Kategori arşivi: Yazılar

Kırmızı Başlıklı Kız ve Kurtlar

Reha Erdem ülkemiz sinemasının en heyecan verici yaratıcılarından. Geçtiğimiz Berlin Film Şenliği’nde ilk kez görücüye çıkmış son filmi ‘Jîn’, sinemasının tüm erdemlerini taşıyor. Filme adını vermiş onyedi yaşındaki kadın gerilla Jîn, Erdem sinemasının baskıcı düzene başkaldıran küçük kadın karakterlerinin şimdilik sonuncusu. Önce devletten sonra dağdaki örgütten kaçan Jîn, bu anlamda ‘Hayat Var’ın kadın kahramanının uzak akrabası görünümünde. Jîn isminin Kürtçe’de hayat anlamına gelmesi bu açıdan hoş bir raslantı. Hayat’ın İstanbul varoşlarındaki isyanı Jîn’in ülkenin uzak doğusundaki dağlarından yankılanıyor bu kez. Babası çok küçük yaştayken elinden alınmış bu yedi çocuklu yoksul ailenin kızı, öfkesini haykırabildiği dağlarda bulmuş kendisini. Lâkin dağda doğayı ve içinde yaşayan canlıları öğüten acımasız bir savaş sürmekte, o güzelim yaşam bombalar altında yok edilmektedir. Sıcak ana kucağı ve barış özlemiyle evine dönebilmek için terk eder dağları. Ancak yollar tekinsiz, karşısına çıkan insanlar çoğunlukla tehlikelidir.

‘Jîn’ işte bu yaşam arzusuyla dolu gencecik kızın zorlu eve dönüş öyküsü üzerine kurulmuş. Erdem filmle ilgili söyleşilerinde vurguladığı üzere, ülkemizde halen sürmekte olan trajik savaş gerçeğini bir masal formunda anlatmayı seçmiş. Ve hikâyesini ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ masalı üzerine inşa etmiş. Bu filmin politik gücünü ve bölgedeki barış özlemini azaltmıyor gerçi. Yuvasına, nenesine dönmeye çabalayan küçük kızın yolunu kesen türlü engeller ve özellikle cinsel açlıkla saldırganlaşmış sivil erkekler güruhu belki sinemamızda çokça rastlanmış klişelere göz kırpıyor ama film asıl gücünü genç kızın dağdaki serüveninden alıyor. Erdem’in filmine mekân olarak kullandığı Kaz dağları zorunlu koşullar nedeniyle öykünün geçtiği yerler değil elbette ancak tüm hayvanları, yeşili ve sesleri ile saf, bozulmamış doğanın yer aldığı aldığı sahneler bir kez daha büyüleyici ve filmin en etkileyici bölümlerini oluşturuyor. Bunda Florent Herry’nin olağanüstü görüntü çalışması kadar doğanın çığlığını haykıran İzlandalı çellist Hildur Gudnadottir imzalı bestelerin katkısını da vurgulamadan geçmeyelim. Erdem’in muhtemelen bu yıl içinde ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ isimli bir ikinci filmi daha gösterime giriyor. Merakla bekliyoruz.

(16 Mart 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Festival Jüri Üyesinden Kadınlar Üzerine

32. İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma jüri üyelerinden Malgoska Szumowska’nın geçtiğimiz yıl festival programında da yer almış sondan bir önceki filmi Kadınlar / Elles ticari gösterimini sürdürüyor. Başta Wajda olmak üzere Polonya sinemasının büyük ustalarını yetiştirmiş Lodz Sinema Okulu mezunu Szumowska’nın filmi 2012 Berlin Panorama’nın açılışında ilk kez görücüye çıkmış. Fransız sinemasının ikonlarından Juliette Binoche’un canlandırdığı ana karakter Parisli Anne, kadın dergilerine makaleler yazan kırklı yaşlarda iki çocuk sahibi bir araştırmacı gazeteci. Hazırlamakta olduğu dosya ise eskort öğrenci kızlar üzerine. Anne’ın biri Fransız diğeri Polonyalı iki öğrenci kız ile yaptığı röportajlarla şekillenen araştırma süreci genç kadının ahlak, özgürlük gibi kavramları yeniden gözden geçireceği farklı bir dünya ile tanışmasını sağlıyor. Ve fahişelik yapan başına buyruk iki genç kız ile ilişkileri Anne’ın para, aile, cinsellik hakkındaki dört köşeli inançlarını sorgulamasına yol açıyor.

1973 doğumlu Polonyalı yönetmen, çağımızın toplumsal fenomenlerinden biri haline gelmiş öğrenci fahişeliğine soğukkanlı bir şekilde yaklaşmış. Çoğunluğu babaları yaşında olan adamlarla ilişkiye giren alt sınıfa mensup genç kızların bu yolla para ve özgürlük arayışlarını hiçbir yargıda bulunmadan, cinema verite tarzında bir yaklaşımla incelemiş. Gündüz güzellerinin öncüllerine kıyasla çok daha cüretkâr seks fantezileri ve Anne’ın günlük rutin ev işlerini koşut kurguyla aktarma yoluyla farklı kadın yaşamlarının karşıtlığını vurgulamış, farklı özlemlerin altını çizmiş. Bu arada kadın dostluğu ve dayanışması üzerine ilginç anlar yakalamış.

Szumowska filmlerini sansasyonel konular üzerine inşa etmeyi seviyor. Önümüzdeki günlerde İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek olan yeni filmi bu kez erkek karakterler üzerine odaklanmış. Geçtiğimiz ay Berlin Film Şenliği’nde ilk kez gösterildikten sonra din ve cinsellik tartışmalarının odağına yerleşen …Adına / W Imie, Polonya kırsalında bir rahibin genç bir delikanlıyla kurduğu yakınlık ve cinselliğinin sorgulanması üzerine. Filmi izlemek ve gösterim sonrası Szumowska ile söyleşmek isteyen sinemaseverler kaçırmasın.

(15 Mart 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Muhteşem Gatsby, DiCaprio’ya Oscar Ödülünü Kazandırabilir

İkisi de Nicole Kidman’lı Moulin Rouge ve Avustralya’nın dahi yönetmeni Baz Luhrmann 127 milyon dolarlık yapım bütçeli yeni prodüksiyonu The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby’le dönüyor…

Hem üç boyutlu, hem de 35 milimetre kopyalarıyla gösterime sunulacak olan The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby’yi 17 Mayıs 2013 Cuma gününden başlayarak Türkiye sinemalarında izleyebileceğiz.

The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby’nin dünya sinemalarındaki ilk gösterim tarihi 25 Aralık 2012’ydi. DiCaprio’nun başrolünde olduğu diğer film, 100 milyon dolar bütçeli Django Unchained-Zincirsiz’le aynı günlerde gösterimde olmamak için The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby’nin gösterim tarihi 17 Mayıs 2013’e ertelendi.

The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby, 15 Mayıs 2013 Çarşamba günü 66. Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olarak gösterilecek. Yönetmenin Strictly Ballroom (1992) ve Moulin Rouge (2001) adlı filmleri de ilk kez Cannes Film Festivali’nde gün ışığına çıkmıştı.

The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby aynı zamanda Cannes Film Festivali’nde açılış filmi onurunu elde eden ikinci üç boyutlu film olacak. Daha önce 2009’da Up-Yukarı Bak adlı üç boyutlu film Cannes’ın açılış filmi olarak seçilmişti.

Daha önce What’s Eating Gilbert Grape (1993), The Aviator (2004), Blood Diamond-Kanlı Elmas (2006) ile Oscar adaylığı kazanan oyuncu Leonardo DiCaprio, The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby’de başrolde… Dünya sinemalarında 2 milyar 185 milyon dolar hasılat elde eden Titanic’in de baş oyuncularından biri olan DiCaprio’ya Muhteşem Gatsby ilk Oscar ödülünü kazandırabilir.

1925 yılında ilk kez okurlara sunulan aynı adlı edebiyat şaheserinin (yazarı: Francis Scott Fitzgerald) bu 2013 tarihli en yeni uyarlaması da unutamadığı gençlik aşkına karşı duyduğu saplantılı (takıntılı da denebilir) tutkusunu hiç kaybetmeyen son derece varlıklı adam Jay Gatsby’nin (Leonardo DiCaprio canlandırıyor) sarsıcı ve muhteşem öyküsünü konu alıyor.

Carey Mulligan, Tobey Maguire, Joel Edgerton, Isla Fisher ve Jason Clarke The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby’nin diğer baş rol oyuncuları… Filmin müzikleri Jack White ile Jay-Z imzasını taşıyor.

Muhteşem Gatsbynin Yazarı

The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby’nin yazarı Francis Scott Fitzgerald (1896 doğumlu) 24 Ekim 1929’da başlayan dünya ekonomik bunalımının tüm acılarını ve yol açtığı felâketleri yaşadıktan sonra çok genç yaşta ve dünya edebiyatının ölümsüzleri arasına katıldığını göremeden, Avrupanın Nazi Almanyasının işgâli altında olduğu, İngiltere’nin bile Nazi çizmeleri altında ezilmesinin beklendiği Aralık 1940’ta vefat etti.

1974’ün Muhteşem Gatsby’si

2013’ün The Great Gatsby-Muhteşem Gatsby’sinin, 1974’ün Robert Redford ve Mia Farrow’lu filminin (39 yıl önceki The Great Gatsby) çok çok üzerinde olduğu söyleniyor… 1974’ün Muhteşem Gatsby’sinin senaryosunu beş Oscar ödülü kazanmış olan Francis Ford Coppola yazmıştı.

04 Şubat 1974 tarihli Newsweek Dergisi, The Great Gatsby Kuzey Amerika sinemalarında gösterime girmeden hemen önce o dönemde meslekdaşları arasında zirvede olan Robert Redford’un bu filmdeki giysileriyle çekilmiş bir fotoğraf karesini The Great Redford başlığıyla kapak yapmıştı.

(15 Mart 2013)

Hakan Sonok

hakansonok.sonok1@gmail.com

Avrupa’da Fuhuşa Düşen Genç Kızlar

Kadınlar (Elles)
Yönetmen: Malgorzata Szumowska
Senaryo: Tine Byrckel-Malgorzata Szumowska
Müzik: Pawel Mykietyn
Görüntü: Michal Englert
Oyuncular: Juliette Binoche (Anne), Anaïs Demoustier (Charlotte), Joanna Kulig (Alicja), Louis-Do de Lencquesaing (Patrick), Ali Marhyar (Said), Jean-Marie Binoche (Anne’ın Babası), François Civil (Florent), Pablo Beugnet (Stéphane), Krystyna Janda (Alicja’nın Annesi)
Yapım: Fransa-Polonya-Almanya (2011)

Polonyalı kadın yönetmen Malgoska Szumowska’nın “Kadınlar” film, Charlotte ve Alicja’nın hikâyeleriyle Avrupa’daki korkunç fuhuş dünyasına kamera çeviriyor. Röportaj tekniğinin kullanıldığı film, görsel olarak da etkileyici.

