Kategori arşivi: Yazılar

Müşfik Kenter’i Kaybettik

Akciğer kanseri tedavisi gören, 15 Ağustos’ta kaybettiğimiz 80 yaşındaki Türk tiyatrosunun çınarı Müşfik Kenter bugün ebedi istirahatgâhına defnediliyor. Kenter bir süredir akciğer kanseri tedavisi görüyordu. Tedavi sırasında ani gelişen bir enfeksiyon nedeniyle birkaç gün önce İstanbul Çağlayan’daki Florence Nightingale Hastanesi’nde yoğun bakıma alındı.

65 yıldır tiyatroya emek veren Kenter, daha 15 yaşındayken Ankara Devlet Tiyatrosu Çocuk Bölümü’nde tiyatroya başladı. Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde eğitim gördü. Okulu 1955 yılında bitirdi ve Devlet Tiyatrosu’na girdi. İlk oyunu “Oğuz Ata”ydı…

1959’da Devlet Tiyatrosu’ndan ayrıldı ve İstanbul’a giderek ablası Yıldız Kenter ile beraber Muhsin Ertuğrul ile çalıştı… Birlikte Küçük Sahne’de oyunlar sergilediler. Şükran Güngör ve Kamuran Yüce ile bu dönemde bir araya geldiler ve dörtlü olarak uzun yıllar birlikte tiyatro yaptılar.

1960-1961 yılları arasında Site Tiyatrosu’nu kurdular. 1962’de Kent Oyuncuları adıyla bir tiyatro topluluğu kurdular. 6 yıl sonra da Şişli’deki Kenter Tiyatrosu’nun binasını tamamladılar. Tiyatroyu yapmaları için tüm paralarını ortaya koymaları, büyük bir turne ile Anadolu’yu gezmeleri ve bir koltuk satma kampanyası ile destek toplamaları gerekmişti. Seyircilerin pek anlamayacağı düşünülen oyunları sahnelemekten çekinmediler. Yıllarca o binada yüzlerce oyun sahneye koydular…

İngiliz Kültür Heyeti ve Rockefeller’den burslar alarak Amerika ve İngiltere’de tiyatro araştırmaları yapan ve incelemelerde bulunan Kenter, İngiltere, Amerika, Fransa, Almanya, Yugoslavya, Kıbrıs gibi bir çok ülkede oyunlar sergiledi.

Müşfik Kenter, Murathan Mungan’ın Orhan Veli şiirlerinden derlediği “Bir Garip Orhan Veli” adlı oyunu 30 yıl boyunca tek başına oynadı. “Bir Garip Orhan Veli” aynı oyuncuyla Türkiye’de en uzun süreli sergilenen eserlerden biri oldu…

Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’ndan emekli olduktan sonra, Haliç Üniversitesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü Başkanlığı ve Bakırköy Belediyesi Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmenliği görevlerinde bulundu.

Sanatçı, tiyatro oyunculuğunun yanı sıra sinema oyunculuğu da yaptı. 1966 Antalya Film Festivali’nde, “Bozuk Düzen” filmiyle “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülünü kazandı. Yerli, yabancı televizyon filmlerinde, belgesel ve reklamlarda seslendirme yaptı. üç kez evlendi…

Ödülleri:

1966 – 3. Antalya Film Şenliği – En İyi Erkek Oyuncu (Bozuk Düzen)
1993 – Olağanüstü Yorum Ödülü – Konken Partisi
1997 – 1. Afife Tiyatro Ödülleri – Muhsin Ertuğrul Özel Ödülü
2002 – 6. Afife Tiyatro Ödülleri – En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
2005 – 8. Uluslararası Kukla Festivali Onur Ödülü

Tiyatro Oyunları:

Nasrettin Hoca Birgün
Çözüm
Kuvayi Milliye
Huysuz İhtiyar
Anlat Şehrazat (Binbir Gece Hikayeleri)
Martı
Helen Helen
Martı
Lütfen Kızımla Evlenirmisin
İvanov
Nükte
Ramiz ile Jülide
Ver Elini Brodvey
Konken Partisi
Görünmez Dostlar
Van Gogh
Kim Kimi Kiminle
Kökler
Kahramanlar ve Soytarılar
Arzu Tramvayı
Vanya Dayı
Çöl Fresi
Buzlar Çözülmeden
Ders
İnsan Denen Garip Hayvan
Ayak Takımı Arasında
Sanalyeler
İçerdekiler
Salıncakta İki Kişi
Bedel
Üç Kız Kardeş
Bir Garip Orhan Veli
Üç Kuruşluk Opera
Kapıcı
Yarın Cumartesi
Öfke
Nalınlar
Mary-Mary
Antigone
Mikado’nun Çöpleri
Cyrano De Bergerac
Hamlet
On İkici Gece
Deli İbrahim

Sinema Filmleri:

Sessiz Harp (1961)
Dişi Kurt (1963)
Dişi Örümcek (1963)
Bozuk Düzen (1965)
Murtaza (1965)
Sevmek Zamanı (1965)
Şeytanın Kurbanları (1965)
O Kadın (1966)
Üç Arkadaş (1971)
Kara Doğan (1972)
Kızını Dövmeyen Dizini Döver (1977)
Seni Kalbime Gömdüm (1982)
Hayallerim Aşkım ve Sen (1987)
Rumuz Goncagül (1987)
Piano Piano Bacaksız (1992)
Ay Vakti (1993)
>Elveda Yabancı (Lebewohl Fremde) (1993)
Amerikalılar Karadeniz’de 2 (2007)
Mevlana: Aşkı Dansı (2008)
Usta (2008)

Televizyon Dizileri:

Avrupa Yakası (2009)
Sessiz Gemiler
Elveda Yabancı
Çöl Faresi (1977)
Emekli Başkan (1979)
Geçmiş Bahar Mimozaları (1989)
Ateşten Günler (1988)
Gecenin Öteki Yüzü (1987)
Kurtuluş (1994)
Hayat Bazen Tatlıdır (1996)
Şapkadan Babam Çıktı (2003)
Zümrüt (2004)
Kapıları Açmak (2005)

(17 Ağustos 2012)

Serpil Boydak

Derviş Zaim: Hayatımda Hiç Bitmesin Dediğim Projelerden Biri Oldu

Usta Yönetmen Derviş Zaim’in merakla beklenen son filmi Devir, 19. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Başrolünde Burdur’un Hasanpaşa Köyü’nde yaşayan çobanların yer aldığı filmde, Böyet adı verilen koyun yıkama şenliği konu alınıyor…

Devir’in hikâyesini sizden dinleyelim…

Burdur’a bağlı Hasanpaşa Köyü’nde çok eski bir gelenek var. Çobanlar yaz sonunda bir yarışma yapıyorlar. Koyunlar bir göletten geçiyor ve suyu en hızlı geçen sürü kazanıyor. Aslında bu halk arasında bir arınma şenliği. Halk, koyunların kışa girmeden önce temizlendiğini düşünüyor. Ve ben de böyle bir durumu film yaparsam, doğa ve insan ilişkileri üzerine bir şeyler anlatabilirim diye düşündüm.

Elinizde hazır bir senaryo olmadan yüzyıllardır devam eden bir geleneği film yapmak üzere Hasanpaşa’ya gittiniz…

Evet, oraya gittiğimde elimde net bir senaryo yoktu fakat neye ulaşmak istediğimi çok iyi biliyordum. Zaten böyle bir projede neye ulaşmak istediğinizi bilmezseniz, çökersiniz. Ben de bunun farkında olarak gittim.

Bu film sizi epey etkilemişe benziyor…

Hayatımda “hiç bitmesin” dediğim projelerden biri oldu. Bu film için, daha önce yaptığım işlerin üretilme yordamından çok daha farklı bir iş olduğunu söyleyebilirim. Önce gördüm, yazdım, çektim, montajladım ve tekrar çektim diyebileceğim bir çalışma oldu. Öyle bir esneklik içinde çalışabilmemin filme çok şey kattığını düşünüyorum. Devir 2 gelmez ama bu kulvarda bir film daha yapacağım.

Filmde hiç profesyonel oyuncu yok. Hatta başrol oyuncularınızı da Hasanpaşa’da tanıdınız. Elinizde bir senaryo yok, oyuncular belli değil. Aslında riskli bir başlangıç olmuş.

Çok riskliydi tabi. Ama risk almazsanız başka taraflara yelken açamazsınız. Benim o anda o riski almam gerekliydi ve iyi ki de yapmışım diyorum.

Sinema bilinmeyen bazı gerçekleri en iyi anlatım biçimi ve bu film de bize bilmediğimiz bir geleneğin varlığından bahsediyor. Ben kendi adıma böyle bir şey olduğunu ilk sizden duyuyorum…

Bir film çekiyorsunuz. Bu film hem size bir şeyler öğretiyor hem de başkalarına bir şeyler anlatabiliyor, öğretebiliyorsa o zaman yaptığınız işten çok daha büyük keyif alırsınız. Ben de bu işte bunu hissettim.

Filmde fantastik öğelerin de olduğu söyleniyor…

Bu filmin gerçekliği ele alış biçimi ve bunu yansıtma biçiminin çok farklı olduğunu söyleyebilirim. Bu duruşu ile insanları etkileyecektir.

Bize vakit ayırdığınız için teşekkür eder, başarılar dileriz.

(16 Ağustos 2012)

Yeliz Bozkurt

Aslında Bir Tiyatrocu: Müşfik Kenter

Evet, Müşfik Kenter bir tiyatrocu, öncelikle bir oyuncu ve sahneye koyucu, değişiklikler içeren bir ses kullanımı var. Bütün bu özellikleri ile sinemacılarımızın ilgisini çekmekte gecikmiyor. Yine yetenekli bazı tiyatro sanatçıları -hâlâ- sinemada (oyuncu) olarak kullanılmamıştır ama dediğimiz gibi, sinemamız Müşfik Kenter’i es geçmemiştir.

Birçok kez sahnelerde seyrettiğim böyle bir oyuncunun sinemadaki oyunculuğu için ne yazabilirim diye düşündüm… Sinemasını inceleyemem, çünkü oyuncu ama oyunculuğu konusunda yazabileceklerim var. Öncelikle aklıma Tunç Başaran’ın Murtaza (1965) filmi geliyor. Murtaza, Bekçi Murtaza… Orhan Kemal’in romanından çıkıp edebiyatımızın başköşesine yerleşen bir karakter. o karakterin sinemada yeniden üretilmesi öncelikle yönetmenin, sonra (belki de daha) öncelikle oynayacak oyuncunun altına girebileceği bir yük. Ama, Murtaza, Kenter için hiç zaman bir yük olmayacaktır. Sahnede birçok kişiyi canlandıran Kenter, Murtaza’da sinemamızın unutulmazları arasına katılacaktır, Başaran’ın filmini unutabilirsiniz, -ama gördü iseniz- Murtaza’dan (Kenter’den) birkaç görüntü, hiç olmayacak yerlerde karşınıza çıkabilir. “Disiplin, çalışma disiplini” uğruna, uyurken yakaladığı kızına attığı tokatla, ölümüne neden olmasını anlayamayan Murtaza’nın, hiçbir şey olmamış gibi ama birçok şeyin yıkılmış olduğu bilgisini sezinlemiş (yine söylüyorum anlamadan) gibi, boşluğa, (kameraya / seyirciye, -hiç bir şey görmeden sonsuzluklara) bakmasını… ve filmin “son” yazısı çıkar.

