken bir nokta olarak ele alınmalıdır görüşündeyim. Ustaoğlu yaptığı filmlerde yönetmenliğe -senaryoyu görüntülemeye değil- ağırlık veriyor, izlediğim kadarı ile; bu tavır en azından izlenmeyi hak ettirir. Ama filmler farklı şekillerde de yorumlanabilir. Bir filmin oyuncularının değerlendirilmesi elbette gereklidir ama bunu ağırlık noktası olarak almak, filmlere yapılan haksızlıktır. Bir filmde, bir oyuncunun oyununu çok farklı şekillerde değerlendirmek, oyuncuya karşı bir tavırdan daha çok, değerlendirmeyi yapan kurulun (kurulların) değerlendirilmesini gerektiren sonuçlar doğurabilir. (Böyle kurulların değerlendirme yaparken bazı kıstasları olabilir ama bunun baştan belli edilmesi, bu olmazsa değerlendirme ile birlikte açıklanması gerekir.)

Araf’ı, tekrar edersek, bir eskinin yenilenmesi değil, sinemanın başlangıçtan beri -çoğunlukla- hep aynı / benzer konuları işlerken, farklı bakışlara, anlatımlara yer vermesi gerekliliğinin yeni bir sunumu olarak ele alınması şeklinde görmeliyiz. Böylece, özgünde olunabilir.

(07 Kasım 2012)

Orhan Ünser

Tim Burton Tam Formunda

Korku filmleriyle flört eden ‘Stop Motion Animasyon’ furyasına türün ustası Tim Burton’dan parlak bir katkı ‘Frankenweenie’. Hikâye ve karakterler yönetmenin 1984 yılında aynı adla çekmiş olduğu 25 dakikalık kısa filmine dayanıyor. Senaryoyu Burton’ın birçok filminde imzası bulunan John August kaleme almış ve filmin süresi 80 dakikaya kadar çıkmış.

Yönetmenin ilk kısa filmlerinden biri olan orijinal yapım özyaşamsal unsurlar içerir ve Burton’ın kariyeri boyunca ele alacağı favori temalarını barındıran bir antoloji görünümündedir. Köpeği Sparky’den başka dostu olmayan yalnız ve içe dönük Victor, Burton’ın çocukluk yıllarından esinler taşır. 8 mm’lik kamerasıyla can dostunu başrolde oynattığı canavarlı ürkünç öyküler çeken Victor talihsiz bir kaza sonucu Sparky’yi kaybedince dünya başına yıkılır. Çare biyoloji dersindeki deneyle gelir. Elektrik akımıyla ölü kurbağa bacağının hareket etmesinden ilham alan Victor -Dr. Frankenstein misali- mezarından çıkardığı Sparky’yi fırtınalı bir gecede kurduğu elektrik düzeniyle yıldırımın hedefi yaparak hayata döndürmeyi başarır.

İlk deneyiminde aralarında Shelley Duvall’in de bulunduğu gerçek kişilerle çalışan Burton aynı öyküyü bu kez siyah beyaz bir animasyon olarak ve de çağın modasına uygun olarak üç boyutlu çekmiş. Hikâyenin özüne dokunulmamış, ek karakterler eklenerek ya da mevcut karakterler detaylandırılarak uzun metraj süresine yedirilmiş. Tabi ilk filmdeki tek hayata dönüş işlemi bu kez başka ölü hayvanlar üzerinde de deneniyor. Sonuç, 1950’li yılların masum ev hayvanlarının deneyler sonucu yaratıklara dönüşmesini konu alan ünlü B tipi filmlere bir saygı duruşu görünümünde.

Ölüm gerçeği ve öteki aleme merakı tüm yapıtına yansımış olan Burton, korku sineması geleneğinin sıkı takipçisidir. Son filmi bir kez daha sinema tarihinin bu en köklü türüne saygıyla dolu. Victor ve ailesinin soyadı ilk filmde olduğu gibi Frankenstein, Winona Ryder’ın seslendirdiği küçük Elsa efsanevi vampir avcısı Van Helsing’in soyadını taşıyor, sınıf arkadaşlarından Edgar ‘E’ Gore yakın tarihli başka bir animasyonun kahramanı, çılgın bilim adamının kambur asistanı Igor’un tıpkısı. Yeni versiyonda rolü büyüyen ve daha önce ‘Ed Wood’da ünlü korku filmleri oyuncusu Bela Lugosi’yi canlandırmış Martin Landau’nun seslendirdiği biyoloji öğretmeni Bay Rzykruski tiplemesi bariz bir biçimde Burton’ın hayranı olduğu bir diğer korku filmleri efsanesi Vincent Price’ı andırıyor.