Film, sevişme sahnesiyle açılıyor. Üniversitede okuyan kimi kızlar, yüksek harçları ödeyebilmek için fuhuşun içine düşüyorlar. Anne, moda ve kadın dergisi Elle’de çalışan bir gazeteci. O da bir kadın. Evli ve çocukları var. Delikanlı Florent ve küçük Stéphane. Kocası da Patrick Çocukları dağınık. Her evde olanlar işte. Anne, araştırmasını sürdürürken eviyle de uğraşması gerekiyor. Ortalığı toparlamak, temizlemek vs. O ilgilenmese buzdolabı bile boş kalıyor. Evdeki üç erkekle başa çıkmak kolay değil tabii ki. Orası Paris de olsa kadın kadındır. İşte de erkekler çekilmiyor elbette. Tuvalette klozet kapağını kaldırmadan, hatta kapıyı örtmeden ayakta işini gören erkekler her daim bencil olacak. Kadınlar, eş ve anne… Tüm bunlar, feminist gözlemle yansıyor perdeye. 1973 doğumlu Polonyalı kadın yönetmen Malgorzata Szumowska (Malgorata Şumoska diye okunuyor), 2011 yapımı “Elles-Kadınlar” filmiyle Avrupa’daki fuhuş dünyasına, üniversitede okuyan kız öğrencilere ve bu işe düşürülmüş genç kızlara bakıyor. Harçların yüksek olması, fuhuş piyasasında olayları değiştirmiş Avrupa’da. Anne, önce Charlotte’la buluşuyor ve onunla röportajını gerçekleştiriyor. Anne, onun duygularını anlamaya çalışıyor. Charlotte, yaptığı işten keyif mi alıyor? Charlotte, ailesiyle kalıyor. Kamera, metrodaki Polonyalı göçmen Alicja’nın peşine takılıyor sonra. Alicja’nın da ailesi var. Anne, kızlarla görüşmesini sürdürürken, kızlar da işlerine devam ediyorlar. Anne, Charlotte ve Alicja’ya hikâyelerini anlattırarak, fuhuş dünyasının cehennemin yansıtıyor. Elbette tam anlamıyla içeriden bilmiyor her şeyi. Dizüstü bilgisayarından porno sitelerinden o alemi kavramaya da çalışıyor Anne. Kamera oradan Charlotte’un işine geçiyor. Charlotte yatakta erkeği mutlu ediyor o sırada. Charlotte’un sevişmesi sürerken fonda da Beethoven’ın “7. Senfoni”si duyulmaya başlıyor. Kamera oradan evde yalnız olan Anne’ın mutlu anına geçiyor. Anne sonra kendine beyaz şarap keyfi yaşamak istiyor. Şarap şişesini açmak Paris’te de zor olduğunu da anlıyorsunuz. Hatta Paris’te de sigara izmaritini balkondan aşağı atmanın normal olduğunu da keşfediyorsunuz. Anne’ın yemeği yapması ortalığı temizlemesi derken, çocuklarla koca da pek az görünüyorlar ortalıkta. Seyircinin de aklına pek gelmiyorlar zaten. İnsan, Anne gibi bir eş bulunca mutluluk cennetindeymiş gibi hisseder kendini herhalde. Anne, mutfakta deniz tarağı temizlerken de fonda Vivaldi’nin “Gloria” ilâhisi duyuluyor. Kamera oradan Charlotte’un olduğu yere geçiyor. Charlotte, erkeğin fantazilerini gerçekleştiriyor o anda. Anne da yalnızlığını hissettiği anda kendi kendini tatmin etmeye başlıyor. Midye onu baştan çıkartıyor. Bu sahne sinema tarihine geçebilir. Anne, mutsuzluğunu fark ediyor. Kocası hep yorgun. Büyük oğlan başına buyruk. Başka bir anda Alicja’nın annesi habersizce eve geldiğinde kızının seks oyuncaklarını bulduğunda kızının buralarda neler yaptığını tahmin ediyor. Ne yapabilir ki? Filmin son sahnesinin çok sıcak olduğunu da belirtelim.

Sarsıcı film…

Yönetmen Szumowska, gerçekten Avrupa’daki fuhuşa derinden bakıyor “Kadınlar” filminde. Özellikle geç kızların bazıları okumak için bu sektöre yöneliyorlar, bazıları da keyif aldıkları için. Dünyanın en eski mesleği denilen seks işçiliğinde kırmızı fener hep yanacak. Anaïs Demoustier ve Joanna Kulig, içinde olması zor sahnelerde rahat oyunculuk göstermişler. 1987’de Fransa’nın Lille şehrinde doğmuş Demoustier, Haneke ustanın distopik mahşer sonrası filmi 2003 yapımı sinemaskop “Le Temps du Loup-Kurdun Günü” filminden biliniyor. 1982 Polonya doğumlu Kulig de, Pawel Pawlikowski’nin 2011 yapımı “La femme du Vème-Gizemli Kadın” filminde Ania’yı canlandırmıştı. Yatak sahnelerinde de epey cesurlar. Filmdeki yatak sahneleri gerçek anlamıyla cesurca. Porno sınırların zorluyor. Anne’ın duş yaptığı sahne de Hitchcock’u yad ettirdi. Duş sahneleri daima Hitchcock’u hatırlatacak. Anne’ın duş aldığı sahne az da olsa insanı Hitchcock’un 1960 yapımı siyah-beyaz “Psycho-Sapık” filmine götürdü. Elbette yönetmen Szumowska’nın filmindeki duşlu sahnede çığlıklı şiddet yok elbette. Filmde, Juliette Binoche’un tiyatro yönetmeni ve heykeltıraş babası Jean-Marie Binoche da oynuyor. Anne’ın hastanede masaj yaptığı yaşlı adam Mösyö Binoche. Sinemaskop çekilmiş “Kadınlar” filminin mekânları da Paris’ten. Filmin estetiği de iyi. Kamerayla üstten bakışlar ve “steadicam” çekimler estetikti. Yönetmen Szumowska, son filmi 2013 yapımı “W imie…” (Adına) filmiyle 63. Berlinale’de “Altın Ayı” için yarışmıştı.

(14 Mart 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Festivalde Kaçırılmaması Gereken Filmler

32. İstanbul Film Festivali’nin programı açıklandı. 30 Mart – 14 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan geleneksel bahar şenliğimiz, bu yıl yine 200’ü aşkın filmden oluşan heyecan verici bir seçkiyi içeriyor. Daha da kalınlaşmış program kitapçığına festival sinemalarından (Beyoğlu Atlas, Beyoğlu Beyoğlu, Ortaköy Feriye, Nişantaşı Citylife, Kadıköy Rexx) ulaşabilirsiniz.

Festival bu yıl yalnızca film gösterileriyle değil, Carlos Reygadas, Danis Tanovic, Peter Weir, Costa-Gavras, Bille August gibi ustaların sinema dersleri, deneysel sinema, belgeseller ve kitle fonlaması üzerine önemli söyleşilerle de öne çıkıyor. Yine festival kapsamında yer alan ve Türkiye sineması için çok değerli katkıları olduğunu düşündüğüm ‘Köprüde Buluşmalar’ın bu yıl beşincisi düzenleniyor. ‘Film Geliştirme’, ‘Yapım Aşaması’ atölyeleri ve panelleriyle ülkemiz genç sinemacıları tarafından değerlendirilmesi gereken çok değerli bir etkinlik bu.

Festival biletleri 16 Mart Cumartesi gününden itibaren Atlas, Beyoğlu, Rexx Sinemaları ve Biletix aracılığıyla satışa sunuluyor. Festival üzerine bu ilk yazımda, uzun kuyruklar öncesinde seçimlerinize katkıda bulunacağını umduğum, kişisel kaçırılmaması gereken filmler listemi sunmak istiyorum.

Ağırlıklı olarak ticari sinemalarda gösterilmeyecek ya da geniş gösterim şansı bulamayacak yapıtları içeren seçkim şu filmlerden oluşmaktadır.

1- SİSLERİN İÇİNDE (V Tumane):

30. İstanbul Film Festivali’ndeki gözde filmim ‘Mutluluğum (Schastye Moe)’nin yönetmeni Sergei Loznitsa’nın geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali yarışmalı bölümünde yer almış ve Uluslararası Eleştirmenler Birliği Fipresci ödülünü kazanmış ikinci filmi. İlk filminde ülkesi özelinde insanlığın genel durumu üzerine kapkaranlık, umutsuz bir tablo çizmiş olan Ukraynalı yönetmenin son yapıtı, İkinci Dünya Savaşı yıllarında barbarlık ve insanlık onuru üzerine.

2- CAMILLE CLAUDEL 1915:

Festival vasıtasıyla farklı sinemasını tanıma şansı bulduğumuz Fransız yönetmen Bruno Dumont’un geçtiğimiz ay son Berlin şenliğinde gösterilmiş, gelmiş geçmiş en yetenekli kadın heykeltraşlardan Camille Claudel’in akıl hastanesi yıllarındaki içsel karmaşası üzerine son filmi, Juliette Binoche’un kompozisyonuyla da dikkat çekiyor.

3- KARANLIKTAN AYDINLIĞA (Post Tenebras Lux):

Bu yıl festivale katılarak bir sinema dersi de verecek olan çağdaş sinemanın en önemli görsel ustalarından Carlos Reygadas’ın geçtiğimiz yıl Cannes şenliğinde en iyi yönetmen ödülünü almış son filmi. Kolay kolay kelimelere sığmayan, izleyiciyi ve eleştirmenleri ikiye bölmüş bu yenilikçi deneme, yönetmenin dört uzun, iki kısa metrajlı filmden oluşan tüm eserlerinin yer aldığı bir toplu gösteri kapsamında sunulmakta. Reygadas’ın sinemasını yeniden değerlendirmek isteyenler bu fırsatı kaçırmasın.

4- GOLTZIUS VE PELİKAN KUMPANYASI (Goltzius and the Pelican Company):

Seksenli yıllardan itibaren yine festival sayesinde filmleriyle tanıştığımız yenilikçi İngiliz düşünür Peter Greenaway’in seks, din ve sanatın iç içe geçtiği üç katmanlı bir film olarak takdim edilen ve muhtemelen yine tartışmalar yaratacak kapalı kutu son filmi.

5- ÇOCUK POZU (Pozitia Copilului):

‘Şeref Madalyası / Medalia de Onoare (2009)’ isimli bir önceki filmini festivalde izlemiş olduğumuz Calin Peter Netzer’in geçtiğimiz ay Berlin şenliğinde en iyi film seçilmiş son yapıtı. Yükselen Romanya sinemasının en taze örneklerinden.

6- HENÜZ BİR ŞEY GÖRMEDİNİZ (Vous N’Avez Encore Rien Vu):

Dünya sinemasının yaşsız ustalarından (geçen yıl doksanı devirdi) Fransız Alain Resnais geçtiğimiz yıl Cannes şenliğinde övgüyle karşılanan son filminde, sadık oyuncu kadrosuyla birlikte kurmaca ile gerçeği, yaşam ile tiyatroyu harmanlıyor bir kez daha.

7- PERDE (Pardé):

İran’ın baskı gören ve film yapması yasaklanan usta sinemacısı Cafer Panahi’nin gizlice çektiği ve ilk kez gösterildiği son Berlin şenliğinde en iyi senaryo ödülünü almış son yapıtı. Sinemanın neden vazgeçilmez olduğu üzerine çarpıcı bir deneme.

8- BİR HURDACININ HAYATI (Epizoda U Zivotu Beraca Zeljeza):

‘Tarafsız Bölge / No Man’s Land (2001)’in Bosna Hersekli yönetmeni Danis Tanovic’in yine son Berlin şenliğinden en iyi erkek oyuncu ve jüri özel ödülleriyle dönmüş yeni filmi, Roman toplumu özelinde azınlıkların maruz kaldıkları ayrımcılık üzerine.

9- ÇATIŞMADAN SONRA (Baad El Mawkeaa):

Mısırlı Yousry Nasrallah’ın 2012 Cannes şenliğinde yarışmış filmi Arap devrimine içerden bir bakış. Tahrir sokaklarının değişim mücadelesini bir aşk hikâyesi üzerinden anlatmış.

10- ’45 RUHU (The Spirit of ’45):

Ken Loach’un ‘Meleklerin Payı / Angel’s Share’in ardından çektiği bu belgesel, arşiv görüntüleri, ses kayıtları ve taze röportajların desteğiyle savaş yıllarında İngiltere’yi canlı tutmuş birlik ve dayanışma ruhunun benzersiz bir incelemesi.

11- CENNET ÜÇLEMESİ (PARADIES: LIEBE / GLAUBE / HOFFNUNG):

Festivalin sinemaseverlere tanıtmış olduğu ‘Import / Export (2007)’ yönetmeni Avusturyalı usta Ulrich Seidl’ın üç filmden oluşan ‘Cennet Üçlemesi’, aynı aileden üç kadının ayrı ayrı çıktıkları üç farklı tatilde aşk, inanç ve umut arayışları üzerine kurulmuş.