Kenter, Akad ustanın yaptığı Sessiz Harp (1961) filminde Murat Davman (sinemamızın tarihini bilenler kim olduğunu bilir) olur. Akad ustanın bir filminde oynamak… Erksan’ın, nerede ise sinemamız tarihi ile özdeşleşmiş (ama “ama-ları” hiç bitmemiş) filmi Sevmek Zamanı (1965)’nın yağlıboya ustası Kenter’de bir başka Kenter’dir. Boş bir evde karşılaştığı bir fotoğrafa (fotoğraftaki kıza) aşık olup, onunla sessiz konuşmalar yapan, karşısına kızın kendisi çıktığı zamanda “Ben seni değil, fotoğrafını -yoksa resmini mi ?- seviyorum” diyebilen bir dünyanın kişisi… ama -anı donduran- fotoğraf sabittir, hareket edemez, o karşısında hareket eden, konuşan, değişik durumlara giren / girebilen / ister istemez giren bir kız, bir süre sonra -hele de kendi de yaklaşırsa- daha ilginç olabilecektir… Bunlar Erksan’ın filminin olguları ama oradaki erkek karakter, her gece belli bir saatten sonra beraber çalıştığı arkadaşının da makûl karşılaması ile çalıştıkları evin içinde yol alarak, salondaki fotoğrafın karşısına yerleştirdiği koltuğa gelip -kim bilir, kaç saat- oturan kişiyi de oynayan Kenter, Erksan’ın “o yükümlülüğü” teslim ettiği oyuncu…

Haldun Dormen’in, hem tiyatroda, hem sinemada yönettiği Bozuk Düzen (1965). Ben oyunu Dormen Tiyatrosu’nun oynayışı ile değil AST’ın oynayışı ile seyrettim. Anneleri ölen kardeşlerden -daha önce verilmiş bir borçtu, yanılmıyorsam- alacağını isteyen sarhoş enişte rolünde AST’ta sahnede İsmet Ay’ı seyretmiştim. Dormen’ın sinema uyarlamasında ise aynı eniştede Kenter’i -yine sarhoş- (hemde mezarlıkta, cenaze sırasında)… 1966 3. Antalya Film Festivali’nde “En Başarılı Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü” için seçiliyor. (Diğer adaylar kimdi?, ama hak edilmiş bir ödüldür…)

Tabii ki Kenter’in sineması bunlar değil ve burada bitmiyor. Zaten tiyatro her zaman devam etmişti… ama Tevfik Başer ile yurt dışında da sinema çalışmasını sürdürmesini devam ettirdi: Farewell, Stranger (Elveda Yabancı) (1991). Sinema oyunculuğu, sınırları aşmada tiyatroya göre öncelik taşıyor galiba. Kenter gibi bir sanatçı için aslolan oyunculuk olunca tüm bu ayrımlar yapay kalıyor. Tek kişilik bir oyunu yirmi yılın üzerine taşımak (ilk seyirciler ile son seyircilerin kuşak farkı…). Yüzlerce oyun, onlarca film ama yine de tüm bunlar -toplam olarak bile- Kenter’i değil, tiyatromuz (ve sinemamız) önemli -yeri kolay doldurulmayacak- bir unsurunu yitirdi. Alkışlamaya devam edin ama bunlar kendiniz için olacak, bir borç öder gibi…

(16 Ağustos 2012)

Orhan Ünser

Metin Erksan Üzerine, Fikir Sahibi Olmadan Sinema Yapılamaz

Sinema sanatının Türkiye’deki en özgün ustasını kaybettik. Metin Usta’nın bıraktığı mirasın en değerli ve öğretici yanı; sinema yapmak isteyenin bu işi meslek edinmek isteyen insanın her şeyden önce ülkesi ve yaşadığı dünya hakkında bir “fikir sahibi” olması gerektiğidir. Sinema ile insanlara anlatmak istediğin her neyse sahip olduğun bu fikir üzerinden anlatabilirsin.

Bu ülkede sansürle en çok boğuşan bir sinemacı olarak bu ülkeyi ve onu yöneten devletin sert kabuğunu çok iyi tanıyordu. Yılmadan ve usanmadan bu sert kabukla çatışmak gerektiğinin farkındaydı. Yaptığı filmlerin neredeyse yarısı bu sert ve faşizan kabuğun incelmesine hizmet ettiğini bildiği gibi, yaptığı işe ve mesleğine ulusal ve uluslararası bir saygınlık kazandırdığını çok iyi biliyordu.

Devletin “çocuk aklı ile” toplumu, “sinemanın kötülüklerinden” korumak amacı ile ve polis zoruyla oluşturduğu “sansür belası” nisbeten defedilmişse, bu sonuçta Metin Erksan ustamızın onurlu ve erdemli mücadelesinin büyük bir payı vardır. Bu mesleğin gençleri O’nu anarken bu noktayı asla unutmamalıdır.

Aklını ve yeteneğini sinemanın ticaretine kaptıran ve gişeye tapan genç sinemacılar da mesleğine saygınlık ve erdem kazandırmak için Metin Usta’nın filmlerini bulup defalarca izlemelidir. Çünkü yaşadığımız ülkenin toplumsal dokusu binlerce çarpıcı öyküyü bağrında taşıyor ve devletin sert kabuğu hâlâ özgürce yaratmamıza, özgürce düşünmemize, özgürce yaşamamıza izin vermiyor.

Metin Erksan’ı bu duygularla sonsuzluğa yolcu ederken bize bıraktığı değerli mirası önünde saygı ile eğiliyorum.

(13 Ağustos 2012)

Sabahattin Çetin
(Yapımcı – Dağıtımcı)

Toplumsal Gerçekçi Sinema Metin Erksan’la Başlar

Metin Erksan, Âşık Veysel’in öyküsünü anlattığı ve ilk gerçekçi köy filmi denemesi olan “Karanlık Dünya”yı 1952 yılında çeker. Sansürün gazabına uğrayan film, çok anlamsız gerekçelerle makaslanıp kuşa çevrilir. Metin Erksan’ın sansürle başının derde girdiği son film olmayacaktır “Karanlık Dünya.”

Sansür Komisyonu filmin isminin de “Âşık Veysel’in Hayatı” olarak değiştirilmesini ister. Filmin oyuncularından Aclan Sayılgan ve Kemal Bekir’in komünist parti kuruculuğundan tutuklanmasıyla tamamen yasaklanan film, daha sonra şartlı olarak gösterim izni alabilir. İznin şartlı olmasının gerekçeleri de, filmde görünen ekinlerin boylarının kısa ve cılız olması, tarım işleminin çok ilkel gösterilmesi ve filmde turna dansı yapan kızlardan ikisinin çıplak ayaklı, ikisinin çarıklı olmasıydı.

Köy filmleri içinde yine Metin Erksan’ın yönettiği Fakir Baykurt’un romanından uyarladığı, sansür nedeniyle başına gelmeyenin kalmadığı unutulmaz filmi “Yılanların Öcü” (1962) ve yine yasaklarla, sansürle boğuşan filmi “Susuz Yaz” (1964) da başyapıt filmler olarak sinema tarihindeki yerlerini alır.

“Yılanların Öcü”nde, Bayram rolüyle Fikret Hakan’ın, Haççe rolüyle Nurhan Nur’un, Haceli rolüyle Erol Taş’ın, Irazca rolüyle Aliye Rona’nın, Muhtar rolüyle Ali Şen’in unutulmaz oyunculuklarının ve Yalçın Tura’nın müziğinin de filmin başarısında çok önemli yeri vardır.

Film uzun süre sansürle boğuştuktan sonra, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in Çankaya Köşkü’ndeki özel gösterimde sanatçıları kutlamasıyla sansürden çıkabilir. Fakat film Ankara’da gösterime girdiği gün olaylar çıkar. Ulus Sineması’ndaki gösterime katılan Fakir Baykurt sahneye çıktığında, olaylar büyür, koltuklar kırılır, afişler yırtılır. Sokağa taşan olaylar sırasında topluluk “kahrolsun komünistler” sloganıyla yürüyüş yapar.

“İlk kez Türk sinema tarihinde yazarıyla, fıkracısıyla, karikatürcüsüyle, sansüre karşı çıkılır ve Türk filmcileri o zamanki Gen-Ar Tiyatrosu’nda bir toplantı düzenler. Gene CHP milletvekillerinden İbrahim Saffet Omay ile Sabit Kocabey bu konuyla ilgili olarak meclise bir soru önergesi verir.” (Agâh Özgüç. Türk Sineması Sansür Dosyası. Koza Yayınları, 1976)

“Susuz Yaz”da, Osman Kocabaş (Erol Taş), iyi kalpli abisi Hasan Kocabaş’ın (Ulvi Doğan) karşı çıkmasına rağmen köylülerin suyunu kendi tarlasına çevirir. Köylüler susuz ve ürünsüz kalır. Susuz yazlar yaşanır. Ardından abisi Hasan’ın güzel karısı Bahar’a (Hülya Koçyiğit) göz koyar. Köylü susuzluk çeker, Osman kadınsızlık. Elde edemediği Bahar’a anlatamadığı derdini, korkuluğa anlatır. Aç gözlü ve hain Osman, Bahar’ı elde etmek için oyun oynamaktan ve yalan söylemekten çekinmez. Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” filmi de Sansür Kurulu tarafından tümüyle reddedilmiştir.

