* Hollywood, o meşhur “Amerikan Rüyası”nın değirmenine su taşımaya devam ediyor; Cumhuriyetçilerin mitinglerinde çalınan “Eye of the Tiger”, Stallone’nin aslında ne kadar büyük bir oyuncu olduğundan dem vuran kalemlere motivasyon sağlamayı sürdürüyor. İlginçtir; 70’lerin kültürel savaşımından zaferle çıkan Rocky’nin önce siyahilere, ardından da Ruslara savurduğu yumruk, kendi mitolojisiyle çelişme pahasına yeni bir rotaya giriyor. Tek derdi, öncülü gibi “sınıf atlamak” olan Mr. T’yi bir canavar olarak resmeden; hatta ilk iki filmde Apollo Creed’i dahi antipatik bir yaklaşımla ele alan serinin imdadına, eski şampiyonun oğlu yetişiyor. Bütün bunlar, ırk ayrımcılığının açık bir biçimde yeniden hortladığı 2016’da, hemen her gün yeni bir polis şiddetine maruz kalan, gelir adaletsizliği konusunda “dibe vurmuş” siyahilerin gözü önünde yaşanıyor. O insanların “rüya fabrikasındaki” temsilcileri ise Oscar’lardaki temsiliyet sorunundan yakınıyorlar.
İşte “Amerikan Rüyası” tam da budur! Açıkça ırkçılık yapan bir filmde, “Rüzgar Gibi Geçti”de hizmetçi olarak resmedilen “zenci” kadını Oscar’la kandırmak, ödülünü alırken gözyaşı dökmesini sağlamak ya da 80’lerin Yeni Sağ’ına meşruiyet kazandıran, sektördeki marjinal sayılabilecek yaklaşımları doruğa taşıyan bir figürü, tam da ırkçılık tartışmalarının gölgesinde ödüle boğmak!
Michael B. Jordan biraz daha bekleyebilir, sırada Stallone var!
* Bu bağlamda, Rüya’nın farklı bir sokağında karşımıza çıkan iki filme; “Joy” ve “Büyük Açık”a da değinmekte yarar var. İlk film, başlangıçta bize tanıttığı enteresan tiplerin üzerine gitmekte aciz kalıyor; ana karakterin başarı merdivenlerini ne kadar hızlı çıktığına odaklandığı anda, her yıl izlediğimiz onlarca filmden hiç de farklı olmadığını gösteriyor. Sırtını sadece Lawrence’a dayamak, sıradan bir seyirlikten uzakta olduğumuz anlamına gelmiyor kuşkusuz. Bradley Cooper ve De Niro başa olmak üzere, bütün bir ev ahalisi samimiyet testinde sınıfta kalıyor; her ne kadar Joy, sınıf atlamayı başarsa da!
“Büyük Açık” ise oyunu “kafası karışmış” karakterlerden yana kullandığı anda dikkat çekici hale geliyor. Evet, ortada bir kez daha “Amerikan Rüyası” var; ama film, sadece sistemin zaaflarını lehine çeviren, çoğunluğu asosyal figürlerin önlenemez yükselişlerine odaklanmamakla “ahlaki” bir tercihte bulunuyor, “sırat köprüsünden” geçmeyi başarıyor. Tipik bir başarı öyküsünü izlemediğimizi bize sürekli hatırlatan anları, “eğlenceli” bir dili olmasına karşın, kendisiyle çelişkiye düşme pahasına finalde takındığı karamsar tavır, “Büyük Açık”ı gerçek kılıyor. Rüya’nın yüzeyini bir parça kazıdığınızda karşınıza çıkan manzaranın anlamını sorgulamaya başlıyorsunuz ve bu, rahatlama ve aydınlanmadan çok, midenize yumruk yeme hissi uyandırıyor. Alkış!