12- METİN ERKSAN’DAN 5 HİKAYE:

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz ülkemiz sinemasının önemli düşünür yönetmenlerinden Erksan’ın 1975 yılında TRT için çektiği, beş hikâyecimizin (Sait Faik Abasıyanık, Kenan Hulusi Koray, Sabahattin Ali, Samet Ağaoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar) kısa öykülerinden yola çıkmış orta metrajlı filmleri televizyonda ilk gösterildiğinde tartışmalar yaratmıştı. Pera Müzesi’ndeki gösterimler, Erksan’ın bu zor görülür filmlerini daha önce izlemeyenler ve bu çarpıcı seriyi yeniden değerlendirmek isteyenler için önemli bir fırsat.

Bu sınırlı seçki dışında, sayısız ilginç filmle dolu bir program sunuyor festival. Fransız usta Claude Miller’ın ölümünden sonra ilk kez 2012 Cannes şenliğinde kapanış filmi olarak gösterilmiş François Mauriac uyarlaması ‘Bir Kadının Gözyaşı / Thérèse Desqueyroux’; François Ozon’dan ‘Başka Bir Hayat / Dans La Maison’; Olivier Assayas’dan ‘Aşk Kokusu / Apres Mai’; Meksika’lı yönetmen Michel Franco’nun Cannes ödüllü ‘Lucia’dan Sonra / Después de Lucia’sı; Çinli Lou Ye’nin ‘Gizem / Mystery’si; Peter Brosens ve Jessica Woodworth ikilisinin Venedik Genç Sinema ödüllü ‘Beşinci Mevsim / La Cinquième Saison’u; Güney Koreli Jeon Kyu-Hwan’dan ‘Yük / Mu-Ge’; başta Aslı Özge’nin ‘Hayatboyu’, Mahmut Fazıl Coşkun’un ‘Yozgat Blues’u olmak üzere Türkiye sinemasının en yeni örnekleri hep keşfedilmeyi bekleyen çağdaş sinemanın son örneklerinden.

Tüm sinemaseverlere iyi seçimler, heyecan verici keşifler şimdiden.

(10 Mart 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Sefiller ya da Müzikali Beyazperdede İzleme Deneyimi

Hollywood’u Hollywood yapan biraz da müzikallerdir. Sesli sinemaya geçiş yıllarında sinema endüstrisinin itici gücü olan tür, stüdyo sisteminin çözülmeye başladığı 50’li yıllardaki irtifa kaybına rağmen, renkli televizyonla rekabetin hızlandığı 60’lı yıllarda Amerikan sinemasının kurtarıcısı olmuştur. Bu dönemde ‘Batı Yakasının Hikayesi / West Side Story’ (1961), ‘Benim Tatlı Meleğim / My Fair Lady’ (1964), ‘Neşeli Günler / The Sound of Music’ (1965), ‘Oliver’ (1968) gibi müzikâl uyarlamaları en iyi film dahil birçok dalda Oscar ödülleriyle desteklenmiş, geniş kitleler tarafından beğeniyle izlenen bu filmler endüstrinin uluslararası pazardaki konumunu güçlendirmiştir.

Çağımızda müzikâller özellikle NewYork ve Londra gibi metropollerin eğlence endüstrisinde önemli bir yer tutmakta. Halen Broadway ya da West End’de haftanın bir günü dışında perdelerini açan tiyatro salonlarında sahnelenen müzikâller, ya da daha doğru deyimiyle müzikâl şovlar, yerel pazar haricinde çok kârlı bir turistik etkinlik haline gelmiş durumda. Bu hafta sinema uyarlaması bizde de gösterime giren ‘Sefiller’ ya da İngilizce versiyonunda da aynen korunmuş özgün Fransızca adıyla ‘Les Misérables’, -‘Operadaki Hayalet / The Phantom Of The Opera’ ile birlikte- bu şovların en çok ilgi görenlerinden.

Fransız yazar Victor Hugo’nun 14 yılda tamamladığı bilinen, dünyayı değiştirecek olan 1789 devrimi sonrası -1815’lerden 1830’lu yıllara uzanan- kargaşa ve baskı dönemi fonunda aşk, ihanet, fedakârlık, onur mücadelesi benzeri temalarıyla geniş kitleleri büyülemiş ünlü klâsiği, içerdiği güçlü melodram unsurlarının da etkisiyle başlangıcından günümüze sinemanın ilgi alanında olmuş ve -bizdeki 1967 yapımı Zafer Davutoğlu uyarlaması dahil- birçok kez beyazperdeye aktarılmıştır. Sefiller’in müzikâl macerası ise 80’li yılların başında Fransa’da başlar. Alain Boubil ve Jean Marc Natel’in librettosu, Claude-Michel Schönberg’in müzikleriyle ilk kez 1980’de Paris’in ünlü gösteri ve şov merkezi ‘Palais des Sports’da sergilenir. Daha sonra, aynı yılların bir diğer çok sahnelenmiş müzikâli Cats’in de yapımcısı olan Cameron Mackintosh’un dikkatini çeken eser, Herbert Kretzmer’in İngilizce sözleriyle ilk kez 1985 yılında Londra Barbican Center’da sahnelenir. Bir edebiyat şaheserinin müzikâl uyarlaması eleştirmenlerce önce yadırganır, ancak güçlü ezgiler ve büyük seyirci ilgisi bu West End yapımının rekor izleyici sayısıyla günümüze kadar aralıksız sahnelenmesini sağlar. 1987 yılında NewYork ayağını başlatan müzikâl, Broadway sahnelerini de fethetmiş, tam 16 yıl aralıksız sahnelenmiştir.

Başlangıcından günümüze 28 yıl boyunca, 42 ülkede 22 dilde 65 milyondan fazla seyirciye ulaşmış olan ünlü müzikâl şov sonunda sinemanın gündemine gelmiş bulunuyor. İki yıl önce ‘Zoraki Kral / The King’s Speech’ ile Oscar, Bafta ve César gibi etkin endüstri ödülleriyle taltif edilen Tom Hooper, Hollywood’un kendisine açmış olduğu krediden temkinli bir yararlanma yolu seçmiş ve sahnede çok tutmuş bu garantili projeyi hayata geçirmiş. Hollywood’un 60’lı yıllardaki görkemli müzikâl uyarlamalarını hatırlatan, belki biraz eski usul ancak hayli nostaljik birebir bir uyarlama bu. Tarihsel fonu canlandırmada başarılı. Set tasarımı, makyaj gibi teknik dallarda kusursuz. Diyalogların olmadığı yapımda kuşkusuz egemen olan müzik. Hooper bunun bilincinde olarak eserin güzelim solo şarkılarında ağırlıklı olarak yakın plân kullanmış. Oyuncular müzikâl yeteneğe sahip ünlü starlar arasından seçilmiş ve şarkılar çekimler sırasında canlı olarak kaydedilmiş. Müzik ve dans becerisine 2009 yılında sunucusu da olduğu Oscar törenlerinde şahit olduğumuz Hugh Jackman’ın ‘Jean Valjean’ kompozisyonunda parladığı filmden en kârlı çıkan ise Anne Hathaway. İngiliz yönetmen, talihsiz ‘Fantine’in dokunaklı şarkısı ‘Bir Düş Düşledim / I Dreamed A Dream’i 3,5 dakikalık tek plân olarak çekmiş. Bu etkileyici plân sekans ve güçlü yorumuyla Hathaway bu yılın tüm önemli ödül listelerine girmiş durumda. Solo performanslarda genç yıldızlar da çok başarılı. Şahsi favorim ise Eponine’de mezzo soprano Samantha Barks’ın ‘Kendi Başıma / On My Own’ yorumu.

‘Sefiller’ özellikle müzikseverler için kaçırılmayacak bir film. Ancak sinemanın tüm gelişmiş olanaklarına rağmen sahne şovunun görkemini tam olarak yansıtamayan bir deneme. Yolunuz Londra’ya düşerse müzikâl halen Queen Theatre’da sahnelenmeye devam ediyor. 2014 yılından itibaren de Broadway Schubert Theatre’da yeniden sahne alıyor.

(02 Mart 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

2. Atıf Yılmaz Kısa Film Yarışması

Sinemamızın usta yönetmeni Atıf Yılmaz, Mersin’de bir kez daha anılıyor. Forum Mersin AVM tarafından geçtiğimiz yıl ilki düzenlenen Atıf Yılmaz Kısa Film Yarışması bu yıl da devam edecek. Amatör ve profesyonel tüm sinemacıların katılımına açık olan kısa film yarışmasında serbest konu ve kurmaca dalında eserler bekleniyor. 01 Ocak 2012 tarihi itibariyle yapımı tamamlanmış kısa filmlerin yapılacak değerlendirmeye alınacağı yarışmada, eserlerin başka bir kısa film yarışmasına katılmış olması bu yarışmaya katılımında engel teşkil etmiyor, ancak eserlerin daha önce ödül veya derecelendirme almamış olması gerekiyor. Yarışmaya son başvuru tarihi 05 Nisan.

2. Atıf Yılmaz Kısa Film Yarışması yazısına devam et

Alt Bant: Oscarlar Sahiplerini Buldu! Hollywood Yine Kendisi Pişirip Kendisi Yedi!

Sinema dünyasının en prestijli ödüllerinden biri olarak kabul edilen ama aslında bir nevi Hollywood camiasının kendisinin pişirip kendisinin yediği Akademi Ödülleri sahiplerini buldu sevgili sinemaseverler.

Gecenin beklenmedik sonuçlarına geçmeden önce, gelin birlikte kırmızı halıda şöyle bir yürüyelim.

Aynı zamanda bir gövde gösterisi olan kırmızı halı seremonisinde film yıldızları da gecenin en şık kadını olabilmek için adeta birbirleriyle yarıştı.

Geçelim gecenin kazananlarına; yılın en iyi animasyonu Disney’in ilk kadın kahramanı Merida’nın öyküsünü anlatan “Cesur” Oscar’ın sahibi oldu.

En İyi Şarkı Oscar’ıysa beklediği gibi Skyfall ile İngiliz şarkıcı Adele’in oldu…

Günümüzün en yaratıcı yönetmenlerinden Quentin Tarantino’nun köleliği farklı bir bakış açısıyla anlattığı filmi Zincirsiz de beklediği gibi En İyi Orijinal Senaryo Ödülü’nü kimselere kaptırmadı. Zincirsiz’e bir Oscar da En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu kategorisinden bölümün favorisi Christoph Waltz’a geldi…

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar’ıysa beklenen bir isme, Sefiller filmindeki kısa ama etkili performansıyla akıllara kazınan Anne Hathaway’e verildi. En İyi Makyaj ve Saç ile En İyi Ses Miksajı Oscarları da dahil olmak üzere toplamda 3 ödülün sahibi olan Sefiller ekibi törende filmdeki performanslarının bir bölümünü sahneledi. Fransız Devrimi’nin hemen öncesinde ülkede yaşananları müzikal türde perdeye yansıtan Sefiller bu hafta sonu Türkiye sinemalarında da vizyonda! İlgilenen sinemaseverlere duyurulur.

En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde de sürpriz olmadı. Amerika Birleşik Devletleri’nin efsane başkanı Abraham Lincoln’ü canlandıran Daniel Day Lewis Oscar’ı kimselere kaptırmadı. Bize sorarsanız The Master filmindeki olağanüstü performansıyla takdirimizi kazanan Joaquin Phoenix’e hem yazık hem de haksızlık oldu. 12 daldaki adaylığıyla bu yılın favorisi Lincoln, En İyi Yapım Tasarımı ödülüyle birlikte 2 Oscar’la yetinmek zorunda kaldı.

Gecenin ilk sürprizi En İyi Kadın Oyuncu kategorisinden geldi. Umut Işığım filmindeki oyunuyla henüz 22 yaşındaki genç aktirist Jennifer Lawrence heykelciğin sahibi oldu. Artık kimlerin ahını aldı kimlerin gözü kaldı bilinmez ama Lawrence’in düşüşü Oscar tarihinin en talihsiz anlarından biri olarak kayıtlara geçti. Kimbilir belki de Oscar Haneke’nin Aşk’ındaki oyununu büyük bir hayranlıkla izlediğimiz 85 yaşındaki çınar Emanuella Riva’ya gitmek istemişti.