Halit Refiğ’in yönettiği “Şehirdeki Yabancı” (1962) filmi de sansüre takılan, sinema tarihimizdeki önemli ilk toplumcu gerçekçi filmlerdendi. “‘Moskova Film Festivali’ne davet edilen ‘Şehirdeki Yabancı’nın Sovyet basınındaki tepkileri en iyi şekilde M. Kvasnetskaya’nın ‘Festival Sputnik’teki eleştirilerinde şu sözlerle özetleniyordu: ‘Bazı teknik aksaklıklarına rağmen Şehirdeki Yabancı genç Türk film endüstrisinin araştıran, düşünen, halkının hayatına bağlı olarak hisseden birçok yetenekli insanlara sahip olduğunu göstermektedir.’ 1963’te yazıldığı halde bugün için hâlâ geçerli olan, Türk sineması üzerine en doğru yargı…” (Halit Refiğ. Ulusal Sinema Kavgası. Hareket Yayınları. 1971)

“Gecelerin Ötesi” (Metin Erksan, 1960), “Yılanların Öcü” (Metin Erksan, 1962), “Otobüs Yolcuları” (Ertem Göreç, 1961) “Şehirdeki Yabancı” (Halit Refiğ, 1962), “Susuz Yaz” (Metin Erksan, 1964), “Kızgın Delikanlı” (Ertem Göreç, 1964), “Karanlıkta Uyananlar” (Ertem Göreç, 1964), “Hızlı Yaşayanlar” (Nevzat Pesen, 1964) ve “Bitmeyen Yol” (Duygu Sağıroğlu, 1965) filmlerini 60’ların ilk yarısında yapılan toplumsal gerçekçi filmlerin önemli örnekleri olarak sıralayabiliriz.

1960’lı yılların başında toplumsal gerçekçi filmler çeken yönetmenler, ulusal bir sinema dili oluştururken estetik kaygılar da taşıyorlar ve bunu filmlerine yansıtmaya çabalıyorlardı.

Demokrat Parti’nin Menderes iktidarıyla başlayan ‘çarpık kapitalistleşme’ sürecinde toplumun genetiğiyle ve algılarıyla da oynanmaya başlanmıştır. Her mahallede milyoner yaratma söylemleriyle sınıf atlama düşleri körüklenirken, başarıya giden yolda her yol mubah anlayışı yaygınlaştırılır.

Menderes hükümetinin popülist uygulamaları toplumda karşılığını bulmakta gecikmedi. Toplumsal gerçekçi filmlerin ilk örneği, Metin Erksan’ın yönettiği Gecelerin Ötesi yaşanan toplumsal/bireysel dönüşümü yalın gerçekçi bir dille anlatan önemli bir filmdi.

2. Türk Film Festivali’nde Metin Erksan’ın En Başarılı Senaryo Ödülü aldığı, Sinema Dergisi’nin düzenlediği soruşturmada da En İyi Film ve Metin Erksan’ın da En Başarılı Yönetmen seçildiği Gecelerin Ötesi, filmin oyuncularının da filmografisinde önemli bir yer tutar.

Filmde ideallerini gerçekleştirebilmek için “çete”leşen altı gencin öyküsü anlatılır. Farklı düşleri olan bu insanlar, ‘kısa yoldan köşeyi dönme’ tohumlarının atıldığı, her mahallede bir milyoner yaratma söylemlerinin insanları etkilemeye başladığı günlerde, kendilerine mutluluk getireceğine inandıkları, ideallerini gerçekleştirmek için sahip olmaları gerektiğini düşündükleri parayı ‘çete’ kurup soygunlar yaparak elde etmeye çalışırlar. Uzun yol kamyon şoförü, ailesine de bakmak zorunda olan bir mensucat fabrikası işçisi, Amerika’ya gidip orada çalışmak, yenidünyanın nimetlerinden yararlanmak isteyen iki müzisyen, işsiz bir idealist aktör ve yine parasız bir ressam bir araya gelerek soygunlar yaparlar. Kısa yoldan ‘köşeyi dönme’ düşlerinin nelere yol açabileceğini, insanların hayatın gerçekleri karşısındaki bu tür seçimlerinin, tutunma yöntemlerinin yarattığı dramları yalın bir dille, sahici biçimde anlatan Gecelerin Ötesi’nde Kadir Savun, Erol Taş, Hayati Hamzaoğlu, Suna Selen, Oktar Durukan, Suphi Kaner, Ziya Metin ve Yılmaz Gruda da unutulmaz bir oyunculuk sergiler.

Kendisi de büyük toprak sahibi olan Menderes bir yandan dışa bağımlı kapitalistleşme adımları atarken bir yandan da toprak reformuna yanaşmadığı gibi tamamen ağalık sistemi destekleyen büyük toprak/köy sahiplerinden yana bir politika izler. Köylünün payına da ağaya marabalık yapmak ve yoksulluk düşer.

Büyük kentlerde başlatılan sanayileşme adımları, yeni iş alanları oluştururken ‘taşı toprağı altın şehir’ yanılsaması yaratır. Bu büyüye kapılan ağa zulmünden, açlıktan, yoksulluktan yılmış kır yoksulları, sonradan kent yoksullarına ve oralarda ‘öteki’ne dönüşüp dışlanacakları büyük kentlere göç etmeye başlar. Oluşan bu göç dalgası da büyük alt üst oluşlara, toplumsal dönüşümlere yol açacaktır.

Gurbet Kuşları

Sinemamızın önemli filmlerinden olan Gurbet Kuşları’nda da usta yönetmen Halit Refiğ, yeni bir yaşama kavuşma hayalleriyle başlayan köyden kente göç sorununu ilk kez kapsamlı bir biçimde sinemaya aktarır. Gurbet Kuşları sinemamızdaki ilk göç filmidir aynı zamanda. Memleketinde işleri bozulan Maraşlı bir aile taşı toprağı altın şehir İstanbul’a göç eder. Hayalleri, altın şehrin olanaklarından yararlanmak, zenginliğine ortak olmaktır. Aile, İstanbul’a gelişin kapısı olan Haydarpaşa Garı’nda trenden indiğinde, baba Tahir Efendi, “Allah’ın izniyle şah olacağız İstanbul’a, şah!” der. Fakat bu hayalin gerçekleşebilmesi hiç de kolay değildir. Çünkü “iş bilenin, kılıç kuşananındır.” Maraşlı aile, altın kentin ekonomik düzenine, farklı yaşam biçimine, ahlâk anlayışına ayak uyduramaz, tutunamaz. İnsan yutan kentin içinde çözülmeye başlar, parçalanır, “şah olmaya” geldikleri kente yenik düşer.

Gerçek hayatta da kentin merkezi, oluşan yeni gecekondu mahalleleriyle çevreye doğru yayılır yıllar içinde. Kentin yeni konukları, başka bir söyleyişle, kentin yeni sahipleri tutunabilmek için hızlı ve acımasız bir yaşam mücadelesine girişir. Büyük kentte tutunabilmek, başka işlerde doyuramadıkları karınlarını doyurmak, bakmakla yükümlü oldukları evlerine ekmek parası götürebilmektir bütün amaçları. Onların payına düşense hep zor işlerdir.

Nevzat Pesen’in yönettiği Hızlı Yaşayanlar filminde, gazetelerin Özgürlük Heykeli’nin tepesinden bırakıldığında Amerika’dan geçilen haberlerin gazete yere düşmeden İstanbul’da baskıya girmediği fakat neredeyse o sürede yetişecek bir hızla okurlara ulaştırılmaya çalışıldığı günlerde yaşanan rekabet anlatılır; İstanbul’da yayınlanan gazeteleri başka kentlere, taşraya taşıyan kamyonların şoförlerinin ölümle burun buruna geçen hızlı yaşamaları…

Filmin kahramanlarından Orhan (Ayhan Işık), gazetede gördüğü ilân üzerine, gazete taşıyan kamyonlarda şoförlük yapmak için iş başvurusunda bulunur. “Bu işte para çok fakat her an kelle koltukta gideceksin” der Müdür Bey. “Biliyorum ama ölümü düşünecek vaktim olmayacak galiba” diye yanıtlar Orhan ve diyalog şöyle sürer:

Müdür Bey: “Gasteleri yükleyip beş saatte Ankara’da olacaksın. Başka gaste arabaları seni geçerlerse önce parandan keser, sonra da işinden olursun.”

Orhan: “Bi anam bi de hasta kardeşim var. Taksicilikte bakamadım onlara. Peki, beş saatten evvel gidene pirim var mı?”

Müdür Bey: “Hayır ölmenizi değil, yaşamanızı istiyoruz, ama biraz hızlı yaşamanızı.”

İstanbul’un öyküsüdür anlatılanlar. Kent, o yıllarda henüz insan yutan bir ‘mega köy’e dönüşmemiştir fakat 50’li, 60’lı yıllarda ‘Altın Çağı’nı yaşayan kentte, hızla kent yoksulları oluşur, göçle her geçen yıl çoğalarak büyümeyi sürdürür.

70’lere geldiğimizde kentle birlikte insanlar da çözülmeye kirlenmeye başlar. Köklü ve hızlı dönüşümler yaşanır. Yaşanan yoğun göç, bozulan ve değişen üretim ilişkileri, ekonomik krizler bu kirlenmeyi ve çözülmeyi hızlandırır.

Kente göçün başlamadığı dönemin köy gerçekliğini Metin Erksan’ın, Yılanların Öcü (1962) ve Susuz Yaz (1964) filmlerinde izleriz. Susuz Yaz’da, Osman Kocabaş (Erol Taş), iyi kalpli abisi Hasan Kocabaş’ın (Ulvi Doğan) karşı çıkmasına rağmen köylülerin suyunu kendi tarlasına çevirir. Köylüler susuz ve ürünsüz kalır. Susuz yazlar yaşanır. Ardından abisi Hasan’ın güzel karısı Bahar’a (Hülya Koçyiğit) göz koyar. Köylü susuzluk çeker, Osman kadınsızlık. Elde edemediği Bahar’a anlatamadığı derdini, korkuluğa anlatır. Aç gözlü ve hain Osman, Bahar’ı elde etmek için oyun oynamaktan ve yalan söylemekten çekinmez.

Yılanların Öcü’nde de küçük toprağını ekerek geçimini sağlayan Kara Bayram (Fikret Hakan) yoksul bir köylüdür. Köy kurulundan ikinci üye Haceli (Erol Taş), oğlu Bayram ve gelini Haççe ile oturan Irazca Ana’nın evlerinin önüne ev yapmak ister. Irazca kadın buna çok sert tepki gösterir. İki aile arasında şiddete varan tartışmalar, kavgalar yaşanır. Deli Haceli evi yapmak, Irazca (Aliye Rona) da yaptırmamakta kararlıdır. Muhtar (Ali Şen), ev yapımına ayak direyen Bayram’ı, Haceli’nin kardeşlerine dövdürür. Haceli de, kerpiçlerini parçalayan Irazca’nın evine saldırır ve Haççe’yi döver. Haççe aldığı darbelerle hastalanır ve çocuğunu düşürür.

Sonunda Irazca, köyü ziyarete gelen Kaymakam’a durumu anlatır ve muhtarla, Haceli’yi şikâyet eder. ‘Genç Cumhuriyet’in idealist kaymakamı, Irazca Ana’dan yana tavır alır. Kadir Savun da köyün iyi ve babacan adamıdır. Tabii ki Bayram’dan yanadır ve ailenin en büyük destekçisidir. Gerektiğinde Bayram’ı savunmak için, Deli Haceli ve kardeşlerinin karşısına dikilir. Kaymakam gittikten ve muhtarla, Haceli güç duruma düştükten sonra, yenilgiyi hazmedemeyen Haceli’nin kardeşleri, ağabeylerine “İstersen emret şimdi gidip evlerini ateşe verelim” dediklerinde karşılarında Kadir Savun’u (Agali Dayı) bulurlar. “Eğer böyle bir şey yapacak olursanız, en önce beni bulursunuz karşınızda. Ben düpedüz Bayram’dan yanayım. Bunu her zaman böyle bilin.”

