Hiçbir sanat kaygısı gütmeyen, ucuz bel altı esprileriyle, vücudu güzel kadıncıklarıyla beyazperdeyi bulandıran filmler vardır. Sadece bizim ülkemizde değil, her ülkede vardır. Olmaya da devam edecektir. Dürüstlerdir çünkü, olmadıkları bir şey gibi görünmeye çalışmazlar. Sırf bu yüzden bir değerleri vardır. Çünkü türüne hizmet ederler.
Diğer taraftan son yıllarda Türk sineması büyük bir atılım içinde. Genç kuşak sinemacılarımızın, sinemamıza yeni bir dil katma kaygısını son derece anlamlı buluyorum. Geçmişiyle hesaplaşan, suya sabuna dokunan, yıllarca üzerimize vazife olmadığı gerekçisiyle sürgün edildiğimiz konulara burnunu sokan cesur sinemacılarımız var bizim. Tüm imkânsızlıkara, sansürlere rağmen yola devam ediyorlar.
Böyle bir girişi neden yaptım? Çünkü dün geceden beri uykularımı kaçıran Yağmurdan Sonra adlı filme yaklaşmamı sağlayacak tek yolu en uzağı seçerek yakalamıştım. Yağmurdan Sonra’yı şu bildiğimiz vasıfsız ticari filmlerden daha ayrı bir yere koyamıyorum. Kendisini her ne kadar politik dram türünde gösterse de bu filmin ne politikayla ne de dramla ilgisi var. Bu film düpedüz komik!
Filmde, ruhuma hitap eden ve bana biraz olsun dayanmaya gücü veren tek bir şey vardı: O da büyük usta Cahit Berkay’ın eşşiz müziği. Bir 68’li olmanın tüm duyarlılığını, sorumluluğunu, bilincini taşıyor sanatçı. Kendisiyle yaptığımız bir söyleşide, bir zamanlar o mücadelenin içinde bulunan kişilerin şimdi savaştıkları şeylerle el ele kola kola yürüdüğünü görmenin korkunç olduğunu, ancak kendisinin son nefesine değin aynı ruhu taşıyacağını ve bundan büyük gurur duyduğunu söylemişti. Biz de onunla gurur duyoruz ve belliki tüm samimyetini, enerjisini harcadığı eşşiz beste için kendisine minnet duyuyoruz. Cahit Berkay’ı -son yıllarda özellikle de dönem filmlerinde bu kadar iyi denemler yapılmışken- Yağmurdan Sonra gibi hiçbir yerinden tutamadığım, fena halde kötü bu film ile anmak bile beni üzüyor. Ancak filmin konusu insanı heyecanlandırıyor. Usta müzisyeni de bu etkileyici konu cezbetmiş olmalı diye düşünüyorum. Yoksa böyle bir film ile karşılacağını bilseydi yine bu filme müzik yapar mıydı, diye düşünmekten kendimi alamıyorum açıkçası.
Film, Türkiye’nin en hassas konularından biri olan 12 Eylül 1980 darbesinde düşünce suçlusu olarak yargılanan ve işkence görmüş bir yazarı ve etrafında gelişen olayları konu edinmeye çalışmış. Akabinde bu yazar kişinin Gökeçada yarı açık cezaevine gelişi, cezaevi müdürünün karısına aşık olması ile gelişecen olaylar mevcut. Konuya bakınca umut edebiliyor insan.
Böyle bir konunun beyazperdeye aktarılması düşüncesi bile önemli. Çünkü düşünce suçlusu deyince benim aklıma yetmişinde elleri kelepçeli, gözleri bağlı kilometrelerce yürütülen Rıfat Ilgaz, Sivas Katliamı sırasında yangın merdivenlerinden kurtulmaya çalışırken Aziz Nesin’ni gören belediye görevlilerinin onu merdiven aşağı atmaları, linç girişimleri… Hakkında açılan sayısız dava, hapiste geçen yıllar ve çok sevdiği vatanından uzakta memleket hasretiyle ölen Nazım Hikmet geliyor.
Peki bu filmde Serhan Yavaş’ın canlandırdığı Nuri İlker karakteri kim? Koca bir hiç! Suna filmini izledikten sonra Erol Mütercimler’den daha fena bir oyuncuyu bir daha görmeyeceğimi düşünmüştüm. Büyük konuşmuşum. Serhan Yavaş beni fena halde utandırdı. Pelin Batu’nun performansı ise ne yazık ki zorlama ve yapmacık olmaktan öteye gidemiyor. Değerli sinema yazarımız Atilla Dorsay’ın Yüzler isimli kitabında Pelin Batu ile ilgili küçücük bir anekdot vardı. “Güzel, yetenekli kız ama bence oyunculuğa yeterince asılmıyor” demişti. Kesinlikle çok yerinde bir tespit. Turan Özdemir de Serhan Yavaş ve Pelin Batu kadar vasat, inandırıcılıktan uzak.
Yoklukla varlık arasında silik bir yönetim, özensiz ve zayıf bir senaryo, alabildiğine kötü oyuncuklar… Yağmurdan Sonra hiçbir hayat belirtisi gösteremiyor ve bence türünün en kötü denemesi olmaya aday. Gidip izlenmeye değer hiçbir şey bulamıyorum ne yazık ki ama ille de bir neden arayacaksak ibret-i alem niyetine denenebilir!
(24 Aralık 2008)
Gizem Ertürk