Bir diğer sürpriz de En İyi Yönetmen kategorisinden geldi. Heykelcik için adı belki de en az telâffuz edilen isimlerden bir tanesi olan Tayvanlı yönetmen Ang Lee, Brokeback Dağı’nın ardından Pi’nin Yaşamı ile ikinci kez aynı ödülün sahibi oldu. Türkiyeli sinemaseverler tarafından da büyük bir beğeniyle izlenen Pi’nin Yaşamı aynı zamanda En İyi Görsel Efekt ve En İyi Görüntü Yönetimi ödülleriyle birlikte 3 dalda Oscar kazandı.

Gelelim gecenin en iyi filmlerine; Yabancı Dil En İyi Film Ödülü, bizce de hiç şüphesiz yılın En İyi’si, Avusturya’lı usta yönetmen Haneke’nin Aşk’ının oldu…

Ve En İyi Film Oscar’ı ise yönetmen kategorisinde aday olmadığı halde Ben Affleck’in yönettiği, İran Devrimi sırasında rehin kalan bir grup Amerikalıyı Hollywoodvari bir yönetmenle kurtarma mücadelesini anlatan Operasyon: Argo filminin oldu. En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Kurgu ödülleri de dahil olmak üzere 3 Oscar kazanan Operasyon Argo’ya karşı İran’ın tepkisi ise sert oldu. Tarihi çarptıranlara ödül verdiler diyen İran bu günlerde Argo’ya karşı kendi filmlerini çekmeye hazırlanıyor.

(28 Şubat 2013)

Gizem Ertürk

Cinsellik Herkesin Hakkı

12. İf Bağımsız Filmler Festivali programında yer alan Sundance ödüllü Amerikan yapımı ‘Aşk Seansları / The Sessions’ sıcağı sıcağına ticari gösterimde. Televizyon dizileriyle tanınmış senaryo yazarı ve yönetmen Ben Lewin’in filmi, ana karakter Mark O’Brien’ın gerçek hayat hikâyesinden, yazarın özürlüler ve cinsellik üzerine ‘On Seeing a Sex Surrogate’ isimli makalesinden esinlenmiş. Gazeteci ve şair O’Brien henüz altı yaşındayken geçirmiş olduğu çocuk felci nedeniyle kısa sayılabilecek ömrünün -50 yaşında ölmüş- önemli bölümünü demirden bir yaşam ünitesi içerisinde geçirmiş, ancak bu onun eğitim hayatını engellememiş. Motorlu taşıtı ve nefes alma aygıtının yardımıyla ‘UC (Kaliforniya Üniversitesi), Berkeley’de İngiliz Edebiyatı bölümüne devam etmiş, cesaret ve azimle engellerin aşılabileceğinin önemli simgelerinden biri olmuş.

Filmin hikâyesi O’Brien’ın otuzlu yaşlarının son yılları üzerine kurulu. Kahramanımız o güne kadar karşı cinsle bir ilişki yaşamamış. Fiziksel engeline ilâveten koyu Katolik ailesinin dayattığı dinsel dogmalar onu cinsellikten uzak tutmuş. Ancak tam anlamıyla felçli olmayan, sadece kasları iyi çalışmayan genç adamın cinsel fonksiyonları yerindedir. Bu dünyadan bakir olarak göçüp gitmek istemez. Konuyu bağlı bulunduğu kilisenin rahibine (harika William H. Macy) açar. Açık görüşlü din adamı, elindeki tek şeyin hayat ve ölüme ilişkin muğlak fikirler olduğunun samimi itirafından sonra duygularını paylaşmak üzere O’Brien’ı bir seks terapistine yönlendirir. Tanrı’nın elçisinin onayını alan genç adam hayatının serüvenini yaşamaya hazırdır artık.

Mark O’Brien ile benzer bir kaderi paylaşmış, onun gibi küçük yaşlarda çocuk felcine yakalanmış ve ömür boyu koltuk değneklerine mahkûm olmuş yönetmen Lewin, başka birinin elinde kolaylıkla ucuz bir seks komedisine dönüşecek hikâyesinden çok sıcak, duygusal, o ölçüde de özgürlükçü bir film çıkarmış. Cinselliği, cinsel ilişkiyi bir tabu olmaktan çıkararak, doğanın bir armağanı, bir yaşam sevinci olarak sunmasını bilmiş. ‘Tanrı’nın bizler için şekillendirmiş olduğu bedenimizden utanmayalım’ mesajını çok iyi vurgulamış. Bunu yaparken de iki parlak oyuncusundan ustaca yararlanmış. Özlediğimiz Helen Hunt yıllara meydan okuyan çekiciliğiyle Oscar adayı seks terapisti -ya da daha doğru bir ifadeyle, uygulamalı seks eğitimcisi- rolünde, ‘Gerçeğin Parçaları / Winter Bones’ filmindeki ‘Teardrop’ kompozisyonuyla izlemeye almış olduğumuz John Hawkes ise özürlü O’Brien’da çok iyiler. Bu mütevazi şirin filmi ihmal etmeyin.

(24 Şubat 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Zonguldak’ta İki Şair

Yılmaz Erdoğan’ın Cuma günü gösterime giren filmi “Kelebeğin Rüyası”, iki genç şairin arkadaşlığını, aşklarını ama hepsinden önemlisi edebiyata duydukları sevgiyi anlatıyor. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’yu önceden tanısanız da, tanımasanız da, onların hikâyesini seveceksiniz. Ama tanıyorsanız, hele benim gibi evveleski hayranları iseniz, hakettikleri takdire kavuşamadıklarını, yeterince şiirsever tarafından tanınmadıklarını düşünüyorsanız, o zaman filmi izlerken arada bir gözlerinizin yaşlanma ihtimali de var. Öte yandan, onları tanımıyorsanız ve Yılmaz Erdoğan’dan bambaşka bir film bekliyor idiyseniz, bu da sizin meseleniz. Ben filme beklentisiz giren herkesin memnun ayrılacağına inanıyorum.

Şahsen daha başından siftah ağlamaya başladım, sonuna kadar da ara ara devam ettim. Belki genç şairlerin hikâyesini önceden bildiğim için, belki de mükellefiyet döneminde, savaşın ağır koşullarında, önce Zonguldak, sonra İstanbul’da geçen bu hikâye zaten acıklı bir hikâye olduğu için. Ama daha çok, yüzlerini görüp, “İşte Muzaffer, işte Rüştü!” diye düşündüğüm için herhalde. Hikâyenin acıklı yanları için de endişeye kapılmayın: İkilinin canayakınlığı, insanın içini ısıtan arkadaşlıkları, hele hele edebiyata olan tutkuları ile “Kelebeğin Rüyası” rahat bir seyir ve mizah da sunuyor.

Muzaffer’in Heybeliada Sanatoryumu’nda daktilolarla dolu bir odaya girmenin şaşkınlığı ile bir daktilonun önüne oturup masada da tomarla kâğıt bulduğundaki hayretini, coşkusunu, yüzündeki inanamaz ama mutlu ifadeyi unutmak mümkün mü? Arkadaşına sesleniyor: “Rüştü?!” Oysa onlar Zonguldak’ta parasızlıktan şiirlerini yazacak kâğıt bile bulmakta zorluk çekiyorlardı. Şair çilesi, işte. ‘Hoca’ diye hitap ettikleri edebiyat öğretmeni / büyük şair Behçet Necatigil bile, yazacak kâğıt çıksın diye öğrencilere fazladan ödev verdikten sonra garip Rüştü ile Muzaffer ne yapsın? Sonra Rüştü işi duvarlara yazmaya kadar vardıracak.

1941 yılında Zonguldak. Mükellefiyet Kanunu icabı Zonguldak’a bağlı köylerde 15-45 yaş arası her erkek madende çalışmak zorunda. İkinci Dünya Savaşı bastırmış durumda. İki genç şair ise, hayatın zorluklarına ve yoksulluklarına rağmen mutlu sayılırlar. Rüştü Onur (Mert Fırat) ile Muzaffer Tayyip Uslu (Kıvanç Tatlıtuğ) iyi arkadaş, arkadaşın hası. Akılları fikirleri, şiirlerinin Varlık Dergisi’nde yayınlanmasında. Zonguldak Çelikel Lisesi Edebiyat Öğretmeni Behçet Necatigil (Yılmaz Erdoğan) ise, ikisine kol-kanat geriyor. Derken, şehrin eşrafından Zikri Bey’in (Ahmet Mümtaz Taylan) kızı Suzan’ı (Belçim Bilgin) görüp âşık oluyorlar. Peki, kız onları beğenecek mi? Kimi seçecek? İkisi de birer şiir yazmaya karar veriyor. Suzan’a kimin hangisini yazdığını söylemeden okutacaklar. Suzan hangisinin şiirini beğenirse, öteki aradan çekilecek. Bu arada ikisi de öksürüyor, ciğerler maden damgasını yemiş.

Ama gençlik heyecanı, şiir aşkı verem dinler mi? Arada bir ruhları kararsa da aslında umutlular, iyi şair olduklarına, bir şekilde tanınacaklarına inanıyorlar. Maddi şartlar onları yıldırmıyor. Bir gece Behçet hocanın kapısına dayanıp önce daktilosunu ödünç istiyorlar, sonra da kâğıtlarından bir tutam… Nihayet gene kapıyı çalıp, daktilo yazacak yerleri olmadığını itiraf ediyorlar. Ama yüzlerdeki umut ifadesi, endişeyle hafiften gölgelense de, silinmiyor.

Biz de bütün bu nüansları rahatlıkla fark ediyor, yüzlerinden, beden dillerinden okuyoruz. Çünkü “Kelebeğin Rüyası” çok iyi oynanmış bir film. Yılmaz Erdoğan, belki kendisi de oyuncu olduğu için, oyuncularını çok iyi yönetmiş. Açılışından finaline kadar filmine de tamamen hakim. Ayrıca, “Kelebeğin Rüyası” bir dönem filmi olarak da çok başarılı. Aslında bu yönden filmin teknik ekibi de kutlanmayı hakediyor. Ta TRT yıllarından tanıdığım görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki, mesleğinin önde gelen birkaç isminden biri olduğunu bir kez daha kanıtlamış. Bütün oyuncular iyi demiştik, tek tek isim vermek çok zor. Birkaç tanesinden söz edelim, mükemmel bir ansambl oyunculuk örneği veren arkadaşlarını temsil etsinler. Kıvanç Tatlıtuğ, Muzaffer’de tek kelimeyle olağanüstü. Ama Mert Fırat da rolü kesip üstüne oturtmuş. Belçim Bilgin Suzan’da doğal ve cazip. Rüştü’nün sevgiyi tatmasını sağlayan Mediha’da Farah Zeynep Abdullah’a, Ahmet Mümtaz Taylan’a, Taner Birsel’e ve diğerlerine de selâm yollayalım.

Son olarak Yılmaz Erdoğan var, tabii. İki şairin yeniden hayata dönmesini, belki de tanınmasını sağlamış senaryosuyla, yönetimiyle. Behçet Necatigil’de her zamanki iyi oyunculuğuyla, takdiri hakediyor. Yürek titreten bir film, hele edebiyat seviyorsanız, aman kaçırmayın.

(23 Şubat 2013)

Sevin Okyay

Mektebin Öğrencileri Cephede Öldü

Taş Mektep
Yönetmen: Altan Dönmez
Senaryo: Hazan Toma
Müzik: Alpay Göltekin
Görüntü: Bülent Özer
Oyuncular: Bora Aktaş (Mehmet), Ayça Varlıer (Güzide), Orhan Kılıç (Tevfik), Elit İşcan (Mina), Hazım Körmükçü (Tarık Nuri), Can Kolukısa (Abbas Emmi), Atsız Karaduman (Reşit), Mehmet Atay (Gregor), Ümit Fırat (Niko), Gülay Kip (Armen), Serkan Kuru (Mustafa Kemal), Ömer Güney (Hacı), Barış Küçükgüler (İsmail), Gamze Akyüz (Münevver), Onur Özaydın (Cemil), Yağız Atakan Savaş (Aleko), Esvet Şahin (Yusuf), Feride Çetin (Gülnar)
Yapım: Statü Film (2012)

Altan Dönmez’in ilk film “Taş Mektep”, zaman zaman insanı etkileyen bir Kurtuluş Savaşı filmi. Diyaloglarının çoğu iyi işlenmediği filmde, abartılı diyaloglar hayal kırıklığı yaratıyor. Filmdeki en iyi tarafsa küçük hikâyelerin yansıyışı.