Kadir Savun, filmde çok az gözükse de hem kendisini çok iyi anladığını ve oyunculuğunu doğru değerlendirdiği söylediği Metin Erksan’ın filminde oynamaktan mutludur hem de Aliye Rona gibi rol arkadaşlarından. Aliye Rona’nın Iraz kadın rolünden öylesine etkilenmiştir ki, kızına da Iraz adını koyar.

(07 Ağustos 2012)

Mesut Kara

Karaoğlan Geri Dönüyor

Yarım asırlık çizgi roman mirası “Karaoğlan” yeni yüzleri ve farklı anlatımıyla izleyici ile buluşmaya hazırlanıyor… Film ekibini, setin üçüncü gününde ziyaret ettik… Yaklaşık 6 aydır hazırlıkları süren filmin çekimleri için Kemerburgaz’da tam 20 hektar arazi üzerine üç şehir kurulmuş. Sete adım atar atmaz farklı bir Karaoğlan göreceğimizin sinyallerini hemen alıyoruz. Kale kapısında “Atlılar” karşılıyor bizi, kısa bir gösterinin ardından bu kez yurt dışından özel olarak getirilen dövüş eğitmenlerinin şovunu izliyoruz. Daha sonra saraya geçiyoruz ve bizi burada da özel müzisyenler ve dansçılar bekliyor. İlginç müzikleri ve dans şovları ile dikkatimizi çeken müzisyenler için; “Amerikalı yapımcıların peşinde oldukları özel bir grup” diyor yapımcı Erol Avcı… Ardından filmin oyuncuları ile sohbete geçiyoruz. Ve filmin başrol oyuncusu Volkan Keskin, bize Karaoğlan’ı anlatıyor…

Bu ilk projeniz mi?

Aslında daha önce “Fetih 1453”te Balaban karakterini canlandırmıştım fakat filmin çekimi sırasında geçirdiğim rahatsızlıktan dolayı sahnelerim azaldı. 2002 yılında bir yörük hikâyesinin anlatıldığı bir dizide de başrol oynadım ama dizinin ömrü çok uzun olmadı.

Peki bu projede nasıl yer aldınız?

Çizgi romandaki Karaoğlan’a fiziki benzerliğim en büyük şanstı sanırım. Bu benzerlik yapımcımız ve yönetmenimiz tarafından fark edilince projeye seçilmem çok da zor olmadı. Sportif yapım ve at binebilmem de etkili oldu.

Oyunculuk eğitimi aldınız mı peki?

Evet, Suat Özturna’dan oyunculuk eğitimi aldım. Şu anda bu projedeki oyuncu koçum da Turgay Tanülkü.

Yönetmen Kudret Sabancı çekeceği film için, “Farklı bir Karaoğlan olacak.” dedi. Siz nasıl yorumluyorsunuz Karaoğlan’ı?

Klasik bir Karaoğlan olmayacak. Kitaplardaki Karaoğlan’da ve önce çekilen örneklerinde daha çok savaşan bir Karaoğlan gördük. Ama bizim Karaoğlanımız babasına espri bile yapabiliyor. Bunun yanı sıra tabii ki bizim filmimizde de savaşta var aşkta!

Yaklaşık 10 milyon TL’lik bütçeyle çekilen bir filmde başrol oynuyorsunuz. Türkiye’de bu kadar büyük bütçeli sinema filmleri çok fazla yapılmıyor. Başrol oynamak sizi korkuttu mu?

Evet, projeyi kabul ettikten sonraki 2 hafta heyecanımı zor bastırdım. Yeni bir “Karaoğlan” yapılıyordu ve çok heyecanlandım tabii ki. Ama set başladıktan sonra heyecanım hiç kalmadı çünkü gerçekten iyi bir ekip olduk. Herkes çok uyumlu çalışıyor.

Peki filmin devamı gelirse…

Gelirse değil, gelecek!

Çok iddialısınız…

Biz o inançla çalışıyoruz. İkinciyi de çekeceğiz diye. Zaten olması lâzım.

Siz de çizgi roman okur muydunuz?

Ben 83 doğumluyum. Sonundan da olsa çizgi roman dönemini yakaladım. Ama şimdiki gençler bilgisayar oyunlarına meraklı. Kim bilir bakarsınız Karaoğlan’ın da bilgisayar oyununu çıkarırlar… (Gülüyor…)

Teşekkürler!

Kısa Kısa…

* Filmin yapımcısı Erol Avcı, yönetmen Kudret Sabancı ve oyuncular tüm samimiyetleri ile cevap veriyorlar sorularımıza…

* “Yeni Karaoğlanımız filmin devamının geleceğini söyledi.” diyorum yapımcı Erol Avcı’ya. “Sadece 2 ile sınırlı kalmak değil amacımız üçüncü belki beşinciyi de çekebiliriz.” diyor.

* Yönetmen Kudret Sabancı “15 yıldır yapmak istediğimiz bir projeyi hayata geçiriyorum” diyor ve bu proje için çok iyi hazırlandıklarını, farklı bir Karaoğlan yaratacaklarını söylüyor…

* Karaoğlan’ın yıllar önce çekilen dizi versiyonunda yer alan ve filmde Camoka karakterine hayat verecek olan Hasan Yalnızoğlu ise, yıllar önce oynadığı dizi de yine Camoka karakterini canlandırdığını ama o projenin içinde ukde kaldığını ve yeniden Camoka’yı oynadığı için çok mutlu olduğunu anlatıyor gözlerinin içi parlayarak…

2013 Ocak ayında vizyona girmesi beklenen “Karaoğlan” film setinden her şeyi tam da tadında bırakarak ve nasıl bir film olacağını merak ederek ayrılıyoruz…

(06 Ağustos 2012)

Yeliz Bozkurt

Metin Erksan

Adının önüne veya arkasına ne yazabilirdim ki… Ülkemizde sinema ile şöyle veya böyle ilgilenen herhangi bir kimsenin Metin Erksan’dan habersiz olmasını düşünemiyorum bile. Yönetmenlik sırf bir filmi yönetmek olsa idi, filmlerinin dökümünü yapar, yaşamını anlatır ve “sinemada bunları yaptı” derdim. Ama bu kez filmlerini sıralamak yok, bilen biliyor zaten. Bilmeyene isimi sıralasam neye yarar. Erksan, nasıl Akad ile başladığı hep söylenen sinemacılar döneminin ayrıksı bir yönetmeni ise, sinemamızın en kişisel, en kendine has ve iki efsane yönetmeninden (diğeri -tamamen farklı bir sinema- Yılmaz Güney) biri idi. Bir gazete haberinden kalkarak çok kişisel filmi Kuyu’yu yaptıktan sonra piyasaya dönerek yaptığı kimi sıra işi filmler değildir, O’nu O yapan. Bir Gecelerin Ötesi, bir soygun / soyguncu filmi değildir (sadece), filmin çekildiği günlerde iktidar sahip-lerinin dillerine doladıkları “her mahallede bir milyoner yaratma” palavrasının gerisinde bir kısım toplum kesiminin (altısı soygunculukta çıkar görebilen yedi kişinin) içinde bulundukları koşulları değiştirmek veya değiştirmemek/değiştirememek karşısındaki tutumları…

Film yapmak… Yönetmenler bu süreci çeşitli şekillere tanımlarlar. Erksan’ın bu konudaki düşüncesini bilmiyorum ama herhalde yönetmenlik O’nun için sadece senaryonun görüntüyü aktarılması değildi. Sırf sinema üzerine değil, toplumun ve tarihin farklı konuları üzerine de düşüncelere sahip ve bunları gereğini duyduğu zamanlarda -bizlere- deklare edecek fırsatları da kullanırdı. Televizyona yaptığı “hikâye uyarlamaları”nda, sinemasına yeni açılımlar aramayı daha rahat bulduğunu umarım ama -o zamanlar, nerede ise yoktu- televizyon eleştirmenlerinin dizileri yeteri kadar değerlendirmediğini düşünüyorum. Öğrenciliğim sırasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne gelmiş -ve Sevmek Zamanı filminin gösterimi öncesi- hem konuşmuş, hem kendine yöneltilen soruları cevaplamıştı. Orada sözünü ettiği, hiç bir zaman çekmek olanağını bulamadığı, -senaryo olarak yazmış mı idi, bilmiyorum- filmlerden söz etti. Gözü kapalı bir batı hayranlığına karşı, geçmişlerine dayanarak batının kültür önderliğini sahiplenen devletlerin, farklı kültürlere nasıl yıkıcı davrandıklarını anlatmak istiyordu. Yalnız Atatürk Filmi isimli kitabında yapılacak bir Atatürk filminin Amerikalılarca yapılması düşüncesini (yanlış hatırlamıyorsam) o zaman da, benimseyip kabul etmemiştim, şimdi de etmiyorum.

Kendimce Türk filmlerine afişler yapıyordum bir zamanlar; bu arada Sevmek Zamanı’na da yapmıştım. Bu afişi o zamanlar ilişkisi olduğu yayıncısı aracılığı ile kendisine göndermiştim, hoşuna gitmiş, yıllar sonra bu konudan söz ettiğimde hatırlamıştı. Sinemamız yönetmenleri (belirli bir zamanı yaşayanlar) arasında hafızası en kuvvetli olanlardan biri idi. Çalıştığı filmleri -kişileri ile- hatırlardı. Öğrencilerle yaptığı bir sohbette, filmin üreticisinin (yaratıcı da deniliyor) yönetmen olduğundan, bu nedenle görüntü çerçevesinin de (her ne kadar görüntü yönetmeni hazırlarsa da) yönetmenin hakkı olduğundan söz etmişti. Bunlar derste de anlatılacak sözler ama sohbetlerde daha kalıcı olur düşüncesindeyim. Son olarak şunu da yazmak istiyorum. Gazetelerde bir gün Sevmek Zamanı’nın yeniden “renkli” olarak çekileceği haberi çıkmıştı. Ercan’la ben kendi kendimize itiraz ettik, “çekilmemiştir inşallah” dedik. Hem yine Erksan çekecekmiş… fakat çekilmedi. Başka biride umarım -yeniden- çekmeye kalkmaz. Ama unutmamak gerekir ki Erksan sadece filmleri -hele tek başına Sevmek Zamanı ile- anılacak biri değildir. Filmlerinin (de) dışında, sinemamızın gerçek “efsane” yönetmenlerindendir. Filmlerini -hele bazı filmlerini- tekrar tekrar seyretmek gerekiyor…

(06 Ağustos 2012)

Orhan Ünser

Endonezya Sinemasından Şiddet Fırtınası

Baskın (The Raid: Redemption)
Yönetmen-Senaryo: Gareth Huw Evans
Müzik: Aria Prayogi-Joseph Trapanese-Fajar Yuskemal
Görüntü: Matt Flannery
Oyuncular: Iko Uwais (Rama), Joe Taslim (Jaka), Donny Alamsyah (Andi), Yayan Ruhian (Mad Dog), Pierre Gruno (Wahyu), Ray Sahetapy (Tama), Tegar Satrya (Bowo), Verdi Solaiman (Budi), Eka “Piranha” Rahmadia (Dagu), Yayan Ruhian (Deli Köpek), Iang Darmawan (Gofar)
Yapım: PT Merantau Films-Sony (2011)

Galli yönetmen Gareth Huw Evans, “Baskın” filmiyle Uzakdoğu sinemasında kendine sağlam bir yer ediniyor. Dövüş sanatlarını estetize ederek şiddeti üst noktaya taşıyan film şiddette sınır tanımıyor.