Burton çocukluğunun geçtiği sıkıcı Amerikan banliyö hayatını, filmdeki New Holland kasabasının dar kafalı sakinleri üzerinden eleştiri yağmuruna tutmayı da ihmal etmemiş. Sözcüsü konumundaki Doğu Avrupa kökenli görmüş geçirmiş biyoloji öğretmeni vasıtasıyla aktardığı üzere ‘bunların kafaları cahillikleri yüzünden karışık, bilimi anlamadıkları için korkuyorlar ve kendi dar normlarının dışında kalan her şeyi reddediyorlar, bilimin onlara sunduklarını sever ancak sorduğu soruları sevmezler’.

Siyah beyaz dışavurumcu estetiğin desteğiyle hayranı olduğu ürkünç gotik dünyayı bir kez daha yaratan ve öncüllerine saygı duruşunda bulunan Tim Burton bu kez tam formunda.

(07 Kasım 2012)

Ferhan Baran

[email protected]

SYLVIA KRISTEL Öldü…

Sylvia Kristel deyince de tanıyanlar çıkacaktır ama Emmanuelle deyince tanıyanlar artacaktır… “Da” ‘ne alakası var’ demeyin. Burada zaman zaman sinemamızın yaşamını yitiren oyuncularını, bazen başka dallarda çalışanlarını (… yönetmen) konu edinen yazılar yazıyoruz. Sinemaya katkıda bulunan her daldaki kişilerin ise listesini tutmaya çalışarak, yıl sonunda kayıplarımız olarak sizlere ulaştırmaya çalışıyoruz. Sylvia Kristel ise, sonradan fark ettiğimiz bir isim, ölüm haberi gazetelerde çıktı, uykusunda ölmüş, toprağı bol olsun. Gazeteler haber olarak geçtiler de, sinemamızdaki çalışması ile ilgili -ben görmedim- tek satır yazılmadı. 2002’de bir Türk yapımında (yapımcı Sinan Çetin / Plato Film) oynadı. Hollanda kökenli bu oyuncu Emmanuelle filmi ile birden ünlenince peşi peşine -aynı adı taşıyan ve numaralandırılan- filmlerde oynadı. Kaç tane olduğunu bilemiyorum, taklitleri de çekilmiş olabilir, -yerelleştirilerek- yerlisi bile yapıldı (!?!):Kasımpaşalı Emanuel (Sırrı Gültekin / 1979)

Bütün bunlar iyi hoşta, filmlerini daha yapım aşamasında reklâm etmeye meraklı Sinan Çetin, sinemanın (bir dönemin) ünlü oyuncusunu filminde oynatabilir, buna kimsenin bir diyeceği olamaz ve oynattı da -bugünkü sohbetimizde Deniz Yavuz’un dediği gibi “ne kadar oynattı?”-, filmin adı The Banka. Gerçi Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü’nün 4. cildinde Banka geçiyor ama açılış ve deklare edilişindeki adı The Banka idi. (Biliyorsunuz sinemamızda bir de, The İmam’ımız var. – İsmail Güneş / 2005) Fakat Sinan Çetin -her halde çekip bitirdi- The Banka filmini 2002’den beri -2012’deyiz- gösterime sokmuş değil. Yazarların yazdıkları romanları okura ulaştırmamaları / yayınlamamaları görülmüş bir olaydır ama, “film çekip” bunun seyirciye ulaştırılmaması pek gördüğümüz bir olay değil (ama The Banka olayı da tek değil!) Çeşitli filmlerin çekildikten sonra seyirciye ulaşamaması / gösterime çıkamaması, sık sık duyup üzüldüğümüz şeyler ama The Banka olayı farklı, gösterime sokulmuyor. Bütün bunları yazmanım asıl nedeni, tüm basında yer alan Sylvia Kristel’in ölümü haberleri arasında The Banka filminden hiç söz açılmadı, filmin gösterime çıkarılmaması bir bahane olabilir mi? (Bana göre olmaması gerekirdi.)