Film, Yunan ordusunun istilâsıyla başlıyor. Köyleri basan Yunan askerleri, köylüleri gördükleri yerde acımadan ateş ediyorlar. Askerler, istilâ ettikleri yerlerde her şeye de el koyuyor. Bursa’da Yunan subayı, Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi’nin türbesine hakaret eder gibi dalınca bu Anadolu’da infial yaratıyor. Kayseri’deki Taş Mektep Sultanisi’nin öğrencilerini de kızdırıyor. Bazı Rumlar ve Ermeniler, işgâlcilerle bir oluyor. Hatta onlarla işbirliği yapan Türkler de var. Tarık Nuri de bunlardan biri. Tarık Nuri, elde ettiği bilgileri Rumlara ve Ermenilere veriyor. Yunanlıların da işleri kolaylaşıyor. Taş Mektep’in öğrencilerinden Mehmet, penceredeki Rum kızı Mina’ya aşık. Okulun müdiresi de Güzide. Okulda bir de Abbas emmi var. Güngörmüş Abbas, cepheye hemen gitmek isteyen gençleri sakinleştiriyor. Bütün bunlar olurken okula Tevfik yüzbaşı geliyor. Ankara’daki Meclis, Kayseri’ye taşınması emri verilmiş. En uygun yer de Taş Mektep. Yüzbaşı, cepheye gitmek için heyecanlı gençlere küçük talimler yaptırırken Güzide’yle de aralarında aşk ateşi yanmaya başlıyor. Savaş olsa da nazik insanların devri o zamanlar. Şunu belirtelim, filmden yansıyan aşklar gerçekten nazik. Günümüzdeki derinliksiz aşkları üzerinden bakınca anlaşılamayabilir bu. Çünkü günümüzde insan ilişkileri çok sert. Her şey alabildiğine yavaş ve aşkın tüm ritüelleri yaşanıyor. Filmdeki kaba diyalogları ve duyguları okşayan tarafları unuttuğunuzda, insanlara dair küçük hikâyeler gerçekten sıcaklık veriyor. Çoğu yerde iyi işlenmemiş diyaloglar ve bununla gelen abartılı oyunculuklar, iyi yakalanmış bazı hikâyeleri de alıp götürüyor maalesef. Bu abartılı haller, bir yerden sonra müsamereden öteye gitmiyor. Üç milyonluk bütçesi olan bu film, sanatsal tarafları öne çıkartarak gişeyi sağlama alamazdı. Gişenin garantisi duyguları okşamaktı. Ama, birkaç zaman sonra tüm bu abartılı haller eserin handikapı olacak. Hatta tebessüm bile yaptıracak. Kurtuluş Savaşı’na duyulan saygıya rağmen.

Küçük hikâyeler…

Mehmet, Taş Mektep’in öğrencilerinden. Büyük aşkı da Rum Mina. Savaş aşklarını yaşamalarını engelliyor. Bir genç aşk daha var. Onların aşkı hemen ortaya çıkmıyor. Telci Reşit’n küçük oğlu İsmail, bu dünyadaki en masum aşkla Tarık Nuri’nin kızı Münevver’e mahçup biçimde aşık. Hastalıklar çeken Yusuf’la da Münevver kardeş. Reşit’in büyük oğlu Cemil cephede ve birkaç askerle beraber firar etmiş. Cemil, evinden ve ailesinden yıllarca uzak cephelerde savaşmaktan yorulmuş. Onun firar etmesi de insani. Diğer askerler gibi. Mina’nın abisi Aleko, trajediyi başlatan genç oluyor. Patlattığı bomba, Kayseri’deki Taş Mektep Sultanisi’nin 63 öğrencisini cepheye götürüyor. Gençler, 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi’nde savaşarak ölüyorlar. Hepsi acemi. Bu okul, 1883’te öğrenime açılmış. Cumhuriyet döneminde bu okul, şöhretler lisesi diye anılıyor. Ülkemizde hiçbir lise, sonradan hepsi tanınmış olan öğrenci okutmadı. Galatasaray Lisesi bile. Cephe sahnelerinin yer yer çarpıcı olduğunu belirtmeliyiz. Final bölümü insanın gözlerini dolduruyor, belirtelim. Filmin estetiği genel olarak iyi olsa da bazen kendinizi televizyon dizisi estetiğinin içindeymiş gibi de hissedebilirsiniz. Fonda duyulan müzikler de duyguları okşuyor. Yönetmen Altan Dönmez, başrolünde Türkan Şoray’ın oynadığı “Bir Zamanlar Osmanlı: Kıyam” dizisini yönetmişti. Dönmez, kameramanlıktan yönetmenliğe geçti. Ayça Varlıer, “Kalbim 4 Mevsim” televizyon dizisinde oynamıştı en son. Oyuncu, Fatih Hacıosmanoğlu’nun 2007’deki “Taş Yastık” filminde de görünmüştü. Feride Çetin’i, Hasan Tolga Pulat’ın 2011 yapımı “Güzel Günler Göreceğiz” filminden hatırlayabilirsiniz. Penceredeki kız Elit İşcan, “Küçük Kadınlar” dizisinde göründü, sonra da Reha Erdem’in 2008 yapımı “Hayat Var” filminde iyi bir oyunculuk sundu. Sinemamız genç oyuncular kazanıyor.

(18 Şubat 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Filmler Yaşamdan Daha Önemliydi: François Truffaut

1984’te daha 52 yaşındayken beyin tümöründen ölen büyük usta François Truffaut, sinemanın öfkeli yönetmenlerindendi. Sonra durulan yönetmen, hayatını filmlere adadı. Hollywood’un B sınıfı filmlerine, Hitchcock sinemasına tutkuluydu. Ustayı, ilk iki uzun çalışması “400 Darbe” ve “Piyanisti Vurun” filmleriyle anıyoruz. Bir de kısa filmi var.

Tam adı Franços Roland Truffaut olan François Truffaut, sinemanın büyük ustasıydı. Başka bir büyük usta Michelangelo Antonioni onun filmlerinde derinlik bulmamasına rağmen. Antonioni, 1970’lerin başında verdiği bir röportajda Godard’ın Truffaut’dan daha önemli bir yönetmen olduğunu söylemişti. Antonioni, Truffaut’nun filmlerini izlerken hoşluk yaşandığını, ama film bittikten sonra geriye bir şey kalmadığını söylemişti. Truffaut, Antonioni’den nefret etti hep. O, Fransız “Yeni Dalga” (Nouvelle Vague) akımının öfkeli yönetmeniydi. Sonraları durulsa da. 6 Şubat 1932’de Paris’te doğan Truffaut, 21 Ekim 1984’te Paris’in batı banliyölerinden Neuilly-sur-Seine’de beyin tümöründen öldü. Yazar Stendhal (1783-1842), yazar Emile Zola (1840-1902), sinema yönetmeni Henri-Georges Clouzot (1907-1977), şarkıcı Dalida (1933-1987) gibi önemli sanatçıların da istirahathanesi olan Paris’teki Montmartre Mezarlığı’nda yatıyor şimdi. Truffaut, hayatının son yıllarını ve son filmlerini büyük oyunculardan Fanny Ardant’a adamıştı.

Büyük ustanın çocukluğu zaman zaman zorluydu. 1959 yapımı “Les Quatre Cents Coups-400 Darbe” filminde çocukluğunun bazı taraflarını yansıttı. Truffaut, Yahudi olan babasıyla hiç karşılaşmadığı söyleniyor. Zaten annesiyle babası evlenmemişti. Annesi Roland Truffaut’yla evlenmişti. Truffaut, üvey babasının adını ve soyadını aldı. Büyükannesi hayatında en önemli insandı. Sanat sevgisini ondan aldı. Daha çocukken kendini kitaplara verdi. Truffaut, İzmir’de 1914’te doğmuş, Paris’te 1977’de ölmüş Henri Langlois’nın 1930’larda kuruluşunda büyük emeği geçmiş Cinématheque Française’de hayatının filmlerini ve yönetmenlerini keşfetti. Truffaut, bir filmi birden fazla görmekten de hoşlanıyordu. Sonra, gelmiş geçmiş en büyük sinema düşünürlerinden André Bazin’le tanıştı ve Cahiers du Cinéma adındaki muhteşem sinema dergisinde eleştiriler yazmaya başladı. Orada kimlerle tanışmadı ki… Kadim dostu olsa da zaman zaman küstüğü Godard, Jacques Rivette, Eric Rohmer, Claude Chabrol vardı. Truffaut, öfkeli yazılar yazdı. Hollywood’un B sınıfı diye küçümsediği kara filmlere ve Hitchcock sinemasına saygınlık kazandırdı. Elbette kendi gibi sonradan önemli yönetmenlerden olacak Cahiers du Cinéma’nın diğer eleştirmenleri gibi. Bu, Hollywood’un ve Hitchcock’un da dikkatinden kaçmadı. “Auteur” kavramını geliştirdi. Ona göre yönetmenin yaratıcılığı sadece yönetmekle değil, senaryoyu yazmasıyla, kamerayı kullanmasıyla, hatta montajı yapmasıyla olurdu. Eğer her şeyi yönetmen yaparsa geriye kalan neydi? Yıpranma, zihinsel çöküş ve tükenme miydi? Anglo-Amerikan bakışına göreyse yaratıcı yönetmen, sadece bir türde değil, birçok sinema türünde yapıtlar ortaya koyması gerekiyordu. Truffaut, zaman içinde hem kendi yönettiği, hemde başka yönetmenlerin filmlerinde de oynadı. Kendi yönettiği 1969’daki siyah-beyaz “L’Enfant Sauvage-Vahşi Genç”, 1973’teki siyah-beyaz ve renkli “La Nuit Américaine-Güneşte Gece”, 1978’deki “La Chambre Verte-Yeşil Oda” öne çıkanlardı. Hollywood’da Steven Spielberg’ün 1977’deki bilimkurgusu “Close Encounters of the Third Kind-Tehlikeli İlişkiler” de vardı. Truffaut, Jean Renoir ve filmlerine daima saygı duydu. Tıpkı Hitchcock filmlerine olduğu gibi. Truffaut, “Les Films du Carrosse” film şirketinin adını, Renoir’nın 1953 yapımı “technicolor” çekilmiş başyapıtı “Le Carrosse d’Or” filminden etkilenerek koydu. Truffaut’nun 22 uzun metrajlı filminin sekizini sinema perdesinde görme onuruna eriştik. Toplamda da 15 filmini görmüşüz. Truffaut, ustası olarak gördüğü Hitchcock’la 1962 yılında röportaj da yapmıştı. Afa Yayınları, 1987’de bu kitabı “Hitchcock” adıyla yayımlamıştı. Truffaut’nun ilk üç filmini, 1994’te İzmir Film Festivali’nde görme onuruna ulaşmıştık. Alsancak’taki Fransız Kültür Merkezi’nde bir dolu Truffaut filmi oynamıştı o festivalde. 1980’li yıllarda bu kültür merkezi mutluluk verdi bize hep 1980’lerde hayatımızın en değerli filmlerini gördük, hem sinema salonlarında hem de TRT’de. Şimdi birer klâsik o filmler. Bu saygı yazısında ustanın ilk iki filmine dokunuyoruz yeniden. Truffaut, yönetmen yerine çoğunlukla “mise en scene” ibaresini kullandı. Bu “sahneye koyan” demek. Onun, “auteur” ruhuna da uygundu bu.