Hikâye, Endonezya’nın başkenti Cakarta’nın gecekondu bölgesinde geçiyor. Burada, şehrin en acımasız katilleri barınıyor. Polis timi SWAT, uyuşturucu lordu Tama Riyadi’nin çetesini çökertmek için şafakta izbe apartmana baskın yapıyor. Film, Müslüman polis Rama’nın kıldığı namaz üzerine açılıyor. Rama, sabah sporunu yaptıktan sonra hamile karısına veda edip operasyona katılıyor. Seçkin ekibi çavuş Jaka toplamış. Operasyon yerine cezaevi arabasıyla gelen tim, teğmen olan Wahyu’yla buluşuyor. Wahyu, timdeki polislerin çoğunun çaylak olmasına kızsa da operasyon başlıyor. Bu döküntü binada Tama’nın çetesini çökertmek kolay mı? Apartmanda uyuşturucu üretiliyor. Uyuşturucu satıcılarıyla beraber yoksul aileler de ikamet ediyorlar apartmanda. Bu apartmanın her katında şiddetin nereden geleceğini de kestiremiyor. Wahyu’nun derin içgüdüsüyle tabancasının tetiğini çektiği an şiddeti de başlatıyor filmde. Zamanı durduran o saniyede 20 bin kare çeken kameranın yansıttığı anda, kurşunun namludan çıkıp kapıyı delerek çocuğun ensesine girdiğini tüm ayrıntıları görüyorsunuz. Tama’nın çetesi çok acımasız ve hareket eden her şeyi yok ediyorlar neredeyse. Timdeki birçok polis deneyimsiz olduğu için operasyonun başında çoğu ölüyor. Geriye kalan birkaç polis, işlerinde uzman çeteye aynı şiddetle karşı koyabilirler mi? Geride bir kamyon dolusu ceset kalınca karşı koyabiliyorlar. Hikâyenin derinliğinde sırlar da ortaya çıkıyor. Polis Rama’nın kardeşi Andi, Tama’nın sağ kolu. Rama’nın ısrarına rağmen apartmanı terk etmiyor Andi. Tama, şeytansı bir insan. Doğal olarak kimseye güvenmiyor. Satın aldığı polisler sayesinde imparatorluğunu kurmuş. Ama bu uyuşturucu dünyası dikensiz değil. Rakipleri de var. Onlar da başka polisleri satın almış. Bu baskın, rakiplerin ölümcül oyunu olabilir mi?

Şiddette sınır yok…

1960’lı ve 70’li yıllarda Hong Kong sinemasında, dövüşlü ve kılıçlı filmler yaygındı. Buna Japon sineması da dahil olmuştu. Dönemin starları Bruce Lee, Jimmy Wang Yu, Yasuaki Kurata, Shintora Katsu çok ünlüydü. Dövüş sanatını gerçekten sanata dönüştüren bu oyuncular, filmlerde kung-fu ve karate gösterileri yapıyorlardı. Özgün adı “Serbuan Maut” olan 2011 Endonezya yapımı “The Raid: Redemption-Baskın” filminde, Endonezya’da yaygın olan “merantau” dövüş sanatı yansıyor perdeye. Bu dövüşte kung-fu, karate, judo hatta kick boks bile var. Her şeyi birleştiren bu film, şiddete sınır tanımıyor. Yumrukların ve tekmelerin yetmediği yerde tabancaları ateşliyor, kamaları çekiyor. Filmde birkaç ana ve atmosferine değinmek de gerek. Özellikle, Rama’nın Bowo’yla Gofar’ın dairesine sığındıkları an. Tama’nın tetikçisi “Deli Köpek”in Rama ve Andi’yle dövüşü de estetik. Gerçekten bu filmde aksiyon sahnelerini seyrederken yorgun düşüyorsunuz. Kanlar fışkırıyor, kemik sesleri kulaklarda patlıyor. Film, sadece dövüş sanatlarını estetik yansıtmıyor. Özellikle metruk gibi görünen izbe apartman filmin başrolünde. Bir mekân bu kadar çarpıcı olabilir. Şiddet anlarında duyulan müzik de kulaklar da kalıyor. Filmin yönetmeni Gareth Huw Evans bir Galli. Yönetmen ekmeğini Uzakdoğu’dan çıkartıyor.

(03 Ağustos 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Sübyancılığa Sarsıcı Bir Bakış

Polis (Polisse)
Yönetmen: Maïwenn
Senaryo: Emmanuelle Bercot-Maïwenn
Müzik: Stephen Warbeck
Görüntü: Pierre Aïm
Oyuncular: Karin Viard (Nadine), Joey Starr (Fred), Marina Foïs (Iris), Maïwenn (Melissa), Emmanuelle Bercot (Sue Ellen), Nicolas Duvauchelle (Mathieu), Karole Rocher (Chrys), Frédéric Pierrot (Balloo), Anthony Delon (Alex), Riccardo Scamarcio (Francesco), Alain Attal (Marc), Anne Suarez (Alice), Naidra Ayadi (Nora), Wladimir Yordanoff (Beauchard)
Yapım: Les Films du Trésor (2011)

Yönetmen-oyuncu Maïwenn’in pedofiliyi anlattığı “Polis”, seyrederken insanı zorlayan filmlerden. Gerçeklik ve kurgu arasında hisler yaşatan film, Cannes’da “Jüri Özel Ödülü” de kazanmıştı.

Fransız sinemasından gerçek kadar sarsıcı ve utandıran bir film geldi. 2011 yapımı “Polisse-Polis”, aile içinde çocuklara yönelik cinsel şiddete cesurca kamera çeviriyor. Film, Paris’in 19. bölgesindeki Çocuk Koruma Birimi’nde açılıyor. Beş yaşlarındaki bir kız çocuğu, kadın polis Chrys’e babasının geceleri kendisini okşadığını söylüyor. Bundan sonra filmde sarsıcı anlar, sorgulamalar ve baskınlar peş peşe gelirken, polislerin de aile sorunları da perdeden yansıyor. Birimin başında Beauchard var. Ballou da operasyonları yönetiyor. Nadine, kocası kendisini aldattığı için kocasından ayrılıyor. Çocukları da var. Kocasını hâlâ seven Nadine, kocasıyla sorunlar yaşayan ve erkeklerin hepsini pislik olarak gören Iris’in etkisinde kalıyor çoğunlukla. Sevişmelerini hamile kalma ihtimali olan günlere ayarlayan Iris, kocasını bunalıma sokmuş bir kadın polis. Öte tarafta evli, ama karısıyla ayrı yaşayan Fred de var. Zaman zaman küçük kızını görmek için karısının evine gidiyor. Birime, gözlüklü Melissa da katılıyor. Birimin polislerinin görevdeyken fotoğraflarını çekmek için. Melissa da iki çocuğunun babası İtalyan Francesco’yla ayrı evlerde yaşıyor. Bir an sonra Fred’le Melissa arasında aşk kıvılcımı çakıyor ve bu sert filmde az da olsa romantizm kendini fark ettiriyor. Bir de genç polis Mathieu var. Kendine yakın hissettiği polis Chrys’e içten içe tutkun. Chrys, narkotikten Alex’le evli ve üç aylık da hamile. Chrys, Mathieu’nün bu saf aşkına karşı koyabilir mi? Yönetmen, Alex’i derinlikli yansıtmamış. Bazı şeyleri hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bu filmde, pedofiliye, yani sübyancılığa maruz kalan çocukları konuşturmak da gerçekten sarsıcı. Filmi izlerken çocuklar travmatik bir şeyler yaşamış mıdır diye endişe de duyuyorsunuz. Çünkü kelimeler gerçekçi. Çocuklarda soyutlama yeteneği gelişmediği için o kelimeler ruhlarında derin izler bırakabilir mi? Bu yüzden gerilebilirsiniz.

Rumenler hep dilenci mi?

Birimde, Rumen bir kız çocuğu sorgulanırken bir çetenin de farkına varılıyor. Rumen çingeneler, çocukları iliklerine kadar sömürerek onları Paris’te dilendiriyorlar. Paris’in dışında, bizlere hiç yabancı gelmeyen gecekondu barakalarında ikâmet eden çingenelerin çoğunluğu aileleriyle beraber çetenin kontrolündeler. Sabahın köründe birimin polisleri gecekonduya baskın düzenleyip şimdilik sorunu çözseler de hayat devam ediyor. Çünkü yoksullar çok ve gidenlerin yerine yenilerin geleceğini hissediyorsınuz. Rumen çocukların polis otobüsündeki şarkıları ve dansları hayatın güzel tarafları kadar güzel. Gecekonduya baskın sekansı öyle gerçekçi ki, gerçek bile ancak bu kadar gerçek olur diyorsunuz. İnsanı etkileyen bir an daha var filmde. Birime siyahi bir anneyle küçük oğlu getiriliyor. Hiçbir sığınma evi kadını almak istememiş. Birimin de çabaları boşa gidiyor. Çocukla annenin ayrılışı kolay unutulmaz anlar yaratıyor perdede. Filmin bir başka anında buluğ çağındaki bir kız annesine babasının aşırı sevgisini söylüyor. Baba, kızıyla “ileriye giden oyunlar” oynamaktan hoşlanıyormuş. Sorgulama sırasında neredeyse haklıymış gibi polisleri de aşağılıyor baba. Çünkü arkasını dayadığı nüfuzlu insanlar varmış onun. Cimnastik hocasının “sevgi” gösterdiği oğlan çocuğuyla çocuk pornosuna düşmüş kız çocukları da yansıyor perdeye. Dedenin kız torununu kucağına alıp başka türlü sevişini itiraf edişi de. Filmde, bastırılmış duyguların patlamasını yaşatan bir unutulmaz sahne de unutulmamalı. Nadine’in, erkekleri aşağılayan Iris’e patladığı an sinemada az görülür bir sahne. Şunu anlıyorsunuz: Ne yaparsanız yapın bir insanın kalbini kırmayın diyor film. İnsanlar hassas olabilirler ve Iris’in trajedisini yaşayabilirler. Arap bir adam, küçük kızını yeğeniyle evlendirmek istiyormuş. Sorgulama sırasında Nora’nın adama Arapça tiradı da görülmeye değer bu filmde.