* Yazı boyunca peşimizi bırakmayan rüya söyleminin yaşayan bir örneği olan Tarantino’nun son filminden en çok aklımda kalan Samuel L. Jackson’ın taşıdığını iddia ettiği Lincoln mektubu idi. Gerçek ya da sahte, o mektupta yazılanlar, Batı’nın önemli bir kesimi için “gerçek olma” isteği yaratıyordu; ama Lincoln’un gerçekliği, siyahi bir subayla öylesi bir diyaloga kapı aralamaktan çok uzak görünüyordu. İç Savaş’ın gerekçeleri ve sonuçlarını bize çok iyi anlatan Howard Zinn’e göre ABD’nin önderlik kurumunun neredeyse tüm üyeleri, sıradan birer ırkçıdan farklı değillerdi. Tarantino, iki zıt kutba, filmin finalinde görece bir zafer kazandırsa da, bu da bir rüyadan farksızdı anlayacağımız!
Son olarak, sahne dünyasının tozunu solumamızı sağlayan Inarritu’nun “Diriliş”ini ileri doğru atılmış bir adım olarak tanımlamak zor. Buna karşın estetik yönelimiyle 70’leri aklımıza düşüren film, bu yönüyle de olsa irdelenmeyi hak ediyor. Girişte sözünü ettiğimiz kültürel çatışmanın kıyısında doğayı keşfeden, Sam Peckinpah ve John Boorman’ın da aralarında bulunduğu bir grup yönetmen, “şiddetin kaçınılmaz olduğu” söylemine kırlardan destek vermişlerdi. “Diriliş”in Vahşi Batı fonu, bu muhafazakar bakışı bir adım daha ileriye taşımış görünüyor. Yerli temsilinde “objektif” davrandığı ileri sürülen yönetmen, madalyonun diğer tarafında mistisizm sosuna bulanmış dini bir söyleme sarılıyor. Kötülüğünün arka planı tamamen havada bırakılmış olan Tom Hardy’nin, “inanç” konusunda DiCaprio’nun antitezi olarak sunulması bu kanıyı güçlendiriyor. Ayrıca doğayla verilen çetin savaştan galip ayrılan ana karakterin bir başka rüya kahramanı olduğunu ve bu başarısıyla Oscar heykelciğine emin adımlarla yürüdüğünü hatırlatalım.
* Referansını tarihten alan “Diren!”, Hollywood’un kahramanlaştırma eğiliminin peşine takıldığı andan itibaren gerçekçi dokusunu zedeliyor. Mulligan’ın bilinçlenme sürecini es geçen ve örgütlü mücadeleler tarihinde önemli yeri olan bir olayı, bilinçli bir tavırla hafifleten filmin, yan karakterleri işlemede de çıtayı aşamadığını söyleyebiliriz.
Sinemanın pembe yalanlar (rüyalar) dışında kâbuslara da tanıklık etmemizi sağlayan bir sanat olduğunu savunan “Yalan Labirenti”nin ise, Hollywood’un düş fabrikasının yıkıntıları arasından doğduğunu söylemek yanlış olmaz. Film, Kramer’ın “Nuremberg Mahkemesi” ile Gavras’ın “Müzik Kutusu” arasında bir yerlerde, unutulan bir dönemi perdeye taşıyor. Almanya’ya için yeni bir rüya öngören müttefiklerin, şimdiki düşmanın komünistler olduğunu söylemesi tarihsel bir gerçekliğe de işaret ediyor ve unutmamak gerekiyor ki, Soğuk Savaş’ın bir adım ötesi, McCarthy’nin Cadı Avı idi. Film, “kötülüğün sıradanlığına” yaptığı vurguyla, Eichmann duruşmasını enine boyuna irdeleyen Arendt’i de akla getirmiyor değil.
Yazımızı, gerçek bir rüya tabirleri kitabı olan, Tricia Jenkins’in “CIA ve Hollywood”unu (Matbuat, 2015, Çev: Ertan Yılmaz) önererek noktalayalım.
(03 Şubat 2016)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]