Kısa film: Veletler…

1957’de çektiği 18 dakikalık siyah-beyaz “Les Mistons-Veletler” kısa filmiyle dikkatleri üzerine çekti. Filmi Maurice Pons’un 1955’te çıkan “Virginales” (Bakireler) hikâyesinden çekmişti Truffaut. Filmde, beş çocuğun gözünden büyüleyici Bernadette Jouve’un (Bernadette Lafont) baştan çıkartıcılığı yansıyordu. Hem de filmin ön jeneriğiyle beraber. Bisikleti süren kısa saçlı genç kız Bernadette, yazın Nimes’in güneyli güneşi altında pedal çevirirken, Jean Malige’in kamerası da geriye kayarak bu güzellğii ölümsüzleştiriyordu. Filmin müziklerini de Maurice Leroux bestelemişti. Filmi, bir anlatıcının (Michel François) sesiyle izliyorsunuz. Ormana gelen Barnedette, bisikletini ağaca dayadıktan sonra çocuklar gelir. Çocuklardan biri bisikletin selesini kokluyor mutlulukla. Bernadette, Gérard’la (Gérard Blain) çıkıyor. Bernadette ve Gérard öpüşürken, çocuklar heyecanla dikizliyor onları. Nimes şehrinde Roma devrine ait yapılar çok. Arena bile var. Gérard ve Bernadette, romantizm içinde yakan güneşin altında dolaşırken, çocuklar da onları takip edip duruyorlar. Çocuk oldukları için oyun oynamak da hakları. Filmde, sinemayı bulan Lumiere kardeşlerin 1895’te çektikleri “L’Arrouseur Arrosé” kısa filmine de selâm var. Bahçıvan sulama yaparken, çocuk hortuma basıyor. Gérard’la tenis oynayan kısa etekli Bernadette’in tüm çekiciliği çocukların gözünden yansıyor perdeye. Çocuklar onlara “Gérardette” adını takıyorlar sonra. Gérard’ın tek isteği Bernadette’le sevişmek. Ormanda buna ulaşacakken, elbette çocuklar var. Sonra Nimes’den trenle ayrılan Gérard’ın trajedesi gecikmiyor Nimes’e. Bu kısa filmde, masumiyetin gözleriyle şehvet yansıyor perdeye. Bu kısa filmi seyrederken, çocukluğunuzun sıcak yazlarındaki kısa pantolonlu anları yaşıyorsunuz.

400 Darbe…

Siyah-beyaz ve sinemaskop 1959 yapımı “Les Quatre Cents Coups-400 Darbe” filmini Truffaut, yazıp ve yönetti. Kendi çocukluğundan da izler taşıyan bu filmin orijinal anlamı “okulu asmak” demek. Filmin muhteşem fotoğraflarını “Yeni Dalga”nın en önemli kameramanlarından Henri Decaë (1915-1987) gerçekleştirmişti. Decaë, çok deneyimli bir kameramandı ve sinemaya 1949’da Jean-Pierre Melville ustanın II. Dünya Savaşı atmosferindeki “Le Silence de la Mer” (Denizin Sessizliği) filmiyle geçmişti. Film, Vercors adıyla yazan Jean-Marcel de Brullers’in (1902-1991) kısa hikâyesinden uyarlanmıştı. Decaë, birçok Melville ve “Yen Dalga” filminin gözü oldu. Truffaut bu filmiyle 12. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü de aldı. Film, özgün senaryo dalında Oscar’a da aday olmuştu. Truffaut, senaryoyu Marcel Moussy’yle ortak yazmıştı. Muhteşem müzikleri de Jean Constantine besteledi. Klâsik müzik tadı veriyor bu müzikler. Tema müziği gerçekten etkileyici. Filmdeki küçük Antoine Doinel de üvey babasının soyadını kullanıyor. Antoine’ın (Jean-Pierre Léau) annesi Gilberte (Claire Maurier), Julien Doinel’le (Albert Rémy) evli. Üçü, küçük dairede yaşıyorlar. Antoine’ın en iyi arkadaşı Réne Bigey (Patrick Auffay) ve bu sıkı arkadaşıyla dışarıdaki Paris’i serseri ruhla keşfediyor Antoine. “Ufak Yaprak” adı taktıkları Fransızca öğretmenleri de (Guy Decomble) baskıcı biri. Truffaut, daha sonraki yıllarda Antoine Doinel’in hayatını seriye dönüştürmüştü. Bu siyah-beyaz filmi perdede sinemaskop seyretmek müthiş bir duyguydu. Filmde “Yeni Dalga” yönetmenlerinden Jacques Demy polisi ve Philippe de Broca da lunaparktaki adamı oynuyordu. Jeanne Moreau köpekli kadın, Jean-Claude Brialy de köpekli kadının peşine takılan sokaktaki adamdı. Truffaut da lunaparkta şöyle bir görünüyordu.

Kamera, ana caddede binaların arasından kayıp gidiyor coşkuyla ön jenerikte. Sinemaskop görüntülerle Paris büyüsünü saçıyor perdeden. Fonda da piyanonun ve kemanın öne çıktığı, insanın ruhundakini dışarıya çıkartan tınılar duyuluyor. Film okulda başlıyor. Sınıfta, öğretmeninden ceza yiyor Antoine. Öğretmen, sert ve disiplinli. Sınıf, bir hapishane gibi. Antoine, okuldan eve gelir sonra. Sobayı yakar. Yemek masasını hazırlar. Önce anne gelir, sonra da baba. Yarış tutkunu üvey baba Julien, aslında Antoine’a iyi davranıyor. Sabah olduğunda, René ona okulu asmayı söylüyor. Paris’te aylak aylak dolaşıyorlar beraberce. Sinemaya gidiyorlar. Oyun salonlarına takılıyorlar. Antoine, lunaparkta “rotor”a biniyor. Biz de İzmir’de lunaparkta binmiştik ve insanı eğlendirirken, başını da epey döndürüyor bu rotor. René’yle trafiğin aktığı Paris’te dolaşırken, annesini bir erkekle öpüşürken görüyor Antoine. Truffaut, Antoine ve René’yi, genellikle uzaktan takip ediyor sokaklarda. Yalan da söylüyor Antoine. aşırı disiplin belki de çocukları buna zorluyor. Okula neden gelemediğini öğretmenine, annesinin öldüğü için olduğunu söylüyor Antoine. Bu bir yalan mıydı, gerçekten zihninde annesi ölmüş müydü Antoine’ın? Okula gitmediğini öğren Julien, Gilberte’le beraber okula geliyor ve Antoine’ı tokatlıyor. Antoine’ın onuru kırılıyor. Eve gitmeyen Antoine, René’nin amcasının matbaasında geceyi geçirmeyi umarken, çalışanlar geliyor ve Antoine gecenin içindeki Paris’te tek başına dolaşıp duruyor. Karnı acıkan Antoine, sütçünün bıraktığı süt şişelerinden birini alıp kaçıyor. Sabah okula gittiğinde annesi onu alıyor ve tüm şefkatini Antoine’a gösteriyor. Suçluluk duygusu da olabilir. Antoine evde sigara içerken Balzac’ın 1834’te yayımlanmış “Mutlak Peşinde” (Le Recherche de l’Absolu) romanını okuyor. Bu roman ülkemizde 1945 ve 1965’te basılmış iki defa. En son da 2012’de İş Bankası Yayınları’ndan çıkmış bu roman. Sonra kendine Balzac köşesi yapıyor Antoine. Köşede mum yakınca olanlar oluyor ve yangın çıkıyor. Truffaut, Balzac hakkında bir şeyler düşünüyor olmalı. Antoine, Balzac’ı tanıdıktan sonra hayatı da bambaşka taraflara gidiyor gecikmeden.

Truffaut, “Yeni Dalga”nın ilk filmlerinden, ama 1961’de vizyona çıkabilen Jacques Rivette’in 1957 yapımı siyah-beyaz “Paris Nous Appartient-Paris Bizimdir” filmine selâm da yolluyor. Filmde Godard, Chabrol, Rivette küçük rollerde görünüyorlardı. Yazdığı kompozisyonu Balzac’tan üşürdüğünü söyleyen öğretmeni “ufak yaprak” Antoine’ı sınıftan kovuyor. René, Antoine’a destek olduğu için onu da kovuyor. Antoine ve René, özgürce Paris’e bırakıyorlar kendilerini. Antoine’ın en büyük düşü denizi görmek. Antoine, René’yle beraber René’nin evine gidiyor. René’nin ailesinin ekonomik durumu iyi. René’nin babası at yarışlarına takılırken, annesi de çok içiyormuş. Filmdeki en muhteşem an, çocukların kukla seyrettiği sahneydi belki de. Öyle içten, coşkulu ve sıcak anlar yansıyor perdeye bu sahnede. Antoine, üvey babasının çalıştığı bürodan daktilo çalıyor çok geçmeden. Bu anlarda gerilim de perdeyi kuşatıyor. Daktiloyu çalan Antoine, daktiloyu bir adama veriyor, satması için. Sonra René’yle beraber adamı takip ediyorlar. Sonra da daktiloyu üçkâğıtçı adamdan kurtarıyorlar. Satamayınca, Antoine daktiloyu büroya götürdüğünde bekçi onu yakalıyor. Hayatının akışı da değişiyor böylelikle Antoine’ın. Babası onu karakola götürüyor. İfadesi alınıyor. Nezarete atılıyor. Geceleyin öteki tutuklularla beraber cezaevi arabasıyla hapishaneye götürülüyor Antoine. Bu anlar, müthiş bir sinematografiyle yansıyor perdeye. Hapishanede, dışavurumcu ışık düzenlemeleri öne çıkıyordu. Fonda da Antoine’ın içindeki çığlığı dışarı çıkartan müzik duyuluyordu. Hücresindeki Antoine, cebindeki az tütünü kâğıt parçasına koyup sarıyor, sonra da içiyor. Sabah, parmak izi alınıyor. Fotoğrafları çekiliyor. Sonra da çocuk ıslahevine yollanıyor. Antoine, ıslahevinden kaçmayı da başarıyor gecikmeden. Kamera, onun özgürlüğe koşuşunu hiç kesme yapmadan yana kayarak izliyor. Özlemini duyduğu denize ulaşıyor sonra. Kıyıda yürüyen Antoine, kameraya doğru yaklaşıyor, görüntü donuyor, çerçeve öne doğru “zoom” yaparak Antoine’ın mutlulukla hüzün arasındaki anını yakalıyor. Bu anı birçok yönetmen yaratmak istedi, ama bu sıcaklığı veremediler hiç. Bu sahneler, Fransanın Atlantik kıyılarındaki Honfleur’de çekilmiş.

Piyanisti Vurun…

Truffaut, 1960 yapımı sinemaskop ve siyah-beyaz “Tirez sur le Pianiste-Piyanisti Vurun” kara filmini, Amerikalı polisiye yazarı David Goodis’in (1917-1967) “Down There” romanından uyarladı. Senaryoyu da Marcel Moussy’yle beraber yazdı. Sinema Goodis’e uzak durmadı. Delmer Daves’in 1947’deki “Dark Passage-Karanlık Geçit” kara filmi, Henri Verneuil’ün 1971’deki “Le Casse-Hırsızlar” soygun filmi, René Clément’ın 1972’deki “La Course du Lièvre à Travers les Champs-Devlerin Yarışı” suç filmi var. “Piyanisti Vurun” filminin kameramanı Raoul Coutard usta. Müzikleri de Georges Delerue bestelemiş. Charles Aznavour, Charlie Kohler mahlası kullanan Edouard Saroyan karakterinde. Marie Dubois, Léna’yı; Nicole Berger, Thérèsa Saroyan’ı; Michèle Mercier, Clarisse’i; Serge Davri, Plyne’i; Richard Kanayan, Fido Saroyan’ı; Albert Rémy, Chico Saroyan’ı; Jean-Jacques Aslanyan, Richard Saroyan’ı; Boby Lapointe şarkıcıyı canlandırıyor. Filmde Boby Lapointe’un besteleyip söylediği “Framboise” ve Félix Leclerc’le Lucienne Vernay’in beraber söylediği “Dialogue d’Amoureux” şarkılar da kulağa geliyor. “Dialogue d’Amoureux” şarkısı, Léna ve Edouard gece arabada giderken radyodan duyuluyor. Aznavour şarkı söylemiyor, sadece piyano çalıyor. 20. yüzyılın, Frank Sinatra ve Elvis Presley’le beraber en değerli seslerinden olan Ermeni asıllı Fransız şarkıcı Charles Aznavour, 1924’te Paris’te doğdu. Sadece şarkılar söylemedi, sinemaya da katkı sundu oyunculuğuyla. Şarkıcı, şair ve oyuncunun kökleri Türkiye’ye de dayanıyor anne tarafından.