Pedofili, yani sübyancılık üzerine bu filmin orijinal adının neden “polisse” olduğunu merak ediyor insan. İlk akla gelen feminist bir tepki. Fransızcada kelimeler “dişi” ve “erkek” olarak ayrılıyor. “Police” kelimesi dişi ve feminist tepki anlamsız diye düşünüyorsunuz. Yönetmen, filminin orijinal adını oğlunun yanlış yazmasından ilham alarak koymuş. Bu kelime argoda “parlak” anlamına da geliyor. Tıpkı, Fransızcada yine “polis” anlamına gelen “flic” kelimesine argoda “aynasız” denmesi gibi. Yönetmen, Çocuk Koruma Birimi üzerine bir belgesel gördükten sonra bu filmi yapmaya karar vermiş. Yönetmen, 2009 yılında “mokumanter”, yani sahte belgesel tarzında “Le Bal des Actrices-Genç Oyuncu” filmini yapmıştı. 64. Cannes Film Festivali’nde “Jüri Özel Ödülü” kazanan “Polis” filmi de bu tarzda. Yönetmen, sanki bir belgesel çekiyor gibi. Kamera, oradakilere rahatsızlık vermeden kayıt ediyormuş gibi. Yoğunlukla hafif el kamerası kullanılmış filmde görüntüler çoğu yerde sarsıntılı. Ama yönetmen, her şeye rağmen “Polis” filminin bir belgesel olmadığını söylüyor. Kara filmlerdeki gibi polislerin de sıkıntılarını dramatik olarak yansıtan film, baskınları ve sorgulamaları sahiciymiş gibi yansıtıyor. Seyirciler, gerçeklik ve kurgu arasında kalıyor hep. İşte bu filmin başarısı da buradan geliyor. Gerçek adı Maïwenn Le Besco olan kadın oyuncu, senarist ve yönetmen Maïwenn’i yönetmen Alexandre Aja’nın 2003 yapımı “Haute Tension-Yüksek Tansiyon” filminde Cecile de France’ın canlandırdığı Marie’nin karşısındaki Alexia olarak hatırlıyoruz. Yönetmen, bu kendi filminde Melissa’yı oynamış. Maïwenn, bir zamanlar ünlü yönetmen Luc Besson’la da evliydi. Fransızca, İtalyanca, Rumence ve Arapça konuşulan film, Paris’in çeşitli bölgelerinden çekilmiş. Bölge (arrondissement) numaraları Paris’te çok önemli. Film genel olarak Paris’in 19. bölgesindeki polis merkezinde geçiyor. Nadine ve Iris’in sıkça göründüğü kafe, Louvre Müzesi’nin de bulunduğu birinci bölgede.

Yönetmen filminde gerçek mekânları kullanmış. Paris’in sokakları romantik değil gerçekçi yansıyor filmde. Hem de hayatın en dibine kadar. 1966 doğumlu Karin Viard’ı daha önceki filmlerde görsek de, François Ozon’un 2010 yapımı “Potiche-Kadın İsterse” filminde tam anlamıyla keşfettik. Bundan sonra gözümüz hep üzerinde. Filmde, büyük oyuncu Alain Delon’un oğlu Anthony Delon da narkotik polisi Alex’i canlandırıyor. Polisin, alışveriş merkezinde uyuşturucu satıcıları takibe aldıkları sahnede Anthony Delon babasının gölgesini perdede yansıtıyor sanki. Bir an perdede Alain Delon’u gördüğünüzü sanıyorsunuz. Fransız sineması Delon soyadını sürdürmeli diyoruz. Filmde Hitchcock’un 1951 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Strangers on a Train-Trendeki Yabancı” ve Godard’ın 1963 yapımı “Le Mepris-Nefret” filmleri de saygıyla yadediliyor. Seyretmesi kolay olmayan, sert ve sarsıcı “Polis”, sinema okullarında okutulacak filmlerden.

(Bu yazı 27 Temmuz 2012 tarihli Taraf Gazetesi’nde kısmen yayınlanmıştır.)

(29 Temmuz 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Çocukların Polisi

Fransız aktris Maiwenn’in yönettiği “Polisse”in, Batman serisinin son filmi “The Dark Knight Rising”in gösterime girdiği bu haftada şansı var mı, bilemiyorum. Gerçi ben kendi payıma Christopher Nolan’ın son Batman filmini çok beğendim. Ama “Polisse” de dar yerdeki kalabalık kadrosu çok iyi yerleştirilmiş, iyi oynanmış, hem hakiki hayat hikâyeleri insanın yüreğini burkan, hem de zaman zaman güldüren bir film. Yaz sıcağında belli bir düzeyin üstünde filmler bulmakta zorlanabiliyoruz. Mümkünse kaçırmayın derim.

Ana karakterlerimiz, Paris’te Çocuk Koruma Birimi’nin polisleri. İşleri, çocuklar ya da yeniyetmeleri onlara karşı işlenmiş suçlardan korumak, ya da onların işlediği suçlarla ilgilenmek. Kadın-erkek karışık, kalabalık bir grup. Merkezi otorite ile paranın gücü önünde eğilen bir amirleri var. İyi bir şefleri ve haksızlığa tahammül edemeyen, ne tepki göstereceği belli olmayan bir de arkadaşları: Fred. Derken aralarına, İçişleri Bakanlığı’nın birimin çalışmasını belgeleyecek fotoğrafları çekmek üzere görevlendirdiği Melissa (yönetmen Maiwenn) gelir. Genç kadının kamerayla her şeyi tespit etmesi başlangıçta onları rahatsız eder. Aslında Fred’i (Joey Starr adıyla oynayan rapçi Didier Morville) hep rahatsız eder. Onun sadece ekibin yaptıklarının iki aşırı yanıyla ilgilendiğini düşünür: Yoğun ıstırap anları ya da mola dakikaları. Paris’in pek burjuva 16. bölgesinden gelen Melissa’nın değil bu hayatı anlamak, silâh tutması bile zordur.

Belki molalarda gözünü ve kalbini açık tutsa yeter diye düşünüyoruz, çünkü bu molalar, ekip üyelerini anlamamızı sağlayan anlar. Sabah erken saatlerden gecenin bir vaktine kadar birlikte olan, hazmetmesi çok ağır olaylar, istismarlar, tacizlerle karşılaşan ekip, birbiriyle şakalaşarak, sohbet ederek rahatlama yolunu seçiyor. Günleri, çocukları taciz edenleri yakalamak, rüştünü ispat etmemiş yankesicileri tutmak, tacizci aile büyüklerini sorguya çekmek, çocukların ifadelerini almakla geçiyor. Gerçi ekip dahilinde hayli aşk ilişkisi, hatta yer yer gerginlik de olduğu için zaman zaman kapıştıkları da oluyor ama her şeye rağmen en çok birbirlerine güveniyorlar. Aile ilişkilerini, sorunlarını ekip arkadaşlarına anlatıyorlar. İşlerini her şeyin üstünde tutmaları, aileleri ile ilişkilerini de kolaylaştırmıyor çünkü. Lâfın kısası, zor bir hayat. Ama sorumlu oldukları çocuklar ile yeniyetmelerin hayatları kadar zor değil.

Aslında Maiwenn’in filminin en yürek paralayan yanı da bu olayların hepsinin gerçek olaylar olması. Filmde rol de alan Emmanuelle Bercot (polis memuru Sue Ellen’ı oynuyor) ile yazdıkları senaryoda, yönetmenin ilham kaynağı, televizyonda izlediği bir Çocuk Koruma Birimi belgeseli oldu. Belgeselin yönetmenini buldu, ÇKB’ndekilere onu tanıtmasını istedi. İşlerini anlayıp ekiptekileri tanımasına yetecek bir süreyle onlarla birlikte çalıştı, araştırdı, notlar aldı. Filmdeki bütün olaylara ya gözleriyle tanık oldu, ya da polislerden dinledi. Bizim, filmdeki çocuklann karıştığı olayların sonuçlarını bilmememizin de bir nedeni var: Maiwenn, bu birimdeki polisler asla sonradan ne olduğunu bilmedikleri için, bizim de bilmememizi uygun bulmuş.

Bu arada, polis olarak inanabilecek oyuncular seçmeye özen gösterdiğini de söylüyor. Ancak, Joey Starr’ın, yani Didier Morville’in durumu farklı. Maiwenn, ikinci filmi “The Actress’ Ball” da onu potansiyaline denk düşen bir rolda oynatmadığına inanıyormuş. “Yeni filmimin başrolünde oynamasını istiyordum, zıt kesimlerden iki karakter hakkında bir aşk hikâyesi yazacaktım. Televizyonda belgeseli izleyince, bu hikâyeyi neyin üzerine kuracağımı ve ona hangi rolü vereceğimi anladım.” Aktör de onun inancını boşa çıkarmamış hani.

Çocuk Koruma Birimi polislerinin gündelik hayatları, birbirleriyle ve aileleriyle ilişkileri, “Polisse”in temelini oluşturuyor. Şaşıracaksınız, rahatsız olacaksınız, sempati duyacaksınız, sık sık da gülmekten kendinizi alamayacaksınız. Maiwenn, bu geniş kadrolu kapalı mekân filmini, başarılı bir koreografiyle kotarmış. Yönetmen olarak üçüncü filminde seyirciye ulaştığını söyleyelim. Kendisinin de önemli rollerden birini oynuyor olması, işini büsbütün zorlaştırmış olsa gerek. Gene de, hem yazın en iyi filmlerinden birini yaptı, hem de Cannes’da Jüri Ödülü’nü aldı. “Polisse”in masum çocuklar ve büyüklerin onlara yaptıkları kötü şeyler hakkında olduğunu sanmayın. O da var ama tek mesele bu değil. Kimse aziz halesiyle dolaşan bir kurtarıcı değil. Kimse kimseye karşı da sayılmaz. “Polisse”de herkes işin içinde, herkesin kendince bir derdi var. İnsan ahvali üzerine bir film…

(28 Temmuz 2012)

Sevin Okyay

Geçmişin Acısı Geri Döndü

Kayıp (Gone)
Yönetmen: Heitor Dhalia
Senaryo: Allison Burnett
Müzik: David Buckley
Görüntü: Michael Grady
Oyuncular: Amanda Seyfried (Jill), Daniel Sunjata (Powers), Emily Wickersham (Molly), Wes Bentley (Hood), Katherine Moennig (Erica), Jennifer Carpenter (Sharon), Sebastian Stan (Billy), Nick Searcy (Miller), Socratis Otto (Jim),
Yapım: Summit-Lakeshore (2012)

Yeni tanımaya başladığımız Brezilyalı yönetmen Heitor Dhalia’nın Hollywood’daki ilk filmi “Kayıp” filmi, insanı tedirgin eden, şüpheye düşüren ve sonuna kadar merak duygusunu ayakta tutan bir gerilim.