(07 Kasım 2012)

Orhan Ünser

Burton’dan Neşeli Korku Sineması

Frankenweenie
Yönetmen: Tim Burton
Senaryo: John August
Müzik: Danny Elfman
Görüntü: Peter Sorg
Seslendirenler: Charlie Tahan (Victor), Winona Ryder (Elsa), Catherine O’Hara (Susan Frankenstien/Garip Kız/Spor Öğretmeni), Martin Short (Edward Frankenstein/Bay Burgemeister/Nassor), Martin Landau (Rzykruski), Robert Capron (Bob), Atticus Shaffer (Edgar “E” Gore), James Hiroyuki Liao (Toshiaki)
Yapım: Disney (2012)

Önemli yönetmenlerden Tim Burton’dan hem siyah-beyaz hem de üç boyutlu “Frankenweenie”, çocuklar için korku sinemasına eğlenceli bir giriş. Karakterlein ve mekânların muhteşem olduğu film görülmeye değer.

Yıldırımın ve gök gürültüsünün eksik olmadığı New Holland… Burada her şey Hollanda kültüründen düşmüş. Hatta yel değirmeni bile var. Hollanda kökenli belediye başkanı Hollanda takıntılı biri. Evinin bahçesinde Hollanda gülleri var. Huysuz ve daima sinirli belediye başkanı, bizim ailenin, yani Frankenstein ailesinin de komşusu. Belediye başkanının güzel yeğeni Elsa van Helsing’in siyah kaniş cinsi köpeği Persephone’la Sparky arasında da sevgi bağları gelişiyor. Belki Victor’la Elsa’nın arasında da sevgi bağları gelişecek. Edward ve Susan Frankenstein çiftinin sinemaya ve bilime meraklı biricik oğulları Victor’ın bull teriyer cinsi köpeği Sparky, arabanın altında kalınca her şey değişiyor ve hikâye neşel bir korku filmine dönüşüveriyor. Victor, evlerinin çatı katında kendine muhteşem bir dünya kurmuş. Bilimle ilgilenirken film stüdyosuna bile çevirmiş bu mekânı. Başrolünde Sparky’yi oynattığı bir filmi ailesine gösteriyor dahi Victor. İlkokuldaki yeni fen öğretmeni Rzykruski, onun en büyük ilham kaynağı. Rzykruski’nin sınıfta yaptığı bir deney Victor’a bir şey denemeye itiyor. Victor, Sparky’yi hayvan mezarlığındaki ebedi istirahathanesinden çıkarıp deneyi yapıyor ve Sparky hayata dönüyor. Frankenstein ruhu yeniden gelmiş ve ölüyü diriltmiş. Bilim fuarı da var kasabada. Öğrenciler bilim yarışını kazanmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Aslında bu yarışı yarışmaya sokan Toshiaki. Olanlar oluyor ve ölmüş hayvanlar tek tek mezarlarından çıkıp kasabaya heyecanlı korku salıyorlar. Bir de Edgar “E” Gore var, Victor’ın sınıf arkadaşı. Görünüşüyle de sinemanın Drakulalarından düşmüş gibi.

Kısa filmin uzunu…

Amerikalı yönetmen Tim Burton, bu 2012 yapımı üç boyutlu ve siyah-beyaz “Frankenweenie” animasyon filmini yaparken kendinden ilham almış. Burton, 1984 yapımı aynı adlı kendi kısa filminden yola çıkmış. Burton bu animasyonunu, James Whale’in 1931 yapımı “Frankenstein-Frankenştayn” filmine de adıyor. Bu yüzden filmini siyah-beyaz çekmiş. Wale’in bu filmi 1932 yılında ülkemizde vizyona çıkmıştı. Biliyorsunuz, İngiliz yazar Mary Shelley (1797-1851) bu korku romanını 1818 yılında yayımladı. Shelley’nin romanı “Frankenstein”, İthaki Yayınları’ndan 2012’de çıkmıştı. Romantizm akımını da keşfetmek gerekecek. Elbette Burton, “Dracula”ya da selâm gönderiyor. Victor’ın anne-babası, evde televizyonda Terence Fisher’ın 1958 yapımı “Horror of Dracula-Dracula’nın Dehşeti” filmini izliyorlardı. Burton’ın “Frankenweenie” filmi, stop motion tekniğiyle çekilmiş. Kukla flmleri gözünüzün önüne getirdiğinizde bu teknik hakkında az bir şey bilgi sahibi olabiliyorsunuz. Arka fon, yani mekânlar o kadar gerçekçi ki insanı gerçek anlamda şaşırtıyor. Mekânlar doğal olarak gotik. Gölgeler mekânlara uzayarak düşüyor. Dışavurumcu estetiğe her an dokunuyorsunuz. “Frankenweenie”, çocuklar için korku sinemasına eğlenceli bir giriş olarak görülebilir. Büyükler de keyif alıyor bu filmden.