Film, yazıların düştüğü piyanonun içerideki tuşlarının üzerine açılıyor. Ön jeneriğin ardından gecenin içinde gangsterlerden kaçan Chico Saroyan’ın peşine takılıyor kamera. Chico, piyanist Edouard Saroyan’ın kardeşi. Edouard, Charlie Kohler takma adıyla piyano çalıyor. Adını bir sır gibi saklıyor Edouard. Chico, kendine yardım eden orta yaşlı adamla evlilik üzerine konuşuyor, sonra da kardeşinin çaldığı bara gidiyor. Dört yıldır görmediği Edouard ona her zaman görüyormuş gibi davranıyor. Chico, suçlara bulaşmış biri. Chico, dans edip kadınlara asılırken, peşindeki iki adam, pipo içen şapkalı Ernest (Daniel Boulanger) ve kasketli Momo (Claude Mansard) bara geliveriyor. Ardından Chico kaçıyor. Barı işleten Plyne, Edouard’a kadınların çirkin yüzünden dolayı kendisiyle ilgilenmediğini söylerken, aslında garson kız Léna’nın Edouard’la ilgilendiği için kıskanıyor. Edouard, utangacın biri. Adı Hélène olan Léna, Edouard’la iletişim kuruyor. Edouard’da hiç hareket yok çünkü. Aşk söz konusu olunca kadınlar erkeklerden daha cesaretli mi oluyor? Humphrey Bogart gibi trençkot giyen Edouard, gecenin içinde yanında yürüyen yüzüne hüzün inmiş güzel Léna’nın ellerini tutmak istiyor. Aşka ulaşmak o kadar kolay değil. Kadınlar cesaret verse de kendileri için çaba gösterilmesini de bekliyor. Léna, güzel ve aşık olunacak bir genç kadın. Edouard, utangaç insanlar gibi çoğunlukla iç sesiyle konuşuyor. Şimdi, Chico’nun peşindeki Ernest ve Momo, Edouard ve Léna’yı takip ediyor. Léna’nın zekâsıyla adamları atlatıyorlar. Sonra Léna birden ortadan kayboluyor. Edouard bunun bile farkına sonradan varıyor. Eve gelen Edourad, aynı apartmanda kalan fahişe Clarisse’le (Michèle Mercier) geceyi geçiyor. Sabah olunca, Ernest ve Momo, Edourad’ın evinin önüne arabalarıyla geliyorlar. Binadan çıkan Edourad’ı silah zoruyla arabaya bindiriyorlar. Caddedeki Léna’yı da alıyorlar arabaya. Edouard ve Léna hakkında bilgileri Plyne’den rüşvet karşılığı almışlar. Film geriye dönüş yapıyor ve Plyne’in nasıl paraları saydığını gösteriyor. Üçe dairesel bölünmüş üç görüntünün içinde de Plyne var. Araba Paris’in dışına çıkıyor. Truffaut, klâsik anlatımın yanında kamerayı stilize de kullanmış. Araba Paris’ten çıkarken, kamera birdenbire dönüveriyor. Truffaut, gece dış çekimleri de tam anlamıyla kara film ruhuyla buluşturabilmiş. O karanlık kasvet duygusunun içinde gibisiniz. Truffaut, “kararma-açılma”, “zincirleme”, “bindirme” gibi geçiş tekniklerine de sıkça başvurmuş filminde.

Sonra küçük bir mucize oluyor ve kötü adamlardan kurtulup yeniden Paris’e dönüyor Edouard ve Léna. Şehirde Edouard’ı bir sürpriz bekliyor. Léna, onu dairesine götürüyor. Merdivenlerden çıkarken, Léna’nın güzel bacaklarına bakmamak için kendiyle savaşıyor Edouard. Léna’nın dairesinde lambalı radyo bile var. Edouard, aşık olmaya başladığı Léna’nın yaşadığı mekâna keşfedici bakışlar da atıyor. Léna, onun Charlie Kohler değil, Edouard Saroyan olduğunu biliyor. Léna’nın evinde “Piyanist Edouard Saroyan” afişi de asılı. Gizemler ortaya çıkmaya başlıyor. Edouard, geçmişi hatırlıyor ve film geriye dönüş yapıyor. Edouard, geçmişi hatırlıyor birden. Kafede garsonluk yapan güzel ve genç garson kadınla, Thérèsa’yla evliymiş Edouard. Görüntü dairesel “silme”yle yatak odasına geçiyor, Edouard’la Thérèsa yatakta konuşuyorlar. Edouard, kafede gördüğü beyaz saçlı adamdan, Lars Schmeel’den (Claude Heymann) tedirgin oluyor. Çünkü onu bir yerlerden hatırlıyor gibi. Ertesi gün, Heymann Edouard’la iletişim kuruyor ve masasına oturuyor kafede. Thérèsa’yı oynayan Nicole Berger, genç yaşta 1967’de henüz 33 yaşındayken Rouen’da trafik kazasında öldüğünü de belirtelim. Edouard, gizemli Heymann’la buluşmaya gidiyor sonra. Fonda da acı çığlığa benzeyen keman tınısı duyuluyor. Koridor boş. Edouard, kapıyı çalma konusunda kararsız. Kapı açılıyor, bir genç kız kemanıyla dışarı çıkıyor. Kamera, koridorda kızı geriye kayarak izliyor. Ardından piyano tınıları duyuluyor. Kamera, dışarı çıkan kızı sokakta da takip ediyor. Ardından, Edouard’ın piyano resitali vereceğini gösteren afiş görünüyor. Edouard, salonda piyano çalıyor. Edouard, öyle utangaç ki, şöhret olmaktan hep kaçmış. Bu utangaçlığı yüzünden karısıyla da münakaşa edip duruyor Edouard. Acaba Thérèsa, Edouard şöhrete ulaştığı için mi kıskanıyordu, yoksa bu Edouard’ın kuruntusu muydu? Heymann, onu tanınmış bir piyanist yapmak istiyor. Utangaçlık üzerine kitaplar da okuyor Edouard. Ardından da gazetecilerin karşısına çıkma cesaretini buluyor. Mutsuz Thérèsa, Edouard’a bir sır anlatıyor ve film tam anlamıyla kara film ruhuna giriyor. Başardığınızı sandığınız bir şeyde, birilerinin acı fedakârlığı olabilir. Thérèsa’nın itiraf ettiği sahne gerçekten etkileyici. Trajedi gecikmiyor. Vicdan azabı da Edouard’ın peşinde şimdi. Edouard Saroyan, Charlie Kohler adını alıyor bu yüzden. Şimdiki zamana dönüldüğünde, aşkı yatakta yaşıyor Edourad’la Léna. Yetiştirme yurdunda yetişmiş Léna, cesur ve Edouard’ı hakiki kimliğiyle piyano çalması için çaba gösteriyor. Léna, dürüst ve nazik erkeklerden hoşlanıyor bir de. Filmin ve seyircinin unuttuğu, Ernest ve Momo yine ortaya çıkıyorlar, Edouard’ın üzerine titrediği Fido’yu kaçırıyorlar. Öte tarafta bir trajedi daha yaşanıyor kıskançlık üzerine. Léna’yla beraber olduğunu anlayan Plyne, Edouard’la kavgaya tutuşuyor. Şimdi ne olacak? Kadınlar hep felaket mi getiriyorlar kara filmlerdeki gibi? Léna ve Edouard, arabayla gecenin karanlığında yola çıkıyorlar. Rhône-Alpes bölgesindeki Grenoble taraflarına geliyorlar. Her yer kar altında. Edouard, yine kendiyle savaşıyor. Léna’dan ayrılmalı mı, yoksa onunla mı yola devam etmeli? Edouard arabadan iniyor ve Léna da arabayı tek başına sürüp gidiyor. Edouard, kardeşi Richard’la buluşuyor. Chico da orada. Bir zaman sonra Léna geliyor, müjdeli haber vermek için. Sonra da Ernest ve Momo. Fido onların elinden kurtuluyor. Ardından çatışma başlıyor. Yine trajedi ortaya çıkıyor. Edouard, kadınlarını kaybedecek hep sanki.Sonra barda çalmayı sürdürüyor Edouard. Hayat devam ediyor.

(16 Şubat 2013)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com

Uzak Doğulu Masal Anlatıcısıyla Kaldığımız Yerden

Dört yıllık bir inziva sonrası sinemaya dönen Kim Ki-duk’un ilk kez 11. Filmekimi’nde ‘Acı’ adıyla izlediğimiz Venedik Film Şenliği Altın Aslan ödüllü son filmi, bağımsızların son kalesi İstanbul Beyoğlu Sineması’nda gösterimde. Sadece ülkesi Güney Kore’nin değil, dünya sinemasının özgün yaratıcılarından biri olan Kim Ki-duk’un dönüş filminin ‘merhamet’ anlamına gelen özgün adı ‘Pieta’, Rönesans döneminin dahi sanatçısı Michelangelo’nun halen Vatikan San Pietro Katedrali’nde sergilenmekte olan, Hz. Meryem’i kollarındaki Hz. İsa’nın cansız bedeniyle betimleyen aynı isimli ünlü yontusundan alınmış. Bu da daha baştan bir ana oğul hikâyesine odaklanacağımızı gösteriyor.

Kim Ki-duk sadece ülkesi Güney Kore’nin değil, dünya sinemasının en özgün yaratıcılarından. Alt sınıf bir aileden geliyor. Sinema eğitimi almadığı gibi temel eğitimini de tamamlamamış. Otuzlu yaşlarda resim çalışmaları yapmak üzere cebindeki son kuruşuyla gittiği Paris’te sinemayla tanışmış, 1996-2008 yılları arasında üretken bir tempoyla tam 15 filme imza atmış. İstanbul Film Festivali sayesinde tanıdığımız yönetmenin son dönemine ait bütün filmlerini ülkemiz sinemalarında izleme fırsatı bulmuştuk. Farklı hikâyeler, doğuya özgü masallar anlatır Kim Ki-duk. Toplumdaki marjinal karakterlerin, fahişelerin, sokak kabadayılarının iyilik ve kötülük, sevgi ve nefret, günah ve kefaret arasında bocaladığı bir dünyayı resmeder. Budizm temalı ünlü filmi ‘İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış.. ve İlkbahar’ ve ‘Boş Ev’ ile yapıtları ruhani bir hava kazanır. ‘Zaman’ ile aşkın geçmekte olan zamana karşı dayanaksızlığı üzerine kafa yorar. 2008 yapımı ‘Rüya’nın asılma sahnesinde baş kadın oyuncusu ölümün eşiğinden döner. Bu olaydan çok sarsılan Kim Ki-duk hayatın ve film yapmanın anlamını sorguladığı yaklaşık dört yıllık bir inzivaya çekilir. Kendisiyle hesaplaşmaya giriştiği bu depresif dönemi, adını bir Güney Kore halk türküsünden alan ‘Arirang’ adlı belgeselinde anlatır.