Yiyecek, içecek ve giyecekten vergi alınmadığı Pasifik kıyısınının kuzeybatısındaki Oregon eyaletinin Portland şehri. Ortasından nehir geçen, yaz ve kış, bulutların gökyüzünü kuşattığı bu ıslak güller şehrinde Jill’in, sapık bir caninin peşinde iz sürüşüne tanıklık ediyorsunuz. Ön jenerikte, Jill elinde haritayla Forest Park Ormanı’nın derinliklerinde dolaşıyor. Yönetmen, Jill’in kız kardeşi Molly’nin kayboluşuna kadar dikizci açılarla yansıtıyor tüm anları. Jill’in başından korkunç olaylar geçmesine rağmen polis bu durumu hayali olarak değerlendirmiş ve Jill bir süreliğine akıl hastanesinde yatmış. Polis, Jill’in anne-babasını aynı anda öldüğü için psikolojisinin bozulduğunu düşünüyor. Üstelik Molly de alkolik olmuş. Gece kafede garsonluk yaparak geçmişindeki acıları hafifletmeye çabalayan Jill, sabaha karşı eve geldiğinde Molly’nin evde olmadığını fark ediyor. Sapığın izini bulduğunu düşünerek polise gidiyor. Polis yine ona inanmıyor. Merkeze yeni atanmış Peter Hodd’u görür görmez insanda bir şüphe de oluşuyor. Sonra bu şüphe dağılıyor ve Hood’un hikâyede önemli bir yeri olmadığını anlıyorsunuz. Aslında yönetmen beyzbol şapkalı sapığı başlarda birkaç defa gösterse de elbette final bölümüne kadar cani sapığın kim olduğunu çıkartamıyorsunuz.

Ölümcül iz sürüş…

Polisin ciddiye almadığı Jill, tıpkı Sherlock Holmes gibi küçük ayrıntıları bir araya getirip Portland şehrinin ıslak sokaklarında adım adım sapığa yaklaşıyor. On yılı aşkın önce ölmüş karısının yasını yaşayan komşusunun ona söylediklerinin peşine düşen Jill, sapığın çilingir dükkânının panelvan arabasını bir süreliğine kullandığını öğreniyor. Bu ipucu, şehirde beklemediği yerlere de götürüyor Jill’i. Hatta tahmin edemediği yerlere de. Çünkü sapık, Jill’in iletşimde olduğu insanlara da iyi taraflarını göstererek yaklaşmış. Beklenmedik bir anda sapıkla telefon aracılığıyla iletişim kuran Jill, sapığın yönlendirmesiyle filmin açılışındaki ormana geliyor. Bu şiddetli savaşı kimin kazandığını bilmek için sonu beklemek gerekiyor. Sapık, kaçırdığı genç kadınları ormanın içindeki derin çukura atıyor. Çoğunlukla da kadınlar, açlık ve soğuktan ölüyorlar. Elbette insanın aklına bu ormanda hiç bekçi yok mu sorusu da geliyor. Sonuçta her filmin kendine göre gerçekliği var. Mantığı zorlasa da.

Sinemaskop çekilmiş bu 2012 yapımı “Gone-Kayıp”, merak duygusunu final bölümüne kadar ayakta tutmayı başarmış. Ormanda sapığın yüzünü görünce bu yüzü filmin bir yerlerinden hatırlıyorsunuz. Filmdeki mekânlar gerçekten sinematografik. Bulutlu bir gökyüzünün altındaki yemyeşil ıslak Portland şehri insana kasvet duygusu yaşatabiliyor. Yönetmenin kullandığı çekim ölçekleri de insana bu kasvetle beraber sıkıştırılmışlık duygusu veriyor. 1970 doğumlu Brezilyalı yönetmen Heitor Dhalia ülkemizde yeni tanınacak. Yönetmenin Brezilya sinemasından filmleri buralara uğramadı hiç. “Kayıp” filmi bu yönetmeni Hollywood’da yaratma fırsatı verebilir. Pensilvanya’da 1985’te doğmuş Amanda Seyfried’i, Phyllida Lloyd’un 2008 yapımı “Mamma Mia!” filminde Sophie’yle tanıdık tam anlamıyla. Muhteşem Ermeni yönetmen Atom Egoyan’ın 2009 yapımı “Chloe-Büyük Hata”, ahlâkçı Lasse Hallström’ün 2010 yapımı “Dear John-Sevgili John”, Catherine Hardwicke’in “Kırmızı Başlıklı Kız” masalından ilham almış 2011 yapımı “Red Riding Hood-Kız ve Kurt”, yine 2011 yapımı Andrew Niccol’ün bilimkurgu gerilimi “In Time-Zamana Karşı” filmleri de perdelerimize konuk olmuştu bu güzel oyuncunun.

(27 Temmuz 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

İsyaaan: Kahramanım, Lütfen Beni Kurtar-Ma!

Sevgili Guy Pearce elbette beni her şartta kurtarabilirsin sözüm sana değil seni bu hale düşürenlere…

Kendisi için rahatlıkla şu fani dünyada yaşayan en iyi aktörlerden biridir diyebilirim, lâkin bu filmin nesini cazip bulup oynamayı kabul ettiğini anlayabilmiş değilim. Kendisi oynarken belli ki pek eğlenmiş ama biz seyirciler aynı durumda değiliz ne yazık ki.

Luc Besson’ın dahiyane ya da işi ucuza kapatma fikri artık adına ne derseniz deyin bulduğu şu iki no name yönetmen James Mather ile Stephen St. Leger, Guy Pearce’i bile benden soğuttu ya, gerçekten tebrik etmek lazım kendilerini.

Mevzuyu biliyorsunuz, dünyadaki en azılı suçlular uzayda bir hapishanede insanlık dışı bir yöntemle uyutuluyor. Amerikan başkanının hanımefendi kızı da asayiş berkemal mı diye teftişe geliyor ve beklendiği üzere mekânda isyan çıkıyor!

Bu ahval ve şerait içinde kahramanımız Snow’un vazifesi ne pahasına olursa olsun bu çaresiz, savunmasız, zavallı kızı kurtarmak. Tabii kızımızın ilerleyen dakikalarda dişi Rambo’ya dönüşü de kaçınılmaz.

Efendim nihayetinde İsyan’da ne senaryo ne de yönetmenlik adına bir yenilik, bir zekâ pırıltısı yok.

Geçmişte onlarcasını izlediğimiz John Carpenter’in Escape From L. A. serisi, Bruce Willis’in Die Hard’ı, Harrison Ford’lu Air Force One hatta David Fincher’in Alien 3’ünün farklı yönleriyle kötü bir kopyası olmaktan öteye gidemiyor.

Ayrıca Luc Besson’ın bu kurnaz tüccar kafasını şiddetle kınar kendisinin nihayetinde bir sanata hizmet ettiğini tez elden hatırlamasını dilerim. Biz sinemaseverler de koyun değiliz nihayetinde bu numaraları yemez – yutmayız.

(20 Temmuz 2012)

Gizem Ertürk

Yılın En İyilerinden Albert Nobbs: Zengin Ahlâksızların Düzeninde Bedbaht Kurbanlar!

Filmin öyküsünü, İrlandalı yazar George Moore’un (1852 – 1933) kısa hikâyesinden István Szabó yazmış. 19. yüzyıl sonunda İrlanda’da geçen bir öykünün, günümüzle, meselâ bugünün Türkiye’si ile kurduğu bağ, evrensellik özelliği de, bu usta dokunuş sayesinde sanırım.

Tarihin her döneminde erkek hegemonyası altında ezilenlerden birinin, bir ‘piç’ olarak dünyaya gelip küçük yaşta ‘kirletilen’ kırılgan kızın, geri kalan yaşamında erkek kimliğiyle çalışıp düşler kurması öyküsü, ekonomik sınıf çatışmasının kalbinde yer alıyor. Bu çatışmada ise erkekler de kurban. Soylu ve zengin ‘ahlâksızların’ din kurumuyla işbirliği yaparak kurdukları ‘kölelik’ düzeninde, sömürülenlerin ‘yırtmak’ için çırpınmaları bazen toslasa da duvara, her zaman yeniden ‘nefes almaya başlamak’ mümkün.

Derisinden ve ruhundan içeriye nüfuz eden sahte kimliğinin beslediği umudunu kaybetmeyen Albert Nobbs’un trajik yaşamı, başka acı hikâyelerle kesişirken, koca bir dünyanın adaletsizlik temelinde yükselmiş olduğuna, yeniden, bir defa daha inanıyorsunuz. Bu dünyayı, en iyi temsil eden ‘çanak yalayıcı’, pansiyon sahibesi Mrs. Baker… Ancak, iyi ki, berbat dünyayla baş etmeyi öğrenmiş Hubert Page (başka bir erkek kimliğinde kadın) gibileri var da, iyilik ve vicdanlarıyla dengeleri kurmaya çalışıyorlar.

1898 İrlanda’sından 2012 Türkiye’sine bakalım. Kadınların ‘erkeklerin sistemine’ entegre olmaları, ne kadar şanslı ve ne denli akıllarını kullanabildikleriyle ilintili olsa da, seks objesi ya da görevi üreme olan makineler gibi hissetmeleri için her tür silâh devrede: Medya, töre adı altındaki uygulamalar, cinsel namus gibi muğlâk kavramlar… Yani, Mrs. Baker’ın (iyi Hıristiyan!) pansiyonunun lüks odalarında zengin gençlerle düşüp kalkan şımarık kadınlardan ya da bir genç adamı sevip ondan çocuğu olduğu için din sopasıyla köleleştirilmeye çalışan hizmetçilerden biri olmak, aynı baskıcılık içinde rollerin nasıl dağıtıldığıyla ilgili sadece! Mesele, erkeğin kesin egemenliğinin kırılamaması!

Mutlaka görmeniz gereken bu film, insan türünün iki büyük sınıfı, erkeklerle kadınlar arasındaki eşitsizlikte, ‘şekil’ şartını taklit ederek kendini korumaya ve hayata bağlı kalmaya çalışan ayrıksı Albert Nobbs’un yanı sıra, ‘iyinin iyisi’ oyuncuların yorumladığı karakterlerle öykünün hakkını veriyor.