(07 Kasım 2012)

Ali Erden

[email protected]

Tepede Şiddet Dolu Korku

Sessiz Tepe: Karababasan 3D (Silent Hill: Revelation 3D)
Yönetmen-Senaryo: Michael J. Bassett
Müzk: Jeff Danna-Akira Yamaoka
Görüntü: Maxime Alexandre
Oyuncular: Adelaide Clemens (Heather/Sharon/Alessa), Kit Harington (Vincent), Carrie-Anne Moss (Claudia), Sean Bean (Harry), Radha Mitchell (Rose), Malcolm McDowell (Leonard), Martin Donovan (Douglas), Deborah Kara Unger (Dahlia), Roberto Campanella (Red), Peter Outerbridge (TRavis), Jefferson Brown (Dedektif Santini), Milton Barnes (Dedektif Cable)
Yapım: Lionsgate (2012)

İngiliz yönetmen Michael J. Bassett’ın yönettiği devam filmi “Sessiz Tepe: Karababasan 3D”, üç boyutlu gotik mekânlarıyla çok çarpıcı. Korku yönünden çok hikâyesindeki gizemle gerilim yaratan film, genç oyuncu Adelaide Clemens’in yolunu da açıyor.

Film, Heather Mason’ın rüyasındaki kâbusuyla açılıyor. Lunaparkta tuhaf olaylar içinde kalan Heather, uykusundan çığlıkla uyanıyor ve odasına gelen babası Harry onu avuturken birden Harry’nin vücudu kanlar içinde kalıyor. Sonunda kâbusundan uyanabilen Heather, doğum gününde yeni bir şehirde yeni bir okula da başlıyor. Sınıfta Vincent’la tanışıyor. Gün onun için çok zorlu geçiyor. Tüm zorluklarda Vincent yanında hep. Heather’ın gerçek adı Sharon. Babası Harry’ninki de Christopher da Silva. Sharon’ın annesi Rose, Sessiz Tepe adındaki kasabada mı? Babası da ortadan yok olan Sharon, Vincent’ı da ikna ederek arabayla Sessiz Tepe’ye doğru yola çıkıyorlar. Bu o kadar kolay değil. Kasabada gizemli tarikat tuhaf olaylar yaratarak Sharon’a korkunç kâbuslar yaşatıyor. Sharon kim diye kuşku da oluşuyor zihinlerde. Sharon bir yetim ve gerçek anne-babasını bilmiyor. Bu filmi seyrederken insanın zihni gerçekten karışıyor ve hikâye derinleştikçe bazı şeyler daha anlamlaşmaya başlıyor. Hikâye sürprizli gelişiyor ve kendini de hemen ele vermiyor. Çünkü Sharon’la özdeşleşen seyirci, Sharon bir şeyleri anlamaya başladığında anlam yaratabiliyor. Kışın içindeki kasaba sisler içinde ve kar gibi küller yağıyor. Dışarıda hiç kimsenin görünmediği kasaba tam anlamıyla hayalet şehir. 1960’ların ve 70’lerin arabaları, dükkânlar, evler orada yaşanmışlığı hissettiriyor. Tarikat, lunaparkın altındaki mahzenlerde yaşıyor ve özgürlüklerine ulaşacaklarını düşlüyorlar şiddet saçarak. Hikâye gerçekten sürprizli ve her şeyi kendiniz yaşamalısınız sinemaskop üç boyutlu perdede.