Kim Ki-duk’un bu kez para ve kapitalist ekonomi ile hesaplaştığı, öncekilerine kıyasla çok daha karanlık ve şiddet yüklü dönüş filmi ‘Acı’nın ana karakteri Lee Kang-do, başkent Seul’un göbeğinde kentsel dönüşüm projesi kapsamında yeniden yapılandırılacak olan Cheonggyecheon bölgesinin izbe atölyelerinde yaşam savaşı veren tornacılara yüksek faizle boç vermiş tefeci patronu adına çalışan, ödenmeyen borcu yoksul esnafı sakat bırakmak yoluyla sigortadan tahsil eden acımasız bir mafya elemanı. Doğar doğmaz terk edildiği sokaklarda büyüyen yalnız ve insafsız genç adam, günün birinde çıkagelen ve onu sokaklara terk eden annesi olduğunu iddia ettiği kadın ile karşılaştığında dünyası değişiyor. Kim Ki-duk ana ile oğul’un şiddetten şefkate dönüşen ödipal ilişkisi çerçevesinde bir kez daha kötülük ile iyilik, günah ile kefaret, intikam ile acıma duygusunun çatışmasını irdeliyor. İlâve olarak, ülkesinin son mucizevi örneklerinden biri olarak gösterildiği çağdaş kapitalizm ve para’nın şiddet, ölüm, öfke, nefret, kıskançlık ve intikam ile ilişkisi üzerine kafa yoruyor. Kim Ki-duk sinemasının farklı okumalara açık simgelerle yüklü görsel dünyasını özleyenler kaçırmasın.

(16 Şubat 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Aşk, İnanç, Dogmalar ve Seçimlerimiz Üzerine

Romanya Yeni Dalga’sının en önemli ismi Cristian Mungiu’nun geçtiğimiz yıl Cannes Film Şenliği’nden en iyi senaryo ve -iki genç oyuncusu arasında paylaştırılan- kadın oyuncu ödülleriyle dönen son filmi ‘Tepelerin Ardında (Dupa Dealuri)’nin tek kopya ile de olsa Beyoğlu Sineması’nda gösterime girmiş olması son derece mutluluk verici.

Mungiu’nun 2007 yılında yine Cannes’da büyük ödül Altın Palmiye ile ödüllendirilmiş bir önceki filmi ‘4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün (4 Luni, 3 Saptamani si 2 Zile), kürtajın yasaklanmış olduğu 1980’ler Romanya’sında gayrimeşru hamileliğini yaşadışı yollardan sonuçlandırmak zorunda kalan genç bir kadın ve okul arkadaşının mücadelesinden yola çıkarak, Çavuşesku rejiminin baskısı altında ezilmiş Romanya’nın en çaresiz yıllarını öykülediği çağdaş bir başyapıttır. Genç yönetmen bu ilk filminde tür filmlerinin kalıplarına itibar etmemiş; sözgelimi, beş ayına yaklaşmış ceninin (filmin adı buradan gelir) ucuz bir otel odasında en ilkel yöntemlerle yok edilişini izleyiciden saklayan, buna karşılık şehrin öteki ucunda bir yemek masasında toplanmış davetli topluluğunun gündelik siyaset tartışmalarını tüm detaylarıyla aktaran tercihiyle gerilimi kurmayı başarmış kendine özgü sinemasıyla hayranlığımızı kazanmıştır.

Mungiu bir üçlemenin ikinci halkası görünümündeki bu yeni filminde, bir kez daha iki kez genç kızın odak noktasında olduğu bir öyküye çevirmiş kamerasını. ‘Tepelerin Ardında’ tanınmış Romanya’lı kadın gazeteci yazar Tatiana Niculescu Bran’ın gerçek bir olaydan yola çıkarak kaleme aldığı belgesel roman türünde iki ayrı eserinden yola çıkmış. Filme kaynaklık eden ve yazarın sonradan oyun haline getirilmiş yapıtlarından ‘Ölümcül İtiraflar (Spovedanie la Tanacu)’ Moldavya’da bir manastırda geçen kriminal olay üzerine çarpıcı bir belge niteliğindedir. Yetimhanede birlikte büyümüş Alina ve kendisinden birkaç yaş küçük Voichita’nın hikâyesidir bu. Biri kimsesiz, diğeri babasını 6 yaşında kaybetmiş, annesinin arayıp sormadığı iki küçük beden zorlu çocukluk yıllarında birlikte büyümüş ve arkadaşlığın ötesinde büyük bir tutkuyla birbirlerine bağlanmış. Alina karate dersleri almış, daha savunmasız küçüğünü erkeklerin saldırısından, Alman asıllı pedofilden korumuş. Yetimhaneden ayrılma zamanı gelince farklı seçimler yapmış iki genç kız. Özgürlüğüne düşkün Alina, Almanya’ya çalışmaya gitmiş. İçe dönük Voichita ise kurtuluşu tepelerin ardında küçük bir manastıra sığınmakta bulmuş.

Almanya dönüşü eski arkadaşını ziyarete gelen Alina, eskiden olduğu gibi ve bu defa özgür bir biçimde birlikte yaşama arzusu içindedir. Ancak şartlar değişmiş, seçimler yapılmıştır. Voichita’nın bedeni ve ruhu artık Tanrı’ya ve kiliseye aittir. Alina’nın isyanı fayda vermeyecek, kilisenin esirgeyen yüzünün ardında gizlenmiş dini dogmalar ve korkunç cehalet gencecik bedenini darmadağın edecektir.

Çavuşesku rejiminin kıstırılmışlığını iliklerimize kadar hissettiren bir önceki filminin ardından, Mungiu bu kez de Ortaçağ cehaletini yaşayan bir başka baskıcı ortamda kaybolan bir ruhun çığlığına kulak vermemizi istemiş. Mungiu sinemasının mesafeli ve karanlık yapısı Avusturyalı usta Michael Haneke’nin yapıtlarını hatırlatır. Değişmez görüntü yönetmeni Oleg Mutu’nun Mungiu’nun öykülerine özgü kasvete uygun renk ve ışık çalışması bir kez daha uzun plânlarla, plân sekanslarla desteklenmiş. Kurgudan ve seyircinin duygularını yönlendirmeye yönelik müzik kullanımından özellikle kaçınılmış. Mungiu temel dramatik çatışmanın dışında kalan küçük detayları bir roman örgüsü inceliğinde işlemiş, güzel ve kederli ülkesinin genel panoramasını çizmeye, kaldığı yerden devam etmiş. Sinemasal tavır açısından ülkemizden Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasıyla çok benzerlikleri olan bir sinema Mungiu’nunki. Her iki yönetmenin yapıtlarının birbiri ardına Cannes şenliğinde övgü ve ödüllere boğulması bu açıdan hiç de rastlantı değil.

‘Tepelerin Ardında’ ekonomik geri kalmışlık ve siyasal yolsuzluklarla bunalmış günümüz Romanya’sının Mungiu sinemasıyla süregelen otopsisinin son örneği. İki genç kızın hüzünlü hikâyesinden hareketle hayat, aşk, inanç, özgürlük, dogmalar ve seçimlerimiz üzerine sorular sormamızı sağlayan çağdaş bir başyapıt. Soğuk, kederli ancak duygularla oynama kolaylığını seçmeden boğazınıza bir yumruk gibi oturan filmlerden. Final jeneriğinde yer alan -bizdeki uyarlaması ‘küçücük kuşlar gibi, çekil yuvana yavru melek… sözleriyle başlayan- ninninin ezgisini duyduğunuzda, göz pınarınızda birikmiş yaşlar yerinde duramıyor artık, isyan ediyorsunuz.

(10 Şubat 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

Amerikan Halkına Moral Olsun

Bu hafta gösterime giren ‘Lincoln’ ve ‘Zero Dark Thirty’, büyük Hollywood şirketlerinin taze ekonomik krizin sarsıntılarını henüz atlatamamış Amerikan halkına moral desteği kontenjanından üretimine hız verdiği yapımların iddialı son iki örneği. ABD’de büyük seyirci ilgisiyle karşılanan, yaklaşan Akademi ya da bilinen adıyla Oscar ödül törenine ilki 12, diğeri 5 dalda adaylıkla ağırlığını koymuş bu iki yapım, biraz gecikmeli olarak bizde de gösterime girmiş bulunmakta.

Amerikan toplumunu derinden etkilemiş biri güncel diğeri tarihi iki döneme özgü Amerikan bakışıyla ele alınmış bu iki farklı yapımdan ‘Lincoln’ sanıldığı gibi bir biyografi değil. Steven Spielberg’in filmi, Lincoln’ın ikinci dönem başkanlığının iki ay sonrasında Ocak 1865’de başlayan ve Amerikan Sivil Savaşı’nın bitiminden hemen önce Güney eyaletlerinde süregelen siyah ırkın köleliğinin kaldırılmasına ilişkin olarak anayasanın 13. maddesindeki düzenlemeye ilişkin kulis çalışmaları ve meclis tartışmaları üzerine kurulmuş bir yapım. Neredeyse tamamına yakını kapalı mekânlarda geçen bu çok geveze film, Lincoln’ün özel hayatından, ruhsal sorunları olan acılı eşinin ve biri küçük diğeri savaşa katılmak isteyen yetişkin oğluyla aile yaşamından kısa kesitlere yer verse de ağırlıklı olarak köleliğin kaldırılmasına ilişkin başkan Lincoln’ün kişisel mücadelesi üzerine kurulu. Kişisel diyorum çünkü bu tarihi mücadele, Spielberg sinemasının artık gerçekten kabak tadı vermiş çocuksu ve naif tarihsel yorumlarının izinde, ekonomik bağlamından soyutlanmış haliyle başkan ve etrafındaki bir avuç vicdan sahibi Amerikalı politikacının başarısı olarak sunulmuş. Ne Afrikalı özgür ve ucuz işçi yığınlarına göz dikmiş sanayi toplumu Kuzey ile Güney’in tarım ekonomisinin itici gücü bedava kölecilik geleneğinin çıkar çatışması, ne de söz konusu anayasa değişikliğinde Afrikalı Amerikalıların örgütlü desteği ve yaman mücadelesi Spielberg’in ilgi alanına girmiyor. Mekânlardan kostümlere her bir ayrıntıyla titizlikle uğraşılmış. Arşiv fotoğrafları neredeyse birebir yeniden üretilmiş. Üstelik Daniel Day-Lewis gibi fiziği ABD başkanına uygun bir büyücü oyuncuyla da çalışılmış. Ancak tüm bunlar Spielberg sinemasının John Williams müziğiyle duyguların tahrik edildiği sinemasının demodeliğini örtmeye yetmiyor.

Amerika Birleşik Devletleri’ni -kibar kiralık katil Jackie Cogan’a inat (‘Amerika bir ülke değil, kötü yönetilen bir işletmedir’ bkz. Kibarca Öldürmek / Killing Them Softly)- bir demokrasi ve özgürlük ülkesi olarak kutsayan ‘Lincoln’ ile moral bulan Amerikan halkı, büyük Hollywood şirketlerinden Sony/Columbia yapımı ‘Zero Dark Thirty’de gecikmiş bir intikamın kurgusal hikâyesiyle rahata ermiş olmalı. Gözüpek milliyetçi kadın yönetmen Kathryn Bigelow’un (bkz. Ölümcül Tuzak / Hurt Locker) Usame Bin Ladin’in gece yarısını otuz dakika geçe (filmin adı buradan geliyor) Pakistan’da saklandığı evde öldürülmesine ilişkin filmi tam bir kısasa kısas üslûbunda. Yirmi yıllık kelle avcılığı sürecinin nedenleri, nasılları, İslâmi Cihat örgütünün doğuşu, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgâli sırasında aralarında Bin Ladin’in de bulunduğu İslâmcı gerillaların CIA tarafından nasıl desteklendiği ve eğitildiği, ABD’nin Irak’ı işgâlinin Batı emperyalizmine karşı nefreti nasıl körüklediği vs. bu gibi sorularla hiç işi yok ne bu filmin ne de Bigelow’un. Nitekim ikiz kulelere saldırı sonrasında karanlıkta çığlıklarla açılan film, hemen ardından Bin Ladin’in saklandığı yeri arayan CIA ajanlarının yakaladığı şüphelilere uyguladığı işkence sahnelerine atlıyor. Böylece işkence sahneleri bu süreçte doğal ve kabul edilebilir olarak gösteriliyor. Finaldeki operasyon sahnesi de bir aksiyon filmi gerilimiyle kotarılarak rövanş alınmış oluyor. Böylece Amerikan halkı rahatlıyor, ferahlıyor ve bu şiddet gösterisi CIA ajanının sevinç gözyaşları eşliğinde bir çeşit katarsis aracına dönüşüyor.

(10 Şubat 2013)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com