(20 Temmuz 2012)

Ali Ulvi Uyanık

ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Güngör Dilmen’i Düşünürken Ergin Orbey

Evet, Güngör Dilmen bir tiyatro adamı idi, düşünen, sonra yazan bir yazar. Yazdıkları ile uzun zaman yaşayacağı belli tiyatro adamı. Aslında dolaylı olarak sinemacı da sayabiliriz. Tiyatro oyunu yazmak ile senaryo yazmak aynı şey değildir. Fakat Dilmen senaryo da yazmıştır, her ne kadar bu gün kadar çekilmiş olmasa bile. 1970’de Yunus Nadi Yarışması’nın senaryo bölümüne katılan Dilmen “Anzavur” adlı çalışması ile birincilik ödülünü Oktay Arayıcı ile paylaşmıştır. (Ama hiç bir oyunu sinemaya uyarlanmadı.) İşte bu, beni Dilmen için yazmaya itiyordu ki, Ergin Orbey’in haberi geldi. Dilmen oyun yazarı idi, Orbey ise, hem oyunlar sahneye koyuyor, hem de oynuyordu. AST gibi bir tiyatroda yönetime de bulaşıp, oyunlar içinde seyirci ile buluştu, kaç kez… (Birçok kez seyretmek keyfini yaşadım.) Sonra sinemada oyunculuk, yönetmenlik, senaryo yazarlığı… Tabi başroller oynamadı ama sinemadaki yan karakterler olmasa başrol oyuncusu ne yapabilir ki (hele bizim sinemamızda).

Sinemada ilk yönetmenliği belki ses getirmedi ama tiyatromuzun vazgeçilmez oyunlarından olan Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz‘ı (1974) sinemaya uyarlayarak hele başrolünde de Halit Akçatepe gibi -ilk (ve tek) başrolü idi- sinemamızın yaşına rağmen hep genç (rollerde) kalabilen bir oyuncusuna vererek… Diğer filmleri de önemli yapıtlar değildi ama sinemamızda bir Ergin Orbey köşesi oluşturuyorlardı. İki Hababam Sınıfı filminde zıvanadan çıkarılan müfettiş rolü ile Yeşilçam -ilgililerinin!- dikkatlerini üzerinde toplayabilmişti. Delisin (1975) filminde başrolleri Akan / Nazır çiftine veriyor ama filmin adını o günlerin popüler Cici Kızlar’ın bir şarkısından (filmde de kullanarak) alıyordu. Bizim Aile (1975) gerçi oyuncuları (Özkul / A. Naşit ) nedeni ile hâlâ televizyonların vazgeçilmezlerinden biri oluyordu. Bütün bunlardan -az sayıda yönetim, senaryo yazımı ve oyunculuk- sonra, sinemada kendine has bir yer ediniyor ama Orbey aslında bir tiyatro adamı. Ufak tefek yapısı, cılız sesi ile sahnelerde devleşen bir oyuncu, sağlam bir yönetmen ve bir (idari anlamda) yönetici… Orbey’in sineması için yazılacak başka şeylerde olabilir, filmleri, oyunculuğu ama öncelikle akla gelebilecek özelliği tiyatrocu kişiliği, sanatçılığı.

(19 Temmuz 2012)

Orhan Ünser

Cheyenne’le Beklenmedik Yolculuk

Olmak İstediğim Yer (This Must Be the Place)
Yönetmen: Paolo Sorrentino
Senaryo: Umberto Contarello-Paolo Sorrentino
Müzik: David Byrne-Will Oldham
Görüntü: Luca Bigazzi
Oyuncular: Sean Penn (Cheyenne), Frances McDormand (Jane), Eve Hewson (Mary), Judd Hirsch (Mordecai), Carry Condon (Rachel), Harry Dean Stanton (Plath), David Byrne (Kendisi), Heinz Lieven (Aloise Lange), Sam Keeley (Desmond), Joyce van Patten (Dorothy), Olwen Fouere (Mary’nin Annesi)
Yapım: Indigo Film-Medusa-Lucky Red (2011)

“Il Divo” filmiyle bilinen İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino, eski rock yıldızının peşine takılarak onun iç ve dış yolculuğunu görselleştiriyor. Sol ruhlu bu filmde Amerika güzelliğiyle büyülüyor.

Film, Dublin’de inzivaya çekilmiş bir zamanların ünlü rock şarkıcısının can sıkıcı günlerini anlatıyor gibi başlarda. Seyircinin zihni, öncelikle Dublin bölümlerinde bir hayli karışıyor. İtfaiyeci Jane’le evli Cheyenne, her gün tekerlekli market arabasıyla alışveriş yapıyor, Mary’yle arada bir Mary’nin annesini ziyaret ediyor. Mary’nin annesi bunamış gibi sanki. Pencerede Tony’nin yolunu gözlüyor. Mary, başlarda Cheyenne’in kızı gibi algılansa da Mary aslında onun hayranı. Kuşak farkı olsa da bu iki insan arkadaş olmuşlar. Cheyenne, 1980’li yılların ünlü rock yıldızı. Depresyon içindeki Cheyenne, 1970’lerde kurulmuş İngiliz The Cure grubunun solisti Robert Smith’ten ilhamla yaratılmış. Cheyenne de Smith gibi yüzüne kadın makyajı yapıyor, gözüne sürme çekiyor. The Cure, “post punk”, “gotik rock” ve “darkwawe” tarzı müzik yapan bir grup. Telefonda babasının ölüm döşeğinde olduğunu öğrenen Cheyenne, uçağa binmekten korktuğu için New York’a gemiyle gidiyor. Bu defa yanında tekerlekli valiziyle. New York’a gittiğinde Cheyenne’in Yahudi olduğu fark ediliyor. Babası ölen Cheyenne, babasının makyaj yaptığı için kendisini sevmediğini düşünmüş hep. Cenaze töreninde hayatına anlam katacak Nazi avcısı Mordecai Midler’ı görüyor. Mordacai, ona Nazilerin Holokost fotoğraflarını gösteriyor. Cheyenne, 1943 yılında babasının Auschwitz Toplama Kampı’ndayken bilmediği bir şeyi öğreniyor. Mordacai’den Nazi subayı Aloise Lange’ye ulaşmak için yardım istiyor. Mordacai, Lange’nin artık yaşlı bir adam olduğunu söylese de küçük bilgilerle Cheyenne, Michigan’a doğru yola çıkıyor zengin bir adamdan ödünç aldığı lüks pikap arabayla. Cheyenne, Lange’nin emekli öğretmen Dorothy’nin sakin evine uğruyor. Sohbetlerinde Lange’nin New Mexico’daki torunu Rachel’in adresini öğreniyor. Rachel, kafetaryada çalışan, tombul oğluyla yaşayan yalnız bir kadın. Rachel ve oğluyla sıcak bir iletişim kuran Cheyenne, Lange’nin nerede ikâmet ettiğini öğreniyor.

İnsanları asla aşağılama…

Kış turizmi olan kasabada, tekerlekli valizi bulmuş Robert Plath’dan Lange’nin evini öğrenen tanacalı Cheyenne, yaşlı Lange’nin gittiğini görüyor, ama Mordacai bir daha karşısına çıkıyor Cheyenne’in. Karların üzerinde ahşap evde saklanmış Lange’yle yüzleşiyor Cheyenne. Nazi subayı Lange, babasını aşağılamış. Cheyenne, onu öldürmek yerine aynı duyguları yaşatıyor Lange’ye. Mordacai’den babasının kendisini hep sevdiğini öğrenen Cheyenne, uçak korkusunu yeniyor ve makyajını siliyor. Bu filmde, bu hikâyenin içinde küçük ayrıntıları keşfedip bir insanın iç ve dış yolculuğuna dahil oluyorsunuz. Filmde, hikâyenin anlattığından daha fazlası var. Filmde insanın yansıyışı ve dönüşümleri yaratıcı bir anlatımla yansıyor sinemaskop perdeye. Cheyenne’in Lange’yle görüştüğü an sinemanın özel anlarından. Rachel’in evinde geçen zamanlar, Dorothy’yle konuşmalar, Plath’la görüşme ve birçok an sinemasal bellekte kalıyor. Ama, en sarsıcı olansa Auschwitz’teki soykırım fotoğrafları. İnsan utanıyor bu vahşeti gördükçe. Görselliğinin de çarpıcı olduğunu belirtmeliyiz bu sol ruhlu yol filminin. Yönetmen, Dublin anlarında, Cheyenne’in yaşadığı kısır döngüyü seyirciye hissettirebilmek için neredeyse yarım saat boyunca benzer anları yansıtıyor. Amerika anlarındaysa kasvet yavaş yavaş dağılıyor ve insana iç huzur veren fotoğraflar kuşatıyor perdeyi. Öncelikle Michigan anlarında. Yeşilin ve gri bulutların buluştuğu fotoğraflar büyüleyici. Amerika’nın ortabatısında, büyük gölleriyle meşhur bu yeşillikler içindeki eyalet, ölmeden önce görülmesi gereken yerlerden. Kanada sınırındaki bu eyaletin vahşi doğası da dünyaya armağan. Detroit’te dünyanın en büyük gettolarından biri var ama. Highland Park denilen banliyöde tarihi binalar ve lojmanlar kaderine terk edilmiş.

1970 Napoli doğumlu yönetmen ve senaryo yazarı Paolo Sorrentino, 1970’lerden itibaren 1990’lara kadar çeşitli dönemlerde beş defa başbakanlık koltuğuna oturmuş, mafyayla ve masonlarla yakın temas içinde olmuş Giulio Andreotti üzerine 2008 yapımı filmi politik sinemada önemli yerde. Yönetmenin, 2004 yapımı “Le Conseguenze dell’Amore-Aşkın Bedeli”.filmi de hatırlanıyor. 2012’de David Donatello Ödülleri’nde altı ödül kazanan 2011 yapımı “This Must Be the Place-Olmak İstediğim Yer”, 2011 yılında Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için yarıştı ama, aynı festivalde “Ekümenik Jüri Ödülü”nü aldı. Elbette Sean Penn. Muhalif ve aktivist oyuncu ve yönetmen Penn, ABD’nin saldırgan dış politikaların karşı hep muhalif oldu. Bir de Harry Dean Stanton var. Bu Amerikalı büyük oyuncu, Hitchcock’un 1956 yapımı kara film tarzındaki siyah-beyaz “The Wrong Man-Lekeli Adam” filmiyle sinemaya giriş yaptı. Wim Wenders’in 1984 yapımı “Paris, Texas” filmindeki Travis hep akıllarda kaldı. Robert Altman’ın 1985 yapımı “Fool for Love-Aşk Delisi” de unutulmamalı. “Olmak İstediğim Yer” filminde U2 grubunun beyni Bono’nun kızı Eve Hewson da Mary’yi oynuyor.

(18 Temmuz 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com