İşte gotik tarz…

“Sessiz Tepe”, ilk önce 1999 yılında playstation olarak çıktı ve 2012’de de dokuzuncu oyun tutkunlarıyla buluştu. Bu seriye “hayatta kalma üzerine korku” adı veriliyor. Bu bilgisayar oyununu Japonya’da Konami yayımladı. Sinemadaki ilk macera, 2006 yılında Fransız yönetmen Christophe Gans’ın çektiği “Silence Hill-Sessiz Tepe” filmiyle başladı. Michael J. Bassett’ın üç boyutlu 2012 yapımı “Silent Hill: Revelation 3D-Sessiz Tepe: Karababasan 3D” filminin içinde dolaşırken yabancılaşma yaşayabilirsiniz. Hatta senaryoda boşluklar olduğunu bile sanabilirsiniz. Elbette önceki filmi görmeyenler için. Son filmde de ilk filmdeki karakterler var. Sharon’ın annesi Rose’un hayali yansıyor. Babası Christopher da var. Hatta Dahlia bile bu ikinci filmde kendini gösteriyor. Bu son film, playstation oyununun üçüncüsünden yola çıkılarak çekilmiş. “Sessiz Tepe: Karabasan 3D”, hikâye anlatımı ve mekânlarıyla tam bir gotik bir film. Film üç boyutlu olduğu için mekânlar daha derinlikli ve insan gerçekten oradaymış gibi hissediyor. Özellikle mekânlara düşen parçalı ışıklandırmalar da bu gotik atmosfere çok şey katmış. Bu filmdeki mekânlar bizi gerçekten etkiledi. Belirlediğimiz bu unsurları, öncelikle korku sineması en başından beri kullanıyor. Elbette çok şey gelişti. Bassett’ın “Sessiz Tepe: Karabasan 3D” filminde zaman zaman bilgisayar efektleri de kendini göstermiş. 1989 doğumlu Avustralyalı oyuncu Adelaide Clemens, Gavin Hood’un 2009 yapımı “X-Men Origins: Wolverine-X-Men Baslangıç-Wolverine” filmiyle sinemaya giriş yaptı. “Sessiz Tepe: Karabasan 3D” filmindeki performansı övgüye değer: Korkuyla değil de merak duygusuyla gerilim yaratabilen bu filmi meraklıları belleklerine alacaktır.

(07 Kasım 2012)

Ali Erden

[email protected]

Zordur Erkeklik Halleri

Paul Thomas Anderson’ın altıncı ve şimdilik son filmi ‘The Master’ hayranlık uyandırıcı bir sinema deneyimi. Stanley Kubrick ve Robert Altman gibi ustaların takipçisi olan Anderson, son Venedik Film Şenliği’nden En İyi Yönetmen ve -iki oyuncusu arasında paylaştırılmış- En İyi Erkek Oyuncu ödülleriyle dönen filminde geçtiğimiz yüzyıl Amerikan tarihinin, önceki yapıtlarında sergilediği büyüyememiş kırılgan erkek karakterlerin izini sürmeye devam ediyor.

Daniel Day-Lewis’in görkemli ve Oscar’lı performansıyla destekli bir önceki epik başyapıtı ‘Kan Dökülecek (There Will Be Blood)’da geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreği boyunca petrolle semiren Amerikan kapitalizminin yükselişini anlatan Anderson, bu kez İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yılların öyküsünü resmediyor.

Öykünün merkezindeki Freddie Quell tipik bir Anderson karakteri. Çocukluk yılları alkolik baba ve tımarhanelik anneyle geçmiş. Pasifik adalarında cinsel açlıklarını kumdan kadın yığınlarıyla gidermeye çalışan kadınsız erkekler ortamının ardından, savaş ertesi galip ulusun refah yıllarında ordan oraya savrulmuş, yerini bulamamış kayıp bir figür Quell. Tutunamadığı portre fotoğrafçılığı ve California kırsalındaki tarla işçiliğinin ardından, ışıl ışıl parlayan rüya gibi bir teknede karşısına çıkan tarikat lideri Lancaster Dodd O’nun için tam da ihtiyacı olan baba figürü, otorite ve güç temsili olacaktır.

Anderson’ın değişmez teması, baba-oğul ilişkisi ve çatışması bu buluşmayla devreye girer. 1996 tarihli ilk filmi ‘Hard Eight’de görmüş geçirmiş eski tüfek Sydney’in Vegas’ta son kuruşunu da yitirmiş John’u bir fincan kahve ve sigara ikramının ardından himayesine alması, ya da ‘Ateşli Geceler / Boogie Nights’da baskıcı annesinin bunalttığı genç Eddie Adams’ın porno kralı yapımcı Jack Horner’ın vesayeti altında para ve şöhrete kavuşması gibi Freddie Quell de yaralı ruhunu manevi babası ve ustası Lancaster Dodd’un güvenli kollarında onarmaya çalışacaktır.

‘The Master’ yönetmenin önceki filmlerinde ele aldığı erkeklik halleri üzerine zengin çeşitlemelerin en son örneği. Erkekliklerini ispatlama çabasıyla iktidarın peşinden koşan sorunlu eril karakter hikâyelerinin sonuncusu. Dağılmış işlevsiz aile ortamlarında büyümüş Eddie Quell kendini ifade edememiş, güven sorunlarını aşamamış bireylerin bir yenisi. ‘Ruhlarımız zamanın bütünlüğü içinde yaşayıp farklı bedenlerde yer alır’, ‘hayatınızın, bedeninizin kontrolünü ele alın, geçmiş travmalarınızdan kurtularak özgürlüğünüze kavuşun’ benzeri fikirleriyle Scientology’ye göz kırpan tarikat liderinin ipine sıkı sıkıya sarılan Quell, ustanın çırağına, efendinin kölesine, patronun tetikçisine dönüşür. Genç adam ustasının sözcüsü olur, ona lâf söyletmez, görüşlerine karşı çıkanlara şiddet uygulamaya kadar gider. Quell’in kişiliğinde, toplum içinde ezilmiş silik bireylerin güç sahiplerince nasıl da kolaylıkla bir silâha dönüştürülebileceğinin ibret verici örneğine bir kez daha şahit oluruz.

Bir önceki dev epiğinde olduğu gibi bu yeni başyapıtında da Anderson’ın dönem canlandırması yine göz alıcı. Pasifik’teki adada çekilmiş erkekler fantezisi, savaş sonrasının albenili alışveriş merkezindeki detaylar, John Ford’un ünlü westerni ‘Çöl Aslanı / The Searchers’ın final çekimine saygı duruşunda bulunan California kırsalından kaçış bölümü, Quell / Phoenix’in öfkesini yenemeyip tarihi klozeti parçaladığı hapishane sekansı veya hapishane dönüşü ustayla çırağın çocukça bir coşkuyla yerlerde yuvarlandığı unutulmaz sahne, Quell’in genç yaşlı ayırt etmeden ev partisindeki tüm kadınları anadan doğma düşlediği bölüm ilk elde akla gelenler.

Anderson filmlerinin oyuncu performansları hep mükemmeldir. Kural bu kez de değişmiyor. İlk kez çalıştığı Joaquin Phoenix, yaralı ve kayıp Freddie Quell’de unutulmaz bir karakter yaratmış. Değişmez oyuncularından Philip Seymour Hoffman, kendini yazar, doktor, filozof ve nükleer fizikçi olarak tanımlayan, uyanıklığı ölçüsünde çocuksu yanlarını gizleyemeyen Lancaster Dodd karakteriyle bir kez daha gönülleri fethediyor.

(07 Kasım 2012)

Ferhan Baran

[email protected]

Babamın Sesi ya da Geçmişin Acılarıyla Yüzleşmek

‘Babamın Sesi’ ses kayıtları üzerinden babayla buluşma üzerine çok etkileyici ve özel bir çalışma. ‘İki Dil Bir Bavul’un yönetmenlerinden Orhan Eskiköy’ün bu ikinci uzun metrajı, filmin diğer yönetmeni Zeynel Doğan’ın kişisel anılarından yola çıkmış. Otobiyografik özellikler taşımakla birlikte, belgeselle kurmacanın başarılı bir şekilde içiçe geçtiği bir yapıya sahip.

Zeynel Doğan’ın bizzat canlandırdığı Mehmet karakteri, tıpkı kendisi gibi, babayla büyüyememiştir. Baba hayattadır ama uzaklarda çalışmak zorunda kalmıştır. Çocukluk yıllarında babayla kurulan tek iletişim aracı karşılıklı gönderilmiş ses kasetleridir. Yıllar sonra kendisinin baba olacağını öğrenen genç adam, annesinin Elbistan’daki evine bu ses kasetlerinin izini sürmeye gider.

Eşini gurbette bir iş kazasında kaybetmiş, dağa çıkmış büyük oğlu Hasan’ın özlemini çeken sessiz ve kederli anne her şeyi sakladığı gibi, kocasının ses kasetlerini de özenle saklamıştır. Mehmet kayıtlar üzerinden babayla buluşur, sesler üzerinden anılar canlanır. Bedenen uzaklarda olmasına rağmen, babanın evin içindeymiş gibi gündelik her şeyle, her sorunla yakından ilgilendiğine şahit oluruz. Ve bu kasetler giderek bir ailenin iletişim aracı olmaktan öte bir dönemin kayıtları olma özelliğini kazanır. Maraş’ta Alevi bir Kürt aile nasıl yaşardı, dertleri nelerdi, çocuklar okulda ne gibi sorunlarla başa çıkmaya çalışırdı, babalar -ailenin başı derde girmesin diye- devletin beklentileri doğrultusunda ev halkını nasıl yönlendirirdi, anadilinde eğitim görememek nasıl bir şeydi, tüm bunların kasetlerde belgelenişine hep birlikte tanık oluruz.

Mehmet ve annesi ses kasetleri vasıtasıyla geçmişin acılarıyla yüzleşir. Ama bu hikâyede umut’a da yer vardır. Televizyonun küçük ekranından Yılmaz Güney’in ‘Umut’undan, arabacı Cabbar’ın yorulmaz bekleyişinden kareler yansır. Bâse ananın oğlu Hasan’ı umutlu bekleyişi ve güçlü duruşu sürmektedir. Dağ evini bozmamıştır, arada gider temizliğini yapar, geleneğe göre taşları üst üste dizer, gün gelip beklediğine kavuşacağı inancını hep taşır. Mehmet ya da Zeynel’in dünyaya gelecek yavruyu özgür ve insanca yaşanan bir dünyaya hazırlayabilmek için babayla ve geçmişle hesaplaşması çok önemlidir. Ortaya çıkan bu güzelim filmle duyguların tamir edilmesi yolunda önemli bir aşama kaydedildiğini düşünüyorum.

‘Babamın Sesi’, Zeynel’in gerçek annesi Bâse Doğan’ın doğal olduğu ölçüde çok etkileyici performansıyla ayrı bir değer kazanan ülkemiz sinemasının son dönemde ürettiği yüzakı yapıtlardan biri. 19. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ferzan Özpetek başkanlığındaki saygın jürisinden aldığı en iyi film ve senaryo ödüllerini sonuna kadar hak ediyor.

(01 Kasım 2012)

Ferhan Baran

[email protected]

Modern Bir Kara Film

Katil Joe (Killer Joe)
Yönetmen: William Friedkin
Senaryo: Tracy Letts
Müzik: Tyler Bates
Görüntü: Caleb Deschanel
Oyuncular: Matthew McConaughey (Katil Joe), Gina Gershon (Sharla), Emile Hirsch (Chris), Juno Temple (Dottie), Thomas Haden Church (Ansel), Julia Adams (Adele), Marc Macaulay (Digger), Sean O’Hara (Rex)
Yapım: Voltage-Worldview (2011)

Hollywood’un ustalarından William Friedkin, eski usûl polisiye sinemayı özleyenlere “Katil Joe” filmiyle bu özlemi gidertiyor. Kasvetli atmosferi olan bu kara film, Matthew McConaughey’nin muhteşem Joe karakteriyle sinema tarihindeki yerini alıyor.

Şimşeklerin çaktığı, göğün delindiği kasvetli bir gece. Fonda da çarpıcı bir müzik bu atmosferi kuşatıyor. Gecenin içinden gelen bir araba evin önünde duruyor. Chris Smith, telâşla kız kardeşi Dottie’yi uyandırmaya çabalıyor. Kamera, usulca karanlık evin içinde dolaşıp duruyor. Kapıyı altında bir şey olmayan Sharla açıyor. Sharla, Chris’in babası Ansel’in karısı. Chris, Teksaslı uyuşturucu satıcısı ve kötü adamlara da borcu var. Babasıyla ayrılmış annesi Adele’i ortadan kaldırmak istiyor. Çünkü annesinin hayat sigortası var. Bunu ona söyleyen de annesinin sevgilisi Rex elbette. Chris’in babası Ansel’e fikrini söylüyor gece kulübünde. Dallas Emniyeti’nde görevli dedektifi Joe Cooper’dan bahsediyor babasına. Yan iş olarak kiralık katillik yapan Joe’yu annesini ortadan kaldırmak için tutmayı öneriyor babasına. Para Dottie’ye kalacak elbette. Dottie, hasta ve uykusunda konuşuyor hep. Bir sevgilisi bile yok hâlâ. Dottie, Chris’le babasının konuşmasını işitiyor. Dottie, Hong Kong yapımı karate filmleri seyretmeyi de seviyor. Dottie, bir kâbus gibi çırılçıplak Chris’in rüyalarına da giriyor. Chris, bakire olan kız kardeşine karşı bir şeyler mi besliyor bilinçaltında? O da bu fikre katılıyor. Bu amatörler, bir profesyonelle iş yaptıklarında olaylar nasıl gelişir? Kovboy şapkalı ve çizmeli Katil Joe, Chris’le buluşmak için eve geliyor. Evde Dottie karate filme kaptırmış kendini. Baba-oğulun Katil Joe’ya hemen verecekleri paraları yok tabii. Katil Joe, onlardan arzuladığı Dottie’yi istiyor ön ödeme için. Öte tarafta kötü adam Digger ortaya çıkıyor ve Chris’ten paralarını istiyorlar. Motosikletli çete elemanları ölümcül takiple Chris’i sıkıştırıyorlar. Şimdi Chris ne yapacak? Chris, vakti zamanında kendi elleriyle kurduğu tavşan çiftliğini batırmış ve borçlanmış. Finale doğru sürprizler başlıyor ve hikâye beklenmedik taraflara gidiyor filmde.

Final bölümü çarpıcı…

Şikago’da 1935’te doğmuş yönetmen William Friedkin, 1973 yapımı korku filmi “The Exorcist-Şeytan” filmiyle hatırlanıyor hep. Yönetmenin 1971 yapımı “The French Connection-Kanunun Kuvveti” ve 1980 yapımı “Cruising-Devriye” filmleri polisiye sinemanın doruklarındandır. Friedkin, 2011 yapımı “Killer Joe-Katil Joe” filminde etkileyici bir görsel atmosfer yaratmış. Bu modern kara filmi seyrederken kameranın dar açıları insanı aile gibi sıkıştırılmışlık hissini yaşatıyor. Teksas, ABD’nin petrolcü eyaletlerinden. Dallas da zenginliğin toplandığı bir şehir. Bu zenginlik içinde yoksulluklar da var. Yoksulluk insanları yanlış işlere de sürüklüyor. Filmdeki yağan yağmurlar ve gece atmosferi kara filmin estetikleri içine gönderiyor Friedkin’in filminde. Bir ara şiirsel gerçekliği bile yaşıyorsunuz bu kasvetli mekânlarda. Evdeki son bölüm gerçekten nefes kesiyor. Bazı anlara insan zor bakıyor. Filmde şiddetin ve cinselliğin çok öne çıktığını da belirtmeli. Senaryoyu, aynı adlı kendi tiyatro oyunundan Tracy Letts yazmış. Letts, yönetmenle 2006 yapımı “Bug-Böcek” filminde de beraber çalıştı. Bu film, 2011 yılında 68. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” için yarışmıştı. “Altın Aslan”ı, büyük Rus yönetmeni Aleksandr Sokurov’un “Faust” filmi almıştı. 1969 Teksas doğumlu aktör Matthew McConaughey, Friedkin’in filmindeki yanıltıcı sakin görüntüsüyle iyi bir oyunculuk sunmuş. “Katil Joe”, polisiye sinema tutkunlarını görselliği ve hikâyesiyle doyuracak.

(02 Kasım 2012)

Ali Erden

[email protected]